Ego, genel ifadeyle görevini -yani tehlike, anksiyete ve hoşnutsuzluktan kaçınmayı- yerine getirmek için çeşitli yollar kullanır. Biz bu yollara “savunma mekanizmaları [mechanisms of defence]” adını veriyoruz.
(Freud, 1937, s. 235)
2. Bölümde, zihin modellerinin ağırlıklı olarak intrapsişik/ruhsallık içi [intrapsychic], kişilerarası [interpersonal] ya da karma [mixed] modeller olarak nasıl sınıflandırılabileceğini görmüştük. Benzer şekilde, savunma kavramı -hatta bireysel savunma mekanizmalarının kendisi bile- intrapsişik/ruhsallık içi, ilişkisel/kişilerarası ya da karma bir bakış açısından ele alınabilir. Bazı savunmalar esas olarak içsel yaşantıya [internal life] ilişkindir (örneğin, bastırma); bazıları etkileşimsel ya da kişilerarası olgulara karşılık gelir (örneğin, yansıtmalı özdeşim ve bölme); bazıları ise her iki boyutu da içerir -örneğin, inkâr.
Savunma Kavramı
Klasik psikanaliz, savunmaları öncelikle intrapsişik/ruhsallık içi bir bakış açısından ele alır; arzu ile dış gerçeklik arasındaki, ya da zihnin farklı yapıları (id, ego, süperego) arasındaki çatışmayı psişik yaşantının merkezine yerleştirir. Bu gerilimlere ve karşıt kuvvetlere uyum sağlama, savunmalar sayesinde mümkün olur: Bilinçdışında işleyen psikolojik düzenekler, çatışmayı en aza indirir, gerilimi azaltır, içsel dengeyi korur, öz-değeri [self-esteem] düzenler ve anksiyeteyle -ister içsel ister dışsal kaynaklı olsun- başa çıkmada merkezi bir rol oynar. Daha çağdaş modeller ise, klasik görüşe saygı göstermekle birlikte, savunmanın dinamik ve kişilerarası boyutlarını daha çok vurgular.
“Savunma” teriminin kullanımı aslında bir ölçüde talihsizdir. Bu ifade, düşmanca güçlerden gelen bir tehdit olduğu izlenimini yaratır, bir geri çekilme gerekliliğini ima eder ve sanki aşılması gereken bir engel varmış gibi düşünülmesine yol açar. Bu nedenle klinisyenlerin, daha anlamlı bir zihinsel yaşantıya ulaşmak için bastırılmış olanı “açığa çıkarmak” üzere savunmaları “delmeleri” gerektiğini düşünmeleri anlaşılır bir durumdur. Oysa savunmalar aynı zamanda uyumsaldır/adaptiftir [adaptive]; kendilik deneyimini ve ötekilerin algılanış biçimini düzenleyen yapılar olarak işlev görürler. Hem hoş hem de hoş olmayan duyguların etkin bir biçimde düzenlenmesi için gereklidirler. Dolayısıyla, klinik çalışmada savunmaların “delinmesi”, yardım etmekten çok zarar verici olabilir. Bu nedenle çağdaş psikanalitik müdahale anlayışı, “savunmayı yorumla, anksiyeteyi serbest bırak, gizli anlamı ortaya çıkar” şeklindeki katı ve doğrudan yaklaşıma göre çok daha inceliklidir.
Son dönemde, kategorik yaklaşımların aksine, tanılar-ötesi [transdiagnostik] zihinsel bozukluk kavramsallaştırmaları ön plana çıkmıştır. Bu yaklaşım, bir dizi farklı bozukluğun arkasında yatan temel zihinsel süreçlerin bulunduğunu öne sürer. Savunma mekanizmaları, bu yeni yaklaşım ile oldukça iyi örtüşmektedir. Çünkü savunmalar, tanı kategorilerini aşan yapılardır ve bu sayede, altta yatan psikopatolojiyi klinik olarak düşünmenin işlevsel bir yolunu sunarlar. Ayrıca, savunma mekanizmaları, ilk klinik değerlendirme sürecinde sistematik olarak haritalanması gereken temel zihinsel süreçler arasında yer almaya güçlü adaylardır.
Örneğin, Kernberg, Yeomans, Clarkin ve Levy (2008), borderline kişilik bozukluğunu (BKB) yalnızca DSM-5’te [American Psychiatric Association, 2013] tanımlanan betimsel [deskriptif] belirtilerle açıklamak yerine, bu bozukluğu, belirli ve gelişimsel olarak erken döneme ait zihinsel mekanizmaların -bölme, inkâr, yansıtma ve yansıtmalı özdeşim- aşırı kullanımıyla tanımlarlar. Bu yaklaşım, BKB’yi tekil ve homojen bir bozukluk olarak değil, değişken ve karmaşık bir durum olarak görmeye olanak tanır; burada işlevsellik düzeyi, kullanılan savunmaların örüntüsüne ve niteliğine göre değişir. Daha ağır etkilenmiş hastalar, bu ilkel savunmaları çok geniş bir bağlamda -örneğin, sosyal ve kişisel ilişkilerin çoğunda- kullanırlar. Buna karşılık, daha az etkilenmiş bireyler, aynı savunmaları yalnızca belirli durumlarda -örneğin, sadece yakın ilişkilerde- devreye sokarlar. Savunma örgütlenmesine dair bu ayrıntılı kavrayış, tedaviye bireyselleştirilmiş bir yaklaşımı mümkün kılar ve DSM-5’in ek bölümünde önerilen boyutsal [dimensional] kişilik bozukluğu modeli ile daha uyumlu bir yaklaşımdır. Bu çerçevede bakıldığında, borderline psikopatolojide görülen şiddetli kişilerarası işlevsizlik ve duygusal düzensizlik, kontrolsüz anksiyetenin tetiklediği belirli savunma mekanizmalarının kullanımından kaynaklanmaktadır.
Psikanalizde ilişkisel modeller, savunma mekanizmalarını, otantik kendiliğin [authentic self] içinde barındığı koruyucu bir kalkan olarak vurgular: Savunmalar, kusurlu bir ilişkisel çevreye karşı, “hakiki/gerçek [true]” (Winnicott, 1965) ya da “çekirdek [nuclear]” kendilik (Kohut, 1977) gelişimini mümkün kılmaya yönelik bir çabanın parçasıdır. Bu modellerde odak noktası, bireyin çevresel baskıya karşı geliştirdiği uyum süreçleridir. Freud’la tutarlı biçimde, Alvarez (1992) bu görüşü daha da ileri götürür ve bazı savunma biçimlerinin gelişimsel olarak zorunlu olduğunu savunur. Küçük bir çocuğun övünmesi, aşağılık duygusunun üstesinden gelmek ve erkekliğe geçişi sağlamak açısından güçlü bir kuvvet haline gelir; tümgüçlülük ve paranoyak savunmalar, doğuştan gelen, bir yıkıcılıktan, bölünmeden ya da çatışmadan kaçınma biçimleri olmaktan ziyade, çevresel yoksunlukların doğurduğu korku ve umutsuzluk durumlarından kurtulma ve toparlanma çabalarını temsil eder.
Bowlby (1969), savunma kavramını kişilerarası bir çerçevede yeniden tanımlamış ve bu görüşünü bağlanma kuramına [attachment theory] dayandırmıştır (Holmes & Slade, 2018). Duyarlı ve koruyucu bir bakımverene güvenli bağlanma [secure attachment], çocuğa olumlu ve birincil bir savunma sağlar. Buna karşın, ikincil ya da patolojik savunmalar, çocuğun reddedici ya da güvenilmez bağlanma figürlerine belirli bir yakınlığı sürdürebilmesine olanak tanır. “Kaçıngan bağlanma [avoidant attachment]” biçiminde, hem muhtaçlık hem de saldırganlık bölünerek dışarı atılır; bu, reddedici bir bakımvereni uzaklaştırmamak için geliştirilmiş bir savunmadır. Bu durumda birey, bağlanma figürüne yakın olma ihtiyacına dair çok az bilinçli farkındalığa sahiptir, dışarıdan soğuk ve mesafeli biri olarak görünür. Öte yandan, “ikircikli bağlanma”da [ambivalent attachment], bakımverenin tutarsızlığı, bireyde aşırı yapışma ve kontrolsüz talepkârlık gibi savunma biçimlerini besler.
Bu formülasyonlar, “kişilik [personality]” dediğimiz yapının, kendilik temsili [self-representation] ile kişilerarası ilişkisellik [interpersonal relatedness] arasındaki etkileşimden oluştuğunu ve bu iki boyutun da, büyük ölçüde, savunma mekanizmalarının nasıl devreye sokulduğuna bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürer (söz konusu askerî metaforu sürdürmek gerekirse). Güvenli bağlanma, ilişkisellik ile kendilik tanımlaması arasında ince bir dengeyi içerir -bu denge, olgun kişilerarası ilişkilenme düzeylerinin gelişimine katkı sağlar. Bu bağlamda savunma mekanizmaları, kişisel özerkliği korurken, aynı zamanda ötekilerin güvenlik ve öz-değer duygusuna katkısını tanıyan yapılar olarak adaptif işleve sahiptir. Bu denge, yakınlık ve aidiyet bağlamında özünde olumlu bir kendilik ve kimlik duygusu gelişimini destekler ve aynı zamanda kişisel dayanıklılığı [resilience] artırır.
Psikanalitik bakış açısından dayanıklılık, potansiyel olarak stresli bir etkileşimin inkâr edilmek ya da bastırılmak yerine zihinsel olarak temsil edilmesini ve bu temsilin, fail olma kapasitesi [agency], dikkat, genel zekâ ve öz-farkındalık gibi çeşitli psikolojik “mekanizmalar” aracılığıyla değerlendirilmesini içerir. Savunma mekanizmaları, olumsuz yaşantılara verilen duygusal tepkilerin yönetilmesine yardımcı olur -yani kaderin “çılgın oklarına” karşı bir tür içsel düzenleme sağlar. Yıkıcı deneyimlerden sonra toparlanma ve duygusal olarak hayatta kalma, bu süreçlerin temelidir. Ancak bu mekanizmalar, güvensiz bağlanma stillerine sahip bireylerde genellikle zayıflamıştır. Kaçıngan bağlanmaya sahip kişi, zorlayıcı duyguları bastırarak kısa vadeli bir rahatlama elde eder, ancak metabolize edilmemiş bu duygular, ileride felaket boyutunda bir ruhsal çöküntüye ya da psikosomatik belirtilere yol açabilir. Kaygılı bağlanmada ise, yaşanan hayal kırıklıkları aşırı bağımlılığı artırır ve kişi destek bulamadığında, bu durum ciddi regresyonlara neden olabilir.
Özetle, savunma mekanizmalarının zihinsel yaşamdaki bu yeniden tanımlanışı ve konumlandırılması, bir dizi temel mesele ortaya koymaktadır:
Birincisi, savunmalar adaptif yapılardır; anksiyete ve diğer duyguların düzenlenmesine katkı sağlarlar, dayanıklılığı artırırlar ve klinisyenler tarafından bu işlevsel rolleriyle saygıyla ele alınmaları gerekir. Psikolojik savunmalar, nasıl ki bağışıklık sistemi enfeksiyonlara ve kansere karşı koruma sağlıyorsa, aynı şekilde psişik bütünlüğün korunması için de gereklidir.
İkincisi, savunma mekanizmaları, kendilik deneyiminin ve ötekilerin nasıl algılandığı ve onlarla nasıl ilişki kurulduğunun merkezindedir; zamanla birleşerek kararlı ve tanınabilir kişilik özellikleri oluştururlar.
Üçüncüsü, savunmalar hiyerarşik olarak örgütlenmiştir: Alt düzeydeki (ilkel) savunmaların aşırı kullanımı, daha ağır patoloji ile ilişkilidir; buna karşılık, adaptif düzeydeki savunmaların kullanımı, kişisel dayanıklılığı artırır.
Dördüncüsü, savunmalar yaşam boyu değişkenlik gösterir; bir yaşam evresinde işlevsel olan bir savunma, başka bir evrede uygunsuz ya da işlevsiz hâle gelebilir.
Başa çıkma mekanizmaları
Savunma mekanizmaları, çoğunlukla başa çıkma mekanizmalarıyla [coping mechanisms] karşıtlık içinde ele alınır. Bu ayrımda savunma mekanizmaları: a) bilinçdışı, b) içsel tehditlere karşı devreye giren yapılar olarak görülürken; başa çıkma mekanizmalarının ise: a) bilinçli, b) dışsal tehditlerle baş etmek üzere harekete geçirilen süreçler olduğu varsayılır. Ancak bu ayrım, gerçekte karmaşık bir yapı arz eder (Kramer, 2010). Pek çok gündelik başa çıkma davranışı, tıpkı bir refleks gibi otomatik gerçekleşir; öte yandan, bir şeyi duymayı reddetmek ya da belirli bir duyguyu inkâr etmek gibi bazı savunmalar, tamamen bilinçli düzeyde olabilir. Aslında, dışsal bir tehdidin tehlikeli olarak algılanması bile içsel bir değerlendirme sürecine bağlıdır ve bu değerlendirme de genellikle bilinçdışı öncüller tarafından şekillendirilir. Bu nedenle, içsel ve dışsal çatışma arasında keskin bir ayrım yapılamaz; iki düzlem karmaşık biçimde etkileşim içindedir. Yine de genel bir fark olarak şunu söylemek mümkündür: Savunma mekanizmaları, gerçekliğin algılanma biçimini yeniden örgütler, başa çıkma mekanizmaları ise bir sorunu çözmeye ve gerçekliği değiştirmeye çalışır.
Başa çıkma stratejileri [coping strategies] öğretilebilir niteliktedir ve zamanla bilişsel-davranışçı stratejilere dönüştürülebilir; bu stratejiler, araştırma amaçları doğrultusunda işlemsel olarak tanımlanabilir. Horowitz, Markham ve Stinson (1990), savunma mekanizmalarını bilişsel psikoloji çerçevesinde kavramsallaştırmaya çalışmışlardır; onlara göre savunmalar, fikirleri sıralayan ve anlamları birleştiren bilişsel kontrol süreçlerinin çıktısıdır. Bu bakımdan, savunma ve başa çıkma mekanizmaları ilişkili olgulardır (Skinner, Edge, Altman & Sherwood, 2003); her ikisi de hem adaptiv olabilir hem de psikopatolojinin kaynağına dönüşebilir. Başa çıkma mekanizmaları, dışsal stres etkenlerinin etkisini azaltmak için harekete geçirilir, savunma mekanizmaları ise, başa çıkma süreçlerinin içsel zihinsel sıkıntıyı azaltmada yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer.
Tarihçe
Bastırma – temel bir savunma
Bastırma [repression], yani kabul edilemez arzuların ve anıların bilinçten uzaklaştırılması, klasik psikanalizde birincil savunma mekanizması olarak tanımlanır. İlk kez Freud tarafından ele alınmış (1894, 1915) ve kendisi tarafından, “psikanalizin tüm yapısının üzerine kurulu olduğu temel taş” olarak nitelendirilmiştir (Freud, 1914, s. 16). Başlangıçta Freud, “bastırma” ile “savunma” terimlerini neredeyse birbirinin yerine geçecek şekilde kullanmış ve bu süreçleri, özellikle “histeri”nin gelişimine özgü mekanizmalar olarak görmüştür -yani kabul edilemez duygulanımların bedensel semptomlara dönüştürülmesi. Ancak zamanla bu iki kavramı birbirinden ayırmaya başlamış; “savunma” terimini daha genel bir üst kavram olarak kullanırken, “bastırma”yı ise, gerçeklikle ya da süperego’nun talepleriyle bağdaşmayan arzuların bilinçdışı kalmasını ya da kılık değiştirerek ortaya çıkmasını sağlayan özgül bir mekanizma olarak tanımlamıştır. Ancak aşırı bastırma durumunda, bastırılmış duygular stres karşısında kontrolsüzce yüzeye çıktığında, bu durum nevrotik semptomların ortaya çıkmasına yol açabilir.
Bastırma, kişinin önemli ve olumsuz yaşantıları kısmen ya da tamamen unutmasını açıklar. Zihnin acı verici anıları aktif biçimde bastırdığı ve anıların zaman içinde niteliksel olarak değiştiği ilkesi, günümüzde genel olarak kabul görmektedir. Bu tür bellek bozulmaları çoğunlukla stresle ilişkili olarak ortaya çıkar. Bastırmayla ilişkili bir başka mekanizma olan dissosiyasyon [dissociation], genellikle Freud’dan önce gelen Janet’ye atfedilir ve günümüzde oldukça tartışmalı bir konu hâline gelmiştir. Bastırma ile dissosiyasyon, kişinin aşırı baskın ve baş edilemez yaşantıları zihinsel olarak düzenlemeye çalıştığı durumları tanımlar; ancak aralarında önemli bir fark vardır: Dissosiyasyon, genellikle geri döndürülebilir olarak kabul edilir, Freud’un birincil bastırma [primary repression] kavramında yer alan içerikler ise, erişilmez ve geri getirilemez olarak düşünülür (bkz. Barratt, 2013, 2016, 2019).
Bastırma ve dissosiyasyon, çoğunlukla çocukluk çağı travmalarına maruziyet bağlamında ele alınır. Epizodik bellek (olaya dayalı anıların bilinçli hatırlanması) yaklaşık 3–5 yaşlarına kadar gelişmemiş olsa da, çocukların daha erken dönem yaşantıları prosedürel bellek (bedensel, duyusal ve otomatik öğrenmeler) yoluyla kodladıkları düşünülmektedir -her ne kadar bu deneyimleri sonradan tam anlamıyla söze dökemeseler de. Travma, bu kodlama süreçlerini bozar ve bellek sistemini sekteye uğratır; muhtemelen bu durum, hipokampusun normal gelişimini zedeleyerek gerçekleşir (Bremner, 2006). Sonuç olarak, kişi yalnızca parçacıklar hâlinde anılarla baş başa kalabilir: imgeler, kokular, duygular… Ancak bunlar, tutarlı bir anlatıya ya da bütünlüklü bir benlik algısına entegre edilemez. Bu şekilde psişik sıkıntıdan kaçınılır, fakat bu kaçınmanın da bir bedeli vardır. Bastırılmış arzuların ve dürtülerin bilince geri dönmeye yönelik içkin eğilimi -yani “bastırılanın geri dönüşü”- nedeniyle, gerilim ve anksiyete içeride varlığını sürdürür. Bunun sonucunda, içsel çatışmayı hafifletmek, gerilimi azaltmak ve kişilik yapısını dengede tutmak amacıyla “ikincil” savunmalar [“secondary” defences] devreye girer: Kaçınma [avoidance], yansıtma [projection], uyum sağlama/eğilme [complianc] gibi. Ancak tüm bu süreçler, hem içsel hem de dışsal gerçekliğin çarpıtılması pahasına işler.
Anna Freud
Savunma mekanizmalarının adaptif ve kişilerarası boyutları, Anna Freud tarafından ayrıntılı biçimde ele alınmıştır (1936). Anna Freud, dinamik savunmalar [dynamic defences] ile kalıcı savunmalar ya da karakter savunmaları [character defence] fenomenlerini birbirinden ayırmıştır; bu ikinci tür savunmalar, Wilhelm Reich’in (1925, 1933) “Charakterpanzerung” ( (karakter zırhı [character-armour]) olarak adlandırdığı yapılarla örneklendirilmiştir. Anna Freud ayrıca bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacak olan saldırganla özdeşleşim [identification with the aggressor] sürecini ayrıntılandırmıştır. Bu savunma ilk kez Ferenczi (1949) tarafından, kişilerarası ve etkileşimsel bir savunma mekanizması olarak tanımlanmıştır. Günümüzde bu mekanizma, rehine müzakereleri, terörizm ve hatta toplumsal değişim gibi alanlarda önemli bir olgu olarak kabul edilmektedir; çünkü birey ya da gruplar, çaresizlik bağlamında güçlü bir figürle özdeşim kurarak kendilerini korumaya çalışırlar.
Anna Freud ile aynı dönemde yazan ve onun gibi klasik psikanalitik geleneğin ana akımı içinde yer alan Hartmann (1939), ego psikolojisinin kurucusu olarak, egonun yalnızca çatışmayla ilişkili olmayan “çatışmasız alanlarına [conflict-free spheres]” özel bir vurgu yapmıştır. Bu yaklaşım, kişiliğin normal yönlerine ve dolayısıyla “sağlıklı [healthy]” savunmalara duyulan ihtiyaca daha fazla önem verilmesine yol açmıştır.
Melanie Klein
Klein (1946), yeni bir savunma dizisinin altını çizdi. Bunlar arasında, nesnenin bölünmesi [splitting of the object], yansıtmalı özdeşim [projective identification], nesneler üzerinde tümgüçlü kontrol, idealleştirme ve değersizleştirme yer alır (bkz. Bölüm 2). Klein’ın “bölme [splitting]” kavramı, başlangıçta Freud’un kullandığı biçimden geliştirilmiştir: Freud, “bölme” terimini ilk olarak çatışma sonucunda ortaya çıkan bilincin bölünmesi anlamında kullanmış; daha sonra ise egonun, daha yıkıcı bir yarılmayla başa çıkabilmek için ikiye ayrılması biçiminde tanımlamıştır. Klein, bu savunma mekanizmalarını ilkel savunmalar olarak görür; yani, psikolojik gelişimin erken evrelerine özgü yapılar olarak değerlendirir. Klein’ın takipçileri bu fikirleri daha da geliştirmiş ve savunmaları artık yalnızca gerektiğinde devreye giren geçici psikolojik süreçler olarak değil, psikolojik rahatsızlık durumlarında katı ve esnekliği azalmış yapılar oluşturan psikolojik düzenekler olarak görmeye başlamışlardır. Bu kişilik düzeyinde kökleşmiş savunma sistemleri, farklı kuramcılar tarafından çeşitli adlarla anılmıştır: narsisistik örgütlenmeler [narcissistic organisations] (Rosenfeld, 1964), savunma örgütlenmeleri [defence organisations] (O’Shaughnessy, 1981), patolojik örgütlenmeler [pathological organisations] (Steiner, 1982). Bu yapılar, Kleinci kuram çerçevesinde, bireyin içinde yerleşik hale gelen ve davranışı güçlü biçimde yöneten denetleyici içsel nesnelerin (controlling internal objects) dışavurumları olarak kavramsallaştırılır (bkz. Bölüm 2). Bu kuramsal çerçevede metaforlar sıklıkla kullanılmaktadır: Meltzer (1968), narsisistik kişiliklerde büyüklenmeci ve yıkıcı ilişki biçimlerinin cazibesine sürekli ikna eden kendiliğin “kurnaz parçası”ndan [foxy part] söz eder. Rosenfeld (1971) ise, kişiliğin iyi parçalarından duygusal “haraç” talep eden içsel bir “mafya çetesi [Mafia gang]” metaforunu kullanır. Bu iyi parçalar, çetenin yıkıcılığı idealleştirmesi ve sevgi ile gerçeği değersizleştirmesiyle işbirliği yapmaya zorlanır. Sohn (1985), dışsal bir nesneyle özdeşim yoluyla oluşturulan ve zayıf, ihtiyaç sahibi parçaların dışlandığı, onların yerine geçen kibirli bir “özdeşleşme figürü”nün [identificate] tüm kişiliği ele geçirdiği tümgüçlü bir kendilikten söz eder (bkz. ayrıca Bölüm 10).
Bu yapısallaşma [structuralisation], yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal sistemlere ve gruplara da uygulanmıştır. Bion (1961) ve Pines (1985), yıkıcılık tarafından yönlendirilen ya da “kurnaz kendilik parçaları” ve “mafya çeteleri”nin eşdeğeri olan dinamiklerin grup düzeyinde nasıl iş gördüğünü ele almışlardır. Bu fikirler, psikanalitik yaklaşımla örgütlere yönelik yapılan müdahalelerin (örneğin Hinshelwood, 1986, 1994; Jacques, 1955; Menzies Lyth, 1988) temel yapı taşlarını oluşturur. Tüm bu yaklaşımın örtük önermesi şudur: Savunmalar, her ne kadar gündelik psikolojik hayatta gerekli ve koruyucu işlevlere sahip olsalar da, uyumsuz [maladaptive] hâle gelebilir ve bu durumda, tanınabilir kişilik özelliklerinin ve belirti oluşumunun temelini oluştururlar. Bu durum özellikle şu koşullarda ortaya çıkma eğilimindedir: travma karşısında regresyon yoluyla ilkel savunma yöntemlerinin yeniden etkinleşmesi, ya da bu savunmaların, süreğen gelişimsel olumsuzluklar nedeniyle aktif kalmaya devam etmesi (Freud, 1894, 1896, 1926).
Savunmaların hem gerekli hem de kendine zarar verici olabileceğini öne süren psikanalitik model, Vaillant ve çalışma arkadaşlarının bir grup erkeği geç ergenlikten yaşlılığa kadar izleyen uzunlamasına araştırmalarıyla güçlü biçimde desteklenmiştir (Bond & Vaillant, 1986; Vaillant, 1977, 1992, 2015). Bu çalışmalar, savunma mekanizmalarının normal/olgun düzeyden patolojik düzeye uzanan bir süreklilik içinde yer aldığını ve daha olgun savunma mekanizmalarının kullanımının, yaşamda başarılı uyum sağlama (iş, ilişkiler, sağlık geçmişi) ile anlamlı biçimde ilişkili olduğunu göstermiştir. Beklenebileceği gibi, olgun savunmalar, yapıcı başa çıkma mekanizmalarını harekete geçirebilme kapasitesi ve kişisel dayanıklılık birbiriyle yakından bağlantılıdır.
Savunma mekanizmalarının (a) psikotik/ilkel ya da olgunlaşmamış, (b) nevrotik ve (c) olgun biçiminde sınıflandırılması, çocukluk dönemindeki belirli psikolojik işleyiş özelliklerini, yetişkinlikte yaşanan duygusal zorluklarla ilişkilendirir. Ancak burada önemli bir nokta vardır: “İlkel [primitive]” savunma mekanizmalarının kullanımı, kendi başına patolojik değildir. Daha önce belirtildiği gibi, bu tür savunmalar, psikolojik olarak sağlıklı bireylerde bile, aşırı stres altında ortaya çıkabilir (Garland, 2002). Asıl uyumsuz [maladaptive] olan, bu savunma mekanizmalarının kalıcı ve sürekli biçimde kullanılmaya devam etmesidir.
Özet
Savunma mekanizmalarının temel özellikleri şunlardır:
- Normal ve adaptif olabildikleri gibi patolojik de olabilirler ve yaşam süreci boyunca değişkenlik gösterirler.
- Bir ego işlevidirler.
- Genellikle bilinçdışıdırlar.
- Dinamik ve sürekli değişen yapılardır; ancak patolojik durumlarda ya da karakter oluşumu sürecinde katı ve sabit sistemlere dönüşebilirler.
- Uyumsuz hale geldiklerinde, farklı semptom kümeleriyle ilişkilidirler: Örneğin, histeride bastırma; obsesif nevrozda izolasyon ve bozma/geçersiz kılma.
Şimdi, bazı savunmaları daha ayrıntılı biçimde ele alacağız. İlk olarak, psikotik/ilkel ya da olgunlaşmamış mekanizmalarla başlayacak, ardından bazı nevrotik savunmalara ve nihayet olgun savunmalara geçeceğiz. Tablo 4.1’de, savunma mekanizmalarının bir listesi sunulmaktadır.
Tablo 4. 1 Savunma mekanizmaları
İlkel/Olgunlaşmamış [Primitive/immature] | Nevrotik [Neurotic] | Olgun [Mature] |
Otistik düşlem [Autistic phantasy ] Değersizleştirme [Devaluation] İdealize etme [Idealisation] Pasif-agresyon [Passive-aggression] Yansıtma [Projection] Yansıtmalı özdeşleşme [Projective identification] Bölme [Splitting] | Yoğunlaşma [Condensation] İnkar [Denial] Yer değiştirme [Displacement] Dissosiyasyon [Dissociation] Dışsallaştırma [Externalisation] Saldırganla özdeşleşim [Identification with the aggressor] Düşünselleştirme [Intellectualisation] Karşıt tepki oluşturma [Reaction formation] Regresyon [Regression] Bastırma [Repression] Tersine döndürme [Reversal] Somatizasyon [Somatisation] Bozma/Yapma [Undoing/doing] | Şaka [Humor] Yüceltme [Sublimation] |
İlkel mekanizmalar
Bölme (Splitting)
Klein’in izinden giden çağdaş psikanalistler, “bölme” terimini, bireylerin hem içsel hem de dışsal “nesneler”ini ve dünyayı, “iyi” ve “kötü” olarak ikiye ayırma eğilimlerini tanımlamak için kullanırlar. Bu modele göre çocuk, zihninde annesini iki ayrı kişi olarak bölerek temsil eder: Kötü, hayal kırıklığı yaratan, nefret edilen anne ve iyi, idealleştirilen, sevilen anne. Çocuk, iyi ve kötü anneyi zihinsel olarak kesin biçimde ayrı tutarak, gerçek hayatta iyi ve kötü yanları bir arada barındıran tek bir kişiyi hem sevme hem de ondan nefret etme durumunda yaşanacak ikircikli çatışmadan kaçınır. Bölme sürecinde, çelişkili ve karmaşık deneyimler aynı anda bilinçte tutulamaz; en azından aynı nesneye yönelik olarak birlikte var olamaz. Bu nedenle, sevgi ve nefret duyguları bütünüyle bastırılmasa bile, birbirlerinin yerine geçerek dalgalı bir şekilde yaşanır ve aynı anda hem bilinçli hem de etkin hâlde olamaz.
Yetişkinlikte bölme, bireyin ambivalansla ve belirsizlikle yaşamakta zorlanması şeklinde kendini gösterir. Bu durum özellikle stresli koşullarda duyguların yoğunlaştığı anlarda belirginleşir. Kşinin karmaşıklığı görebilme yetisi azalır ve yerine şematik (basitleştirilmiş) bir anlayış geçer. Bu durum kaçınılmaz olarak aşırı uç görüşlere yol açabilir. Başkalarına dair ayrımlı temsiller oluşturma ve onların farklı amaç ve inançlarına saygı duyma kapasitesi kaybedilir. Temsiller katılaşır -“Eğer benim yanımda değilsen, düşmanımsın.” anlayışı hâkim olur. Karar verme yetisi bozulur; öz-tanımlama ve öz-değer, kişinin her zaman “haklı”, başkalarının ise “haksız” olmasına bağlı hâle gelir.
Örnek: Haset edilen kardeşler
Depresyon yaşayan bir hasta, dört kardeşten biri olarak, annesinin kendisini ihmal ettiğini ve diğer kardeşlerini kayırdığını sürekli dile getiriyordu. Annesinin, kız ve erkek kardeşlerine yönelik bitmeyen ilgisini ve ayrımcı tutumlarını anlatan öyküleri defalarca yineliyor, artık görüşmediği bu kardeşlerine dair kırgınlık ve yabancılaşma duygularını sürdürüyor, annesinin tutumunu affedemiyordu. Aynı şekilde, analistinin diğer hastalarına kendisinden daha nazik ve yardımsever davrandığına karar verdi. Hasetle kuşatılmış bir durumda, analistinin danışma odasının önünde beklemeye başladı ve diğer hastalara, kendisinden daha sık görülüp görülmediklerini sormaya başladı. Seanslarda hasta kendini iyi hissediyordu, ancak danışma odasından çıkar çıkmaz, analistinin ondan nefret ettiğini ve başkalarına gönüllüce sunduğu yardımı ondan acımasızca esirgediğini düşünmeye başlıyordu. Bu durum, bölmenin çarpıcı bir örneğiydi: Seans dışında analisti yalnızca acımasız ve ihmal edici biri olarak görebiliyor; oysa seans içinde onu idealleştirilmiş, şefkatli ve düşünceli bir figür olarak deneyimliyordu. Her ne kadar bu bölme biçimi nereye varacağı öngörülemeyen derecede psikotik bir nitelik taşısa da, en azından bir işe yarıyordu: “İyi” analist, hastanın hasetli saldırılarından korunmuş oluyordu.
Klein ayrıca, içsel ve dışsal nesnelerin kendilik, veya ego, ile ilişkili olarak var olduklarını göz önünde bulundurarak, bu duruma eşlik eden bir ego bölünmesinin de ortaya çıkabileceğini kabul etmiştir. -yani birbirine karşılık gelen bir “iyi kendilik [good self]” ve “kötü kendilik [bad self]”. Bu görüş, Freud’un terimi daha sonra kullandığı biçimle, “egonun yarılması [splitting of the ego]” fikriyle örtüşür. Freud, bu kavramı fetişizm bağlamında kullanmış ve çelişkili fikirlerin psikoza yakın biçimde aynı anda tutulabildiği bir durumu tanımlamıştır (Freud, 1927). Bu bölünme, nesne temsilleri arasında değil, arzu dolu bir fantezi ile gerçeklik arasındaki çelişkiyle ilişkilidir. Freud bunu şöyle ifade eder: “İçgüdünün doyumunu sürdürmesine izin verilir ve gerçekliğe de uygun bir saygı gösterilir” (Freud, 1940, s. 274) (vurgu bize ait). Freud’un bu terimi kullanımı, muhtemelen Bleuler’in (1924) şizofrenide gözlemlediği iddia edilen “çağrışımların kopması [loosening of associations]” anlatımından etkilenmiş olabilir -yani gerçeklik sınamasındaki bozulmalar.
Ancak günümüzde, özellikle Kleinci bakış açısı çerçevesinde, bölme bebeklikte zihinsel yaşamın birincil bir olgusu olarak görülmektedir ve bu mekanizmanın, ileriki yaşamda borderline ve psikotik bozuklukların gelişimine katkıda bulunabileceği düşünülmektedir (Kernberg, 1975). Bu tür vakalarda, bölme aşırı bir biçimde işler; algının çarpıtılmasına, duygular üzerine düşünme kapasitesinin azalmasına ve nesne temsillerinin parçalanmasına yol açar.
Ancak bölme, eğer kategorileştirme ve seçici dikkat süreçlerinin bir yönü olarak görülürse, yalnızca patolojik değil, aynı zamanda zararsız [benign] bir işlev de olabilir. İçsel dünyanın düzenlenmesi, belli bir düzeyde bölmeye dayanır. Bu bağlamda, “iyi bölme” ifadesi, bölmenin ne kadar gerekli bir işlev olduğunu da göstermektedir (Segal, 1973). İyi bölme, ileride gerçekleşecek bütünleştirmenin [integration] bir önkoşulu ve aynı zamanda yargı yetisinin temelidir. Bu yönüyle, bölme, Freud’un (1909) tanımladığı “olumsuzlama [verneinung]” kavramıyla benzerlik taşır. Dünyayı iyi-kötü, doğru–yanlış, siyah–beyaz, cennet–cehennem gibi zıt kutuplara ayırma eğilimi yaşam boyunca yaygın biçimde sürer ve yalnızca bireylere yönelik tutumlarımızı değil, aynı zamanda toplumsal kurumlara, siyasi, dini ve diğer örgütsel yapılara ilişkin bakış açılarımızı da derinden etkiler.
Yansıtma, özdeşleşme, yansıtmalı özdeşleşme
Klein’in psikanaliz literatürüne kazandırdığı yansıtmalı özdeşleşme [projective identification] kavramı, yerçekiminin ya da doğal seçilimin keşfiyle karşılaştırılmıştır (Young, 1994). Yansıtmalı özdeşleşme, hem önemli hem de karmaşık bir kavramdır; bu karmaşıklık, kısmen kavramın doğasında bulunan zorluktan, kısmen de adının yanıltıcı olmasından kaynaklanır. Ayrıca, bu kavramın Kleinci psikanalizin temel taşlarından biri olması, ona yönelik klinik önemini aşan düzeyde politik tartışmalara da yol açmaktadır.
Yansıtma [projection] kavramı görece basit bir yapıya sahiptir ve artık “gündelik psikoloji”nin [folk psychology] sözcük dağarcığına bile girmiştir (Bruner, 1990). Örneğin, bir plajda uzanmakta olan depresif genç bir adamın, “Bu plajdaki herkes son derece mutsuz görünüyor” demesi, açıkça kendi duygulanım durumunu başkalarına yansıttığını gösteren bir durumdur. Zorlayıcı ve kabul edilmesi güç duygularımızı başkalarına yansıtmak oldukça yaygın bir durumdur -örneğin, kendi eksikliklerimizden dolayı yakınımızdaki kişileri suçlamak buna tipik bir örnektir. Dışsallaştırma [externalisation] -yani projeksiyonun dışa yansıtılan uzantısı- bize sorumluluğu reddetme ve böylece suçluluk ve hayal kırıklığından kaçınma olanağı tanır. Ancak bu eğilim müzminleşirse/kökleşirse ve kişinin düşünce yapısına yerleşirse, kontrol odağını -yani olayların üzerindeki denetimin nerede görüldüğünü- başkalarına kaydırır (Rotter, 1966). Bu da şu sonuçlara yol açabilir: süreğen bir mağduriyet duygusu, sınırlı fail olma [agency] kapasitesi ve bireyin kendi yaşamı üzerindeki etkisini inkâr etmesi. Bazen, istenmeyen dürtüler ve duygular yansıtıldıktan sonra bumerang gibi geri döner; bunun sonucu olarak kişi sürekli saldırı altında olduğu hissine kapılır. Bu durumda projeksiyon, döngüsünü tamamlamış olur ve bu da kişide anksiyeteye, ya da eğer uç bir düzeyde yaşanıyorsa, paranoyak sanrılara [paranoid delusion] yol açabilir.
Özdeşleşme [identification] de benzer şekilde görece basit bir kavramdır; gelişim sürecinde kendilik temsillerinin [self-representation] nasıl inşa edildiğini ve değiştiğini ifade eder. Örneğin, babasının ayakkabılarını giyerek evin içinde dolaşan küçük bir çocuk, yalnızca bir taklit eylemi gerçekleştiriyor gibi görünebilir. Ancak zamanla bu davranış, çocuğun içsel kendilik imgesini etkilemeye başlar ve bu etki daha sonra kişilik özelliğine dönüşürse, burada bir özdeşleşme süreci gerçekleşmiş olur -özellikle de çocuk ileride gerçekten “babasının ayakkabılarını giyerse” ve aile işini devralırsa. Bu durum, Piaget’nin (1954) bilişsel gelişime dair kullandığı “özümleme [assimilation]” ve “akomodasyon/uzlaştırma [accommodation]” metaforlarıyla benzerlik taşır: Akomodasyon, taklide benzer biçimde, bireyin bir mentorun özelliklerini “denemesini”, özümleme ise, özdeşleşme gibi, başkasının özelliklerinin kendiliğe içselleştirilmesini ifade eder.
Klein’in (1946) ilk biçimiyle ifade ettiği üzere, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtma ve özdeşleşme kavramlarını son derece özgül bir biçimde birleştirir. Klein yansıtmalı özdeşleşmeyi, infantil kendiliğin kötü parçalarının diğer kısımlardan bölünerek, anneye ya da anne memesine yansıtıldığı bir fantezi [phantasy] olarak tanımlar. Bu yansıtma sonucunda infant/bebek, annenin kendi kötü parçalarına “dönüştüğünü [become]” hisseder. Burada özellikle iki nokta dikkate değerdir:
- Yansıtma, bir nesnenin “üzerine [on to]” değil, “içine [into]” yapılır -bu nesne prototipik olarak anne ya da analisttir.
- Yansıtılan şey, basitçe bir duygu ya da tutum değil, kendiliğin bir parçasıdır -hatta doğrudan kendiliktir.
Bu nedenle, Klein, bebeğin gelişimsel olarak erken bir evresi olan “paranoid–şizoid konumda [paranoid–schizoid position]”, kendi sadistik ve “kötü” yönlerini annenin bedenine yansıttığını hayal etmiştir. Bu işlemin iki amacı vardır:
- kendiliği kendi toksisitesinden arındırmak,
- aynı zamanda anneyi içeriden kontrol etmek ve ona zarar vermek.
Eğer bu “kötü parça-nesneler” daha sonra tekrar kendiliğe alınırsa (içe alımla özdeşleşme [introjective identification] yoluyla), birey içinde bir “kötü” özdeşleşme nesnesi [identificate] barındırır: Bu nesne, düşük öz-değer [low self-esteem] ve öz-nefret/kendinden nefret etme [self-hatred] için bir nidus/yuva/çekirdek [nidus] işlevi görür. Bu sırada, kendiliğin “iyi” parçaları da yansıtılıp daha sonra tekrar içselleştirilebilir; bu da öz-değeri artırır, olumlu nesne ilişkilerini güçlendirir. Ancak manik durumlarda bunlar, tümgüçlülüğe [omnipotence] ve görkemliliğe [grandiosity] yol açabilir.
Bu orijinal formülasyonda, yansıtmalı özdeşleşme, savunmaya yönelik, intrapsişik ve solipsistik/benmerkezci [solipsistic] bir süreç olarak tanımlanır. Bu süreç, kendilik ile onun algıları arasında gerçekleşen zihinsel bir işlemdir; ancak burada, ötekinin aktif katılımı yoktur -yalnızca ötekine dair bir algı söz konusudur. Peki o hâlde, yansıtmalı özdeşleşme ile basit yansıtma arasındaki fark nedir? Klein bu konuda oldukça nettir: Yansıtma, tüm sürecin dayandığı zihinsel “mekanizma”dır, yansıtmalı özdeşleşme ise, bu mekanizmayı ifade eden özgül bir düşlemdir [phantasy]. Spillius (1988a), yansıtmalı özdeşleşmenin, Freud’un orijinal yansıtma kavramına derinlik kattığını öne sürer; çünkü bu süreçte sadece bir duygu ya da özellik değil, kandiliğin parçaları da karşı tarafa yansıtılmaktadır.
Spillius, Britanyalı yazarların yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşme arasındaki ayrımı genellikle önemli bir fark olarak görmediklerini belirtir. Buna karşılık, özellikle Amerikalı yazarlar bu konuya oldukça geniş yer ayırmışlardır (Langs, 1978; Ogden, 1979). Bu yazarlar, yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşmeyi sıklıkla şu ölçütle birbirinden ayırırlar: Yansıtmanın alıcısı (karşı taraf) -yani annenin, terapistin ya da başka bir nesnenin- düşlem tarafından duygusal olarak etkilenip etkilenmediği. Bu ayrımda yansıtma, karşı tarafı etkilemeyen bir zihinsel işlem olarak kalırken, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtılan parçaların karşı tarafta bir duygusal etki yarattığı, hatta onu davranışsal olarak biçimlendirdiği bir süreçtir. Yansıtmalı özdeşleşmede, yansıtmanın alıcısı olan kişinin eylemleri ve duyguları, bu yansıtma süreci tarafından biçimlendirilir, hatta kimi zaman denetim altına alınır. Örneğin, temel travması çocuklukta yaşadığı ihmal olan bir hastanın analisti, bir seansı “unutabilir” -bu davranış, hastanın zihnindeki terk edilme ve cezalandırıcı bir şekilde zihinden silinme [mental ablation] düşlemlerini gerçekleştirir ve yeniden sahneler. Buna karşılık, basit yansıtmada, yansıtmanın hedefi olan kişi, bu rolün kendisine yüklendiğinden habersiz olabilir ve sürecin duygusal etkisinden tamamen bağımsız kalabilir. Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, depresif genç adamın projeksiyonuna maruz kalan plajdaki tatilciler bu durumun farkında bile değildirler. Benzer şekilde, paranoyak bir kişi, kötücül niyetleri politikacılara, pop yıldızlarına, kraliyet ailesine -ya da kimi zaman cansız nesnelere- yansıtır; ancak bu kişilerle gerçek bir temas içinde değildir.
Yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşme arasındaki ayrım, temelde Klein’ın yansıtmalı özdeşleşmedeki iletişimsel [communicative] boyuta yaptığı vurguya dayanır. Bu vurgu, üç ayrı kuramsal formülasyonla açıklanabilir:
Birincisi, yansıtmalı özdeşleşme etkileşimli ve kişilerarası dinamik bir olgudur; bu durumda, yansıtmanın alıcısı (örneğin analist), daha önce de belirtildiği gibi, yansıtan kişiden (hasta) kaynaklanan duyguları hissetmeye ya da o doğrultuda davranmaya yönlendirilebilir. Bu durum, ilk olarak Heimann (1950), ardından Grinberg (1962) ve Racker (1968) tarafından tanımlanan şu klinik bulguyu açıklar: Analistin karşıaktarımsal duyguları, çoğu zaman hastanın içsel dünyasının yansımalarını taşır. Daha önce de değinildiği gibi, bu fikirler -zamanla seyreltilmiş biçimlerde de olsa- psikodinamik çevrelerde yaygın biçimde kabul görmüştür. Örneğin, eğer bir analist sıkılmış, öfkelenmiş ya da hüzünlü hissediyorsa, bu duygular, yansıtmalı özdeşleşme yoluyla hastadan kaynaklanıyor olabilir. Bu bağlamda, “özdeşleşme” artık yansıtmanın hedefinde (örneğin analistin içinde) gerçekleşmektedir; Klein’ın ilk tanımında olduğu gibi yansıtan kişideki bir yanlış algı [misperception] değil, alıcı kişide uyarılmış bir içsel yaşantı söz konusudur.
İkincisi, Ogden (1979), “özdeşleşme”nin çift yönlü bir süreç olduğunu savunur; yani hem yansıtıcıda [projector] hem de alıcının [recipient] içinde gerçekleşir. Bu görüş, Grotstein (1983, 1984) ve Kernberg (1987) gibi bazı kuramcılar tarafından benimsenmemiştir. Ogden’a göre, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtmayı yapan ile alan kişi arasında, bilinçdışı düzeyde bir etkileşim içeren karşılıklı [mutual] bir süreçtir. Örneğin, bir analist, hastası tarafından yansıtmalı özdeşleşme yoluyla reddedici, ilgisiz ya da donuk hissetmeye yönlendirilmişse ve bu duyguların farkında değilse, bu duyguları farkında olmadan davranışa dökebilir (eyleme vurabilir). Örneğin seans sırasında uyuşuk ya da reddedici olabilir. Bu davranışlar ise hastanın bilinçdışında algılanabilir ve böylece süreç döngüsel olarak devam eder. Bu boyut, Ryle (1985) ve Ryle & Kerr (2002) tarafından geliştirilen bilişsel analitik terapi [cognitive analytic therapy] kapsamında işlemselleştirilmiştir. Ryle, yansıtmalı özdeşleşmeyi, hasta ile diğer kişiler arasında kurulan karşılıklı rol prosedürlerinin [reciprocal role procedure] özel bir biçimi olarak ele alır. Bu durumda, hasta ve çevresindekiler arasında yanıtlayıcı bir etkileşim düzeni oluşur. Örneğin, ihmal edilen-ihmal eden, aşağılanan-aşağılayan gibi karşılıklı roller, hastanın ilişkisel örüntüsünü oluşturur. Bu karşılıklı rollerin belirlenmesi, ilk klinik değerlendirme sürecinin önemli bir parçasıdır. Ayrıca, bu örüntülerin terapi sürecinde yeniden canlandığı anların tanınması da tedavi açısından kritik öneme sahiptir.
Spillius (1994), hastanın, düşlemine analistin uymasını sağlamak amacıyla analist üzerinde kurduğu baskıyı tanımlamak için “çağrışımsal/hatırlatıcı yansıtmalı özdeşleşme [evocatory projective identification]” ifadesini ortaya atmıştır. Sandler’lar (Sandler, 1976a, 1976b; Sandler & Sandler, 1978) ise bu yansıtmalı özdeşleşme yönünü “güncelleştirme [actualisation]” ve “rol tepkiselliği [role responsiveness]” kavramlarıyla açıklarlar. Bu kuramsal çerçevede, analistin, hastanın yansıtmalı özdeşleşme yoluyla kendisine yüklediği role hafifçe yanıt verecek kadar esnek ancak aynı zamanda bu süreci eşzamanlı olarak gözlemleyip yorumlayabilecek kadar içsel olarak kendi merkezinde kalması gerekir. Bu denge, hem yansıtmayı ilişki içinde anlamlı kılmak, hem de onun klinik anlamını açığa çıkarmak açısından kritik önemdedir.
Yansıtmalı özdeşleşme sürecinin iletişimsel boyutları o denli kapsamlıdır ki, zamanla analitik durum içinde olup biten hemen her şeyi açıklayabilecek bir çerçeveye dönüşebilir. Ancak klinik açıdan şu noktada hata yapılmamalıdır: Analistin yaşadığı her şeyin, hastanın ona “yerleştirdiği [putting into]” bir şeyin sonucu olduğu varsayılmamalıdır. Bu nedenle, “hasta kaynaklı karşıaktarım [patient-derived countertransference]” ile “analist kaynaklı karşıaktarım [analyst-derived countertransference]” arasında -uygulamada her ne kadar ayırt etmek zor olsa da (Money-Kyrle, 1956)- açık bir ayrım yapılması önemlidir. Hasta kaynaklı karşıaktarım, yansıtmalı özdeşleşme sürecine dayanır, oysa analist kaynaklı karşıaktarım, bu süreçle ilişkili değildir ve daha çok analistin kendi iç dünyasına bağlıdır.
Yansıtmalı özdeşleşme kavramının üçüncü genişletilmiş yorumu, Bion’a (1962, 1963) dayanmaktadır. Klein, yansıtmalı özdeşleşmeyi öncelikle olumsuz bir süreç olarak görmüştür, onu, özellikle paranoid–şizoid konum çerçevesinde, sadistik duyguların yansıtılması biçiminde ele almıştır. Ancak Bion, bu sürecin aynı zamanda “olumlu [positive]” bir biçimi olabileceğini fark etmiştir. Bu olumlu biçim, empatiyi ve annenin işlevini temel alır: Anne, bebeğin yansıttığı ağrılı, saldırgan duyguları alır, bunları “zehrinden arındırır [detoxifies]” (yani işleyip dönüştürür) ve uygun bir zamanda, daha yumuşak ve sindirilebilir bir biçimde bebeğe geri sunar. Bu süreç, duyguların kapsanması [containment] ve zihinselleştirmenin [mentalization]” gelişimi açısından kritiktir. Ancak, Bion’un yansıtmalı özdeşleşme kavramını klinikte kullandığı bazı biçimler tartışmalı olmaya devam etmektedir. Bion, psikotik hastalarla somut biçimlerde konuşulmasını savunmuştur; örneğin şöyle diyebilir: “Beni öldürme korkunu içime itiyorsun.” Bu tür yorumlar zaman zaman başarılı olabilse de, deneyimsiz kişiler tarafından kullanıldığında, en iyi ihtimalle anlaşılmaz, en kötü ihtimalle ise tehlikeli olabilir; bu nedenle, standart bir teknik olarak kullanımı ciddi biçimde eleştirilmiştir (Sandler, 1987). Günümüzde bu tür müdahaleler nadiren kullanılmaktadır; ancak Lucas (1993), klinisyenin “psikotik frekansa ayarlanmasının” ve hastalarla psikotik gerçekliği sorgulamadan, onu kabul eden bir dille konuşmasının gerekliliğini vurgular.
Bu genişletmelere ve kısıtlamalara rağmen, yansıtmalı özdeşleşme kavramının temelinde, kavramın nesneyi ve baş edilemeyen duyguları kontrol etme yöntemi olarak işlev gördüğü anlayışı yatmaktadır. Burada, egonun bazı yönleri bölünerek başka bir kişiye, canlıya ya da hatta kişinin kendi bedenine yansıtılır; bu dışsal varlıklar daha sonra bu bölünmüş parçaları temsil eder ve onlarla özdeşleşir. Kişi, bu bölünmüş kendilik parçalarıyla başa çıkmak amacıyla, ya karşısındaki kişiyi kontrol etmeye çalışarak ya da kendi bedenine saldırarak -örneğin kasıtlı kendine zarar verme ya da yeme bozuklukları gibi durumlarda- bu parçalar üzerinde kontrol kurmaya çalışır (Motz, 2010).
Kendiliğin bazı yönlerinin bilinçdışı olarak bölünüp yansıtılması, psikanalitik literatürde sıklıkla “psikotik düşünme [psychotic thinking]” olarak tanımlanır. Psikozun bu psikanalitik kavramsallaştırmasında, kendilik ile ötekiler arasındaki bilişsel ve duygusal sınırlar geçirgen hâle gelir. Bu da kişinin kendisini, başkalarıyla ilişkisini, ve başkalarının kendisiyle ilişkisini yanlış anlamasına ve çarpıtmasına yol açar. Yansıtmalı özdeşleşme temelinde gelişen kötülük görme sanrıları [persecutory delusions], kişinin kendi “kötü” düşüncelerini dışa yansıtmasının sonucudur; varsanı türü olgular ise, duyusal ve duygulanımsal yaşantının başkalarıyla paylaşılmaması ya da onların deneyiminin göz ardı edilmesi ya da güvenilmez bulunması sonucu oluşur. Bu durumlar, sonunda katı ve sorgulanamaz psikotik kesinlik hâllerine yol açar.
Kendiliğin iyi yönlerinin de başkalarına yansıtılabileceğini belirtmek önemlidir. Bu nedenle yansıtmalı özdeşleşme, bireyin kendi kişiliğinin, hem iyi hem de “kötü”, temel yönlerinden mahrum kaldığı hissine kapılmasına neden olabilir. Analizin temel görevlerinden biri, hastanın bu yitirilen kendilik parçalarını geri kazanmasına yardımcı olmaktır. Yansıtmalı özdeşleşme bu nedenle önemlidir; çünkü psikanalizin özünü oluşturan şeyi –yakın ilişkilerde düşlemlerin etkileşimini– doğrudan hedef alır ve çalışılabilir kılar. Yansıtmalı özdeşleşme, hem savunmacı hem de iletişimsel bir işlemdir; bu süreçte hangi yönün baskın olacağını belirleyen başlıca unsur, analistin tarzı ve yanıt verebilirliği [responsiveness] olabilir (Joseph, 1987). Kavramı anlamlı bir şekilde tanımlamak ve adlandırmak “zor”dur; çünkü bu terim, Klein’ın (1952) oldukça gündelik biçimde yaptığı bir tanımdan türemiştir ve Klein-sonrası [post-Kleinian] genişletmeleri yeterince yansıtmayan bir adı hâlâ korumaktadır. Her ne kadar “iletişimsel yansıtma [communicative projection] ya da “yansıtmalı etkileşim [projective interaction] gibi ifadeler daha uygun görünebilse de, Spillius (1988b), “yansıtmalı özdeşleşme” teriminin genel bir üst kavram olarak korunması gerektiğini ve bu başlık altında çeşitli alt türlerin ayırt edilebileceğini öne sürer. Bu sürecin arkasında yatan birçok güdü -nesneyi kontrol etmek, onun özelliklerini kazanmak, kötü bir niteliği boşaltmak, iyi bir niteliği korumak, ayrılıktan kaçınmak, iletişim kurmak– alt türleri tanımlamak için yararlı çıkış noktaları olabilir.
Nevrotik mekanizmalar
İnkar ve reddetme
Bastırma, gelişim sürecinde çocuğun içsel arzuları ile dış dünyanın kısıtlamaları arasında bir denge kurmasını sağlayan birincil savunma mekanizması olarak daha önce ele alınmıştı. Bu mekanizma, çocuğun aşırı düzeyde psikolojik acıya maruz kalmaksızın içsel dünyasını düzenlemesine olanak tanır. Ancak yaşamın ilerleyen dönemlerinde aşırı kullanıldığında, bastırma, duygusal yaşamın bazı yönlerinin bilinçten kopmasına, yani dissosiyasyona yol açar ve -Freud’un özgün görüşlerinde olduğu gibi- klasik kurama göre, histeriyle ilişkilendirilen “belle indifférence” [güzel aldırmazlık] gibi belirti oluşumlarına neden olur.
Bastırmanın amacı, içsel gerçekliğin bir yönünü bilinçten uzaklaştırmak iken, inkâr [denial] ya da reddetme [disavowal] (Freud, 1940) ise dış gerçeklikle ilgilidir ve bireyin dış dünyadaki belirli bir olguya verdiği tepkiyi reddetmesini ya da duygusal olarak denetim altına almasını sağlar. İnkâr, bir tür bölme [splitting] içerir: Acı verici bir olay bilişsel olarak kabul edilir ancak bu olaya eşlik eden duygusal acı reddedilir. İnkâr, özellikle yas sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kayıp yaşayan kişi, kaybettiği sevdiğinin ölmediğini, yalnızca uzun bir yolculuğa çıktığını savunabilir. Bu durum zamanla reddetmeye dönüşebilir: Ölüm kısmen kabul edilmiştir, ancak örneğin, eşini kaybeden bir kişi yemek masasında hâlâ onun için yer ayırabilir ya da bir ebeveyn, ölen çocuğunun odasını kutsal bir anı mekânına dönüştürebilir.
Weintrobe (2019), reddetme (disavowal) kavramını, iklim değişikliği inkârını açıklamak için kullanır. Bu durumda kişi, küresel ısınmaya dair bilimsel kanıtları zihinsel olarak kabul eder, ancak aynı anda uçakla seyahat etmeye, fosil yakıtları tüketmeye, et yemeye vb. alışkanlıklarını sürdürmeye devam eder.
Zıt tepki kurma; saldırganla özdeşleşme
Devam ediyor…
Kaynak:
Okuduğunuz metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice kitabının 4. bölümünün çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakabilirsiniz.
Bir yanıt yazın