Süperego Nedir?


Süperego, zihnin yapısal ya da üç parçalı modelinde yer alan üç failinden [agency] biridir ve genellikle vicdan [conscience] olarak bilinir. Süperegonun işlevleri arasında, kişisel özelliklerden arındırılmış idealler ve ahlaki değerler kümesini içeren ego ideali [ego ideal]; kabul edilemez davranışları durdurmaya çalışan sınırlayıcı bir işlev; ve cezalandırıcı bir işlev yer alır. Süperego oluşumu, ödipus kompleksinin [oedipus complex] çözülmesiyle gerçekleşir; ancak süperegonun öncülleri çok daha erken dönemde oluşur ve bazı analistlere göre, sonraki gelişim ve pekişme yaşam döngüsü boyunca devam eder. Öz-değer [self-esteem] düzenlenmesiyle yakından ilişkili olan süperego, kendiliği/benliği [self] ego ideallerinin değerlerine göre değerlendirir ve ardından ya eleştirir ya da ödüllendirir. Ahlaki standartlara uygun yaşanmaması durumunda kişi suçluluk [guilt] duygulanımı yaşar; kişisel mükemmellik idealleriyle ilişkili ahlaki olmayan standartlara ulaşamama ise utanç [shame] duygulanımına yol açar. Kısmen güçlü id dürtülerinden türeyen süperego, regresyona [regression] ve otorite figürlerine dışsallaştırılmaya [externalization] oldukça yatkındır; bu durum aktarım [transference] bağlamında özellikle klinik açıdan önem taşır. Süperegonun türevleri, mecazi olarak içsel ses [inner voice] içsel otorite [inner authority] ya da içsel yargıç [inner judge] şeklinde tanımlanan fenomenlerde gözlemlenebilir.

Süperego kavramı, psikanalitik kuramın tarihsel gelişimi açısından önemli bir yere sahiptir. Freud’un, ödipus kompleksini psişik deneyimin evrensel bir düzenleyicisi olarak görmesi ve bu kompleksin çözümünü ahlaki gelişimin belirleyici unsuru olarak değerlendirmesiyle yakından ilişkilidir. Ayrıca, Freud’un kadın gelişimine dair hatalı varsayımlarıyla da bağlantılıdır; özellikle kadın süperegosunun, erkek süperegosuna kıyasla daha az katı olduğu yönündeki görüşü bu bağlamda öne çıkar. Günümüz söyleminde süperego kavramı, duygulanım gelişimi ve erken dönem öznelerarasılık gelişimine ilişkin anlayışlara önemli katkılar sunmuştur. Süperego patolojisi, en uç örneklerde sosyopati, mazoşizm ve depresyon gibi çeşitli patolojik durumlara yol açabildiği gibi, daha ince düzeyde öz-değer düzenlemesiyle ilişkili sorunlara da katkıda bulunur. Süperego ile ilişkili klinik meseleler sıklıkla saldırganlık ve buna eşlik eden suçluluk duygusunun yönetimiyle ilgilidir. Klinik bağlamda, süperego patolojisi sıklıkla olumsuz terapötik tepki ile ilişkilendirilmiştir ve bu tepki çoğu zaman bir cezalandırılma ihtiyacı çerçevesinde kavramsallaştırılır. Freud süperego terimini ilk kez, Ego ve İd [Th e Ego and the Id] (1923a) adlı eserinde kullanmıştır. Yapısal kuramın ilkelerine göre tanımlanan bu terim, zihnin, üç birbiriyle ilişkili işlevinden oluşan bir sistemini ifade eder: vicdan [conscience], öz-gözlem [self-observation] ve ego ideali [ego ideal] (ya da ideal işlev [ideal function]). Ancak bu terim ve onun temsil ettiği sistem, 1923 yılına gelindiğinde, Freud’un daha önceki yazılarında uzun ve zaman zaman kafa karıştırıcı bir gelişim sürecinden geçmiştir. Freud’un (1913e) ahlak anlayışı ilk kez kesin biçimde, ahlaki buyrukların toplumsal otorite tarafından belirlendiği ve kuşaktan kuşağa ebeveyn otoritesi yoluyla aktarıldığı şeklinde tanımlanmıştır; bu buyruklar, biyolojik temelli ödipal dürtülere -ensest ve ebeveyni öldürme arzularına- bir tepki olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda Freud’a göre, ahlak ve onun özünü oluşturan yasaklar (ensest ve ebeveyn katli yasağı), içsel gelişimsel süreçlerden türemez; bu kurallar, yalnızca çocuğun ebeveynine duyduğu sevgiden ötürü onlara itaat etmesi bağlamında anlam kazanır. Freud’un (1914e) içsel ahlaki fail [internal moral agency] kavramına ilk göndermesi “Narsisizm Üzerine [On Narcissism]” başlıklı metninde yer alır. Daha kısa bir biçimde bu kavrama “Yas ve Melankoli [Mourning and Melancholia]” (1917c) adlı eserinde de değinmiştir. Özellikle ilk metinde Freud, zihnin geri kalanından ayrışan, onu eleştirel bir şekilde gözlemleyen ve ebeveynler tarafından belirlenen ideal davranış ölçütleriyle karşılaştıran bir zihinsel fail [mental agency] fikrini ortaya koymuştur. Bu ideal ölçütlere bağlı kalmak, çocuğun nesne ilişkileri kurulmadan önce deneyimlediği birincil narsisizme karşılık gelen narsisistik bir yüceltmeyi beraberinde getirir. Bu görüş, Freud’un “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi [Group Psychology and the Analysis of the Ego]” (1921) adlı eserinde genişletilmiş; burada Freud, karizmatik liderlerin yönettiği otoriter gruplardaki lider figürlerine yönelik tutumları, bu içsel failin dışsallaştırılmış karşılıkları olarak değerlendirmiştir.

Freud (1923a), “Ego ve İd” adlı eserinin yayımlanmasıyla birlikte süperego kavramını resmen tanımlamış ve kuramsallaştırmıştır. İki yıl önce ego ideali olarak adlandırdığı kavram, bu noktadan itibaren süperego olarak adlandırılmıştır. Süperego, ödipal çatışmanın çözülmesiyle birlikte oluşan, ensest ve ebeveyn cinayetine yönelik ödipal arzulara karşı gelişen yasaklayıcı bir karşıt-tepki oluşturma [reaction formation] içeren otoriter bir zihinsel fail olarak değerlendirilmiştir. Süperego oluşmadan önce, otoriteye dayalı düzenleme, çocuğun ebeveynlerinin buyruklarına dışsal olarak uyması yoluyla sağlanırken, süperegonun oluşumuyla birlikte bu düzenleme, çocuğun ebeveynleriyle özdeşim kurması [identification] yoluyla içselleştirilmiş hale gelir. Bu gelişimsel dönüm noktasıyla ilişkili olarak Freud (1923b), anal-sadistik dönemden sonra ve gizil dönemden önce gelen fallik bir psikoseksüel evreyi kuramsal olarak araya yerleştirmiştir. Fallik döneme özgü nesne ilişkileri üçlü [triadic] yapıdadır; bu durum, prefallik psikoseksüel evrelere özgü ikili [dyadik] nesne ilişkilerinden farklıdır. Bu evrede çocuğun hayal ettiği başlıca tehlike kastrasyondur/hadım edilmedir [castration]; çocuk bunu, ödipal arzuların uygun bir cezası olarak kavramsallaştırır. Ödipal arzular ile kastrasyon tehdidine ilişkin cezalandırıcı korku arasındaki çatışma [conflict], ödipus kompleksini harekete geçirir; bu kompleks, süperegonun oluşumuyla birlikte çözülür. Bu model, erkek çocuğunun gelişimini açıklamada işlevsel bir şekilde işler; ancak Freud’un (1924b) görüşüne göre, küçük kız çocuğu kendisini zaten kastrasyona uğramış (penissiz) olarak algıladığı için, korkacağı bir şey daha azdır. Bu nedenle, Freud’a göre, kız çocuğunun ödipus kompleksi erkek çocuğundaki kadar bütünüyle çözülmez ve onun süperegosu “erkeklerde olmasını beklediğimiz ölçüde amansız ve duygusal kökenlerinden bağımsız” bir nitelik kazanmaz.

Süperego ile ego arasındaki gerilim, suçluluk duygusu (kastrasyon anksiyetesinin varisi) ve azalmış öz-değer olarak kendini gösterir. Buna karşılık, süperegonun ahlaki ve mükemmeliyetçi standartlarına uyum sağlamak, artmış bir öz-değer hissine yol açar. Bu ahlaki ve mükemmeliyetçi standartların karşılanmasını güvence altına alan işlev, “ego ideali” ya da “ideal işlev” ya da “ego idealinin taşıyıcısı [vehicle of the ego ideal]” (Freud, 1933a) olarak adlandırılır. Süperegonun eleştirel ve cezalandırıcı yönelimi, onun çoğunlukla saldırgan dürtü enerjisiyle [aggressive drive energy] işlediğini gösterir. Süperegonun katılığı, her zaman ebeveynlerin katılığının bir yansıması olmayabilir; daha çok çocuğun ödipal dönemdeki rekabetçi saldırganlığının bir yansımasıdır. Toplumsal uyum gereği saldırganlığın genel olarak ve sürekli bastırılması da aynı süreci sürdürür ve uygarlığın önemli bir “hoşnutsuzluğu [discontents]” olan suçluluk duygusunun insanlık üzerinde giderek artan bir yük haline gelmesine neden olur (Freud, 1930).

Freud’un süperegoya ilişkin kesin formülasyonu onun üç temel işlevini (vicdan, ego ideali ve kendini değerlendirme) belirlemiş olsa da, bu liste her zaman bu kadar istikrarlı olmamıştır. 1914 ve 1921’de Freud, o dönemde “ego ideali” olarak adlandırılan yapıya gerçeklik sınaması [reality testing] işlevini atfetmiş, ancak 1923’te bu işlevi nihayet ego’ya atfetmiştir. Freud’u takip eden çoğu analist de kendini değerlendirmeyi ego’nun bir işlevi olarak kabul etmiş, ancak bu işlevin süperegonun diğer i cunda ortaya çıkar. Bununla birlikte, ikisi arasında fenomenolojik farklar vardır. Bu farkları açıklamak için çeşitli kuramsal çabalar ortaya konmuştur. Bu çabalar; dürtüler (libidoya karşı saldırganlık [libido versus aggression]), dürtü yönelimi (nesne yönelimine karşı narsisizm/mazoşizm [(object orientation versus narcissism/masochism]) ve süperego işlevleri (vicdana karşı ego ideali [(conscience versus ego ideal]) gibi temellere dayandırılmıştır. Ancak bu konuda şimdiye dek bir uzlaşıya varılamamıştır (Piers ve Singer, 1953). Bir diğer tartışma konusu ise kadınlarda süperego gelişimi meselesidir. Günümüzdeki çoğu analist, kız çocuğunun süperegosunun erkek çocuğunki kadar katı olduğunu kabul etmektedir. Ancak kızın bedenine ilişkin kaygıları, kendi anatomisine uygun olarak farklıdır ve ödipal üçlü ilişkilenme durumu da erkeğinkinden bazı temel açılardan ayrışır. Bu nedenle, kız çocuğunun anne ve babayla kurduğu ilişkilenme biçimleri ile kendine yönelik talepleri, erkek çocuğunkiyle farklılık gösterebilir (Gilligan, 1982; D. Bernstein, 1983; P. Tyson, 1994; P. Bernstein, 2004; Kulish & Holtzman, 2008). Freud, süperegonun erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da sıklıkla annenin sesiyle konuştuğu gerçeğini göz ardı etmiştir.

Süperegonun bir yapı olarak ani bir şekilde mi oluştuğu yoksa zaman içinde yavaş yavaş mı geliştiği konusu hâlâ tartışmalıdır. Süperegonun “oluştuğu” görüşünü savunan analistler, süperego öncülleri [superego precursors] ile gerçek süperego [superego proper] arasındaki ayrımı vurgularlar (Hartmann & Loewenstein, 1962; Jacobson, 1964; D. Milrod, 2002). Yeni bir ruhsal yapının tam da oluştuğu anda ortaya çıkmasına imkân veren iki belirleyici etmenden söz ederler: Bunlardan ilki, ödipal krizin güçlü uyarıcı etkisidir; diğeri ise, vazgeçiş [renunciation], kavramsallaştırma [conceptualization] ve öz-gözlem [self observation] gibi gerekli ego kapasitelerinin [ego capacity] kazanılmasıdır. Klein (1927b), süperego işleyişinin son derece küçük yaştaki çocuklarda bile gözlemlenebileceğini öne sürmüştür; bu görüş, psikanalitik kuramda oldukça hararetli tartışmalara yol açmıştır. J. Sandler (1960b) ise, dışsal olarak dayatılan süperego buyruklarının bir tür bilişsel taslağı olan “otonom-öncesi süperego şeması [preautonomous superego schema]” kavramını ortaya atmıştır. Ancak bu şema, yalnızca bir dışsal temsildir; içinde içselleştirilmiş ebeveyn otoritesi barındırmaz -bu içselleştirme ancak ödipus kompleksinin çözülmesiyle gerçekleşir.

Bazı çağdaş psikanalistler, süperego gelişiminin yaşam boyu süren bir süreç olduğunu savunmaktadırlar. Bu yaklaşım, ödipal dönemden çok önce, küçük çocuklarda ebeveyn beklentilerinin içselleştirilmeye başlandığını öne sürer ve bu sürecin yetişkinlik boyunca daha da değişip şekillendiğini ileri sürer. Bebeklerin ve küçük çocukların her iki ebeveynle olan ilişkilerinin doğrudan gözlemlenmesi, süperegonun biyolojik, psikodinamik ve toplumsal temelleri hakkında daha fazla bilgi sağlamıştır. Bu bulgular, süperegonun yalnızca eleştiren, cezalandıran bir yapı olmadığını; aynı zamanda seven ve sevilen yönlerine de sahip olduğunu göstermektedir (Schafer, 1960). Ahlaki gelişimin kökenleri, doğumdan itibaren bebek ile bakım veren kişi arasındaki duygulanımsal iletişime kadar izlenebilmiştir (Spitz, 1965; Emde, 1983; D. N. Stern, 1985). Günlük yaşantıda karşılıklı etkileşimler, bebeğin içsel öz düzenleme becerisini geliştirir, davranışlarını yönlendirir ve ortak hayal gücüne dayalı yaratıcılığını destekler (Emde, 1991). Bir yaşından küçük bebekler, belirsizlik yaşadıklarında, bakımveren kişinin duygusal ipuçlarına bakarak ondan rehberlik alırlar (Klinnert ve ark., 1982). “Yapmalısın”lar, neyin doğru olduğunu şekillendirerek bebeğin kendisiyle gurur duymasını desteklerken “yapmamalısın”lar dürtülerin dışavurumunu engeller -ve aynı zamanda, bebeğin ilk sözel jestlerinden biri olan inatçı bir “hayır!” tepkisini de ortaya çıkarabilir (Spitz, 1959; Emde, Johnson ve Easterbrooks, 1988). On sekiz ile otuz altı ay arasındaki bebekler, bazı süperego işlevlerini halihazırda içselleştirmiştir. Bu durum, ödipal öncesi çocuğun başkalarına yönelik empatisi, yanlış bir davranışa karşı duygusal tepkileri, prososyal tutum ve davranışları, hatta ahlaki ikilemlerle başa çıkabilme kapasitesi ile kendini gösterir (Emde ve Buchsbaum, 1990) -ancak dürtü kontrolü, çoğu zaman bakımverenin dikkatli gözetimi altında en iyi şekilde sürdürülebilir. Bu tür gözlemler, beynin farklı bölgelerine dağılmış modüler prosedürel bellek sistemlerine [procedural memory system] ilişkin nörobilimsel çalışmalarla birlikte (Grigsby ve Stevens, 2000; Westen ve Gabbard, 2002), Freud’un süperegonun büyük ölçüde bilinçdışı olarak işlediğine dair öngörüsünü desteklemektedir.

Latens dönem boyunca, çocuğun devam eden sosyalleşme süreci ve bilişsel gelişimine paralel olarak, katı süperego fantezileri aşamalı olarak değişime uğrar (Bornstein, 1951, 1953; Sarnoff, 1976). Ergenlik dönemi ise, ebeveyn kaynaklı süperegonun dışlanması ve ardından, genç yetişkinin kendi benlik tanımları, değerleri ve özerkliği doğrultusunda yeniden içselleştirilmesini içerir (A. Freud, 1936; Blos, 1979b). Genel olarak ifade etmek gerekirse, çeşitli süperego işlevleri zamanla daha kişisel olmayan (soyut) bir nitelik kazanır ve dış nesnelerden giderek daha bağımsız hâle gelir. Yine de, ahlaki duyarlılıklar yetişkinlik ve yaşlılık boyunca yaşantılar doğrultusunda ya inceltilir ya da yozlaşır. Nazi hareketi, yetişkin bireyin otoriteye karşı duyarlılığını gözler önüne serer ve süperegonun gerçekten ne ölçüde tam anlamıyla içselleştirildiği ve özerkleştiği sorusunu gündeme getirir. Her toplumda “iyilik” adına benimsenen şiddet olgusu, süperego ile id arasındaki iş birliğini bize hatırlatır (B. Steele, 1970).

Klinik bağlamda, bazı psikanalistlerin zihninde süperego gelişimi ile üçlü ödipal kompleksin çözümü arasındaki bağ çözülmüştür; ancak süperego işleyişi, karakterin ve psikopatolojinin değerlendirilmesinde hâlâ temel bir tanısal boyut olmaya devam etmektedir (Coen, 1992; P. Tyson, 1996a). Daha önce daha ağır patolojilerin göstergesi olarak düşünülen diadik ilişkisel meseleler, kimi nevrotik bireylerde de baskın olabilir; ancak bu bireyler, davranışlarının ve yetersizliklerinin sorumluluğunu üstlenme kapasitesi sergileyebilirler. Ödipus kompleksi hiçbir zaman tamamen çözülmez; yaşam döngüsü boyunca yeni deneyimlerin ve yaşam zorluklarının ışığında yeniden işlenmek üzere yeni biçimlerde tekrar ortaya çıkar (Loewald, 1979; Ogden, 2006).

Kaynak:

American Psychoanalytic Association. (2012). Psychoanalytic Psychotherapy. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 208).

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir