Duygulanım Nedir?


Duygulanım [affect], psikanalizin genel psikolojiden ödünç aldığı bir terimdir ve şu unsurlardan oluşan karmaşık psikofizyolojik bir durumdur: 1) Duyguları içeren öznel bir yaşantı, 2) Buna eşlik eden düşünceler ve fanteziler, 3) Gözlemlenebilir, biyolojik olarak belirlenmiş bir fizyolojik tepki örüntüsü. Duygulanım ayrıca şunları da içerir: 4) Davranışsal bir yanıt ya da duygusal ifade, 5) Bir zihinsel durumun iletimi. “His [feeling] terimi, genellikle duygulanımın birinci ve bazen de ikinci boyutuna -yani öznel olarak deneyimlenen duruma- atıfta bulunmak için kullanılır. “Duygu [emotion] terimi ise kimi zaman duygulanımla eş anlamlı olarak kullanılır; kimi zaman ise yalnızca fizyolojik eşlikçiler ya da nesnel olarak gözlemlenebilen davranışsal ifadeler anlamında, yani üçüncü ve dördüncü boyutlara gönderme yapmak üzere kullanılır. “Duygudurum [mood]”, belirli bir tür duygulanım deneyimini ifade eder; burada anksiyete, depresyon ya da öfori gibi baskın bir duygulanım, tüm benlik [self] haline yayılır ve belli bir süre boyunca devam eder.

affect – duygulanım

yapılanmamış, soyut potansiyel; bilinçten önce veya bilincin dışında oluşur. Boyutları a. valens: Duygulanımın olumluluk olumsuzluk derecesi. b. şiddet: Bu özellik genel uyarılmışlık hali, sempatik sinir sistemi aktivasyonu, uyarıcıya yaklaşma veya uzaklaşma güdüsü ile ilişkilidir. c. duygulanım, kişiyi ortama uygun eylem yapmaya hazırlar. d. duygulanım, biliş ve güdü (konasyon), geleneksel zihin tanımının üç bileşenini oluşturur. e. duygulanım, deneyimin HİS boyutuna nicelik kazandırır. Duygulanım bozuklukları kör, düz, uygunsuz, gevşek, kısıtlı veya dar olarak tanımlanabilir.

Karakaş, S. (2017). Prof. Dr. Sirel Karakaş Psikoloji Sözlüğü:
Bilgisayar Programı ve Veritabanı – www.psikolojisozlugu.com (sürüm: 5.2.0/2022)

Duygulanım, tüm psikanalitik psikolojide merkezi bir rol oynar. Psikanalitik bakış açısından duygulanımlar, bedeni hem intrapsişik/ruhsallık içi [intrapsychic] hem de kişilerarası [interpersonal] deneyimle ilişkilendiren, hem anlam hem de güdüleyici bir güç taşıyan karmaşık zihinsel olaylardır. Duygulanımlar, doğuştan gelen eğilimler olarak ortaya çıkar ve zamanla, özellikle önemli ötekilerle yaşanan deneyimlere bağlı olarak, düşüncelerle ve fantezilerle bağlantılı hâle geldikçe, hem daha karmaşık hem de kişiye özgü hâle gelirler. Analistler, duygulanımların şu alanlarda rol oynadığı konusunda genel olarak hemfikirdir: kendiliğin [self] ve ötekilerin [others] deneyimlenmesinde; kendiliğin içsel ve dışsal çevreyle olan durumu hakkında değerlendirme yapılmasında; bireyi uygun tepkilere -bunlara savunmalar ve davranışlar da dâhildir- hazırlama, yönlendirme, uyarma ve motive etme süreçlerinde; ve insanlarla iletişimde. Bununla birlikte, duygulanımın bu yönlerinin nasıl örgütlendiği sorusu uzun süredir ciddi tartışmalara konu olmuştur. Ayrıca, belirli duygulanımların psişik yaşam içindeki rolüne dair de uzun bir tartışma geçmişi vardır; bunlar arasında anksiyete, depresyon, suçluluk, sevgi, nefret, haset, minnettarlık, coşku, öfke, tiksinti, gurur, neşe, güvenlik hissi ve utanç gibi çokça dikkat çekmiş olan bazı duygulanımların kapsamlı biçimde ele alındığı çalışmalar bulunmaktadır. Kuramsal düzeydeki tartışmalara rağmen, tüm analistler duygulanımın psikanalitik tedavinin merkezinde yer aldığı konusunda hemfikirdirler. Duygulanımsal boyut, hasta ile analist arasındaki anbean etkileşimde her zaman en anlamlı olanı belirleyen unsurdur ve bazı kuramlarda terapötik etkinin bir yönü olarak da ele alınır. Gitgide daha karmaşık duygulanım durumlarını tanıyabilmek ve bunlara tahammül edebilmek, her analizin bir parçasıdır. Duygulanımlar, aynı zamanda psikopatolojinin ortaya çıkmasında rol oynar ve anksiyete ya da duygudurum bozukluklarında [affective disorders] olduğu gibi, bizzat kendileri de psikopatolojiyi temsil edebilir.

Freud, duygulanım kelimesini en azından 1896 yılında, histeri ve diğer nevrozların patogenezi ve tedavisine ilişkin çalışmalarında (1896a) kullanmaya başlamıştır. Duygulanıma dair gelişen kuramı, farklı soyutlama düzeylerinde geliştirilmiş birçok farklı ve zaman zaman birbiriyle çelişen bakış açısını içermekle birlikte, Freud’un bu konudaki görüşlerini kabaca üç evreye ayırmak mümkündür. En erken döneminde (1892–1900), Breuer’in ve Fransız psikopatologlarının etkisi altındayken, Freud duygulanımı, travmatik olayların yol açtığı aşırı beyin uyarımının bir sonucu olarak görmüştür. Psikopatoloji ve tedaviye ilişkin bu erken travma modelinde, duygulanımlar esasen olumsuz ve patojenik olarak kabul edilir; zihni bölebilecek, “boğumlanmış [strangulated]” ya da “yabancı bir cisim [foreign body]”gibi ayrışmış hâle gelebilecek ve semptomlara “dönüştürülebilecek [converted]”bir güce sahiptir. Başarılı tedavi, bu patojenik duygulanımın boşaltılmasını, yani abreksiyon ya da katarsis yoluyla dışavurumunu gerektirir.

Zihnin topografik modelinin ve dürtü kuramının gelişiminin ardından (1900–1926), Freud duygulanımı, dışsal bir travmatik olayın sonucu olarak değil, dürtü enerjisinde ya da libidoda meydana gelen niceliksel bir değişimin, haz ya da hazsızlık biçiminde bilinçli olarak algılanması şeklinde kavramsallaştırmıştır. Freud, enerjik “sabitlik ilkesi”ne [principle of constancy] bağlılığı doğrultusunda, hazsızlığın (ya da anksiyetenin), karşılanmamış ya da “baskılanmış [dammed up]” libidonun birikiminden kaynaklandığını ileri sürmüştür (bu görüş bazen “anksiyetenin birinci kuramı [first theory of anxiety]” olarak anılır); buna karşılık, haz, libidonun boşalımıyla meydana gelir. Bu modelde, duygulanımın (özellikle haz/hazsızlığın) davranışı güdüleyen bir unsur mu olduğu yoksa yalnızca dürtünün yüzeydeki bir görünümü mü olduğu konusunda bazı tutarsızlıklar bulunsa da, bu dönemde duygulanım kuramsal önem açısından kesinlikle dürtülerin gerisinde kalmıştır. Ayrıca, Freud’un klinik çalışmaları sırasında duygulanımların öznel boyutunun öneminin farkında olduğuna dair kanıtlar bulunsa da (örneğin sevgi, nefret, öfke, suçluluk, tiksinti, haset, melankoli ve anksiyetenin kendisi dâhil), kuram geliştirme sürecinde en çok ilgi duyduğu, duygulanımın niceliksel ya da enerjik yönü olmuştur. Hatta zaman zaman, enerji ile duygulanımın birbirinden ayırt edilemez olduğu varsayımıyla yazdığı görülür.

Son olarak, 1926’da Freud, dürtü enerji düzeyleri ile haz/hazsızlık arasındaki eşitliği ortadan kaldırdıktan (1920a) ve zihnin yapısal modelini (1923a) ortaya koyduktan sonra, duygulanıma yeni bir işlev kazandırdı: Egonun, bir tehlike karşısında bilinçdışı, zayıflatılmış bir anksiyete sinyali ürettiğini öne sürdü (1926a). Bu sinyal anksiyetesi [signal anxiety] (ya da sinyal duygulanımı [signal affect]), tehlikeden kaçınmak için savunmaları ya da adaptif tepkileri harekete geçirme gücüne sahiptir. Bu devrim niteliğindeki yeni kuramda (kimi zaman anksiyetenin ikinci kuram [second theory of anxiety] olarak anılır), duygulanım artık yalnızca dürtünün bir boşalım ürünü olarak kavramsallaştırılmaz; bunun yerine, egonun belirli bir duruma tepki olarak ürettiği değerlendirme temelli bir yanıt olarak ele alınır. Bundan sonraki dönemde, duygulanımın bir boşalım fenomeni olarak kavramsallaştırılması psikanalitik kuramda varlığını sürdürse de, zamanla kuramsal ilgi duygulanımın öznel deneyimine yönelmeye başladı. Duygulanım artık uyarılma miktarlarının yan ürünü olarak değil, kişinin yaşadığı bir durumun duygusal anlamına ya da önemine işaret eden bir belirleyici ya da sinyal olarak açıklanmaya başlandı.

Ego psikolojisinde [ego psychology], duygulanım ile ego arasındaki ilişkiye yakından dikkat gösterilmiştir. Duygulanım, hem ego tarafından düzenlenmesi gereken bir uyarıcı, hem de bir ego işlevi olarak görülmüştür. Erken dönem ego psikolojisi, egonun duygulanımı yapılandırma ya da “ehlileştirme [taming]” biçimlerine, duygulanıma karşı savunmalar geliştirmesine, ve/veya duygulanıma tahammül kapasitesinin [affect tolerance] gelişimine (Zetzel, 1949) ya da tahammülsüzlüğüne [affect intolerance] (Krystal, 1975) odaklanmıştır. Zamanla, Freud’un 1926’da başlattığı eğilim doğrultusunda, ilgi odağı duygulanımın öznel deneyimine kaydı. Bu deneyim, sıklıkla zihnin üç parçalı modelindeki yapılar arasında ya da bu yapılarla dış dünya arasında var olan çatışma ya da uyum haline dair bilgi taşıyan bir unsur olarak görülmeye başlandı. Sonunda, yalnızca anksiyete değil, önce depresyon olmak üzere tüm duygulanımların, sinyal işlevi görebileceği, savunmayı ve eylemi harekete geçirebileceği kabul edildi. Duygulanımların kendileri de aynı zamanda savunma işlevi görebilecek yapılar olarak anlaşılmaya başlandı (A. Freud, 1936; Hartmann, 1939a; Fenichel, 1945; Rapaport, 1953; C. Brenner, 1974).

Nesne ilişkileri kuramının [object relations theory] gelişmesiyle birlikte, duygulanımlar psikanalitik kuramda giderek daha önemli bir rol üstlenmeye başladı. Duygulanımlar, çocuklukta yaşanan önemli ilişkiler matrisinin içinde ve ondan ayrılmaz bir biçimde ortaya çıktığı için, ilgi kaçınılmaz olarak duygulanımsal deneyim ile içselleştirilmiş kendilik ve nesne temsillerinin gelişimi arasındaki yakın ilişkiye yöneldi. Ego psikolojisi ekolü içinde, hem Jacobson (1964) hem de Mahler (Mahler, Pine ve Bergman, 1975), duygulanım ile kendilik ve nesne temsillerinin gelişimi arasındaki ilişkiye, ayrıca temel duygudurum hallerinin oluşumuna ilgi duymuşlardır. Klein’cı bakış açısından, duygulanımlar, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin oluşumunda ayrılmaz bir rol oynar ve gelişim, merkeze alınan nesneye karşı duyulan nefret ve sevgi (ve daha sonra haset ve şükran) gibi çelişkili duygulara tahammül edebilme kapasitesinin artışı etrafında şekillenir. Bu süreç, bireyin paranoid konumdan depresif konuma geçişiyle kendini gösterir (Klein, 1948b). J. Sandler (1987a) da duygulanımın temsil dünyasının gelişiminde merkezi bir rol oynadığını savunmuş ve tüm deneyimin hisler aracılığıyla ve hisler etrafında örgütlendiğini öne sürmüştür. Sandler’a göre, duygulanımlar çift işlevlidir: Bir yandan tüm olayların anlamı ya da “değeri [value]” hakkında bilgi sağlar; öte yandan, güdüsel durumların ortaya çıkmasına yol açarlar. Bu güdülerin en temeli, güvenlik ve iyilik hali hislerine yönelik yönelimlerdir. Freud’un erken dönem görüşünde duygulanımların dürtülerin dışavurumu olduğu anlayışının tersine, Sandler, duygulanımların dürtülerin gelişiminden önce geldiğini savunmuştur. Ayrıca, Rado’nun (1956a) “refah duyguları [welfare emotions]” olarak adlandırdığı duyguların, özellikle de güvenlik hissinin [sense of safety], psikolojik yaşamda oynadığı role dikkat çekmiştir. Ego psikolojisi ile nesne ilişkileri kuramını sentezleyen Kernberg (1982) ise, duygulanımları, psikolojik deneyimin temel birimi olarak görmüş ve onları her zaman kendilik ve nesne temsilleriyle bağlantılı olarak ele almıştır. Kernberg’in görüşüne göre, duygulanımlar, gelişen nesne ilişkileri bağlamında erken bedensel deneyimlerle etkinleşen birincil psikofizyolojik yatkınlıklardır. Gelişimin erken evrelerinde bireyin içsel temsil dünyası, her biri farklı bir duygulanım tarafından birbirine bağlanan, kendiliğin ve ötekinin tek boyutlu temsillerinden oluşan ilkel diadların/ikililerin çoklu kümelerinden meydana gelir. Bu ikililer ya da içsel temsiller, yaşam olayları tarafından etkinleştirilir ve buna karşılık, olayların nasıl deneyimlendiğini etkiler. Gelişim süreci boyunca, başlangıçta birbirinden kopuk ve tek boyutlu olan kendilik ve öteki temsilleri, zamanla daha karmaşık, çok yönlü ve düzenlenmiş temsillere dönüşür; bu yeni temsiller, kendiliğin, ötekilerin ve dünyanın karmaşıklığına daha doğru biçimde karşılık gelir. Sandler ile aynı doğrultuda düşünen Kernberg, duygulanımların insanın psikolojik yaşamındaki birincil güdüleyici güç olduğunu savunmuştur. Duygulanımlar, “dürtülerin yapıtaşları [building blocks of the drives]” olarak işlev görür; dürtüler ise, nesnelerle olumlu (libido [libido]) ya da olumsuz deneyimlere (saldırganlık [aggression]) yönelik daha üst düzey yapılar, yani örgütlenmiş, zorlayıcı ve sürekli yönelimler olarak kavramsallaştırılır.

Zamanla ilgi, yalnızca gelişmekte olan çocuğun duygulanımsal deneyimi üzerine değil, aynı zamanda çocuk ile bakımveren arasındaki duygulanımsal etkileşimlerin doğası üzerine de yoğunlaşmıştır. Sullivan’a (1953a) göre, anksiyete, çocuğun annenin anksiyetesini ya da onaylamayışını deneyimlediği bir kişilerarası olay olan “duygusal bulaşma”nın [emotional contagion] sonucudur. Bu bakış açısından, anksiyete, “tekinsiz duygular [uncanny emotions]” olarak tanımlanan dehşet, tiksinti ve ürpertiden, anksiyetenin yokluğu ya da öforiye kadar uzanan bir yelpazede ele alınır. Bion (1962b), ham duygusal deneyimin işlenmesinin, tüm düşünce ve bilgi kapasitesinin gelişimi için temel bir zemin oluşturduğunu ileri sürmüştür; bu süreç, daima çocuklukta “kapsayıcı [containing]” nesnelerle etkileşim bağlamı içinde gerçekleşir. Kohut (1971, 1972, 1977) ve diğer kendilik psikologları, duygulanımların kendiliğin durumunu nasıl yansıttığına odaklanmışlardır; burada kendilik her zaman kendilik-kendiliknesnesi matrisinin bağlamı içinde anlaşılır. Kohut, kendiliğin incinmesiyle ortaya çıkan narsisistik öfke ve utanç gibi hisleri, ya da sağlıklı bir kendilikten kaynaklanan gurur ve neşe gibi hisleri incelemiştir. İlişkisel psikanalistler ise, hem psikanalitik durum içinde hem de gelişim sürecinde, duygulanımı etkileşim/interaksiyon [interaction] bağlamında ele alırlar.

Psikanalitik gelişim kuramı ve araştırmalarının büyük bir bölümü, bebek ile bakımverenler arasındaki duygulanımsal etkileşimlerin, bebeğin şu alanlardaki kapasitesinin gelişiminde merkezi bir öneme sahip olduğunu ortaya koymuştur: öz düzenleme, uyum sağlama, nesne ilişkileri, ahlaki gelişim, zihin kuramı ve daha birçok önemli psikolojik işlev. Spitz (1959, 1965), bebek ile anne arasında erken dönemde gerçekleşen bedensel ve duygulanımsal “diyaloğu [dialogue]” tanımlamış ve toplumsal gülümseme, yabancı anksiyetesi ve “hayır [no]” jesti gibi temel duygulanımları, bebeğin bakımverenine ve bu ilişkiyi zihinsel olarak yapılandırmasında önemli gelişimsel dönüm noktalarına işaret eden göstergeler olarak değerlendirmiştir. Winnicott (1956a, 1975/1992) ve Spitz, ortalama bir annenin bebeğiyle kurduğu dikkat çekici empatik uyumu vurgulamışlardır; aynı şekilde, bebeğin de annenin duygudurumlarına uyum sağlama kapasitesine dikkat çekmişlerdir. Mahler, Pine ve Bergman (1975), bebeklerin birincil bakımverenleriyle duygusal iletişim kurma yetisine sahip olduklarını belirtmişlerdir; bu durum, “pratik yapma [practicing]” evresindeki bebeğin gösterdiği “geri dönüp kontrol etme [checking back]” davranışı ile gözlemlenebilir. D. N. Stern (1985, 2003), “duygulanımsal uyumlanmalar [affective attunements]” olarak adlandırdığı olgunun, “çekirdek benlik duygusu”nun [core sense of the self] ve öznelarasılık [intersubjectivity] kapasitesinin gelişimi üzerindeki etkisini incelemiştir. Sosyal referanslama [social referencing], çağdaş bebek araştırmalarında, bebeğin belirsizlik içeren durumlarda bakımverenin verdiği duygusal sinyalleri algılama kapasitesinin gelişimini tanımlamak için kullanılan terimdir; bu olgu, “görsel uçurum [visual cliff]” deneyi gibi çalışmalarla deneysel olarak gösterilmiştir (Klinnert et al., 1982; Emde, 1992). Emde (1983, 1991), duygulanımsal etkileşimlerin, kendiliğin duygulanımsal çekirdeğinin gelişimi üzerindeki etkisini incelemiştir. Ayrıca, ilgi, merak, haz ve gurur gibi olumlu duyguların, psikolojik gelişim ve işleyişteki rolüne özellikle vurgu yapmıştır. Hem Emde hem de Stern, “ahlaki duygular [moral emotions]” olarak adlandırdıkları duygulanımların gelişimiyle ilgilenmişlerdir (Emde, 1991; D. N. Stern, 2003). Fonagy ve arkadaşları (2002), duygulanımsal aynalanmanın [affective-mirroring], reflektif işlevin [reflective function -Türkçe’de buna bazıları buna “içsel değerlendirme işlevi” diyor.] gelişimi üzerindeki etkisini incelemişlerdir. Bu çalışmaların büyük bir bölümü, gelişim psikolojisi, bağlanma kuramı ve nörobiyoloji gibi komşu alanlarda duygulanım üzerine yapılan araştırmalardaki patlamadan yararlanır. Olds (2003), psikanalitik duygulanım kuramını göstergebilimle [semiotics] bütünleştirme girişiminde bulunmuştur.

Kaynak:

American Psychoanalytic Association. (2012). Affect. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 8).

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir