Gerçeklik [Psikanalitik Açıdan] Nedir?


Psikanalizde en sık kullanılan biçimiyle gerçeklik [reality], insan iradesinden bağımsız olarak insan zihninin dışında var olan her şeyi ya da nesnel olarak algılanan ya da topluca “gerçekten orada” olduğu konusunda uzlaşılan şeyi ifade eder. Gerçeklik, genellikle fantezi, illüzyon, halüsinasyon, yansıtma, arzulu düşünme, rüyalar gibi olgularla karşıtlık içinde ele alınır. Bu anlamda gerçeklik, Freud’un psişik gerçeklik [psychic reality] olarak adlandırdığı bilinçdışı fanteziler ve arzular dünyasıyla karşıtlık içinde yer alan maddi gerçeklikle özdeşleştirilir. Son zamanlarda, psişik gerçeklik, dış dünyaya ilişkin algılarla düşüncelerin, duyguların ve fantezilerin bütünleşmesinden oluşan öznel gerçekliğin [subjective reality] ya da içsel gerçekliğin [inner reality] tamamıyla eşdeğer tutulmaktadır. Gerçeklik sınaması [reality testing], öznel deneyim ile dışsal gerçeklik arasındaki ayrımı yapabilme kapasitesidir; gerçeklik duyumu [sense of reality] ya da gerçeklik hissi [feeling of reality], yaşanan şeyin gerçek ve hayali olmayan bir şey olduğu hissidir. Derealizasyon deneyiminde bu his kaybolur (Freud, 1936a). Gerçeklikle ilişki [relationship to reality] ise, belirli bir gerçekliğe uygun tepkilerin ne ölçüde sürdürülebildiğini ifade eder (Frosch, 1964).

Dışsallaştırma [externalization] ve içselleştirme [internalization] gibi geniş kavramlar, içsel ve dışsal gerçeklikler arasındaki etkileşimin temel yönlerini tanımlar. İnkar [denial] ve kabul etmeme [disavowal] gibi savunmalar ise, dış gerçekliğin belirli yönlerini uzak tutmaya yönelik çabalar olarak tanımlanır. Buna ek olarak, Bion (1959), gerçekliğin farkındalığını yok etmeye yönelik savunmacı girişimler olarak “bağa saldırı”yı [attacks on linking] tanımlamıştır. Genel olarak, psikopatolojinin şiddeti, gerçeklik sınamasındaki bozulma düzeyiyle kabaca orantılıdır. Bununla birlikte, dış gerçekliğe aşırı odaklanma, makul davranma veya aşırı rasyonelleştirme gibi tutumlar da savunmacı işlevler görebilir (Jones, 1908; Inderbitzin ve Levy, 1994). Dışsallaştırma ve içselleştirme süreçlerinin tümü savunma amacıyla kullanılabilse de, Freud ve onu izleyen analistler, insan zihninde içte olanı dışta, dışta olanı içte deneyimlemeye yönelik savunma dışı, doğuştan gelen eğilimlere de dikkat çekmişlerdir. Örneğin, Rapaport (1944) “projeksiyon varsayımı”ndan [projective hypothesis], yani içsel yaşantının dış dünyada yansımasını bulma yönündeki evrensel eğilimden söz etmiştir; J. Sandler (1976b) ise içsel fantezilerin gerçekmiş gibi yaşanmasına dair evrensel eğilim olan gerçekleştirmeyi [actualization] tanımlamıştır.

Psikanalitik kuram, en başından itibaren, psikolojik yaşamın dış dünya ile etkileşim içinde geliştiği ve işlediği farkındalığını yansıtmıştır. Ancak Freud, büyük ölçüde maddi [materyal] gerçekliği verili bir şey olarak kabul etmiş ve bilgi kuramı, metafizik ya da varlık felsefesi gibi felsefi tartışmalara açık biçimde girmemeyi tercih etmiştir. Alman felsefesinde gerçeklik [reality] ile aktüellik [actuality] arasındaki ayrıma vakıf olmasına rağmen Freud bu ayrımı göz ardı etmiş görünmektedir; yazılarında neredeyse her zaman ilk terimi tercih etmiştir. Freud, çeşitli vesilelerle (örneğin 1927a), bilimin gerçekliği anlamanın en iyi yolu olduğunu savunmuş; bilimi ve gerçekliği, din ve yanılsamayla kıyaslayarak açık biçimde üstün tutmuştur. Daha yakın dönemde bazı psikanalistler, gerçeklikle ilgili felsefi tartışmalara katılmışlardır. Bu analistlerin birçoğu, psikanalitik kuramların ya da klinik uygulamaların nesnel bilgi, hakikat ve gerçekliğe uygunluk gibi değerlere bağlı kalıp kalmaması gerektiğine dair kuşku uyandıran postmodern felsefenin bazı yönlerinden etkilenmiştir. Günümüzde psikanaliz alanında, bu felsefi soruların psikanalitik meselelerle nasıl ilişkilendirileceği ya da bu tür bir ilişkilendirmenin alan açısından yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu konusunda önemli bir tartışma mevcuttur (C. Hanly, 1990; C. Hanly ve M. Hanly, 2001; Govrin, 2006).

Freud, psikopatolojiye ilişkin en erken kuramlarını, hocaları Charcot ve Breuer’in etkisi altında geliştirirken, histerinin gerçek travma anılarının bastırılmasından kaynaklandığını öne sürmüştür (Breuer ve Freud, 1893/1895). 1890’ların ortalarına gelindiğinde ise Freud (1896c), histerik semptomların çocukluk döneminde yaşanan gerçek baştan çıkarmalara dayandığını öne süren ünlü baştan çıkarılma hipotezini ortaya koymuştur. Ancak yaklaşık 1897 yılından itibaren, travma kuramından keskin bir şekilde uzaklaşan Freud (1897e), hastalarının gerçek bir cinsel baştan çıkarma yaşamadıkları, bunun yerine cinsel içerikli fantezi ya da arzularla ilgili içsel çatışmalar yaşadıkları sonucuna varmıştır. Bu noktada Freud, baştan çıkarılma hipotezini terk ederek, histerinin gerçek bir travmanın bastırılmasından değil, bastırılmış çocukluk cinsel arzularının simgesel ifadesinden kaynaklandığı bir kuram geliştirmiştir. Bu kuramsal değişim, Freud’un düşünce sisteminde önemli bir kaymaya işaret eder: nevrozların etiyolojisinde dış gerçeklikten iç gerçekliğe yönelen bir odak değişimi. Ancak Freud (1916/1917) nihayetinde nevrozun, doğuştan gelen ve/veya içsel etkenler (örneğin fantezi) ile çevresel etkenlerin (örneğin rastlantısal yaşantılar, travma ya da gerçeklik) karmaşık etkileşimiyle oluştuğunu kabul etmiştir; bu etkileşimi “tümleyen diziler [complemental series]” olarak adlandırmıştır. Freud (1924c) ayrıca, sapkınlık [perversion] ve psikotik bozukluklar gibi bazı ruhsal rahatsızlıkların, gerçeklikle ilişkinin ciddi biçimde bozulmasıyla karakterize olduğunu da kabul etmiştir.

Freud, patogenez kuramını gözden geçirmekte olduğu dönemde, zihin kuramını da geliştirme sürecindeydi. “Bilimsel Bir Psikoloji Taslağı” (1895b) adlı çalışmasında, düşünce gerçekliği [thought reality] ile dış gerçeklik [external reality] arasında ayrım yapabilme kapasitesini tanımlamış ve bu kapasiteyi algı, dürtülerin engellenmesi, düşünme, dil, dikkat ve yargılama gibi işlevlerle ilişkilendirmiştir. Tüm bu işlevler, onun egoya dair en erken kavramsallaştırmalarıyla bağlantılı olarak ele alınmıştır. İçsel [internal] ve dışsal [external] gerçeklik arasındaki ayrım, Freud’un kuramlarında giderek daha önemli bir yer edinmiştir. Bu ayrım, ilk kez Düşlerin Yorumu adlı eserinin son sayfalarına 1914 yılında eklenen bir dipnotla açıkça ifade edilmiştir. Freud burada, ruhsal gerçekliği [psychical reality] olgusal gerçeklikle [factual reality] -daha sonra maddi gerçeklik [material reality] olarak adlandırılmıştır- karşılaştırmıştır. Histerinin patogenezine ilişkin kuramında dış gerçeklikten iç gerçekliğe yönelen kuramsal değişime paralel olarak Freud, “bilinçdışının gerçek ruhsal gerçeklik olduğunu” ileri sürmüştür; bu gerçeklik hem bilinç açısından bilinmezdir hem de dış dünyanın gerçekliği kadar güçlü etkiler yaratır. Freud ayrıca, gelişen zihnin nasıl gerçekliği dikkate almayı öğrendiğini de açıklamıştır; buna göre zihin, haz ilkesine göre işleyen birincil süreçten, gerçekliğe yönelmiş mantıklı düşünmeyi mümkün kılan ikincil sürece geçiş yapar. Freud’a göre ikincil süreç ancak bebek, acı verici bir hayal kırıklığı deneyimiyle yalnızca arzu etmenin (ve buna bağlı olarak halüsinatif arzunun doyurulmasının) doyum getirmediğini, doyuma ulaşmak için düşünme ve eylem gibi daha karmaşık süreçlerin gerektiğini öğrendiğinde gelişir.

On yıl sonra, “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar [Formulations on the Two Principles of Mental Functioning]” (1911b) başlıklı makalesinde Freud, haz ilkesine göre işleyen ve yalnızca arzu etme kapasitesine sahip bir haz egosundan [pleasure ego], gerçeklik ilkesine göre işleyen ve “yararlı olana ulaşmaya çabalayabilen ve kendini zarara karşı koruyabilen” bir gerçeklik egosuna [reality ego] doğru gelişimi yeniden ele almıştır. Bu makalede ilk kez tanıtılan gerçeklik ilkesi, haz ilkesinin yerini almaz; yalnızca dış dünyanın dayattığı sınırlamalar doğrultusunda onu değiştirir. Freud bu yazısında ayrıca gerçeklik sınaması terimini de tanıtmış ve bunun gerçekliğin sınırlarını deneme-yanılma yoluyla haritalandırmaya yönelik bir yaklaşım olduğunu öne sürmüştür. Fantezinin ise gerçeklik sınamasına tabi olmayan ve haz ilkesine bağlı kalan bir düşünme etkinlik türü olduğunu savunmuştur. Son olarak, tedavinin amacının bastırmanın yerini, belirli bir düşüncenin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu veya gerçeklikle uyumlu olup olmadığını tarafsızca yargılayan bir değerlendirme sürecine bırakmak olduğunu belirtmiştir. Yaklaşık on yıl sonra yayımladığı “Ego ve İd [Th e Ego and the Id]” (1923a) adlı eserinde Freud, zihnin yapısal (ya da üçlü) modelini ortaya koyar. Bu modelde ego, zihnin yönetici işlevi olarak kavramsallaştırılır; dış gerçekliğin etkisiyle id’den gelişir ve sonrasında id, süperego ve dış gerçeklik arasında aracılık etme görevini üstlenir. Freud bu çalışmasında ayrıca, dış gerçeklikten bazı unsurların içe alınmasıyla iç dünyanın gelişmesini sağlayan içselleştirme (örneğin özdeşim) süreçlerinin, başlangıçta düşündüğünden çok daha yaygın olduğunu belirtir. Bu süreçlerin hem egonun hem de süperegonun gelişimine katkı sağladığını ifade eder. Freud, bireyler ile gerçeklik arasındaki ilişki üzerine yaptığı değerlendirmelerde, zihinsel gelişim ve işleyişte, ruhsal bozuklukların ortaya çıkışı ve ifadesinde dış gerçeklikle etkileşimin rolünü konu alan tüm sonraki çalışmaların zeminini atmıştır (Wallerstein, 1983b). Ancak Freud’a (1930) göre dış gerçeklik, çoğunlukla bir kısıtlama, tehlike ya da hayal kırıklığı kaynağıdır: Gerçeklik, hem bireyin hem de uygarlığın gelişimi için acı verici hayal kırıklıkları aracılığıyla bir payanda sunar -ki Freud bunu Ananke (Yunanca “zorunluluk”) kavramıyla ifade eder.

Birey ile gerçeklik arasındaki bu bir miktar karamsar ve huzursuz ilişki tasvirinin aksine, Hartmann (1939a), bebeğin dünyaya, ortalama beklendik ortamda [average expectable environment] hayatta kalmaya önceden uyumlu olarak geldiğini öne sürmüştür. Bu çevre; beslenme, sevgi, duygusal güvenlik ve fiziksel zararlardan korunma gibi öğeleri içerir.

Loewald (1951), bebeğin düşmanca bir gerçekliğe doğmadığı görüşünde Hartmann ile hemfikirdi. Ona göre, yenidoğan içsel ve dışsal gerçeklik ya da ego ile dış dünya arasında ayrım yapamaz; bu nedenle, epistemolojik anlamda biri oluşturulurken diğeri de eşzamanlı olarak oluşur.

Aynı zamanda, Freud’un yanılsamaya yönelik olumsuz bakış açısının aksine, Winnicott (1945, 1953), yanılsamanın geçiş alanının [transitional space], geçiş nesnesinin [transitional object] ve ilk nesne bağı [first object tie] kurulumunun oluşumunda hayati öneme sahip olduğunu savunmuştur. Winnicott, gerçeklik ile gerçek dışılık arasında keskin bir ayrım yapılmasındansa, bebeğin gerçekliği tanıma ve kabul etme kapasitesinin gelişiminde ara bir durumun önemine dikkat çekmiştir.

İnsanın dünyaya, makul ölçüde dostane bir gerçekliğe önceden uyum sağlamış biçimde geldiği yönündeki görüşler, gelişimsel psikanalizin çağdaş versiyonlarının önünü açmıştır. Bu kuramsal yaklaşımlar, büyümekte olan çocuk ile bakım veren çevresi arasındaki etkileşimin karmaşıklığını derinlemesine incelemiştir.

Çağdaş psikanalistler, psikolojik gelişim ve işleyişin temel düzenleyicisinin gerçek yaşantı mı yoksa intrapsişik yaşantı mı olduğu konusunda tartışmaktadırlar. Örneğin bazı gelişimsel psikanalistler, “doğru yapma [getting it right]” ile ilişkili olumlu duyguyu bebeklikteki temel motivasyon kaynaklarından biri olarak tanımlamış ve gerçeklikle uyumlu şekilde işlev görmenin haz verici yönleri olabileceğini öne sürmüşlerdir (Emde, 1991). Son yıllarda, psikanalitik kuramlaştırmanın evrimi, hem gelişimsel süreçte hem de klinik bağlamda gerçek yaşantının etkisine daha fazla vurgu yapılması yönünde genel bir eğilim izlemiştir.

Bazı yazarların Freud’un “naif gerçekçilik [naive realism]” olarak adlandırdığı yaklaşımdan uzaklaşma en çok klinik duruma ilişkin literatürde kendini göstermektedir. Bu bağlamda hâlen süregelen tartışmalardan bazıları şunlardır:

  • aktarım ile gerçek ilişki arasında bir ayrım yapmanın mümkün olup olmadığı (Greenson ve Wexler, 1969),
  • hasta ile analist arasında gerçekte ne olup bittiğine dair bir otoritenin bulunup bulunmadığı,
  • tedavinin hastaları daha gerçekçi hâle getirmeyi amaçlayıp amaçlamadığı,
  • tedavinin amaçları arasında anlatımsal ya da tarihsel bir hakikatin aranmasının yer alıp almadığı,
  • gerçekliğin (psişik ya da dışsal) keşfedilecek bir şey mi yoksa daima hasta ve analist tarafından birlikte kurulan bir yapı mı olduğu ve psikanalizdeki terapötik etkinin analisti “gerçek bir nesne [a real object] olarak içerip içermediği.

Schafer (1970), herhangi bir gerçeklik görüşünün her zaman kısmen öznel olduğunu öne sürerek psikanalitik düşünceye özgü dört farklı gerçeklik vizyonunu [visions of reality] incelemiştir: komik [comic], romantik [romantic], trajik [tragic] ve ironik [ironic].

Kaynak:

American Psychoanalytic Association. (2012). Reality. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 217).

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir