Öz-Değeri [Kendilik Değerini] Değerlendirme (9. Bölüm)


Öz-değer [self-esteem], analistlerin zaman zaman sağlıklı narsisizm [healthy narcissism] olarak da adlandırdığı bir başka duygusal yaşantı alanıdır ve insanlar bu alanda çarpıcı biçimde birbirlerinden farklılık gösterirler. Başkalarına ister kısa vadeli ister kapsamlı bir şekilde yardım etmek isteyen herkesin, danışanının bu alandaki bireyselliğini anlaması gerekir. Öz-değeri ne kadar güvenlidir? Ne üzerine kuruludur? Ne tarafından zedelenir? Zedelendiğinde nasıl onarılır? Öz-değere temel oluşturan arzular ne kadar gerçekçidir? Bir kişinin öz saygısını [self-regard] destekleyen özgül koşullar, bireysel psikolojinin çoğu zaman sorgulanmayan, dile getirilmeyen, hiçbir zaman tam anlamıyla bilinçli olmayan ve her zaman ego-sintonik [egosyntonic] olan, yani bireyin benliğiyle uyumlu işleyen yönlerinden biridir -tıpkı balık için su gibi. Kişinin kendisini iyi ya da kötü hissetmesine yol açan yollar, zihinsel örgütlenmesinin o kadar yaygın, köklü ve görünmez bir parçasıdır ki, çoğumuz öz-onay [self-approval] ve öz-ret [self-disapproval] sistemimizi başka türlü yönetmeyi hayal bile edemeyiz. Öz-değer özü gereği tamamen içsel bir olgu olduğundan, doğası ancak danışanın davranışları ve sözel anlatımları aracılığıyla çıkarımsanabilir.

ÖZ-DEĞER MESELELERİNİ ANLAMANIN ÖNEMİ

Öz-değerin korunması ve güçlendirilmesi, tüm olgun insan etkinliklerinin merkezindedir. Değerleriyle [values] çelişen biçimde davrandığını fark eden insanlar, öyle bir utanç ve umutsuzluk yaşarlar ki teselli edilemez hâle gelirler. Böyle bir ıstırap hissetmektense, insanlar kendilerini ya da başkalarını riske atacak şeyler yapabilirler. Çoğu insanın başarmayı hayal bile edemeyeceği şeyleri gerçekleştirebilirler. Örneğin Freud, kendi dirençlerini aşarak bilinçdışı yaşantısını onun yaptığı ölçüde açığa çıkarmayı nasıl başarabildiğini kavrayamayan bazı psikanalitik hayranları tarafından zaman zaman coşkulu bir şekilde idealleştirilmiştir. Ancak onun öz-değer yapısı göz önünde bulundurulduğunda, bu başarı o kadar da anlaşılmaz değildir. Freud’un değer sisteminde kendisini hakikate adanmış korkusuz biri olarak görmek, ikiyüzlülük ve kendini aldatmayla savaşan bir fatih olarak konumlandırmak merkezi bir yere sahipti. Başkalarının kendi psikolojilerinde son derece rahatsız edici bulacağı yönleri kendisinde açığa çıkarmaktan büyük haz duyardı. Bu keşiflerin kendisine verdiği utanç her ne olursa olsun, korkusuz bir hakikat anlatıcısı olarak öz-imgesini [self-image] pekiştirmesiyle duyduğu gurur, bu utancı fazlasıyla dengelemekteydi.

Kültürler, aksi takdirde anlaşılmaz görülebilecek davranışları oldukça sıradanlaştıran ortak değerler üretirler. Örneğin, çağdaş Amerikan orta sınıf toplumunda, öz-değeri genç ve güzel görünmeye bağlı olan kişiler, normal yaşlanmayla ilişkilendirdikleri narsisistik acıyla yüzleşmektense kapsamlı estetik ameliyatlar geçirmeyi tercih ederler. Savaş zamanlarında, gururu cesur davranmaya dayanan askerler, utanç yaşamaktansa ölümü göze alırlar. Titanic batarken, öz-değerin neye dayanması gerektiğine ilişkin Edward dönemi duyarlılığıyla yetişmiş olan Benjamin Guggenheim, can yeleğini bir kenara bırakmış ve sekreteriyle birlikte smokin giyerek şu açıklamayı yapmıştır: “En iyi giysilerimizi giydik ve beyefendiler gibi batmaya hazırız” (Butler, 1998, s. 123).

Hayatlarını başkalarını kurtarmaya, iyileştirmeye, yardım etmeye ya da başka şekillerde desteklemeye adamış insanları incelediğimde -ki bu kişiler çoğu zaman ciddi rahatsızlıklar ya da fiziksel riskler pahasına bunu yapmışlardı (McWilliams, 1984)- şunu öğrendim: İyilik yapmaları engellendiğinde depresyona giriyorlardı. Tanıdığım bir kadın, göğüs kanseri tanısı aldıktan sonra belirgin biçimde disforik hale geldi -yalnızca hayatından endişe ettiği için değil, aynı zamanda hastanesi artık düzenli olarak kan vermesine izin vermeyeceği için; oysa bu faaliyet, kendisini değerli hissetmesinin merkezindeydi. Genellikle, bir kişinin belli bir eyleme yönelik güdüsünü başkaları anlayamıyorsa, bu durum, onların o kişinin öz-değerini sürdürme biçimini paylaşmamaları ya da hayal dahi edememelerindendir. Terapistler sık sık şu soruyla karşılaşırlar: “Bütün gün oturup başkalarının dertlerini dinlemeye nasıl katlanıyorsunuz?” Böyle sorular soran insanlar, muhtemelen başkalarına yardım etmeyi kendi değer sistemlerinin merkezine yerleştirmemiş kişilerdir; bu nedenle, yardım etmenin verdiği hazzın, saatler boyunca yoğun olumsuz duygulanımı dinlemenin yarattığı rahatsızlığın önüne nasıl geçebileceğini hayal edemezler.

Öz-değeri kişinin kendisininkinden farklı kaynaklara dayananlara yönelik empati eksikliği, yalnızca kahramanca ve “özverili” eylemler için değil, yıkıcı ve kötü niyetli eylemler için de geçerlidir. Öz saygısı bağımsız ve yaralanamaz görünmeye dayanan biri, birine ihtiyaç duyduğunu ifade etmektense o kişiyi dövmeyi tercih edebilir; diğer insanlar üzerinde mutlak güç hissine dayanan bir gurura sahip biri ise, eylemsizliğin getireceği utanç yerine cinayeti seçebilir. Timothy McVeigh’in Oklahoma City Federal Binası’nı ve içindeki masum insanları yok edişi, büyük olasılıkla yalnızca federal hükümete yönelik ünlü nefretiyle değil, aynı zamanda ideolojisine uygun davranmadığı takdirde öz-değerini sürdüremeyeceği inancıyla da motive olmuştur. Böylesi bir davranış, elbette, öz-değerini bambaşka şekillerde yapılandıran insanlar için anlaşılmazdır.

Belirli bir kişinin öz-değer yapısına ilişkin bilgi olmadığında, hepimiz projekte etme eğilimindeyizdir; yani, kendimizi iyi hissettiren şeylerin danışanlarımızda da aynı gurur duygusunu yarattığını varsayarız. Öz-değer, hem kendimizde hem de başkalarında hayranlık ve idealleştirme [idealize] eğiliminde olduğumuz niteliklerle yakından bağlantılıdır. Ancak aileler ve alt kültürler son derece farklı şeyleri idealleştirir ve öz-değerin ne denli farklı şekillerde desteklenip sürdürülebileceğini fark etmek şaşırtıcı olabilir. Bir kadın entelektüelliğiyle kendini kutlarken, bir diğeri “fildişi kule zihniyetine sahip, sağduyudan yoksun” insanlara karşı küçümseme hissedebilir. Bir adam özenli giyinmek için çaba harcarken, komşusu fiziksel görünümün kendisi için hiçbir anlam taşımadığı yönündeki kibriyle övünebilir. Agnostik oluşuyla gurur duyan bir hastam, bir seans boyunca birlikte olduğu bir erkeğin cinsel açıdan çekingen davranışları karşısında yaşadığı kafa karışıklığını ve acıyı dile getirmişti. Adamın onu çekici bulmadığı sonucuna varmıştı, oysa cinsel tutuculuğu dışında tüm davranışları tam tersini gösteriyordu. Daha önce onun Katolik bir ailede yetiştiğini ve hâlâ düzenli olarak ayine gittiğini belirtmiş olduğundan, başka bir açıklama sundum: “Belki de dinsel yetiştirilme biçimine uygun olarak, evlilik öncesi cinselliği yanlış buluyordur.” “Günümüzde kim böyle bir şey düşünebilir ki!” diye çıkıştı. Ama adam düşünüyordu ve öz-değeri, buna uygun davranmasına bağlıydı. Ondan hoşlanıyordu, ancak onunla evlilikten önce cinsel ilişkiye girseydi, kendisi hakkında iyi hissedemezdi.

Bir hastanın öz-değeri hakkında bilgi edinmenin belki de en anlamlı yolu şu soruyu sormaktır: “İnsanlarda neye hayranlık duyarsınız?” Bu sorunun yanıtı, kişinin kendini değerlendirme biçiminin temel bileşenini sunar. Ayrıca şu tür sorular da zaman zaman faydalı olabilir: “Kendinizle gurur duymanıza neden olan şeyler nelerdir?” ve “Kendinizi kötü hissetmenize yol açan şeyler nelerdir?” Buna ek olarak, “Genel olarak kendiniz ve hayatınız hakkında olumlu mu hissediyorsunuz, yoksa hayal kırıklığına uğramış ve kendinize karşı eleştirel misiniz?” gibi bir soru sorularak kişinin genel öz-değer düzeyine ilişkin bir fikir edinilebilir. Bazı insanlar, terapist onların takdirini ve onayını kazanması gereken biri hâline geldikten sonra utanç verici duygularını açığa vurmakta zorlanırlar; ancak bu kişiler, terapinin erken dönemlerinde, henüz böyle bir bağ oluşmadan, kendileriyle ilgili en olumsuz hislerini daha kolay itiraf edebilirler.

Burada, belki de öz-değere ilişkin sofistike, psikanalitik bir anlayış ile popüler kültürün benimsediği anlayış arasındaki farkı yorumlamak için uygun bir noktadayım; bu fark, not enflasyonu ve sınıf geçirme uygulamaları gibi güncel tartışmalarda da açıkça görülmektedir. İnsanları önemsiz başarılar için övmek ve ödüllendirmek öz-değer değil, kendini kandırma ve sahtekârlık hissi üretir. Ucuz övgülere ya kendimizle ilgili şişirilmiş ama bir düzeyde saçma olduğunu bildiğimiz bir algıyla tepki veririz, ya da içten içe, aldığımız tüm övgülere rağmen aslında vasat olduğumuza dair bir utanç duyarız. Genellikle bu durumda, bizi öven kişiye karşı da küçümseyici bir tavır geliştiririz. Çocuklar, hoşgörülü öğretmenlerden çok, talepkâr öğretmenleri takdir etmeleriyle bilinir: Bilirler ki, yüksek standartları olan birinden gelen övgü gerçekten anlamlıdır.

İnsanlara yalnızca olumlu tepkiler vererek onların öz-değerini “desteklemek” makul bir öz-değeri korumak ya da inşa etmek anlamına gelmez; bu, yanılsamayı beslemek demektir. Eğer kişi bu övgüye gerçekten inanırsa, gelecekte öyle düşük standartlar belirleyecektir ki, karmaşık bir dünyada kendisini olumlu ve başarılı hissetme olasılığı ortadan kalkacaktır. İnsanların psikanaliz sürecinde öz-değerlerinin artmasının nedenlerinden biri, otoritelerin her şeyi olumlu olarak yeniden çerçevelemesi gerektiği fikrinin aksine, hastanın kötü ve utanç verici olan pek çok şeyi açığa çıkarmış olması ve analistin de benliğin bu nefret edilen yönlerini anlamaktan geri durmamış olmasıdır. Hasta, tüm kusurlarını bilen, onları küçümsemeye ya da çarpıtmaya ihtiyaç duymayan biri tarafından kabul edilmiştir. Eğer yüzeysel duygusal destek, bir kişinin öz-değeri için gerçekten anlamlı bir katkı sağlasaydı, arkadaşları olan hiç kimsenin psikoterapiye ihtiyacı olmazdı.

ÖZ-DEĞERE PSİKANALİTİK İLGİ

Öz-değer, psikanalitik gelenekte sahnenin merkezine ancak 1970’ler civarında, patolojik narsisizm [pathological narcissism] üzerine yazın ve araştırmalarda bir patlama yaşandığında yerleşti -bu durum, öz-değeri içsel değer ölçütleri aracılığıyla makul ve tutarlı bir şekilde düzenleyememe biçiminde tanımlanır. Terapistler, giderek artan sayıda danışanlarının artık klasik Freudcu türden problemleri -içsel dinamiklerin çatışması gibi-tanımlamadığını, bunun yerine belirsiz boşluk hissi, anlamsızlık, kendini tanımlamada güçlük, olduğu kişiden hoşlanamama ve “her şeye sahip” ya da “hayatını düzene koymuş” oldukları varsayılan başkalarına yönelik kıskançlık gibi sorunlardan şikâyet ettiklerini fark ediyordu. Kimi zaman, kişinin içsel bir çekim merkezi hissedememesi açık bir şekilde görülüyordu; kimi zaman ise bu durum, Wilhelm Reich’ın (1933) “fallik narsisizm” adını verdiği türden gösterişli bir benlik sunumuyla örtülüyordu. Kuşkusuz, günümüzde içinde yaşadığımız kültür -süregiden ve baş döndürücü değişimi, uluslararası kapsamı, hareketliliği, imaj ve algı yönetimine verdiği önem ve birey olarak görünmezliğimiz göz önüne alındığında- kim olduğumuza ve neden önemli olduğumuza dair istikrarlı bir duygu geliştirmeyi, erken psikanalitik kuramcıları doğuran topluma kıyasla çok daha zor hale getirmiştir.

Yine de, öz-değer sorunları yalnızca son on yıllara özgü değildir. Freud’un erken çevresindeki analistler arasında, aşağılık duygusuna ilişkin sorunlara odaklanan Adler (örneğin, 1927) ve bireysel irade üzerinde duran Rank (örneğin, 1945), benlik ve istikrarlı bir öz-değerin insan iyilik hâli açısından merkezi önemi üzerine yazılar kaleme almışlardır. Kendi kişisel dinamikleri öz-değer açısından belirgin eksiklikler taşımayan ve bu nedenle muhtemelen narsisistik problemlere yönelik empati geliştirmekte zorlanan Freud, öz-değer düzenlenmesine yapılan vurguların, kendisinin en çok ilgilendiği nevrotik durumların anlaşılması açısından bir dereceye kadar tali önemde olduğunu düşünmüşe benzemektedir.

Psikanalitik Odağın Süperego Üzerine Yoğunlaşması

Klasik psikanalitik kuram, özellikle ego psikolojisi geleneğinde, öz-değer meselesine temas ettiğinde bunu süperego kavramı üzerinden yapar. Freudcu gelişim modeline göre, çocuklar sorunlu cinsel ve saldırgan dürtülerini, ebeveynleriyle -özellikle en çok rekabet hissettikleri ebeveynle- özdeşim kurarak çözümlerler. “Annem bana ait olamaz, ama eğer babam gibi olursam onun gibi birini elde edebilirim” şeklindeki kabul, çocuğu kronik, umutsuz özlem ve hayal kırıklığı durumundan kurtarır. Bir bakımverene benzemek, o kişinin değerler sistemini içselleştirmek ve öz-değeri, ebeveynlerin ya da rehberlik eden otoritelerin belirlediği standartlara uygun davranmaya bağlı kılmak anlamına gelir. Narsisizmin merkezi bir ilgi alanı haline gelmesinden önceki analitik yazında, süperegonun nasıl ortaya çıktığına, ödipal öncesi dönemde nasıl etkilendiğine ve makul mü yoksa gereğinden fazla sert mi olduğuna ilişkin dikkate değer bir ilgi vardı (örneğin, Beres, 1958). Bu tür makaleler genellikle, süperegolarının aşırı talepkâr oluşu nedeniyle kendileri hakkında yeterince olumlu hissedemeyen depresif ve obsesif-kompulsif hastalarla yaşanan klinik deneyimlerden esinlenerek yazılmıştı.

Daha sonra, sınır [borderline] durumlar yaygın biçimde klinik ilgi uyandırdığında, bir kişinin “bütünleşmiş [integrated]” bir süperego’ya sahip olup olmadığı sorusu üzerine büyük bir dikkat yöneldi. Bu ifade, çoğu insanın kendilerini yargılarken esas aldıkları, az çok makul ve genel geçer bir değerler bütününe sahip oldukları, yani kişiliklerinin doğal bir parçası gibi hissedilen etik bir pusulaya sahip olduklarına dair klinik gözlemi ifade eder. Bu kişilerin vicdanları ve ahlaki arzuları, kim olduklarına dair tutarlı öz-duyumlarıyla bütünleşmiştir. Ancak terapide görülen danışanların bir kısmı -ki zamanla sınır kişilik yapısına sahip oldukları anlaşılmıştır- kendilerini tamamen iyi ya da tamamen kötü hissetme durumları arasında gidip gelirler. Bu kişiler, örneğin yapmak istedikleri şey ile vicdanlarının izin verdiği şey arasında bir gerilim hissinin bulunmadığı, bütünüyle kutuplaşmış “ego durumlarına [ego states]” (Kernberg, 1975) girerler.

Çoğu analist, bu tür danışanların bu duruma, bireysel mizaçlarının ve çocuklukta bakımveren kişilerle yaşadıkları deneyimlerin birleşimi sonucu geldiklerini varsayar. Bu deneyimler, ödipal evrenin özdeşim yoluyla çözümlenmesini çok sorunlu hâle getirmiştir (çocuğun “geleneksel” ödipal çözümlemeyi gerçekleştirebilmesi için sevgi nesnelerinin belli ölçüde idealleştirilebilir olması gerekir). Bu nedenle, sınır kişilik yapılanmasına sahip kişiler, yaptıkları hiçbir şeyin yanlış olamayacağını düşünme ile yaptıkları her şeyin yanlış olduğunu hissetme arasında gidip gelirler. “Makul ahlaki standartlara uyduğum sürece yeterince iyi biriyim” şeklinde bütünleşmiş bir duyguya sahip değildirler. Doğal olarak, tutarlı bir öz-değer duygusu geliştirmeleri mümkün değildir ve bu durum onlara büyük acı verir; çoğu zaman, içsel yeterlilik duygularını yeniden kurmak için umutsuz girişimlere başvururlar.

Günümüzde sınır dinamiklere sahip olduğu anlaşılan hastaların ortaya koyduğu türden problemleri anlama kapasitemiz, Erikson’un (örneğin, 1968) kimlik üzerine yaptığı çalışmalar tarafından önemli ölçüde etkilenmiştir. “Kimlik krizi [identity crisis]” gibi terimler popüler dilde o kadar tanıdık hâle gelmiştir ki, 1950’lerde Erikson bu kavramı tanıttığında bunun yeni bir fikir olduğunu kolaylıkla unutabiliriz. Birinci Bölüm’de belirttiğim gibi, kimlik küçük, istikrarlı ve samimi toplumlarda yaşayan insanlar için nadiren bir sorun oluşturur; çünkü bu tür toplumlarda kişiler ve çevrelerindekiler rollerini açıkça bilmektedir. Ancak kimlik, bizimki gibi devasa ölçekte, çelişkili mesajlarla dolu ve sürekli değişim talep eden kültürlerde giderek daha sorunlu hâle gelir. Böyle bir dünyada, kimliğini sabit bir role dayandırmak mümkün değildir: Güncel öngörüler, milenyum kuşağına mensup bireylerin ortalama altı kez iş değiştireceğini göstermektedir! Bunun yerine, benliğe bir sağlamlık ve güvenilirlik hissi veren içsel değerler ve duyguların sürekliliğini hissetmek gerekir. Yirminci yüzyıl boyunca yaşam daha karmaşık ve tehdit altında bir hâl aldıkça, psikanalitik kuram da giderek daha fazla, bireylerin içsel tutarlılık ve değer duygusunu nasıl koruduklarına odaklanmıştır.

Hümanistik ve Varoluşçu Psikoterapi, Kendilik Psikolojisi ve Öznelerarasılık Kuramcıları

Klinik gözlem ve kuramın bu alanlarına rağmen, yirminci yüzyılın ortalarındaki geleneksel analitik yazında, benlik duygusunu [sense of self] ve öz-onayın (ya da onun yokluğunun) iniş çıkışlarını anlama konusunda bazı boşluklar vardı (bkz. Menaker, 1995). Bu boşluğu, Carl Rogers, Abraham Maslow ve Gordon Allport gibi “üçüncü kuvvet” psikologları ile Viktor Frankl ve Rollo May gibi varoluşçu analistler doldurdu. Rogerian psikoterapinin ve o dönemde genel olarak hümanistik terapinin büyük çekiciliği, muhtemelen Rogers’ın danışanların öz-değerine yönelik olağanüstü duyarlılığından ve psikolojik yardım arayan herhangi birinin öz-değer duygusunun ne denli kırılgan olabileceğini takdir etmesinden kaynaklanıyordu. Satır aralarında (örneğin, Rogers, 1951), dönemin birçok analitik psikiyatristinin kaba yorumlayıcı uygulamalarına karşı Rogers’ın öfkesini duymak mümkündür; bu uygulamalar, analiz edilen kişinin dinamikleri konusunda analist haklı olsa bile (hatta belki özellikle böyle durumlarda), savunmasız bir hastaya ne denli zarar verebileceğini göz önünde bulundurmuyordu. Rogers’ın öz-değere yaptığı kapsamlı vurgu, çeşitli kuramsal yönelimlere sahip terapist kuşaklarını etkilemiş ve muhtemelen Kohut ve diğer analitik yazarların benzer gözlemleri psikanalitik dil içinde dile getirmeye başladıklarında onların takdir edilmesinin zeminini hazırlamıştır.

II. Dünya Savaşı ve Holokost’un yıkıcı etkilerinden büyük ölçüde etkilenen varoluş yönelimli psikanalistler, yüzyılın ortalarında benlik duygusu [sense of self] ve bireyler açısından öz-değer sorununa vurgu yaptılar. Viktor Frankl (1969), savaş öncesi dünyada iyi bir uyum sağlayan niteliklerin, toplama kamplarındaki varoluş dehşetini aşmayı mümkün kılan nitelikler olmadığını belirtmiştir. Savaş zamanı kamp deneyiminden sağ çıkan tartışmalı Bruno Bettelheim gibi Frankl de, insanların aşırı koşullara uyum sağlama biçimlerinde büyük farklılıklar olduğuna dikkat çekmiş ve öz-değeri sürdürebilme kapasitesinin, kişinin cinsellik ve saldırganlıkla başa çıkma becerisinden çok daha fazla, ruhsal olarak hayatta kalmayla ilişkili olduğunu gözlemlemiştir.

Tüm bu etkiler -Kohut’un narsisizm üzerine öncü çalışmasıyla, aynı dönemdeki bebeklik ve erken çocukluk dönemine ilişkin ampirik araştırmalarla birleşerek- psikanaliz içinde hem gelişim kuramını hem de klinik tekniği kendiliğin [self] merkezi rolünü yansıtacak şekilde yeniden tanımlama yönünde bir hareket doğurmuştur. Kişisel kimlik duygusu, bu kimliği doğrulama yolları, kim olduğuna dair bir bütünlük hissi geliştirme kapasitesi ve öz-değeri sürdürme ve onarma stratejileri, dürtü ve savunma gibi kavramların yerini alarak analizde baskın kategoriler hâline gelmiştir. Kendilik psikologları ve öznelerarasılık kuramcıları, insan psikolojisinde neyin merkezi olduğunu anlama biçimimizi öyle bir ölçüde yeniden çerçevelemişlerdir ki, erken Freudcu kuram artık uzak bir akraba gibi görünmektedir. Kendiliğin gelişimi ve bu süreci anlamanın klinik sonuçları hakkında yakın tarihli, sağlam araştırmalara dayanan ve felsefi olarak zengin bir tartışma için Irene Fast’in (1998) “kendilik oluşturma [selving]” [selving: Selving, bireyin kendi kendiliğini (self) kurma, sürdürme ve bütünleştirme sürecini tanımlar.] üzerine çalışmasına bakılabilir. [İlgili kitabın tam adı: Selving: A Relational Theory of Self Organization]

Bu dönüşüm ana akım psikanalizi etkilerken, semptomları ve sendromları artık anksiyeteyi nasıl yönettikleri açısından değil, kendilik sürekliliği ve öz-değer duygularını nasıl destekledikleri açısından yeniden ele alan makaleler arka arkaya yayımlandı. Bunun çarpıcı bir örneği, daha önce yalnızca dürtü ve anksiyete terimleriyle anlaşılan olgular olan mazoşizm ve sadizmin narsisistik işlevlerine odaklanan Stolorow’un 1975 tarihli makalesidir. Bu gelişmelerle paralel olarak, psikanalitik teknik de gözden geçiriliyor ve yeniden tanımlanıyordu. Öznelerarasılık kuramcıları ve kendilik psikologları, terapistin nesnelliği ve yorumunu değil, öznel konumunu ve empatik uyumunu (Stolorow ve diğerleri, 1987; Wolf, 1988; Rowe & MacIsaac, 1989; Shane, Shane & Gales, 1997) vurguluyordu. Teknikteki bu gelişmelere paralel olarak, terapi sürecinde hastanın narsisistik yaralanma yaşamasının kaçınılmaz olduğu fikri kabul görmeye başladı ve bunun sonucunda böyle bir öz-değer krizinin klinik olarak nasıl ele alınacağına dair düşünceler geliştirildi.

Bu alandaki uygulayıcıların çoğu, kuramcılardan çok daha ilerideydi. Tam zamanlı bir terapist olarak insan çok kısa sürede şunu öğrenir: Eğer danışanlarının narsisistik ihtiyaçlarına duyarlı davranmazsanız, ya onları kaybedersiniz ya da terapi sürenizin çoğunu empatik başarısızlıkların sonuçlarını toparlamakla geçirirsiniz. Aslında, The Analysis of the Self [Kendiliğin Çözümlenmesi] (1971) adlı eserindeki girift ve neredeyse anlaşılamaz dile rağmen, Kohut’un 1970’lerin başında terapistler arasında hızla popülerlik kazanmasının büyük ölçüde şuradan kaynaklandığını düşünüyorum: O, normal bir şefkat ve sezgiye sahip terapistlerin zaten yapmakta oldukları şeylere, çoğu zaman kendilerine öğretilen katı teknik eğitimin sınırlarını aşarak yaptıkları şeylere, zarif bir psikanalitik gerekçe sundu. (Bu terapistler, çoğu zaman “bir kuralı çiğnedikleri” endişesini taşıyorlardı -meslektaşım Stanley Moldawsky bu durumu, analistlerin zihinlerinde taşıdığı “Ortodoks Komite”ye gösterilen itaat olarak adlandırır.) Terapistin ara sıra kendisinden söz etmesi, küçük hediyeleri kabul etmesi, destek ve takdir sunması gibi eylemler, Kohut’un formülasyonunda artık Eissler’in (1953) tanımladığı gibi teknikten “parametreler [Parameter, standart psikanalitik çerçevenin dışında kalan ama terapistin teknik gerekçelerle başvurduğu istisnai müdahale biçimlerini ifade eder.]” ya da “sapmalar [deviations]” değil, terapistin danışanına duyduğu saygının ve onu anladığının önemli ifadeleri hâline gelmiştir. “Önce danışanın öz-değerini koru” ilkesi, belki de Hipokrat’ın “Önce zarar verme” ilkesinin psikoterapi alanına en uygun şekilde aktarılmış biçimidir.

ÖZ-DEĞERİN DEĞERLENDİRİLMESİNİN KLİNİK SONUÇLARI

Psikoterapi, öz-değer meseleleriyle çeşitli açılardan ilgilenmek zorundadır.

Öncelikle, danışanın değerler sisteminin bizimkine yeterince yakın olup olmadığını ya da en azından bizim için anlaşılabilir olup olmadığını değerlendirmeliyiz; zira ancak bu durumda, terapi sürecinin iki tarafı da etkili bir biçimde birlikte çalışabilir.

İkinci olarak, terapistler olarak, tedavinin sürdürülebilmesi için danışanın öz-değer duygusunu yeterince korumalıyız; düşüncelerimizi, kişinin gururuna zarar verme riskini en aza indirecek şekilde nasıl ifade edeceğimizi öğrenmeliyiz.

Üçüncü olarak, danışanların öz-değerlerini değerlendirme biçimleri açıkça gerçekdışı ve uyumsuz olduğunda, bu değerlendirme biçimlerini nasıl değiştirmelerine yardımcı olabileceğimiz sorusu gibi zorlu bir meseleyle yüzleşmeliyiz.

Dördüncü olarak, eğer danışanlar, kendilerini makul biçimde gururlandıracak eylemlere yönelten içsel bir pusuladan yoksun biçimde yetiştirildilerse, onlara kendi değerlerini tanımlama ve ifade etme konusunda yardımcı olmamız gerekir.

Beşinci olarak, öz-değerlerini başkalarına zarar verecek biçimlerde pekiştiren bireylerle nasıl çalışacağımızı çözmemiz gerekir.

Şimdi bu soruları ele alacağım.

Bu Kişinin Öz-Değer Gereksinimleri Benim Onunla Etkili Bir Şekilde Çalışmama İzin Veriyor mu?

Terapist olarak eğitimimiz sırasında çoğumuz, örtük biçimde, herhangi biriyle -ya da en azından eğitimini aldığımız türde sorunları olan herkesle- terapötik olarak çalışabilmemiz gerektiği mesajını alırız. Ancak birkaç yıllık uygulama, çoğumuza hangi tür insanlara yardımcı olabildiğimizi ve hangi tür danışanları yönlendirmemiz gerektiğini öğretmeye yeter. Örneğin, bazı meslektaşlarım travma yaşamış kişilerle çalışmayı çok severken, bazıları bu tür danışanları baştan kendi çalışma alanlarının dışında tutar. Bazı terapistler, sınır kişilik örgütlenmesi yelpazesinde yer alan danışanların yoğunluğundan enerji alırken, bazıları bu hastaların ortaya çıkardığı duygulanım fırtınalarına tahammül edemez. Terapist arkadaşlarım arasında, şizofreni tanısı olan bireylerle, duygusal açıdan gelişimsel olarak geride kalanlarla, öğrenme güçlüğü yaşayanlarla ya da geriatrik (yaşlı) popülasyonla çalışmak için özel bir yeteneğe ve eğilime sahip olanlar var. Diğer bazı meslektaşlarım ise bu gruplardaki bireylerle çalışmayı hayal bile edemez. Bu tür eğilimler yalnızca farklı eğitim deneyimlerinin ve teknik yeterliliklerin yansıması değildir; aynı zamanda terapistlerin kişiliklerinin temel özelliklerini, özellikle de öz-değerlerini sürdürme ve onarma ihtiyaçlarını karşılama biçimlerindeki farklılıkları yansıtır.

Birkaç yıl önce tedavi ettiğim bir sosyal hizmet uzmanı, terapistler tarafından genellikle çekici bulunmayan bir danışan grubu olan ağır ve derin düzeyde zihinsel engelli bireylere yardım etme konusunda olağanüstü yetenekliydi. Birlikte, bu işe duyduğu güçlü aidiyet hissinin, ağır depresif ve alkolik annesine “ulaşamamış” olmasından kaynaklanan öz-değer yarasının bir sonucu olduğunu fark ettik. Neredeyse herkesin “ulaşılamaz” olarak gördüğü bir grupla çalışarak, çocukluğunda yaşadığı yetersizlik duygusunu onarıyor ve incinmiş gururunu iyileştiriyordu. Özgecilik [altruism] üzerine yaptığım araştırmalarda incelediğim bir başka kadın ise, yalnızca çoğu insan için itici değil, aynı zamanda tehlikeli de olan cezai ehliyeti olmayan akıl hastalarıyla çalışmayı kendine bir meslek edinmişti. Onun öz-değer yapısı, kendisini İsa’nın şu sözünü tekrar tekrar vurgulayan Metodist papaz babasıyla özdeşleştirmesini yansıtıyordu: “Bu en küçük kardeşlerimden birine yaptığınız her şeyi bana yapmış oldunuz (Matta 25:40). Yaptığı işten büyük tatmin duyuyordu ve cezaevi sakinleri de onu çok seviyordu.

Psikoterapi sürecini terapist açısından harekete geçiren duygusal lokomotifin, kendi öz-değerini destekleme ve onarma fırsatı olduğunu kabul edersek, narsisizmi terapistininkinden köklü biçimde farklı varsayımlara dayanan biriyle çalışmanın terapist için ne denli sorunlu olabileceğini de anlayabiliriz. Örneğin, pek çok psikoterapist psikopatik hastalarla ne rahat ne de etkili bir biçimde çalışabilir. Terapistlerin öz-değeri genellikle sevgi dolu davranmaya dayalıdır; terapistler, otantik ve başkalarıyla bağlantılı olabilecekleri fırsatları tercih ederek, çoğunlukla çıplak gücü ve maddi kazancı reddederler. Samimiyeti ve bağ kurmayı küçümseyip, bunun yerine kendilerini iyi hissedebilmek için güç ve servete ihtiyaç duyan kişiler terapistlerde derin bir rahatsızlık yaratabilir. Kişi, duygusal olarak yabancılaştığı ya da küçümsediği biriyle sağlıklı bir şekilde çalışamaz; öz-değer yapısında güçle ilişkili bir alan bulamayan klinisyenler, antisosyal bireylerle çalışmaktan kaçınmalıdır. Benzer şekilde, birçok terapist de kendilik bozukluğu olan hastalardan uzak durur; çünkü narsistik bir kişinin her ne pahasına olursa olsun başkalarını etkileme ihtiyacı, terapistin daha içsel ve ilkesel öz-değer ölçütleriyle çatışabilir ya da terapistin kendi farkına varılmamış narsisizmine dair bilinçdışı utancını harekete geçirebilir.

Değerleri ve inançları terapistinkilerden belirgin biçimde farklı olan bir hastayla çalışılıp çalışılmayacağı sorusu, yalnızca hastanın psikopatolojisi kategorisiyle sınırlı değildir. Dini duygusallığa yönelik küçümsemesiyle gurur duyan bir terapist, öz-değeri Tanrı’yla samimi bir bağ sürdürmeye dayanan bir hastayı tedavi etmeye kalkışmamalıdır. Cinsel sadakati temel bir değer olarak benimseyen bir terapist, öz-değeri tekrarlayan cinsel fetihlere dayanan bir danışanı anlamakta ve onunla çalışmaktan keyif almakta zorlanacaktır. Narsisizmi, ihtiyaç içindeki danışanlara düşük ücretle hizmet verme ilkesine bağlı olan bir klinisyen ise, narsisizmi büyük paralar kazanma üzerine kurulu bir danışanla pek de uyumlu olmayacaktır.

Bu tür değerlendirmeler yalnızca terapistin empatisine erişilemediği durumlarda, yani terapist ile danışan arasında çok büyük farklar olduğunda değil, başka nedenlerle de önemlidir. Terapistin, hastanın değerlerini kabul etmekte hiçbir zorluk yaşamasa bile, terapi sürecine katılan iki tarafın öz-değer gereksinimleri arasında ciddi uyumsuzluklar varsa, danışanın terapistiyle özdeşim kurma ve terapötik fayda sağlama kapasitesi de sekteye uğrar. Bu sorunu açıklamak için kendimi bir örnek olarak kullanayım: Standart ücretim her zaman makul düzeyde olmuştur ve her zaman belirli sayıda danışanı düşük ücretle kabul etmişimdir. Bu uygulama benim için mümkündür çünkü ev ofisinde çalışıyorum, genel giderlerim düşüktür ve eşim iyi kazanan birisidir. Aynı zamanda, köken ailemin maddi olarak rahat olması ve beni parayla ilgili kaygılarla yetiştirmemiş olması gerçeğini de yansıtır. Ancak en temelde, danışan yelpazemi yalnızca üst orta sınıf ve daha varlıklı bireylerle sınırlamama yönündeki tercihimle ilgilidir. Bu, benim ego idealimin bir parçasıdır ve muhtemelen varlıklı ve idealist 1960’larda yetişmiş olmamla ilişkilidir -aşırı hırslı olmamak, parayı diğer değerlere üstün tutmamak ve dezavantajlı ya da marjinal gruplardaki insanlara yardım etme fırsatından kendimi soyutlamamak yönündeki bir idealdir. (Daha şüpheci bazı arkadaşlarım ve meslektaşlarım bu durumu mazoşizm olarak da yorumladılar; eğer haklılarsa, bu mazoşizm umutsuz biçimde ego-sintoniktir.)

Ancak geçmişi ve mevcut yaşam koşulları benimkilerden farklı olan biri için paranın öz-değer açısından ne denli merkezi olabileceğini anlamakta zorlanmıyorum. Ve her ne kadar cömert davranmaya özen göstersem de, paraya sahip olmayı seviyorum. Parayı biriktirmekten hoşlanan insanlarla empati kurmak benim için zor değil. Bu nedenle, temel güdüleri benimkinden daha fazla maddi kazanca odaklı olan kişilerle çalışırken bir sorun yaşayacağımı beklemiyordum. Ama fark ettim ki, onlar benimle çalışmakta zorlanıyorlardı! Danışanlarım, makul ücretler almamın ya çok yetkin olmadığım, ya kendimi pek değerli hissetmediğim, ya açıklanamaz biçimde kendime zarar verici davrandığım, ya da paranın peşinden koşanlara karşı kendimi ahlaki olarak üstün gördüğüm anlamına geldiğini varsaydılar. Sonunda şu kararı verdim: Kişisel değer ile maddi değer arasında güçlü bir bağ kuran danışanlar söz konusu olduğunda ya yüksek bir ücret talep etmeliyim (bu karar çok da acı verici olmadı), ya da bu tür danışanları, ücretiyle, arabasıyla ve ofisiyle maddi refahını sergileyen terapistlere yönlendirmeliyim.

Başka bir deyişle, bazı danışanlar için benim mali düzenlemelerimi aramızdaki basit, sorun yaratmayan bir fark olarak görmekte zorlandıklarını kabullenmem gerekti. Bu durum başlangıçta beni şaşırttı -özellikle de, masraf açısından tasarruf ettikleri için memnun olacaklarını varsaydığım için. Ancak sonradan düşündüğümde, bu tutumları bana anlamlı gelmeye başladı. Çünkü öz-imgelerimizi destekleyen şeyler arasında önemli bir fark vardı ve bu nedenle maddi yönelimi güçlü olan danışanlar, ya kendi gururlarını koruyabilmek için beni değersizleştirmek zorunda kalıyorlardı, ya da alternatif olarak, paraya kayıtsız olduğumu varsayarak beni idealleştiriyor, bunun yan etkisi olarak da kendilerini ahlaki olarak aşağıda hissediyorlardı. Oysa bu, terapötik işbirliğine dayalı bir sürece başlamak için iyi bir duygusal zemin değildir.

Özel çalışan terapistlerin ücret belirleme uygulamalarına ilişkin araştırmalar (Lasky, 1984; Liss-Levinson, 1990), benim benimsediğim uygulamanın ve bunun gerekçesinin, cinsiyetimle örtüşen kişiler arasında oldukça yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Kadın ve erkek terapistler arasında, kendi belirledikleri ücretlerde dikkat çekici bir fark vardır; bazıları bu farkı, çoğu kadın terapistin öz-değerinin erkek meslektaşlarına kıyasla daha zayıf olduğunun bir göstergesi olarak yorumlayıp üzülmektedir -başka bir deyişle, eğer kadınlar kendileri hakkında daha olumlu hissetselerdi, erkekler kadar ücret talep ederlerdi. Ben bu cinsiyet farkını, kadınlara özgü duygusal gerçeklikler ve buna bağlı öz-değer yapısı üzerinden anlamayı tercih ediyorum. Kadınlar sıklıkla, evrensel olarak değerli olduğu kabul edilen işler için ücret almazlar. Hırslı ve gelir elde eden kadınlar bile, çocuklarını yetiştirmek için çalışma saatlerini azaltmak ya da işe ara vermek zorunda kaldıklarında, kendilerini maddi kazançla ölçülmeyen standartlarla değerlendirmezlerse kronik olarak depresif hissedebilirler. Cinsiyet ve ücret belirleme konusundaki verilerin, çoğu kadın terapistin kendini değersizleştirdiğini değil, onların öz-değerinin erkeklerin çoğuna kıyasla gelirle daha az ilişkili olduğunu gösterdiğine inanıyorum (bkz. Liss-Levinson, 1990).

Terapistler üzerindeki duygusal stresler, psikoterapiyi iyi bir şekilde yapmayı zorlaştırır. İdeal koşullar altında, uygulama biçimimiz hakkında karar verebileceğimiz yeterli mesleki özerkliğe sahip oluruz. Ancak ideal koşullar mevcut olmadığında, yapabileceğimiz en iyi şey, kendimizi daha iyi tanımaya dayanarak çalışmamızı geliştirmeye çalışmaktır. Psikanalitik enstitülerde uzun süredir geçerli olan “adayların analizden geçmesi gerekir” kuralının gerekçelerinden biri de, bu sürecin bireyin kendi kişiliğinin ve öz-değer yapısının açık olmayan yönleriyle temas kurmasını sağlamasıdır. Analiz sürecinde, etik değerlere bağlı, yasalara saygılı insanlar, içlerinde suçluyu hayranlıkla izleyen yanlarına erişmeyi öğrenirler; cömert kişiler açgözlülüklerini, cinsel olarak tutucu olanlar arzularını keşfeder; dürüstlüğe önem verenler ise kendilerine ve başkalarına uyguladıkları küçük aldatmacalarla yüzleşir. Kişisel sahnemizde yalnızca kısa bir rol oynayan tutumlara başkalarının öz-değerini büyük ölçüde bağlamasını anlamak, sanıldığı kadar büyük bir sıçrama değildir. Yoğun bir terapi süreci olmaksızın bile, kişi kendi reddedilmiş benlik yönlerine erişimini genişletmeye çalışabilir -ve bu çabanın ödülü, terapötik içgörüyle birlikte yardım edebileceği danışan yelpazesinin de giderek genişlemesidir.

Danışanın Öz-Değerine Zarar Vermeden Ona Nasıl Yararlı Bilgiler Verebilirim?

Terapistin, söylediği pek çok şey doğası gereği yaralayıcı olduğundan, danışanın öz-değerini koruyacak müdahale yolları bulması gerekir. Hakkımızda daha önce bilmediğimiz bir şeyi biri bize söylediğinde hepimiz en azından bir irkilme yaşarız. Öğrenmek isteriz, ama öğretilmek aşağılayıcı gelir. Bu nedenle, her psikoterapötik yorum aslında bir narsisistik yaralanmadır. Terapi sanatının öğretiminde merkezi odak, danışanın değişebilmesi için bilmesi gereken şeyleri, onun öz-değerine mümkün olan en az zarar vererek nasıl aktaracağımız olmalıdır. Bu beceri sıklıkla “incelik [tact]” olarak adlandırılır (Greenson, 1967); ancak bazı danışanların duygularını korumak için sıradan bir incelik yeterli değildir; [söz konusu beceri] onların gururlarını neyin desteklediğini ve neyin zedelediğini çok daha özgül biçimde anlamayı gerektirir.

Klasik analitik teknik, mümkün olan her durumda, içgörüye ulaşan kişinin danışanın kendisi olması gerektiğini; yorumların, serbest çağrışımlarından, rüyalarından ve aktarım tepkilerinden danışan tarafından türetilmesi gerektiğini savunur (Strachey, 1934; Fenichel, 1945). Analistin etkinliği, benliğe dair bastırılmış bilgilerin bilinçdışında kalmasına neden olan dirençleri ortadan kaldırmakla sınırlı olmalıdır. Bu kuralın gerekçelerinden biri, analistin danışanın materyaline, danışanın deneyiminden ziyade kendi ön kabullerinden türeyen anlamlar yükleme riskini azaltmaktır. İyi yürütülen bir analizde, zaman zaman hem analist hem de danışan, danışanın bilinçdışından ortaya çıkan şeyler karşısında şaşırabilmelidir (Reik, 1948). Ancak klasik teknik yaklaşımın daha az tartışılan bir gerekçesi de, danışanın öz-değeri ile ilgilidir. Bir kişi, bir içgörüyü kendi başına bulduğunda yaşanan narsisistik yükseliş, daha önce bunu kendiliğinden bilememiş olduğunu kabul etmenin yarattığı narsisistik yarayı telafi eder.

Uyumlanma [attunement] ve empatiyi [empathy] üstün rollere yükselterek (örneğin bkz. Wolf, 1988; Shane vd., 1997), kendilik psikolojisi yönelimli uygulayıcılar, bir hastanın öz-değerini koruma konusunda klasik analistlerden bile daha ileri giderler. Kendilik psikolojisi hareketinin ivme kazanmasının, terapistlerin gitgide daha fazla sayıda danışanın geleneksel direnç çözümlemesine ve sahiplenilmeyen yönelimlerin açığa çıkarılması davetine tahammül edemediğini keşfettikleri bir döneme denk gelmesi muhtemelen tesadüf değildir. Tüm terapistler, empatik ve destekleyici olacağı varsayılan bir yorumun, danışan tarafından sanki sadistik bir eleştiriymiş gibi algılanmasına dair şoku bilirler. Bu fenomen, özellikle narsisistik ve sınırda yapıda olan hastalarda dikkate değerdir; nitekim bu tür bir tepki, artık bu yapıların tanısal bir işareti olarak yaygın biçimde kabul edilmektedir.

Bu tür sorunlara sahip insanların sayısı, yirminci yüzyılın ikinci yarısında artıyor gibi görünüyordu -ya da en azından bu kişiler çok daha sık biçimde terapistlere başvuruyordu- (daha önce de belirttiğim gibi, çağdaş kültürün birçok yönü bu olguyu oldukça anlaşılır kılmaktadır). Nevrotik düzeydeki danışanların aksine, onlara kendi başlarına fark etmedikleri bir şey söylendiğinde duydukları acı, terapistin yardımcı olma niyetini takdir etmeleri sayesinde hafiflerken, sınırda ve narsisistik yapıdaki hastalar yalnızca saldırıya uğramış hissederler. Bu doğrultuda, yakın dönem teknik literatürümüzün büyük bir kısmı, bu vahşice eleştirilme hissini nasıl azaltabileceğimiz, danışanın öz-değerini nasıl koruyabileceğimiz ve terapistin anlamaya ve yardım etmeye çalışırken kaçınılmaz olarak yaraladığı bu öz-değeri nasıl onarabileceğimiz konularında öneriler geliştirmeye yönelmiştir.

Yirminci yüzyılın sonlarında psikanalitik metapsikolojide gerçekleşen, tek kişilik bir modelden iki kişilik bir modele geçiş (Aron, 1990; Mitchell & Black, 1995), kısmen öz-değer meselelerine yönelik klinik ilginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Analist, danışanın “malzemesini [stuff]” üzerine yansıttığı nesnel bir dış gözlemci rolünü benimsemek yerine, terapist ile danışan arasında olup bitene kendi katılımını ve katkısını kabul ettiğinde, danışan, aralarındaki şeyler hakkında duyduğu utanç yükünü daha az taşır. İntersubjektivistlerin aktarımın birlikte inşa edildiğini ve her etkileşimin iki kişilik bir doğası olduğunu bu kadar ısrarla vurgulamalarının nedenlerinden biri, terapötik süreçte ortaya çıkan zorlayıcı duygusal durumlara analistin katkısını üstlenmesinin, danışanın öz-değerinin yaralanma olasılığını önemli ölçüde azaltmasıdır.

Kendilik psikolojisi ve intersubjektif yaklaşımlar içindeki yazarların teknik önerilerine ek olarak, danışanların öz-değerine zarar vermeden potansiyel olarak faydalı bilgileri paylaşmak isteyen terapistler için çok sayıda yararlı kaynak bulunmaktadır. Destekleyici terapi üzerine yakın dönem yazılar (örn. Pinsker, 1997), sınırda ve narsisistik danışanlarla yapılan terapi (örn. Meissner, 1984; Kernberg, Selzer, Koenigsberg, Carr ve Appelbaum, 1989), ve madde kullanımı sorunları olan kişilerle tedavi (Levin, 1987; Richards, 1993) üzerine çalışmalar, terapistin değişimi teşvik ederken hastada yaralanmayı en aza indirme yolları konusunda zengin fikirler sunmaktadır. Lawrence Josephs’in Balancing Empathy and Interpretation (1995) adlı eseri, karakter patolojisi ve kırılgan öz-değer taşıyan biriyle çalışırken karşılaşılan teknik zorluklara dair özellikle faydalı bir tartışma içermektedir. Son olarak, Sue Elkind (1992), duygusal olarak incitici çıkmazlardan kurtulamayan terapötik ikililere danışmanlık süreci üzerine değerli bir kitap yazmıştır.

Okuyucuyu bu tür metinlere yönlendirmenin yanı sıra, danışanın öz-değeriyle ilgili önemli sorunları olduğunun değerlendirildiği bir durumda başvurulabilecek teknik bir uygulamaya dair bir örnek sunmak isterim. Belirgin narsisistik kırılganlık gösteren bir kişiye nihayetinde önemli ama potansiyel olarak incitici bir düşünceyi aktarmanın bir yolu, bu müdahaleyi öyle bir şekilde sunmaktır ki danışan yalnızca eleştirilmiş değil, aynı zamanda takdirle kabul edilmiş hissetsin. Bu tür ifadeler gerçek olmalıdır; aksi takdirde içi boş ve manipülatif olarak algılanır. Ancak genellikle bir terapistin, danışan hakkında gerçek anlamda övgüye değer unsurlar bulması kolaydır. Örneğin, sıklıkla şöyle şeyler söylediğimi fark ediyorum:
“Siz gerçekten ilginç bir kişisiniz. Bir yandan çok yetkin ve kendini iyi ifade eden birisin, öte yandan bazı durumlarda tamamen felç olmuş gibi kalabiliyorsun.” Ya da: “Sizi sosyal bir ortamda tanısam, bu kadar çok kaygı taşıdığınızı asla anlamazdım. Dış görünüşünüz oldukça kendine güvenli, ama ne kadar korku yaşadığınızı yalnızca siz anlattığınızda anlayabiliyorum.” Bu tür ifadeler, utancı dengelemeyi amaçlar; çünkü eğer yalnızca, sempatik ve nazik bir tonla dahi olsa, “Bazı zamanlar çok felç olmuş gibi görünüyorsunuz” ya da “Kaygı sizin için büyük bir sorun” gibi bir gözlemde bulunsaydım, yaralanma riski daha yüksek olurdu.

Bu tür müdahalelerde, danışanın öz-değerinin hangi özgül temellere dayandığını bilmek yararlı olur. Zekâsıyla gurur duyan bir kadın, entelektüel kapasitesi aynı anda takdir edildiğinde, eksikliklerine yönelik dikkatleri kabul edebilir (“Bu kadar yüksek zekâya sahip biri için, duygusal zorlukları yalnızca entelektüel güçle çözememek mutlaka hayal kırıklığı yaratıyordur”). Kendini incelikli, hassas bir duyarlılıkla donanmış biri olarak gören bir erkek ise, genellikle kendi mutsuzluğundaki payını kabul edebilir -duyarlılığı bu süreçte açıkça tanındığı sürece (“Bu tür evlilik sorunları daha az hassas birini rahatsız etmeyebilir ama sizin için bunlarla yüzleşmek önemli”). Dolayısıyla, bir bireyin öz-değerini destekleyen şeyin ne olduğunun değerlendirilmesi, teknik açısından oldukça somut ve pratik sonuçlar doğurur.

Bu kişinin maladaptif öz-değer örüntüsünü nasıl dönüştürebilirim?

Çok sık olarak, bir kişinin tedaviye başvurma nedeni, hayat koşullarının artık beslemediği yerleşik bir öz-değer kaynağını terk edememesiyle ilgilidir. Hepimiz, eski bir futbol kahramanının başka yollarla kendini önemli hissetmeye geçiş yapamayıp, atletik becerilerinden başka bir temele dayanmayan bir öz-değer duygusu yerine, zafer dolu günlerine dair içkili anılara tutunduğu örneklerle karşılaşmışızdır. Bir başka kültürel klişe, gerçeklik payı da barındıran biçimiyle, yaşlandıkça depresyona ya da madde kullanımına yönelen eski güzel kadındır; çünkü öz-değeri tümüyle gençlikteki çekiciliğine bağlıdır. Bazen terapistler olarak, önleyici biçimde, genç bir kişinin öz-değer kaynaklarını genişletmek için çalıştığımızın farkında oluruz; böylece zaman içinde, ‘masum genç kız’, ‘yükselmekte olan parlak genç adam’, ‘spor yıldızı’ ya da ‘seks sembolü’ gibi kaybedilecek rollerin yerine daha kalıcı gurur kaynakları konulabilir.

Bazen sadece yaşamın rastlantıları, bir kişinin olumlu öz-değer hissi geliştirmek için kullandığı, aslında etkili olan stratejilerini yerle bir edebilir. Birlikte çalıştığım bir kadın, öz-değerini aşırı yardımseverlik ve vicdanlılık üzerine kurmasına yol açan bir yaşam öyküsüne sahipti. Annesi, sınırlı kaynaklara sahip kalabalık bir ailenin birkaç çocuğundan biriydi ve zekâsı nedeniyle üniversiteye gönderilecek çocuklardan biri olarak seçilmişti. Ancak, danışanım annesinin hamile kalmasıyla bu plan değişti. Ailenin çözümü, danışanımın annesinin kız kardeşi tarafından büyütülmesi oldu. Bu kadın daha az zeki görüldüğü için, bebeğe bütünlüklü bir aile ortamı sunabilmek adına, muhtemelen normalde yapacağından daha erken evlendi.
Çocukken bu kadın, kendi varlığının doğum annesi için büyük bir sorun yarattığını ve teyzesine de yük olduğunu derinden hissetti. Ayrıca, teyzesinin ve eniştesinin (kadının “anne” ve “baba” olarak adlandırdığı kişiler) daha sonra sahip olduğu çocuklardan kendi doğumuna dair gerçek saklandığı için, utanç verici bir sırla yalnız başına yaşamak zorunda kaldı. Başkalarına bakmak, kendisi için hiçbir şey istememek ve dünyadaki varlığının bir yük değil, bir katkı olduğunu kanıtlamak, onun öz-değerinin merkezi hâline geldi.

Çocukluğuna ait açmazına bulduğu bu çözüm, ellili yaşlarının ortalarına kadar oldukça işe yaradı. Kendini adamış bir anne, güvenilir bir komşu, vicdanlı bir arkadaş ve bu öykü açısından en önemlisi, çalıştığı büyük şirketin örnek bir çalışanıydı. Yetişkin yaşamının büyük bir bölümünde kendisi hakkında makul ölçüde iyi hissetmişti. Ancak bana geldiğinde, neredeyse ölüm döşeğindeydi; yeni yöneticisiyle baş etmeye çalışmanın yarattığı stres onu bu hâle getirmişti. Bitkindi, umutsuzdu ve kalp ağrısı ile çarpıntıların eşlik ettiği panik ataklar geçiriyordu; iki doktor bu belirtilerin bir kalp hastalığını işaret edebileceğini ya da böyle bir rahatsızlığa yol açabileceğini düşünmüştü. Yaklaşık otuz yıllık değerli hizmetin ardından, küçülme operasyonuna kurban gitmişti; en maliyetli çalışanlardan kurtulmak için görevlendirilen bir “kıyıcı kadın” getirilmişti (bu, onun koşullarına dair paranoyak bir yorumu değildi; başka kaynaklardan da bunun gerçekten böyle olduğunu öğrenmiştim). Yeni amiri, yaptığı her işte kusur buluyordu; o daha çok çalıştıkça eleştiriler daha da ayrıntılı ve acımasız hâle geliyordu. Kendisini değerli hissetmesini sağlayan eski yollar, artık onu istemeyen bir sistemde işe yaramıyordu ve öz-değerini başka bir baş etme biçimine dayandıracak esnekliğe sahip değildi -örneğin üretkenliğini azaltmak ve görünmez olmaya çalışmak, diğer çalışanlarla örgütlenmek, dava açmak ya da daha iyi bir işe geçmek gibi. Bunun yerine sadece daha çok çalışmaya devam etti. Terapinin en büyük güçlüklerinden biri, onun öz-değerini, kendisini samimiyetsiz ve doyumsuz taleplere adamaktan başka alanlarda bulmasına yardımcı olmaktı.

Bu danışanın bir ölçüde kendini feda edici bir kişilik yapısı vardı ve yaşamındaki otoriteler aşağı yukarı iyicil olduğu sürece bu yapı kendisi için bir sorun teşkil etmiyordu. İnsanların terapiye başvurma nedenlerinde sıkça olduğu gibi, kader ona alışagelmiş savunmalarının işe yaramadığı bir durum sunmuştu. Bu savunmaların farkına varmanın yanı sıra, kendine zarar verici bir karakter yapısını anlamanın yollarından biri de bunu öz-değer gereksinimleri bağlamında değerlendirmektir: Karakterolojik olarak mazoşist kişiler, öz-değerlerini özveri ve başkalarına bakım sağlama üzerinden inşa ederler. Kişilik bozukluklarının çoğu, bireylerin ait oldukları kategoriye göre öz-değerlerini nasıl sürdürdükleri açısından benzer biçimde tanımlanabilir. Örneğin, psikopatik kişi heyecan ve güç aracılığıyla kendini yüceltilmiş hisseder; narsisistik kişi başkalarının onayında ve takdirinde kendini parlatır; şizoid kişi yaratıcı özgünlüğe ulaşmayı arzular; depresif kişi temel kabul görme ve başkalarına yakınlık kurma özlemi içindedir; obsesif-kompulsif kişi ise kontrol hissini arar.

Öz-değerlerini yalnızca tek bir zemine dayandırmak, özellikle hızla değişen bir dünyada, bireyler için tehlikelidir. Esnek olmayan kişilik yapısına sahip kişilerle çalışırken klinisyenler, sezgisel ya da bilinçli bir şekilde, danışanlarının öz-değerlerini türettikleri ölçütleri genişletmeye çalışırlar. Böylece, antisosyal kişide dürüstlükten gurur duyma kapasitesini geliştirmeye, narsisistik kişide içsel bir sese yanıt verebilirliği artırmaya, şizoid kişide gündelik toplumsal ikiyüzlülüklere hoşgörü göstermenin verdiği hazza alan açmaya, depresif kişide öfke riskini göze almaktan gurur duymayı teşvik etmeye, mazoşist kişide kendini ortaya koyma davranışından keyif alabilmesini sağlamaya ve obsesif-kompulsif kişide akışa ayak uydurabilme becerisinden memnuniyet duymasını mümkün kılmaya çalışırız. İnsanların, kendilerini değerli hissetmelerinin başat yollarına yabancı olan (egodistonik) tutumları fark etmelerini sağlamaya çalışırız. Bunun da ötesinde, bu eğilimlerden haz almalarına ve bunlarla gurur duymalarına yardımcı olmaya gayret ederiz (Silverman, 1984; Hammer, 1990).

Bu kolay bir şey değildir. Bir kişinin temel ilkeleri sorgulandığında, o kişi daha esnek olmayı düşünmektense terapistin ahlaki olarak yozlaşmış olduğunu düşünmeye daha yatkındır. Bir kişinin içselleştirdiği standartların sorgulanması, o kişinin benimsediği fikirleri taşıyan erken dönem sevgi nesnelerinin eleştirilmesi anlamına gelir; bu da, kişinin içselleştirdiği bakımverenlerden daha fazla psikolojik ayrışma yaşamasını gerektirir ki bu da yabancı ve hatta tehlikeli gelebilir. Öz-değere erişim yollarını genişletmeye yönelik önerilerde bulunmadan önce, bir terapistin genellikle, danışanın gurur duyma çabalarını ve utanmaktan kaçınmak için yıllar içinde geliştirdiği yöntemleri ne kadar derinden takdir ettiğini iletmesi gerekir. “Kontrol sahibi olmak sizin için çok önemli görünüyor” ya da “Takdir edilmediğinizde çok yıkılmış hissediyor gibisiniz” gibi ifadeler, bir terapistin danışanın öz-değer sistemine dair anlayışını ifade ettiği yorumlara örnektir. Ancak bu basit yansıtmalarda bile örtük bir mesaj vardır: “Bu kadar çok kontrole ihtiyaç duymadan da kendini iyi hissedebilmek mümkün” ya da “Fark edilmemekten doğan hayal kırıklığını daha hızlı atlatmak mümkün.” Freud’un yapısal kuramının diliyle ifade edecek olursak, danışan, süper-egosu için ego-sintonik olan bir şeyi artık ego-distonik hâle getirmeye teşvik edilmektedir. Danışanların kendi öz-değer düzeneklerine bir miktar nesnellik geliştirme süreci yavaştır; ancak iyi bir tedavinin en olumlu çıktılarından biri, birçok kaynaktan beslenebilen daha dirençli bir öz-değer yapısının gelişmesidir.

Klinik çalışmalarda sık karşılaşılan bir durum, öz-değerini yalnızca “iyi” düşünceler düşünmek ve yalnızca “iyi” duygular hissetmek koşuluna bağlamış depresif bir danışanla çalışmaktır. “Bu korkunç bir şey değil mi?” diye sorar böyle bir danışan, kayınvalidesinin ölüp gitmesini dilemiş olmak gibi oldukça sıradan bir düşünce-suçunu itiraf ettikten sonra. Bu tür durumlarda terapistler, oldukça doğrudan bir biçimde eğitici müdahalelerde bulunmak zorundadır: Duygular ve düşünceler kimseye zarar vermez; düşmanca tutumlara sahip olmak normaldir; kişinin kendini yargılaması için makul tek zemin, nasıl hissettiği değil, nasıl davrandığıdır; eğer hepimiz geçici ve özel dileklerimiz üzerinden yargılansaydık, Cehennem’de ciddi bir nüfus yoğunluğu sorunu olurdu.

Ayrıca, terapistin süperego’yu hafif alaycı bir şekilde sorgulaması da yardımcı olur: “Ah, unuttum. Size kötü davranan birine karşı düşmanca duygular hissetmeyecek kadar naziksiniz.” Bu türden bir müdahale bazen öfke uyandırır -ki bu kötü bir şey değildir. Terapistin bu öfkeli tepkiyi kabul etmesi, danışana olumsuz bir duyguyu ifade etmenin daha fazla yakınlık yaratabileceğini, samimiyetin “iyi” olmaktan daha iyi hissettirdiğini ve mutlaka reddedilmeye yol açmadığını deneyimleme fırsatı verir. Danışan kendini saldırıya uğramış hissedebilir, fakat burada hedef alınan şey tüm kişiliği değil, onun kendine saldıran yönüdür. Bu türden bir destek, depresif bireyler için, yalnızca olumlu geri bildirim ve bilgilendirmeye kıyasla çok daha etkili görünmektedir. Eğer bir kişi, çarpıtılmış bir öz-değer standardına sahipse, terapistin bu standardı hafifçe alaya alan sorgulaması -tabii ki iyi bir terapötik ilişki kurulmuşsa- oldukça güçlü bir terapötik etki yaratabilir.

Bu hastaya makul bir öz-değer temeli oluşturmada nasıl yardımcı olabilirim?

Analistler onlarca yıldır, aşırı katı bir süperego’yu yumuşatmanın, zayıf bir süperego’yu güçlendirmekten daha kolay olduğunu belirtmişlerdir. Öz-değeri, gerçekçi olmayan derecede talepkâr içsel ahlaki standartlardan türeyen hastalar, zaman içinde kendilerine karşı daha az sert olmaya yönlendirilebilirler. Bu kişiler, terapistin yargılayıcı olmayan ilgisiyle özdeşim kurarlar. Sert yargılarının çocukça, ya hep ya hiç niteliğini fark ederek zamanla yumuşayabilirler. Öz-değer yapılarını, bir alanda gevşerken başka bir alanda telafi edici biçimde daha talepkâr hâle gelerek yeniden düzenleyebilirler -örneğin, analitik terapide, birçok hasta “bencilliklerini” kabul etmenin getirdiği narsisistik yarayı, kendilerine karşı daha dürüst olmanın verdiği bir gurur duygusuyla telafi eder. Öte yandan, öz-değeri geçici hazlardan ve heyecanlardan, otoriteleri alt etmekten ya da başkalarına suç yüklemekten kaynaklanan bir kişiye, terapistin bu öz-değer arayışını uzun vadeli bir özsaygı ihtimali sunan alanlara yönlendirmede yardımcı olması oldukça zordur. Narsistik yönelimli ve dürtüsel kişilerle çalışmanın zorlayıcı yönlerinden biri, kendilerini iyi hissetme yollarının nihayetinde tatmin edici olmaması ve kendini sabote etmesi, ancak bu kişilerin başka türlü haz alma yollarını hayal bile edememeleridir.

“İyi hissettiriyorsa yap” anlayışı, uzun vadede tatmin edici bir yaşam için pek etkili bir reçete değildir. Kültürümüzdeki birçok insan -muhtemelen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde geçen “mutluluğu arama hakkı”na dayanarak- yalnızca istedikleri şeylerden yeterince elde ederlerse kendilerini iyi hissedeceklerine inanırlar. Oysa psikanalitik araştırmaların önemli bulgularından biri, arzularımızın hem sınırsız hem de çatışmalı olduğudur. Bu durumda, yaşamdan memnuniyet duymanın yolu birikim (eşya, deneyim ya da ün) değil, sahip olduklarımızdan keyif almanın yollarını bulmaktır. Aşırı bir puritanizm çağrıştırmamak kaydıyla, haz alımını erteleyebilme kapasitesinin ödülleri vardır. Ahlaki açıdan bizi zedeleyeceğini düşündüğümüz bir şeyden feragat etmek, anlık hazza yönelmekten daha kalıcı bir öz-değer duygusu yaratır.

İçsel kaynaklar olmaksızın öz-değeri dışsal kaynaklardan elde etmeye çalışmak, hastayı kalıcı duygusal tatmin ve gurur olasılığı taşımayan bir dizi boş serüvene mahkûm eden bir yaşam yönelimi oluşturur. Danışanlar bunu bir düzeyde bilirler. Narsistik yapılanmaları olan kişiler, yaşamlarını kurdukları yapının aslında ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hissetmeye başladıkları kırklı yaşlarda ya da daha sonra terapi arayışına girerler. Hatta antisosyal kişiler bile, eğer başıboş gençlik dönemlerinden sağ çıkarlarsa, zamanla az çok yasalara uyan bireyler hâline gelebilirler. On iki adım programlarının Tanrı ile bağlantıya yaptığı vurgu, dürtüsellik psikolojisinden özdenetim psikolojisine geçişin, ahlaki bir otorite imgesinin içselleştirilmesi olmadan mümkün olamayacağına dair yaygın bir anlayışı yansıtır.

Narsistik yapılanmaları olan kişilerin eleştiriye aşırı duyarlılığı, terapistlerin bu kişilere utançtan kaçınmaları ve gurur duymaları için halihazırda kullandıkları yollar dışında başka yollar önermesini oldukça zorlaştırır. Yine de, bir terapistin, bir danışan ona yalnızca artık çalışmak istemediği için işten hiçbir bildirimde bulunmadan ayrıldığını söylediğinde şöyle demesi bir tohum ekebilir: “Bu muhtemelen iyi hissettirmiştir. Ama öz-değeriniz ne olacak? Bir süre daha dayanmış olsaydınız, kendini daha iyi hissetmez miydiniz?” Dikkat ederseniz terapist burada kişinin davranışını doğrudan eleştirmek yerine, kendilik değerlendirmesi meselesini danışanın denetimine bırakmaktadır.

Bu kişinin öz-değerini başkalarına zarar vermeyecek şekilde nasıl yeniden yönlendirebilirim?

Daha ağır narsistik patolojiye sahip bazı kişiler, çoğu psikopatik birey ve çeşitli türlerdeki bağımlıların çoğu, yalnızca kendi iyi bir yaşam sürme olasılıklarına zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda başkalarına da zarar verirler. Bu tür hastalarla çalışan terapistlerin görevi, onların öz-değerlerini toplumsal olarak olumlu alanlarda kurmalarına yardımcı olmaktır. Bilişsel-davranışçı terapistler, örneğin öfke kontrolü eğitimi ve empati eğitimi gibi uygulamalarla bunu yapmaya çalışırlar. Psikanalitik bakış açısına göre ise bu tür terapilerin amacı yalnızca problemli davranışları denetim altına almak değil, aynı zamanda hastaların daha önce kendilerine etkili bir biçimde aktarılmamış olan öz-değerle ilgili değer ve standartlarla özdeşim kurmak istemelerini sağlayacak bir atmosfer yaratmaktır; yani terapi, öz-değeri düzenleyen içsel yapılar üzerinde bir değişim üretmelidir.

On iki adımlı programların, geleneksel terapilerin başarısız olduğu durumlarda etkili olabilmesinin nedeni, geçmişlerinde öz-değeri destekleyen açık değerler ve dayanaklardan yoksun bireylere, bu tür bir yapı sunmaları olabilir. Geleneksel terapilerde, terapist kendi değerlerini hastaya empoze etmemeye çalışır -bu yaklaşım, güvenilir değerlere sahip hastalar için uygun olsa da, böyle değerlere sahip olmayanlar için mesleki ihmal anlamına gelebilir. Tarikatların ve katı dinî cemaatlerin birçok insan tarafından cazip bulunması da, yönsüz bireyler arasında neyin iyi neyin kötü olduğuna, kişinin kendisiyle ne zaman gurur duyması gerektiğine ve neyin günah veya toplulukla olan bağlılığın ihlali sayıldığına dair net ve otoriter açıklamalara duyulan özleme işaret eder.

Başkalarına sıkça zarar veren gönüllü bir danışanla bire bir çalışan terapistler için, kişiyi toplumsal olarak olumlu bir yöne yönlendirmeye çalışmak oldukça hassas bir iştir. Psikopatik bir birey açısından, saf bir güç dinamiğini daha zararsız bir narsistik yapıya dönüştürmek bile önemli bir başarıdır; örneğin, kişi öz-değerini ne pahasına olursa olsun güçlü hissetmekten ziyade, toplum nezdinde “iyi görünmek” üzerine inşa etmeye başlar. Uzun yıllar uyuşturucu satıcılığı yapmış bir danışanımla çalıştığımda, kişinin yıkıcı yaşam tarzını değiştirebilmesi, bir dini topluluğa katılmasıyla mümkün oldu. Orada geçmiş suçlarını itiraf etti ve “kurtuluş hikâyesi” sayesinde cemaatin hayranlığını kazandı. Bu yeni statüyü, hem yeraltı dünyasının dışında olması hem de önceki yaşam tarzına kıyasla hapis riskinin çok daha düşük olması nedeniyle öylesine tatmin edici buldu ki, davranışlarını toplumsal olarak kabul edilebilir bir düzeyde tutmayı başardı.

Yorumlayıcı müdahaleler açısından bakıldığında, bir terapistin, öz-değeri kahramanca özveriyle inşa edilen danışanlara kıyasla, anında hazza yönelen danışanlarla çok daha yavaş ilerlemesi gerekir. İçsel öz-değer kaynakları inşa etmeye yönelik çabalar; madde bağımlısı, dürtüsel ya da antisosyal danışanlar tarafından, çoğu zaman pek de haksız sayılmayacak biçimde, ahlakçı ve yargılayıcı bulunarak reddedilir. Terapistin müdahaleleri reddedilmediği durumlarda ise, danışan öylesine yoğun bir utanç yaşayabilir ki, bu utançla yüzleşmek yerine terapiden tamamen kaçmayı seçebilir. Terapist, dürüstlüğünü korurken “iyi davranışı” duygusal bir romantizme dönüştürmemeli, ahlaki olarak sorunlu bireyin dünyanın nasıl döndüğüne dair sahip olduğu alaycı bakışı anlamaya çalışmalıdır. Terapi sürecinde odak noktası somut meseleler olmalıdır: Kişi kendi davranışı üzerinde denetim sahibi mi, zayıf ya da aptal görünme riskini göze aldı mı, tartışılan davranış gelecekte kişinin karşısına nasıl çıkacak? Ve elbette, terapistin etik biri olmaktan duyduğu gurur -özellikle bu tutum, danışanın davranışlarına dair gerçekçi ve sarsılmaz bir duruşla birlikte sergilenirse- zamanla danışan üzerinde etkisini gösterecektir.

ÖZET

Bu bölümde, öz-değerdeki bireysel farklılıklara odaklandım: Öz-değerin nasıl sürdürüldüğü ve onarıldığı, ne kadar güvenilir olduğu, ve onu destekleyen ölçütlerin ne derece makul ve toplumsal olarak değerli olduğu gibi unsurları inceledim. Psikanalitik düşüncede öz-değer meselelerine ilişkin yaklaşımları; süperegonun oluşumuna dair klasik düşüncelerden başlayarak, terapinin iki kişilik alanında öz-değerin kaderine yönelik daha çağdaş vurgulara kadar gözden geçirdim. Bir danışanın narsisistik tutumunu [narcissistic economy] anlamanın önemini özellikle vurguladım ve bu anlayışa dayalı olan çeşitli klinik meseleleri ele aldım. Bunlar arasında belirli bir danışan ile belirli bir terapist arasındaki uyum, kişinin öz-değerine asgari zarar vererek terapötik iletişim kurma sorunu, öz-değeri sürdürmeye yönelik uyumsuz yolların dönüştürülmesi, kişinin kendisiyle kalıcı bir memnuniyet yaşamasına imkân tanıyan içsel temelden yoksun danışanların tedavisi ve öz-değerini başkalarının acısı pahasına inşa eden kişilerin yıkıcılığının azaltılması yer aldı.

Okuduğunuz metin Nancy McWilliams’ın Psychoanalytic
Case Formulation
adlı kitabının 9. Bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir