Bu tür düşünceler, psikanalizin varsayımsal üstyapısının bir parçasıdır; bu yapının herhangi bir bölümü, yetersizliği kanıtlandığı anda, herhangi bir kayıp ya da pişmanlık duymaksızın terk edilebilir ya da değiştirilebilir.
(Freud, 1925, s. 31)
Freud’un, yeni fikirlerin önceki temeller üzerine inşa edildiği arkeolojik metaforu (bkz. Bölüm 1), psikanalitik kuramın kendisi için de geçerlidir. Bazı fikirler yeniden işlenirken, bazıları neredeyse özgün hâlleriyle korunmuştur. Freud’un kendisi kuramsal modellerini sürekli olarak gözden geçirmiş ve ihtiyaç duyulduğunda onları köklü biçimde değiştirmekten çekinmemiştir. Onun takipçileri de bu yaklaşımı benimseyerek yoluna devam etmiş ve psikanalitik zihin modelleri de birçok gelişimsel değişim geçirmiştir. Bunun sonucunda, çoğu model tutarlı bir bütün oluşturmaktan ziyade, farklı soyutlama düzeylerinde kavramlar içeren karmaşık bir düşünce matrisi meydana getirmiştir. Birbiriyle çelişkili görünen kuramsal ifadeler zaman zaman rahatsız edici bir biçimde yan yana dururlar; bunun bir nedeni, psikanalitik kuramın birden fazla soyutlama düzeyinde yer alıyor olmasıdır.
Waelder (1960), psikanalitik kuramın şu soyutlama düzeylerini tanımlamıştır:
- Klinik yorum – belirli bir hastaya ilişkin bir kuram ya da formülasyon.
- Belirli hasta gruplarına yönelik klinik genellemeler, örneğin “narsisistik örgütlenmeler” (bkz. Bölüm 4).
- Savunma mekanizmaları veya aktarım gibi genel psikanalitik kavramlar. Bu bölümde esas olarak odaklanacağımız düzey budur.
- Ödipus kompleksi ya da ölüm dürtüsü gibi genel açıklayıcı kavramlar.
Farklı kuramsal yaklaşımların temelinde, dünyaya ilişkin değişen bazı varsayımlar yatar: yaşantının ne ölçüde çevre tarafından belirlendiği ve ne ölçüde doğuştan geldiği; temelde umutlu mu yoksa “depresif gerçekçi” bir bakış açısının mı benimsendiği; zihne mekanik mi yoksa hümanistik bir çerçeveden mi yaklaşıldığı; determinizm ile özgürlük arasındaki denge; zihinsel süreçlerin kişisel anlamlar ve dil yerine kişisel olmayan kuvvetler olarak mı ele alındığı; zihinselcilik [mentalism] mi yoksa realizm [realism] mi benimsendiği; ve psikolojik fenomenlerin öncelikle içsel [intrapsychic] mi yoksa kişilerarası [interpersonal] mı olarak görüldüğü.
Tüm bu meseleler, psikanalizin felsefi ve kültürel yorumcuları tarafından ele alınmıştır (Appelbaum, 2013; Cavell, 1988, 1994; Greenberg & Mitchell, 1983; Holmes & Lindley, 1989). Ancak bu kitabın klinik bakış açısından bakıldığında, iki boyut özellikle öne çıkar. İlk olarak, kişilik gelişiminde çevresel [environmental] etkenlerle intrapsişik [intrapsychic] etkenler arasındaki denge; ikinci olarak ise zihinsel olgulara yaklaşımda neden [causation] ve mekanizma [mechanism] mı, yoksa kavrayış [understanding] ve anlam [meaning] mı öncelenmelidir sorusu öne çıkar. Freud, farklı dönemlerde bu tartışmaların her iki yönünde de konumlanmıştır. Başlangıçta, özellikle çocuklukta baştan çıkarılma ya da savaş nevrozu gibi travmatik dış olaylara vurgu yaparak çevresel etkenleri ön plana koymuştur. Ancak daha sonra geliştirdiği dürtü-yapısal modelde [drive-structural model] içsel dünyayı birincil olarak görmüştür. Dışsal olaylar, artık neden olmaktan çok, Ödipus kompleksi gibi doğuştan gelen örüntüleri tetikleyen unsurlar olarak ele alınmıştır. Bu vurgu farkı günümüzde de devam etmektedir. Bu kitapta modelleri intrapsişik [intrapsychic], kişilerarası [interpersonal] ya da karma [mixed] olarak sınıflandıracağız. Benzer şekilde, Freud başlangıçta patolojik zihinsel yaşama dair bilimsel ve nedensel bir açıklama üretmeyi hedeflemişken, çalışmaları ilerledikçe anlam, anlatı ve iletişim konularına giderek daha fazla önem vermeye başlamıştır.
Klinisyenlerin karşı karşıya kaldığı ikilem şudur: Etkili bir şekilde çalışabilmek için -özellikle mesleki kariyerin başlangıcında- sağlam bir kuramsal çerçeveye ihtiyaç vardır; ancak insan zihninin ve insan güdülerinin tüm işleyişini tek bir modelin bütünüyle açıklayabilmesi pek olası değildir. Uygulamada, çoğu analist temel bağlılıkları belirli bir kuramsal okula dayansa da, farklı kuramlardan oluşan bir bileşimi kullanır. Bu bölüm, kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılandırılacak olan temel psikanalitik kavramların ve modellerin şematik bir genel görünümünü sunmaktadır (karş. Auchincloss, 2015).
Bilinçdışı
Bilinçdışı [unconscious] kavramı, genellikle psikanalizle eşanlamlı olarak görülür. Freud her ne kadar bilinçdışını “keşfetmiş” olmasa da (Ellenberger, 1970; Hopkins, 2012), onun normal ve patolojik zihinsel yaşamdaki rolünü sistematik biçimde inceleyen ilk kişidir. Günümüz perspektifinden bakıldığında, bilinçdışı dört temel şekilde kavramsallaştırılmaktadır.
“Kendi başına bir varlık” olarak bilinçdışı
Freud başlangıçta bilinçdışını “zihinsel aygıt“ın [mental apparatus] (Laplanche, 1989) bir parçası olarak görmüştür; bu aygıt, Kantçı anlamda doğrudan kavranamayan, ancak rüyalar, nevrotik semptomlar ve dil sürçmeleri gibi “irrasyonel” zihinsel fenomenleri belirleyen bir varlıktır. Freud, kabul edilemeyen anıların, düşlemlerin (phantasies – bu yazım, onları gündüz düşleri ya da bilinçli dilekler anlamındaki “fanteziler“den [fantasies] ayırmak için kullanılır), arzuların, düşüncelerin, fikirlerin ve acı verici yaşantıların bazı yönlerinin, onlara eşlik eden duygularla birlikte bastırma yoluyla bilinçdışına itildiğini öne sürmüştür. Freud, yayımlanmamış eseri “Tasarı”da [Project], bilinçdışının rolüne dair nörobiyolojik bir açıklama geliştirmeyi ummuştur; bu açıklama, psişik enerjinin ya da libidonun akışı, bağlanması ve boşalması temeline dayanır. Her ne kadar bu “hidrolik” model büyük ölçüde geride kalmış olsa da, modern nöropsikoloji, subliminal algılama [subliminal perception] ve “bilinçöncesi işleme [preconscious processing]” aracılığıyla, hayatta kalma açısından yaşamsal birçok zihinsel sürecin farkındalığın dışında gerçekleştiğini doğrulamıştır (Dixon & Henley, 1991; Solms, 2018b). Bu da bizi iki kavram arasında bir ayrım yapmaya götürür: “betimleyici bilinçdışı [descriptive unconscious]”, yani fizyolojimizin diğer yönleri gibi farkında olmadığımız zihinsel yaşantılarımız; ve “dinamik bilinçdışı [dynamic unconscious]”, yani zihinsel acı ya da çatışma potansiyeli taşıyan içeriğin amaçlı biçimde bastırılmasıdır.
Gizil anlamların deposu olarak bilinçdışı
Çağdaş psikanalizde mekanizmadan anlam yönelimli bir anlayışa geçişle birlikte, “bilinçdışı” artık hastanın farkında olmadığı duygulanımsal anlamların bir metaforu hâline gelir ve bu anlamlar analistle kurulan ilişki aracılığıyla ortaya çıkar. Bu bağlamda “bilinçdışı” bir isim olmaktan çok bir sıfat işlevi kazanır: “bilinçdışı” bir varlık [the unconscious] değil, “bilinçdışı süreçler” [unconscious processes] söz konusudur. Bu yaklaşım, psikanalizi postmodern düşüncedeki çokanlamlılık [polysemy] kavramıyla ilişkilendirir; yani her kültürel olgu ya da “metin” içerisinde birden fazla anlam bulunabilir. Bu anlayışta analistin görevi, zihinsel aygıtın bir anatomisti olmak değil, bu gizil anlamları birlikte keşfetmektir.
Bilinçdışının gizemi
Jung (1916) ve onun yorumcuları (Corbett, 2012; Fink, 2011), bilinçdışının daha soyut, neredeyse mistik bir yönünü vurgulamışlardır. Jung özellikle insan deneyiminin dinsel ve spiritüel yönleriyle ilgilenmiş ve “kolektif bilinçdışı [collective unconscious]” kavramını ortaya atmıştır. Ona göre bu bilinçdışı, Freud’un tanımladığı kişisel bilinçdışından daha derin bir zihinsel düzeyde yer alan, tüm insanlığa ortak, önceden var olan bir anlam ve simge dizisinden oluşur. Bu görüşünü, çok farklı din ve kültürlerin inanç ve mitolojilerinin tarih boyunca ve dünyanın çeşitli bölgelerinde büyük ölçüde ortak temalara sahip olduğu bulgusuna dayandırmıştır. Jung bu yaklaşımı hastalarına da uygulamış ve su, yılan ya da mandalaya benzer desenler gibi rüya imgelerinin “psişik genetik mirası [psychic genetic inheritance]” temsil ettiğini, yani bireysel deneyimlerin özgünlüğünden önce gelen evrensel bir mirasa işaret ettiğini savunmuştur.
Geçmişteki bilinçdışı ve şimdiki bilinçdışı
Sandler ve Sandler (1987; Sandler, 2018), klinik açıdan işlevsel bir ayrım yaparak “geçmişteki bilinçdışı [past unconscious]” ile “şimdiki bilinçdışı [present unconscious]” kavramlarını ortaya atmışlardır. Yetişkinin geçmişteki bilinçdışı, yanıtlarını, arzularını ve ihtiyaçlarını çocukluk hâlâ sürüyormuşçasına güçlü biçimde belirlemeye devam eden “içteki çocuk”tur [child within] ve değişmeden kalmış bir biçimde işler. Şimdiki bilinçdışı ise bilinçöncesine (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) daha yakın bir yapıda olup, bugündeki dengeyi korumaya yöneliktir; geçmişteki bilinçdışını dönüştürerek onun düşlemsel içeriğine -her ne kadar zayıflatılmış biçimde de olsa- ifade alanı açar. Geçmişteki bilinçdışı, ilkel nesne temsilleriyle işler ve geçmişe göre tepki verirken; şimdiki bilinçdışı, nesneleri bugünde algılandığı ve tasarlandığı şekliyle temsil eder. Sandlerlar, psikanalitik tedavide analistin her zaman şimdiki bilinçdışından geçmişteki bilinçdışına doğru çalışması gerektiğini; yani geçmişteki travmaların yeniden inşasına geçmeden önce analitik etkileşimin “burada-ve-şimdi”sine dikkat edilmesi gerektiğini savunurlar.
Freud’un modelleri
Freud’un zihin tasarımı üç temel evrede gelişmiştir: duygulanım-travma modeli [affect-trauma model], topografik model [topographical model] ve yapısal model [structural model] (Sandler, 1972).
Duygulanım-travma modeli
Freud’un en erken psikanalitik fikirleri, 1870 Fransız-Prusya Savaşı’ndan kalan travma mağdurlarıyla olan deneyimlerinden etkilenmiştir; bu kişilerdeki histerik felçler, cephede yaşanan travmatik deneyimlerle ilişkili görünmekteydi ve bu dehşet verici olayları dile getirme (duyguyu dışa vurmak [abreact]) olanağı bulduklarında semptomlar hafifliyordu. Freud daha sonra, histerik hastalarının -özellikle kadınların- çocukluklarında olumsuz cinsel yaşantılara sıklıkla değindiklerini fark etti. Bunun üzerine, savaş travmasına benzer bir biçimde, cinsel istismar gibi acı verici dışsal olayların “zihinsel aygıtı” alt edebileceğini ve bunun sonucunda oluşan duygulanımlarla başa çıkamayarak bu etkilerin histeri semptomları biçiminde ortaya çıktığını öne sürdü: ağrılar, felçler, dissosiyatif durumlar, açıklanamayan nöbetler vb. Freud, günümüzde travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) kapsamında değerlendirilen, güncel travmalardan kaynaklandığını düşündüğü “güncel nevrozlar”ı [actual neuroses] (nevrasteni ve anksiyete) -ve özellikle çocukluk travmasının sonucu olarak gördüğü- “psiko-nevrozlar”dan [psycho-neuroses] (histeri ve obsesyonel nevroz) ayırt etmiştir. Ancak bu iki nevroz türü arasında açık bir ilişki vardır: çünkü, Garland’ın (2002) da öne sürdüğü gibi, çocukluk travması bireyi, güncel travmaların etkisine karşı daha duyarlı hâle getiren bir yatkınlık etmeni olarak işlev görür.
Göllenerek birikmş duygulanımların [dammed-up affects] (hisler gibi) boşalmasının, psişik dengeyi tehdit ederek semptomlara yol açabileceği fikri, Freud’un metapsikolojisinin ilk evresini oluşturan “duygulanım-travma” referans çerçevesi [“affect-trauma” frame of reference] olarak adlandırılmıştır (Zepf & Zepf, 2008). Duygulanım-travma teması, günümüzde de psikanalitik düşüncenin önemli bir parçası olmaya devam etmektedir; özellikle de çocukluk çağı istismarlarının -fiziksel, duygusal ya da cinsel- gerçekliğinin ve bunların fiziksel ve ruhsal sağlık üzerindeki uzun vadeli etkilerinin ortaya konulmuş olmasıyla birlikte (Anda ve ark., 2006). Çocukluk travmasının doğası, farklı yazarlar tarafından farklı biçimlerde ele alınır: bazıları intrapsişik etkenlere, bazıları ise çevresel faktörlere vurgu yapar. İntrapsişik bir perspektiften bakıldığında Klein (1946) ve Kernberg (1975), çocukluktaki yoğun nefret, saldırganlık ve hasetin bizzat içsel olarak travmatik olabileceğini ileri sürerler ve olası sınır kişilik bozukluğu olan bireylerin, özümsenmesi mümkün olmayan bu tür aşırı olumsuz duygulara fazlasıyla maruz kalabileceğini; bunun da aşırı bölme ve yansıtmalara yol açabileceğini öne sürerler (bkz. Bölüm 4). Buna karşılık Kohut’a göre ilksel travma kişilerarasındadır: ebeveyn empatisinin yetersizliği, bütünlüklü bir kendilik duygusunun bozulmasına yol açar ve ilerleyen yaşamda saldırganlık gibi “dağılma ürünleri”nin [disintegration products] ya da bağımlılık, kompulsif cinsellik ve hatta kendine zarar verme gibi kendini yatıştırma girişimlerinin ortaya çıkmasına neden olur.
Her iki yaklaşımda da travma, acı verici bir duygulanımı harekete geçirir; bu duygulanım, daha sonra bilinçten “kovulur/sürgüne gönderilir” [banished] ancak bu bastırmanın bedeli, ya fizyolojik dengenin bozulması ya da acıyı uzak tutmak için ruhsal enerjinin harcanması olur -oysa bu enerji sevgiye [love] ve oyuna [play] ayrılabilir olmalıydı. Bower (1981), anıların hatırlanmasının duygu durumuna bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Bazı anılar, yalnızca kaydedildikleri sıradaki duygu durumu yeniden yaşandığında hatırlanabilir. Bu da, “aktarımda yeniden sahnelenebilen travmanın [replay]” daha az bunaltıcı bir şekilde işlenmesine olanak tanıdığı anlamına gelir: kayıp yas tutulabilir, öfke ifade edilebilir ve bu bazen kabullenmeye, hatta affetmeye yol açabilir.
Topografik model
Yunanca’da topos “yer” anlamına gelir; topografi [topography] ise bir arazinin fiziksel yerleşimini tanımlar. Freud (1915, 1925), “topografik yaklaşım”dan ve “zihinsel edimlerin topografisi”nden söz eder. Bu yaklaşım, onun ünlü buzdağı metaforunda ifadesini bulur: bilinçli zihin, çok daha büyük ama suyun altında kalmış bir bilinçdışı üzerine oturur ve bu ikisinin arasında, bastırılmamış ama o anda etkin olmayan anı ve düşünceleri içeren bilinçöncesi yer alır. Zihnin bilinçdışı, bilinçöncesi ve bilinçli olmak üzere üç ayrı sisteme bölünmesi, Freud’un çalışmalarının ikinci evresini (1897–1923) başlatmıştır; bu modelde hâlâ beynin lokal işlevlerine dair izler mevcuttur ve Freud’un önceki nörolog kimliğine bir gönderme niteliği taşır. Günümüz psikanalizi, topografik kavramları anatomik çağrışımlarından arındırılmış biçimde hâlâ kullanmaktadır; Freud da her bir zihin bölümünü birer “sistem” olarak görerek benzer bir yaklaşım benimsemiştir -örneğin “bilinçdışı sistem”, “bilinçöncesi sistem” vb. Bu yaklaşım, zihnin farklı bölümlerinin rol ve işlevlerine odaklanan “yapısal model”e [structural model] (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) yumuşak bir geçişi mümkün kılar. Günümüz nörobilimi hem topografik hem de sistemik unsurları kabul eder. Üçlü beyin modeli [triune brain] -sürüngensel (medulla), paleo-memeli (orta beyin) ve neo-memeli (korteks) bölümleriyle- topografik bir yapıdır; ancak günümüzde beyin işlevleri, limbik sistem [limbic system] gibi ağ yapısı içindeki birbirine bağlı düğüm noktaları ya da merkezler olarak, topografik olmayan terimlerle ele alınmaktadır (Oldham & Fornito, 2019).
“İki ilke”
Freud’un kuramsal gelişiminin bu evresinden çıkan temel fikirlerden biri, zihinsel işleyişin “iki ilkesi” arasındaki karşıtlıktır (Freud, 1911): birincil ve ikincil süreç [primary and secondary processes]. İkincil süreç düşüncesi, mantıklıdır; zaman, mekân ve nedensellik yasalarına uyar. Buna karşılık, birincil süreç düşüncesi, rüyalar, düşlemler ve çocukluk yaşantısı gibi alanlara özgüdür; burada zaman, mekân ve mantık yasaları geçerli değildir. Birincil süreç düşüncesinde geçmiş, şimdi ve gelecek birlikte var olabilir; farklı olaylar aynı anda ve aynı yerde meydana gelebilir; bir sözcük ya da görsel simge, birden çok nesneyi temsil edebilir ya da birbirinden farklı, hatta çelişkili anlamlar taşıyabilir. Birincil süreçlere aşina olmak, analitik çalışmanın vazgeçilmez bir önkoşuludur ve bu durum, analistlerin kişisel terapi almalarının zorunlu [de rigueur] sayılmasının pek çok nedeninden yalnızca biridir.
Bilinçdışı ve bilinçöncesi
Freud, seçici dikkatin doğası gereği birçok psikolojik sürecin betimleyici anlamda bilinçdışı olduğunu fark etmiştir; yani birey bu süreçlerin farkında değildir, ancak bunlar kolaylıkla bilince getirilebilir. Bu tür süreçler ne bastırmaya tabidir ne de birincil süreçlerin etkisi altındadır. Freud, bu bilinçdışı ama bastırılmamış olguları “bilinçöncesi sistem”e [the system preconscious] atfetmiştir; topografik modelde bu sistemin temel rolü, kolay erişilebilir düşünceler ve anılar için bir depo olmaktır. Ancak Freud’un düşünceleri zamanla geliştikçe, bilinçöncesi sistemin aynı zamanda, bilinçdışı sistemden gelen içgüdüsel arzuları değiştirip onları bilinçli sistem için kabul edilebilir hâle getirebilen bir sansür [censor] gibi de işlev görebileceğini fark etmiştir.
İçgüdü kuramı
Psikanalitik kuramın evriminde, duygulanım-travma çerçevesinden topografik modele geçiş, önemli bir dönüşümü temsil eder. İlgi odağı, dış gerçekliğin etkisinden, Freud’un insanlığın içgüdülerle -ya da dürtülerle [drives]- mücadelesi tarafından yönetildiğini düşündüğü içsel dünyaya kaymıştır.
İçgüdü [instinct] ya da dürtü [drive] kuramı, insan güdülerini [motivation] açıklamak amacıyla Freud tarafından ortaya atılmıştır. Ancak bu kuram çevresinde bir kavramsal karışıklık doğmuştur; çünkü Strachey, Almanca metindeki hem “Instinkt” hem de “Trieb” terimlerini İngilizceye “instinct” olarak çevirmiştir. Freud bu iki terimi zaman zaman birbirinin yerine kullanmış olsa da, Instinkt, doğuştan gelen davranış örüntüleri ve tepkileri ifade eder. Freud, içgüdüleri -fantezilerden [phantasy] oluşan- temel gelişimsel ihtiyaçlar olarak görmüş, bunların buyurgan bir niteliğe sahip olduğunu ve ifade edilip doyurulmaları gerektiğini savunmuştur. Daha güdüleyici bir anlam taşıyan Trieb ise, hayatta kalma ya da üreme gibi genel bir amaca yönelik bir itki ya da basınç anlamına gelir.
Freud her zaman “inatçı bir düalist” idi (Jones, 1953). İçgüdülere dair ilk formülasyonunda Freud (1905), hem normal gelişimde hem de psikolojik rahatsızlıkların kökeninde cinsel ya da libidinal dürtülere vurgu yapmıştır; daha sonraki dönemlerde ise saldırgan ve yıkıcı dürtülere, yani “ölüm dürtüsü”ne (Freud, 1920, 1930) ağırlık vermiştir. Bu yaklaşım, ikili içgüdü kuramı [dual-instinct theory] olarak tanınır; oysa Freud, daha önce libidoya ek olarak kendini koruma (yani ölüme karşı koyma) dürtülerini de vurgulamıştır. Birey, bu dürtülerin ya da içgüdüsel arzuların merhametine kalmıştır; yetişkinlikte ortaya çıkan semptomlar, bu “ilkel” çocukluk talepleriyle başa çıkmak üzere devreye giren psikolojik savunmalardan kaynaklanır. Bu arzular bilinçdışı sistemin bir parçasıdır; doğuştan gelen bir “boşalma” gereksinimi taşırlar ve bu boşalımı gerçekleştirmek için gelişim sürecinde bir nesneyle bağlantılanırlar.
Bu klasik şemada, içgüdüsel arzuların bir kaynağı, bir amacı ve bir nesnesi vardır. Bu arzuların çocukluktaki kaynağı bedenseldir ve bu kaynak, ağız, anüs ya da genital bölge gibi bir erotik bölge olabilir; bu bedensel bölgelerde ortaya çıkan duyumlar gerilim oluşturur ve bu gerilim, boşalma yönünde hareket eder. Açlık hissi yaşayan bebek, bu gerilimi emme yoluyla azaltmayı hedefler. Zamanla, bu davranış artar ve içgüdüsel arzunun nesnesi -annenin memesi- sağlandığında açlık giderilmiş olur. Nesnenin varlığı ve niteliği hatırlanır; bebek bir sonraki açlık hissinde memeye dair anıyı canlandırır ve bu düşlem [phantas]) yeniden sahnelenir. Böylece, kaynak, amaç ve nesne, karmaşık bir etkileşimsel düşlem içinde bütünleşmeye başlar ve bu düşlemin bir kısmı bilinçdışı sistemde temsil edilir.
Bu örnekte yaşantı ve yeniden canlanan anı gerçek bir olaya -beslenmeye- dayansa da, ifadesi ve ardından gelen doyumu gerektiren ihtiyaç, hayal edilen bir olaya ilişkin olarak da ortaya çıkabilir. Eğer çocukluk dönemine ait, arzu doyurucu bir gündüz düşü kişinin iç dünyasında “yaşanır” ve daha sonra bastırılırsa, bilinçdışı sistem bu hayalî olayları birincil süreç ilkelerine göre ele alacak ve dolayısıyla onları gerçekmiş gibi işleyecektir. Bu gözlem, geri getirilen anılar [recovered memories] meselesi açısından klinik olarak büyük önem taşır. Travmatik bir anının geri getirilmesi ile arzu doyurucu bir düşlemin yeniden canlandırılması arasında -her ikisi de bastırmaya tabi olsa da- klinik ortamda ayrım yapmak çoğu zaman zordur. Bu nedenle her iki durumda da temkinli bir yaklaşım gereklidir.
Topografik modelin sınırlılıkları
Klinik deneyim, Freud’u topografik modelde giderek artan sayıda tutarsızlık olduğunu kabul etmeye yöneltti. Bunların başında, Freud’un zihin haritasında ideallere [ideals], değerlere [values] ve vicdana [conscience] yer olmadığını fark etmesi geliyordu. Ayrıca Freud, dış dünyanın zihinsel yapılar üzerindeki etkisinin ve savunmaların bilinçdışı doğasının daha ayrıntılı biçimde ele alınması gerektiğini fark etti. Örneğin anksiyete, başlangıçta bastırılmış “bedensel cinsel uyarım”ın ya da libidonun birikimi sonucu ortaya çıktığı düşünülen -cinsel arzunun hoş olmayan bir duyguya dönüştüğü- bir iç kaynaklı durum olarak görülüyordu (bkz. Bölüm 1). Ancak zamanla anksiyetenin yalnızca içsel değil, aynı zamanda doğrudan bir tehdide ya da tehdidin yol açtığı psikolojik çatışmalara tepki olarak da ortaya çıktığı anlaşıldı. Örneğin, ihmal eden bir ebeveyne karşı öfke duyan bir çocuk, bu öfkesini ifade etmekten ebeveynini tümüyle kaybetme korkusu nedeniyle kaçınabilir. Bu türden bir ebeveyn-çocuk ilişkisinin içselleştirilmesi, topografik modelle kolayca bağdaştırılamıyordu.
Narsisizm Üzerine [On Narcissism] (Freud, 1914) ve Yas ve Melankoli [Mourning and Melancholia] (Freud, 1917) başlıklı makalelerinde Freud, içsel ve dışsal dünyalar arasındaki etkileşime özellikle vurgu yapmaya başlamıştı; bu durum, özellikle içeatım [introjection], içselleştirme [internalisation] ve özdeşim kurma [identification] kavramlarında belirgindir. Freud, örneğin sert ya da cezalandırıcı bir ebeveyn deneyiminin, bir bireyin içsel dünyasının yapısal bir parçası hâline nasıl geldiğini sorgulamaya başlamıştır.
Yapısal kuram
Yapısal modelin [structural model] ortaya çıkışı (Freud, 1923), Freud’un bu sorulara yanıt arayışıydı ve bu arayış kuramsallaştırmasının üçüncü ve son evresini (1923–1939) başlatmıştır. “Bilinçdışı” kavramı, Freud’dan önce gerek edebiyatçı ve şairlerce, gerekse bilim insanları tarafından “keşfedilmiş” olduğundan, bu model aynı zamanda yaşlanan Freud’un yalnızca kendisine özgü kalıcı bir kuramsal miras yaratma arzusunu da yansıtıyor olabilir (Barratt, 2019).
Devam ediyor…
Kaynak:
Okuduğunuz metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakabilirsiniz.
Bir yanıt yazın