Anksiyete Nedir?


Anksiyete [anxiety], insanlara özgü evrensel bir duygudur ve tehlike beklentisi ile kaygılı bir öngörünün hoş olmayan yaşantısıyla karakterizedir. Anksiyete, çoğu zaman kalp ve solunum hızında artış, terleme, titreme, baş dönmesi, kas gerginliği ve gastrointestinal rahatsızlık gibi fizyolojik belirtilerle birlikte görülür. Tam bir çaresizlik, dehşet ve felaket duygularıyla birlikte çok sayıda ve şiddetli fizyolojik anksiyete belirtileriyle karakterize olan yoğun anksiyete durumlarına panik atağı [panic attack] adı verilir. Psikanalizde, genel psikiyatri literatüründe olduğu gibi, bilinçdışı içsel tehlikelerle ilişkili olarak yaşanan anksiyete [anxiety] ile bilinçli olarak tanınan gerçekçi dış tehditlerle ilişkili olarak yaşanan korku [fear] arasında bir ayrım yapılır.

Anksiyete, psikanalitik psikolojide, özellikle çatışma kuramında merkezi bir rol oynar; hem normal hem de patolojik işleyişte savunmaları harekete geçiren bilinçdışı, hoş olmayan bir duygulanım (aynı zamanda sinyal anksiyetesi [signal anxiety] olarak da adlandırılır) olarak tanımlanır. Ayrıca anksiyete, psikanalizde duygulanım kuramının tarihinde özel bir yer tutar; çünkü Freud ile başlayarak uzun yıllar boyunca duygulanıma ilişkin kuramsal tartışmalar neredeyse her zaman anksiyete üzerine odaklanmıştır. Anksiyete, psikanalitik tedavide merkezi bir rol oynar; zira birçok hasta, anksiyetenin belli bir bilinçli yaşantısıyla başvurur. Dahası, her hastanın çocukluğun evrensel anksiyeteleriyle nasıl başa çıktığına dair özgül öyküsü, her analizde önemli bir yer tutar. Psikanalitik tedavinin burada ve şimdisinde analistler, anksiyeteyi altta yatan çatışmanın bir göstergesi olarak dikkatle izlerler.

Daha 1894 yılında Freud (1894d), kaynağını kusurlu/eksik [faulty] cinsel uygulamalardan alan ve “güncel/hakiki nevrozlardan [actual neurosis]” biri olarak sınıflandırdığı bir anksiyete nevrozu [anxiety neurosis] sendromunun ayırt edilmesi gerektiğini savunmuştur. 1909 yılında ise Freud (1909c), Stekel’in ardından, bastırılmış libidonun psikonevrozlarda anksiyeteye dönüşebileceğini öne sürmüştür. Freud ayrıca Küçük Hans vakasında, boşaltılamamış libidodan kaynaklanan anksiyeteyi bağlamak üzere fobiler gibi başka belirtilerin nasıl işlev görebileceğini (anksiyete histerisinde [anxiety
hysteria
] olduğu gibi) de açıklamıştır. Belirti oluşumuna dair bu kuram, sıklıkla Freud’un birinci anksiyete kuramı [first theory of anxiety] olarak anılmıştır ve zihnin topografik modeli ile libido kuramına dayanır; bu modele göre anksiyete (hoşnutsuzluk [unpleasure]), doyurulmamış ya da “tutuklu kalmış [dammed up]” libidonun birikmesinden kaynaklanır.

Zihnin yapısal modelinin geliştirilmesi, kuramda birçok değişikliği beraberinde getirmiştir; bunlar arasında Freud’un ikinci anksiyete kuramı [second theory of anxiety] da yer alır. Bu yeni kuramda anksiyete artık boşaltılamamış libidonun yan ürünü olarak değil, tehlikeyi öngören etkin bir egonun ürettiği bir yanıt olarak ele alınmıştır. Bu kuramda Freud (1926a), iki tür anksiyete tanımlamıştır. Otomatik anksiyetede [automatic anxiety], “dürtü uyarımı”nın [drive excitation] aşırı bir şekilde içeri akışı “uyaran bariyeri”ni [stimulus barrier] aşarak travmatik bir durum yaratır; doğum, bu travmatik anksiyete [traumatic anxiety] durumunun prototipi olarak kabul edilir (Rank, 1924). Zamanla ego, cinsel ve saldırgan arzuların (dürtülerin) oluşturduğu tehlikeyi öngörebilme kapasitesi geliştirir ve geçmişten hatırlanan travmatik anksiyetenin hafifletilmiş, bilinçdışı bir versiyonu olan bir anksiyete sinyali üretir. Bu sinyal anksiyetesi, tehlikeyi uzaklaştırmaya yönelik savunmaları harekete geçirir; bu savunmalar ise anksiyeteyi azaltır ya da başarılı olduklarında tamamen ortadan kaldırır. Arzu ile savunma arasındaki bu uzlaşma oluşumu [compromise formation] bir semptom/belirti [symptom] olabilir ya da olmayabilir. Bu kuramda, uyanık yaşamda ya da anksiyete rüyaları [anxiety dreams] olgusunda ortaya çıkan belirgin anksiyete [manifest anxiety], savunmaların (ve/veya semptomların) anksiyeteye karşı tam bir koruma sağlayamadığının bir göstergesidir.

Freud’un ikinci anksiyete kuramı, psikanalitik duygulanım kuramında köklü bir değişimi işaret etmiştir; çünkü bu kuramla birlikte anksiyete artık yalnızca doyurulmamış dürtülerin bir yan ürünü olarak değil, belirli bir durumun duygusal anlamına karşı egonun ürettiği değerlendirme temelli bir yanıt olarak kavramsallaştırılmıştır. Buna ek olarak, anksiyete artık yalnızca bir psikopatoloji olarak görülmemiş, arzular ile tehlike korkuları arasındaki kaçınılmaz çatışmayı yansıtan evrensel bir insan deneyimi olarak kabul edilmiştir. İkinci anksiyete kuramı, anksiyeteye (ve genel olarak çatışmaya) yalnızca belirti oluşumunda değil, tüm psikolojik yaşantıda merkezi bir rol atfeden bir bakış açısının önünü açmıştır. Gerçekten de psikanaliz, bireyin hangi özgül anksiyetelere duyarlı olduğu ve bu anksiyetelerle başa çıkma stratejileri kadar, bu anksiyetelerin kişinin semptomlarının ve karakterinin en önemli belirleyicileri arasında yer aldığını kabul eder.

Anksiyete ve çatışmanın anlaşılmasına yönelik bir başka katkı olarak Freud (1926a), erken çocukluk döneminde anksiyeteyi tetikleyen ve savunmaları başlatan tipik ya da evrensel “tehlike durumları”na [danger situations] ilişkin gelişimsel bir sıralama ortaya koymuştur. Bu tehlike durumları arasında sevilen nesnenin kaybı, bu nesneden gelen sevgi ve onayın yitirilmesi, bedensel zarar ya da hasar korkusu biçiminde görülen kastrasyon/hadım edilme anksiyetesi [castration anxiety] ve son olarak, ebeveynin onaylamamasının içselleştirilip yapısallaşmasıyla ortaya çıkan süperego ve/veya suçluluk korkusu [fear of the superego and/or guilt] (ahlaki anksiyete [moral anxiety]) yer alır.

Daha sonraki psikanalistler, Freud’un tanımladıklarına ek olarak başka tipik anksiyete türlerini de tanımlamışlardır. Bunlar arasında ayrılma anksiyetesi [separation anxiety] (Bowlby, 1960b), yabancı anksiyetesi ya da sekizinci ay anksiyetesi [stranger anxiety or eight month anxiety] (Spitz, 1950), [daha çok psikolojik olarak] yokolma anksiyetesi [annihilation anxiety], zulmedici/zarar görme anksiyetesi [persecutory anxiety] ve depresif anksiyete [depressive anxiety] (Klein, 1935), dağılma anksiyetesi [disintegration anxiety] ya da parçalanma anksiyetesi [fragmentation anxiety] (Kohut, 1966) ile bağlanma, nesnenin güvenliği, ayrılma-bireyleşme süreci ve kendiliğin bütünlüğünü koruma gibi kaygılarla ilişkili, özel bir adı olmayabilecek daha pek çok anksiyete türü yer almaktadır. Bu tehlikelerin her biri gelişimsel olarak belirli evrelere özgü olsa da, yetişkin zihninde eşzamanlı olarak var olabilirler. Gerçekten de, yaşam döngüsü boyunca erken çocukluk dönemine ait bir tehlikeyi çağrıştıran herhangi bir olay anksiyeteyi tetikleyebilir ve savunmaların ya da/veya semptom oluşumunun ortaya çıkmasına yol açabilir. Öte yandan, neredeyse her türlü anksiyetenin hemen her türlü zihinsel temsilde sembolik olarak ifade bulabilmesi gerçeği, anksiyetenin (ya da herhangi bir semptomun) örtük anlamını belirsizleştirebilir. İçeriği olmayan gibi görünen anksiyete ise bazen serbest dolaşan anksiyete [free-floating anxiety] olarak adlandırılır.

Freud’un tipik korkular listesine yenilerini eklemenin yanı sıra, Freud sonrası analistler çocukların anksiyeteye tahammül etme kapasitesini [anxiety tolerance] nasıl geliştirdiğine (Zetzel, 1949) ya da anksiyeteye tahammülsüzlükten [anxiety intolerance] nasıl muzdarip olduklarına (Krystal, 1975) odaklanmışlardır. Bir ego gücü [ego strength] olarak kavramsallaştırılan anksiyete toleransı, anksiyeteyle başa çıkarken kullanılan savunma stratejileriyle birlikte, çocuğun mizacı, egonun olgunluk düzeyi ve önemli bakımverenlerle yaşanan yatıştırıcı etkileşimlerin içselleştirilmesi gibi birçok etmene bağlıdır. Her bireyin anksiyeteyi nasıl yönettiği ve anksiyetenin kişinin işlevselliğini bozup bozmadığı, kalıtımsal donanım, kişilerarası yaşantılar, arzular, korkular ve savunmalar arasındaki karmaşık bir etkileşimi yansıtır.

Sullivan’a (1953a) göre anksiyete her zaman bir “duygusal bulaşma”nın [emotional contagion] sonucudur; çocuk annenin anksiyetesini ya da onaylamayışını deneyimlediğinde ortaya çıkan kişilerarası bir olaydır. Ona göre anksiyete, “tekinsiz duygular”ın [uncanny emotions] dehşetinden, tiksintisinde ve korkusundan anksiyetenin yokluğuna ya da öforiye kadar uzanan bir yelpazede yer alır. Anksiyete tehdidi, Sullivan’ın savunmalara benzer şekilde tanımladığı “güvenlik işlemleri”ni [security operations] harekete geçirir.

Anksiyete, psikanalitik psikopatoloji yaklaşımında merkezi bir rol oynar; çünkü her nevrotik semptom, anksiyeteden kaçınma çabasıdır. Savunmalar başarısız olduğunda anksiyete bilinçdüzeyine çıkar ve eğer uzun süreli ya da yoğun olursa, anksiyete bozukluklarında [anxiety disorders] olduğu gibi, patolojik bir nitelik kazanabilir. Anksiyete bozukluklarının biyolojik temelleri kabul edilmekle birlikte, psikanaliz anksiyete durumlarının psikodinamik temellerine ve anksiyete yönetimine katkıda bulunan psikolojik etkenlere vurgu yapar. Psikanalitik literatürde, yaygın anksiyete; agorafobi dâhil fobiler (A. Freud, 1977; Freud, 1926a; H. Deutsch, 1929; B. Lewin, 1952; B. Milrod, 2007); karşı-fobi [counterphobia] (Fenichel, 1939a); ve panik bozukluğu (B. Milrod ve diğerleri, 1997) gibi çeşitli özgül anksiyeteyle ilişkili sendromların ardındaki psikodinamiklere ilişkin tartışmalar yer alır. Psikanalitik Tanı Kılavuzu (Psychoanalytic Diagnostic Manual – PDM Task Force, 2006), anksiyöz kişilik bozukluğu, karşı-fobik kişilik (risk alma ve tehlikeyi yenmeye yönelik davranışlarla karakterize edilir) ve fobik/kaçınan kişilik bozukluğu (korkaklık ve geri çekilme ile karakterizedir) başlıklarına yer verir. Yakın dönemde B. Milrod ve arkadaşları (1997), panik bozukluğun tedavisine yönelik özgül bir psikodinamik yaklaşımı ayrıntılandırmış; ayrıca psikanalitik psikoterapinin panik bozukluğu ve agorafobi için etkili olduğunu ortaya koymuştur.

Zihne ilişkin genel kuram düzeyinde bazı kuramcılar, psikanalitik “sinyal anksiyetesi” kavramı ile öğrenme kuramındaki “öğrenilmiş beklentiler [learned expectations]” kavramı arasında benzerlikler bulunduğuna dikkat çekmişlerdir. Son yıllarda bilişsel sinirbilimciler, anksiyete dâhil olmak üzere duygulanımların bilişsel işlevlerdeki rolüne giderek daha fazla ilgi göstermektedir. Örneğin, Damasio’nun (1994) “bedensel belirteç hipotezi [somatic marker hypothesis] -bedenin ürettiği hafifletilmiş duygusal yaşantıların zihinsel yaşamın düzenlenmesinde merkezi bir rol oynadığını ileri sürer- Freud’un ikinci anksiyete kuramıyla çarpıcı biçimde benzeşmektedir. Anksiyetenin nörobiyolojik ve psikanalitik modellerini bütünleştirmeye yönelik çabalar, birçok alanda hâlâ sürmektedir (Alexander, Feigelson ve Gorman, 2005; Shear, 2005).

Kaynak:

American Psychoanalytic Association. (2012). Anxiety. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 18).

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir