Psikanaliz Nedir?


Psikanaliz [psychoanalysis]

Freud’a göre, bir zihin kuramı, araştırmacı bir yöntem, zihinsel bozuukluklar için bir tedavi biçimi. Tedavi yöntemi olarak, birçok yıl boyunca haftada birden çok seansı içerir. Psikanalizde hastayı anlamanın ve tedavi edici şekilde etkilemenin başlıca araçları olarak serbest çağrışım, bilinçdışı zihinsel işleyişe dair gçzlemler, aktarım ve karşı aktarımın incelenmesinden yararlanılır.

TEMEL PSİKANALİZ SÖZLÜĞÜ

Psikanaliz [psychoanalysis], Sigmund Freud tarafından ortaya konmuş ve daha sonra başkaları tarafından geliştirilmiş bir disiplindir; odağı, insan ruhsal yaşamının doğasını anlamaktır. Psikanaliz, bir zihin kuramını, psikopatolojinin bazı yönlerine ilişkin bir kuramı, bir tedavi yöntemini ve zihni araştırmaya yönelik bir yöntemi içerir (Freud, 1923c). Psikanaliz ayrıca, psikanalitik klinik uygulamalarla ilgilenen ruh sağlığı uzmanlarından oluşan bir mesleki alanı da kapsar. Bu alanda aynı zamanda, psikanalitik kuramın gelişimine katkı sunan ya da psikanalitik kuramı başka disiplinlere uygulayan çeşitli disiplinlerden kuramcılar ve araştırmacılar da yer alır.

Psikanalitik zihin kuramı, psikolojik yaşamın çeşitli yönlerinin etkileşimini vurgular:

  1. bilinçdışı ruhsal yaşamın, özellikle de bilinçdışı çatışmaların, etkisi;
  2. güdülenmenin değişken seyri, ki buna arzular, ahlaki zorunluluklar, bağlanma gereksinimleri ve narsisistik çabalar dahildir;
  3. zihnin çok sayıda özgül örgütleyici yapısı ve/veya işleyişi; bunlar arasında kendilik ve nesne temsilleri, fanteziler, çatışmalar, karakter, ayrıca savunma, uzlaşım ve gerçeklik sınaması gibi, kendilik düzenlemesi ve uyum süreçlerine katkıda bulunan çok sayıda ego işlevi yer alır; tüm bunlar arasındaki dinamik ilişkiler de bu kapsamda değerlendirilir;
  4. gelişimsel bakış açısı: bu perspektif, önceki tüm ruhsal yaşam öğelerini anlamaya yönelik bir çerçeve sunar. Hem doğuştan gelen hem de çevresel etkenleri dikkate alır ve geçmiş yaşantıların şimdiki zamanda nasıl varlığını sürdürdüğü konusundaki karmaşıklıkları ele alır.

Psikanalitik psikopatoloji kuramı, bu etkileşim halindeki psikolojik etmenlerin, başta nevroz ve karakter patolojileri olmak üzere, çeşitli türdeki ruhsal acılarda nasıl rol oynadığını ele alır. Psikanalitik tedavi, psikolojik yaşamın derinlemesine keşfine dayanır. Bu süreçte özellikle şu alanlara vurgu yapılır: danışanın ruhsal çatışmayı nasıl yönettiği; psikolojik yaşantısının tamamını fark etmekten nasıl kaçındığı (direnç); ve, bu ruhsal yaşantıyı tedavi süreci içinde nasıl dışavurduğu ya da sahnelediği (aktarım ve direnç). Psikanalitik tedavinin amacı, hastanın ruhsal yaşantısını derinleştirmek ve genişletmektir; bu sayede, hem ruhsal acının hafifletilmesi hem de adaptif işlevselliğin geliştirilmesi hedeflenir.

Psikanalitik araştırma yöntemi, psikanalitik tedavi ortamıyla örtüşür. Her ikisi de, analist ile hasta arasında gerçekleşen, paylaşılan içe bakış [communicated introspection] sürecine dayanır. Geleneksel olarak, psikanalitik araştırma yöntemi, serbest çağrışım tekniğini ve tedavi deneyiminin bizzat kendisinin keşfini içerir; bu keşif sürecinde en çok üzerinde durulan ise, hastanın aktarımının ve direncinin değişken seyridir. Her ne kadar psikanalitik kuram büyük ölçüde klinik verilerden türetilmiş olsa da, aynı zamanda şu komşu disiplinlerin bulgularından da etkilenmiştir: gelişim psikolojisi, genel psikoloji (özellikle bilişsel sinirbilim ve sosyal psikoloji), psikiyatri, sosyal bilimler (örneğin antropoloji ve sosyoloji) ve beşeri bilimler (özellikle felsefe ve edebiyat). Aynı zamanda, psikanaliz, yalnızca bu komşu disiplinler üzerinde değil, eğitim, hukuk ve kültür çalışmaları üzerinde de etkili olmuştur. Son olarak, psikanaliz, ruh sağlığı alanında uygulanan birçok terapi türünden sadece biri olsa da, duygusal acıya yönelik neredeyse tüm psikolojik tedavi biçimlerine önemli katkılarda bulunmuştur.

Freud, ilk çalışmalarında hastalarını tedavi etme yöntemine “ruhsal analiz [psychical analysis]”, Freud, 1894c) ya da “psikolojik analiz [psychological analysis]”, Freud, 1894e) adını vermiştir. Ancak, 1896 yılında, bu tedavi yöntemini tanımlamak üzere ilk kez psikanaliz [psychoanalysis] terimini ortaya koymuştur (Freud, 1896d). Aynı yıl içinde, Freud (1896b), Fliess’e yazdığı bir mektupta, “bilinçdışılığı” ile karakterize edilen zihinsel “kayıtlar” fikrine dayanan bir “yeni psikoloji” geliştirme yolunda da önemli bir ilerleme kaydettiğini belirtmiştir. Freud, yazı hayatı boyunca psikanalize dair birden çok tanım sunmuştur. Bu tanımlar arasında en ünlüsü ve en sık alıntılananı, Freud’un bir ansiklopedi makalesinde yer verdiği tanımdır. Freud (1923c) burada şöyle der: “Psikanaliz, şu üç şeyin ortak adıdır: 1) başka hiçbir yolla neredeyse erişilemeyen zihinsel süreçleri araştırmaya yönelik bir yöntem, 2) bu araştırmaya dayanan, nevrotik bozuklukların tedavisine yönelik bir yöntem, ve 3) bu yöntemle elde edilen psikolojik bilgilerin bir araya gelmesiyle giderek oluşan yeni bir bilimsel disiplin.” Freud, başka yerlerde bu bileşenleri daha ayrıntılı biçimde tanımlamaya yönelik çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Zaman zaman, bu daha özgül bileşenlere “sloganlar/parolalar [shibboleths]” diyerek, analistleri analist olmayanlardan ayıran ayırt edici unsurlar olarak tanımlamıştır. Bu unsurlar arasında şunlar yer alır: Ödipal kompleksin merkezî rolü (1905b), düş kuramı (1914d, 1933a), ve “ruhsal aygıt“ın id, ego ve süperego olarak bölünmesi (1938a). Bununla birlikte, Freud (1898a, 1901, 1923a, 1925d) psikanalizi en sık şu şekilde tanımlamıştır: “Bilinçdışı ruhsal süreçlerin bilimi.” Daha özel olarak Freud, bastırma kuramının, psikanalitik kuramın yapısının dayandığı “köşe taşı” olduğunu savunmuştur; bu kuram, kaçınılmaz biçimde aktarım ve direnç fenomenlerine götürür. Freud (1914d), zihni araştıran ve aktarım ile direnç fenomenlerinden yola çıkan her yaklaşımın kendini psikanaliz olarak adlandırabileceğini ileri sürmüştür. Son olarak Freud (1898a), psikanalizi “metapsikoloji” kavramı çerçevesinde tanımlamaya çalışmıştır; bu bağlamda psikanaliz, “psikolojinin ötesine geçerek”, bilinçdışının psikolojisi haline gelir. Freud, metapsikoloji kavramını ayrıntılandırırken (1915g), zihinsel süreçlerin tam bir betimlemesi için şu üç bakış açısının birlikte ele alınmasının gerekli olduğunu savunmuştur: topografik bakış açısı, dinamik bakış açısı ve ekonomik bakış açısı. (Rapaport ve Gill (1959), psikanalizin özünü metapsikolojik temeller üzerinden tanımlama yaklaşımını daha da geliştirerek, bu bakış açılarına şu üç boyutu da eklemişlerdir: yapısal bakış açısı, genetik bakış açısı ve adaptif bakış açısı.) Jones (1946), Freud’un psikanaliz tanımını şu şekilde özetlemiştir: Psikanaliz, bilinçdışını inceleyen ve bu inceleme sırasında serbest çağrışım tekniğini kullanarak aktarım ve direnç fenomenlerini çözümleyen bir çalışmadır.

Jones’un özetinin taşıdığı açıklığa rağmen, psikanalizin kuramı ve tekniğine dair tartışmalar, en başından bu yana var olmuştur. Zaman içinde, çeşitli psikanalitik düşünce ekolleri ortaya çıkmış ve böylece günümüz psikanalitik ortamı, kuramsal çeşitlilik ile karakterize edilir hale gelmiştir. Bu ekoller, birbirlerinden şu açılardan ayrılır: zihin modeli, psikopatolojiye ve gelişime dair bakış açıları, tedavi edici etkiye ilişkin kuramları ve klinik uygulama teknikleri. Bu düşünce ekollerine örnek olarak şunlar verilebilir: ego psikolojisi, Kleinci psikanaliz, çeşitli nesne ilişkileri kuramları, kendilik psikolojisi, kişilerarası psikanaliz, ilişkisel psikanaliz, Jungyen psikoloji ve Lakancı psikanaliz.

Alan yazınında, bu farklı düşünce ekollerinin ortak bir zemini paylaşıp paylaşmadığı konusunda görüş birliği yoktur (A. M. Cooper, 1985; Wallerstein, 1992; Rangell, 2007). Bazılarına göre bu kuramlar uzlaştırılabilir, bazılarına göreyse temelden uzlaşmazdır. Bu kuramsal çeşitliliğin klinik uygulamalardaki yansımaları ise son derece geniş kapsamlıdır. Her ne kadar farklı kuramsal yönelimlere sahip birçok çağdaş psikanalist, hâlâ serbest çağrışımı ve aktarım ile direncin çözümlemesini merkezî teknikler olarak benimsemeye devam etse de, aynı analistler şu gibi konularda birbirleriyle görüş ayrılığına düşebilirler: Hastanın ruhsal yapılanmasında çatışma [conflict] mı yoksa eksiklik [deficit] mi daha belirleyicidir? Analistin empatisinin ve/veya karşıaktarımının yorumsal işlevdeki rolü nedir? Bazı analistler ise, aktarım ve direncin yorumlanmasını reddederek, bunun yerine analist ile hasta arasındaki burada-ve-şimdi ilişkisinin keşfine öncelik verirler. Bu yaklaşımda şu unsurlar öne çıkar: öznelerarasılık, analitik durumun birlikte inşası [co-construction], ve/veya analitik ilişkinin sözel olmayan yönlerinin terapötik yararı. Günümüz analistleri, uzun süredir evrensel klinik ilkeler olarak kabul edilen şu konularda da görüş ayrılığı içindedir: yoksunluk [abstinence], tarafsızlık [neutrality] ve anonimlik [anonymity]. Bazı analistler, analistin ölçülü kendini açmalarının [self-disclosures] analitik süreci kolaylaştırabileceğini savunurlar ve tarafsızlığın aslında engelleyici bir kurgu olduğunu, bu nedenle bir ideal olarak korunmaması gerektiğini ileri sürerler. Tartışmaya yol açan diğer konular arasında ise şunlar yer alır: psikanalitik tedavinin uygun sıklığı, divanın (kanepe) kullanımı, seansların süresi ve hatta tedavinin telefon aracılığıyla yürütülüp yürütülemeyeceği gibi meseleler. Bununla birlikte, alandaki yaygın tartışmalara karşın, tüm analistler arasında gözlemlenen bir ilişkisel eğilim [relational tilt] sıkça vurgulanmaktadır. Başka bir deyişle, kuramsal yönelimi ne olursa olsun, psikanalistler giderek artan biçimde analitik ilişkinin tedavi edici etkideki katkısını kabul etmeye başlamışlardır.

Psikanalizin tanımına ilişkin tartışmalar, aynı zamanda psikanalitik epistemolojiye yöneltilen temel eleştirilerle de bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Bu tartışmaların bir kısmı örtüşmekte olup, şu türden soruları içermektedir: 1) Psikanaliz, Hartmann’ın (1939a, 1939b, 1964) savunduğu gibi bir “genel psikoloji” olarak mı tanımlanmalıdır yoksa Kris’in (1947) ünlü biçimde öne sürdüğü gibi, daha dar bir biçimde, örneğin “çatışma açısından ele alınan insan davranışının incelenmesi” olarak mı tanımlanmalıdır? 2) Psikanalizin, klinik gözlemin ötesine geçen soyut bir kurama (metapsikolojiye) ihtiyacı var mıdır? Bu görüşü savunanlar arasında Rapaport ve Gill (1959), Hartmann (1964) ve daha yakın dönemde Shevrin (2003) yer alır. Yoksa psikanaliz, yalnızca bir klinik kuram olarak mı ele alınmalıdır? Bu ikinci görüşü savunanlar arasında ise Schafer (1976), Gill (1976) ve G. Klein (1976) bulunmaktadır. 3) Psikanaliz, Freud’un (1913c, 1925e, 1933c) sıklıkla savunduğu gibi, doğa bilimleri arasında mı yer almalıdır? Yoksa, yoruma dayalı bir disiplin olarak daha iyi anlaşılabileceği için, beşeri bilimler içinde mi sınıflandırılmalıdır? Bu ikinci görüşü savunanlar arasında Spence (1982), Schafer (1983) ve Edelson (1985) bulunmaktadır. Buna karşılık, bazı yazarlar psikanalizin hem bilimsel hem de beşerî yönler taşıyan melez bir disiplin olduğunu öne sürmüşlerdir (Ricoeur, 1970; Gill, 1976; L. Friedman, 2000). Bilişsel sinirbilim alanındaki gelişmeler, örneğin “bilinçdışının yeniden keşfi”, psikanaliz üzerinde, bilinçdışı süreçleri incelemeye yönelik kendine özgü yaklaşımını tanımlama konusunda ek bir baskı oluşturmaktadır (Kihlstrom, 1995). Postmodern felsefedeki gelişmeler ise, psikanalitik verinin ve bilgilenmenin doğasına ilişkin daha temel düzeyde sorgulamalar ortaya koymakta ve bu alana yönelik epistemolojik zorluklar getirmektedir.

Son olarak, mesleki alanda şu konularda da yoğun tartışmalar bulunmaktadır: psikanalist unvanının nasıl tanımlanıp düzenlenmesi gerektiği ve psikanalitik eğitimin en iyi nasıl örgütlenip denetlenmesi gerektiği.

Kaynak:

American Psychoanalytic Association. (2012). Psychoanalysis. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 207).

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir