Öz-değer [self-esteem], analistlerin zaman zaman sağlıklı narsisizm [healthy narcissism] olarak da adlandırdığı bir başka duygusal yaşantı alanıdır ve insanlar bu alanda çarpıcı biçimde birbirlerinden farklılık gösterirler. Başkalarına ister kısa vadeli ister kapsamlı bir şekilde yardım etmek isteyen herkesin, danışanının bu alandaki bireyselliğini anlaması gerekir. Öz-değeri ne kadar güvenlidir? Ne üzerine kuruludur? Ne tarafından zedelenir? Zedelendiğinde nasıl onarılır? Öz-değere temel oluşturan arzular ne kadar gerçekçidir? Bir kişinin öz saygısını [self-regard] destekleyen özgül koşullar, bireysel psikolojinin çoğu zaman sorgulanmayan, dile getirilmeyen, hiçbir zaman tam anlamıyla bilinçli olmayan ve her zaman ego-sintonik [egosyntonic] olan, yani bireyin benliğiyle uyumlu işleyen yönlerinden biridir -tıpkı balık için su gibi. Kişinin kendisini iyi ya da kötü hissetmesine yol açan yollar, zihinsel örgütlenmesinin o kadar yaygın, köklü ve görünmez bir parçasıdır ki, çoğumuz öz-onay [self-approval] ve öz-ret [self-disapproval] sistemimizi başka türlü yönetmeyi hayal bile edemeyiz. Öz-değer özü gereği tamamen içsel bir olgu olduğundan, doğası ancak danışanın davranışları ve sözel anlatımları aracılığıyla çıkarımsanabilir.
ÖZ-DEĞER MESELELERİNİ ANLAMANIN ÖNEMİ
Öz-değerin korunması ve güçlendirilmesi, tüm olgun insan etkinliklerinin merkezindedir. Değerleriyle [values] çelişen biçimde davrandığını fark eden insanlar, öyle bir utanç ve umutsuzluk yaşarlar ki teselli edilemez hâle gelirler. Böyle bir ıstırap hissetmektense, insanlar kendilerini ya da başkalarını riske atacak şeyler yapabilirler. Çoğu insanın başarmayı hayal bile edemeyeceği şeyleri gerçekleştirebilirler. Örneğin Freud, kendi dirençlerini aşarak bilinçdışı yaşantısını onun yaptığı ölçüde açığa çıkarmayı nasıl başarabildiğini kavrayamayan bazı psikanalitik hayranları tarafından zaman zaman coşkulu bir şekilde idealleştirilmiştir. Ancak onun öz-değer yapısı göz önünde bulundurulduğunda, bu başarı o kadar da anlaşılmaz değildir. Freud’un değer sisteminde kendisini hakikate adanmış korkusuz biri olarak görmek, ikiyüzlülük ve kendini aldatmayla savaşan bir fatih olarak konumlandırmak merkezi bir yere sahipti. Başkalarının kendi psikolojilerinde son derece rahatsız edici bulacağı yönleri kendisinde açığa çıkarmaktan büyük haz duyardı. Bu keşiflerin kendisine verdiği utanç her ne olursa olsun, korkusuz bir hakikat anlatıcısı olarak öz-imgesini [self-image] pekiştirmesiyle duyduğu gurur, bu utancı fazlasıyla dengelemekteydi.
Kültürler, aksi takdirde anlaşılmaz görülebilecek davranışları oldukça sıradanlaştıran ortak değerler üretirler. Örneğin, çağdaş Amerikan orta sınıf toplumunda, öz-değeri genç ve güzel görünmeye bağlı olan kişiler, normal yaşlanmayla ilişkilendirdikleri narsisistik acıyla yüzleşmektense kapsamlı estetik ameliyatlar geçirmeyi tercih ederler. Savaş zamanlarında, gururu cesur davranmaya dayanan askerler, utanç yaşamaktansa ölümü göze alırlar. Titanic batarken, öz-değerin neye dayanması gerektiğine ilişkin Edward dönemi duyarlılığıyla yetişmiş olan Benjamin Guggenheim, can yeleğini bir kenara bırakmış ve sekreteriyle birlikte smokin giyerek şu açıklamayı yapmıştır: “En iyi giysilerimizi giydik ve beyefendiler gibi batmaya hazırız” (Butler, 1998, s. 123).
Hayatlarını başkalarını kurtarmaya, iyileştirmeye, yardım etmeye ya da başka şekillerde desteklemeye adamış insanları incelediğimde -ki bu kişiler çoğu zaman ciddi rahatsızlıklar ya da fiziksel riskler pahasına bunu yapmışlardı (McWilliams, 1984)- şunu öğrendim: İyilik yapmaları engellendiğinde depresyona giriyorlardı. Tanıdığım bir kadın, göğüs kanseri tanısı aldıktan sonra belirgin biçimde disforik hale geldi -yalnızca hayatından endişe ettiği için değil, aynı zamanda hastanesi artık düzenli olarak kan vermesine izin vermeyeceği için; oysa bu faaliyet, kendisini değerli hissetmesinin merkezindeydi. Genellikle, bir kişinin belli bir eyleme yönelik güdüsünü başkaları anlayamıyorsa, bu durum, onların o kişinin öz-değerini sürdürme biçimini paylaşmamaları ya da hayal dahi edememelerindendir. Terapistler sık sık şu soruyla karşılaşırlar: “Bütün gün oturup başkalarının dertlerini dinlemeye nasıl katlanıyorsunuz?” Böyle sorular soran insanlar, muhtemelen başkalarına yardım etmeyi kendi değer sistemlerinin merkezine yerleştirmemiş kişilerdir; bu nedenle, yardım etmenin verdiği hazzın, saatler boyunca yoğun olumsuz duygulanımı dinlemenin yarattığı rahatsızlığın önüne nasıl geçebileceğini hayal edemezler.
Öz-değeri kişinin kendisininkinden farklı kaynaklara dayananlara yönelik empati eksikliği, yalnızca kahramanca ve “özverili” eylemler için değil, yıkıcı ve kötü niyetli eylemler için de geçerlidir. Öz saygısı bağımsız ve yaralanamaz görünmeye dayanan biri, birine ihtiyaç duyduğunu ifade etmektense o kişiyi dövmeyi tercih edebilir; diğer insanlar üzerinde mutlak güç hissine dayanan bir gurura sahip biri ise, eylemsizliğin getireceği utanç yerine cinayeti seçebilir. Timothy McVeigh’in Oklahoma City Federal Binası’nı ve içindeki masum insanları yok edişi, büyük olasılıkla yalnızca federal hükümete yönelik ünlü nefretiyle değil, aynı zamanda ideolojisine uygun davranmadığı takdirde öz-değerini sürdüremeyeceği inancıyla da motive olmuştur. Böylesi bir davranış, elbette, öz-değerini bambaşka şekillerde yapılandıran insanlar için anlaşılmazdır.
Belirli bir kişinin öz-değer yapısına ilişkin bilgi olmadığında, hepimiz projekte etme eğilimindeyizdir; yani, kendimizi iyi hissettiren şeylerin danışanlarımızda da aynı gurur duygusunu yarattığını varsayarız. Öz-değer, hem kendimizde hem de başkalarında hayranlık ve idealleştirme [idealize] eğiliminde olduğumuz niteliklerle yakından bağlantılıdır. Ancak aileler ve alt kültürler son derece farklı şeyleri idealleştirir ve öz-değerin ne denli farklı şekillerde desteklenip sürdürülebileceğini fark etmek şaşırtıcı olabilir. Bir kadın entelektüelliğiyle kendini kutlarken, bir diğeri “fildişi kule zihniyetine sahip, sağduyudan yoksun” insanlara karşı küçümseme hissedebilir. Bir adam özenli giyinmek için çaba harcarken, komşusu fiziksel görünümün kendisi için hiçbir anlam taşımadığı yönündeki kibriyle övünebilir. Agnostik oluşuyla gurur duyan bir hastam, bir seans boyunca birlikte olduğu bir erkeğin cinsel açıdan çekingen davranışları karşısında yaşadığı kafa karışıklığını ve acıyı dile getirmişti. Adamın onu çekici bulmadığı sonucuna varmıştı, oysa cinsel tutuculuğu dışında tüm davranışları tam tersini gösteriyordu. Daha önce onun Katolik bir ailede yetiştiğini ve hâlâ düzenli olarak ayine gittiğini belirtmiş olduğundan, başka bir açıklama sundum: “Belki de dinsel yetiştirilme biçimine uygun olarak, evlilik öncesi cinselliği yanlış buluyordur.” “Günümüzde kim böyle bir şey düşünebilir ki!” diye çıkıştı. Ama adam düşünüyordu ve öz-değeri, buna uygun davranmasına bağlıydı. Ondan hoşlanıyordu, ancak onunla evlilikten önce cinsel ilişkiye girseydi, kendisi hakkında iyi hissedemezdi.
Bir hastanın öz-değeri hakkında bilgi edinmenin belki de en anlamlı yolu şu soruyu sormaktır: “İnsanlarda neye hayranlık duyarsınız?” Bu sorunun yanıtı, kişinin kendini değerlendirme biçiminin temel bileşenini sunar. Ayrıca şu tür sorular da zaman zaman faydalı olabilir: “Kendinizle gurur duymanıza neden olan şeyler nelerdir?” ve “Kendinizi kötü hissetmenize yol açan şeyler nelerdir?” Buna ek olarak, “Genel olarak kendiniz ve hayatınız hakkında olumlu mu hissediyorsunuz, yoksa hayal kırıklığına uğramış ve kendinize karşı eleştirel misiniz?” gibi bir soru sorularak kişinin genel öz-değer düzeyine ilişkin bir fikir edinilebilir. Bazı insanlar, terapist onların takdirini ve onayını kazanması gereken biri hâline geldikten sonra utanç verici duygularını açığa vurmakta zorlanırlar; ancak bu kişiler, terapinin erken dönemlerinde, henüz böyle bir bağ oluşmadan, kendileriyle ilgili en olumsuz hislerini daha kolay itiraf edebilirler.
Burada, belki de öz-değere ilişkin sofistike, psikanalitik bir anlayış ile popüler kültürün benimsediği anlayış arasındaki farkı yorumlamak için uygun bir noktadayım; bu fark, not enflasyonu ve sınıf geçirme uygulamaları gibi güncel tartışmalarda da açıkça görülmektedir. İnsanları önemsiz başarılar için övmek ve ödüllendirmek öz-değer değil, kendini kandırma ve sahtekârlık hissi üretir. Ucuz övgülere ya kendimizle ilgili şişirilmiş ama bir düzeyde saçma olduğunu bildiğimiz bir algıyla tepki veririz, ya da içten içe, aldığımız tüm övgülere rağmen aslında vasat olduğumuza dair bir utanç duyarız. Genellikle bu durumda, bizi öven kişiye karşı da küçümseyici bir tavır geliştiririz. Çocuklar, hoşgörülü öğretmenlerden çok, talepkâr öğretmenleri takdir etmeleriyle bilinir: Bilirler ki, yüksek standartları olan birinden gelen övgü gerçekten anlamlıdır.
İnsanlara yalnızca olumlu tepkiler vererek onların öz-değerini “desteklemek” makul bir öz-değeri korumak ya da inşa etmek anlamına gelmez; bu, yanılsamayı beslemek demektir. Eğer kişi bu övgüye gerçekten inanırsa, gelecekte öyle düşük standartlar belirleyecektir ki, karmaşık bir dünyada kendisini olumlu ve başarılı hissetme olasılığı ortadan kalkacaktır. İnsanların psikanaliz sürecinde öz-değerlerinin artmasının nedenlerinden biri, otoritelerin her şeyi olumlu olarak yeniden çerçevelemesi gerektiği fikrinin aksine, hastanın kötü ve utanç verici olan pek çok şeyi açığa çıkarmış olması ve analistin de benliğin bu nefret edilen yönlerini anlamaktan geri durmamış olmasıdır. Hasta, tüm kusurlarını bilen, onları küçümsemeye ya da çarpıtmaya ihtiyaç duymayan biri tarafından kabul edilmiştir. Eğer yüzeysel duygusal destek, bir kişinin öz-değeri için gerçekten anlamlı bir katkı sağlasaydı, arkadaşları olan hiç kimsenin psikoterapiye ihtiyacı olmazdı.
ÖZ-DEĞERE PSİKANALİTİK İLGİ
Öz-değer, psikanalitik gelenekte sahnenin merkezine ancak 1970’ler civarında, patolojik narsisizm [pathological narcissism] üzerine yazın ve araştırmalarda bir patlama yaşandığında yerleşti -bu durum, öz-değeri içsel değer ölçütleri aracılığıyla makul ve tutarlı bir şekilde düzenleyememe biçiminde tanımlanır. Terapistler, giderek artan sayıda danışanlarının artık klasik Freudcu türden problemleri—içsel dinamiklerin çatışması gibi—tanımlamadığını, bunun yerine belirsiz boşluk hissi, anlamsızlık, kendini tanımlamada güçlük, olduğu kişiden hoşlanamama ve “her şeye sahip” ya da “hayatını düzene koymuş” oldukları varsayılan başkalarına yönelik kıskançlık gibi sorunlardan şikâyet ettiklerini fark ediyordu. Kimi zaman, kişinin içsel bir çekim merkezi hissedememesi açık bir şekilde görülüyordu; kimi zaman ise bu durum, Wilhelm Reich’ın (1933) “fallik narsisizm” adını verdiği türden gösterişli bir benlik sunumuyla örtülüyordu. Kuşkusuz, günümüzde içinde yaşadığımız kültür—süregiden ve baş döndürücü değişimi, uluslararası kapsamı, hareketliliği, imaj ve algı yönetimine verdiği önem ve birey olarak görünmezliğimiz göz önüne alındığında—kim olduğumuza ve neden önemli olduğumuza dair istikrarlı bir duygu geliştirmeyi, erken psikanalitik kuramcıları doğuran topluma kıyasla çok daha zor hale getirmiştir.
Yine de, öz-değer sorunları yalnızca son on yıllara özgü değildir. Freud’un erken çevresindeki analistler arasında, aşağılık duygusuna ilişkin sorunlara odaklanan Adler (örneğin, 1927) ve bireysel irade üzerinde duran Rank (örneğin, 1945), benlik ve istikrarlı bir öz-değerin insan iyilik hâli açısından merkezi önemi üzerine yazılar kaleme almışlardır. Kendi kişisel dinamikleri öz-değer açısından belirgin eksiklikler taşımayan ve bu nedenle muhtemelen narsisistik problemlere yönelik empati geliştirmekte zorlanan Freud, öz-değer düzenlenmesine yapılan vurguların, kendisinin en çok ilgilendiği nevrotik durumların anlaşılması açısından bir dereceye kadar tali önemde olduğunu düşünmüşe benzemektedir.
Psikanalitik Odağın Süperego Üzerine Yoğunlaşması
Klasik psikanalitik kuram, özellikle ego psikolojisi geleneğinde, öz-değer meselesine temas ettiğinde bunu süperego kavramı üzerinden yapar. Freudcu gelişim modeline göre, çocuklar sorunlu cinsel ve saldırgan dürtülerini, ebeveynleriyle -özellikle en çok rekabet hissettikleri ebeveynle- özdeşim kurarak çözümlerler. “Annem bana ait olamaz, ama eğer babam gibi olursam onun gibi birini elde edebilirim” şeklindeki kabul, çocuğu kronik, umutsuz özlem ve hayal kırıklığı durumundan kurtarır. Bir bakımverene benzemek, o kişinin değerler sistemini içselleştirmek ve öz-değeri, ebeveynlerin ya da rehberlik eden otoritelerin belirlediği standartlara uygun davranmaya bağlı kılmak anlamına gelir. Narsisizmin merkezi bir ilgi alanı haline gelmesinden önceki analitik yazında, süperegonun nasıl ortaya çıktığına, ödipal öncesi dönemde nasıl etkilendiğine ve makul mü yoksa gereğinden fazla sert mi olduğuna ilişkin dikkate değer bir ilgi vardı (örneğin, Beres, 1958). Bu tür makaleler genellikle, süperegolarının aşırı talepkâr oluşu nedeniyle kendileri hakkında yeterince olumlu hissedemeyen depresif ve obsesif-kompulsif hastalarla yaşanan klinik deneyimlerden esinlenerek yazılmıştı.
Daha sonra, sınır [borderline] durumlar yaygın biçimde klinik ilgi uyandırdığında, bir kişinin “bütünleşmiş [integrated]” bir süperego’ya sahip olup olmadığı sorusu üzerine büyük bir dikkat yöneldi. Bu ifade, çoğu insanın kendilerini yargılarken esas aldıkları, az çok makul ve genel geçer bir değerler bütününe sahip oldukları, yani kişiliklerinin doğal bir parçası gibi hissedilen etik bir pusulaya sahip olduklarına dair klinik gözlemi ifade eder. Bu kişilerin vicdanları ve ahlaki arzuları, kim olduklarına dair tutarlı öz-duyumlarıyla bütünleşmiştir. Ancak terapide görülen danışanların bir kısmı -ki zamanla sınır kişilik yapısına sahip oldukları anlaşılmıştır- kendilerini tamamen iyi ya da tamamen kötü hissetme durumları arasında gidip gelirler. Bu kişiler, örneğin yapmak istedikleri şey ile vicdanlarının izin verdiği şey arasında bir gerilim hissinin bulunmadığı, bütünüyle kutuplaşmış “ego durumlarına [ego states]” (Kernberg, 1975) girerler.
Çoğu analist, bu tür danışanların bu duruma, bireysel mizaçlarının ve çocuklukta bakımveren kişilerle yaşadıkları deneyimlerin birleşimi sonucu geldiklerini varsayar. Bu deneyimler, ödipal evrenin özdeşim yoluyla çözümlenmesini çok sorunlu hâle getirmiştir (çocuğun “geleneksel” ödipal çözümlemeyi gerçekleştirebilmesi için sevgi nesnelerinin belli ölçüde idealleştirilebilir olması gerekir). Bu nedenle, sınır kişilik yapılanmasına sahip kişiler, yaptıkları hiçbir şeyin yanlış olamayacağını düşünme ile yaptıkları her şeyin yanlış olduğunu hissetme arasında gidip gelirler. “Makul ahlaki standartlara uyduğum sürece yeterince iyi biriyim” şeklinde bütünleşmiş bir duyguya sahip değildirler. Doğal olarak, tutarlı bir öz-değer duygusu geliştirmeleri mümkün değildir ve bu durum onlara büyük acı verir; çoğu zaman, içsel yeterlilik duygularını yeniden kurmak için umutsuz girişimlere başvururlar.
Günümüzde sınır dinamiklere sahip olduğu anlaşılan hastaların ortaya koyduğu türden problemleri anlama kapasitemiz, Erikson’un (örneğin, 1968) kimlik üzerine yaptığı çalışmalar tarafından önemli ölçüde etkilenmiştir. “Kimlik krizi [identity crisis]” gibi terimler popüler dilde o kadar tanıdık hâle gelmiştir ki, 1950’lerde Erikson bu kavramı tanıttığında bunun yeni bir fikir olduğunu kolaylıkla unutabiliriz. Birinci Bölüm’de belirttiğim gibi, kimlik küçük, istikrarlı ve samimi toplumlarda yaşayan insanlar için nadiren bir sorun oluşturur; çünkü bu tür toplumlarda kişiler ve çevrelerindekiler rollerini açıkça bilmektedir. Ancak kimlik, bizimki gibi devasa ölçekte, çelişkili mesajlarla dolu ve sürekli değişim talep eden kültürlerde giderek daha sorunlu hâle gelir. Böyle bir dünyada, kimliğini sabit bir role dayandırmak mümkün değildir: Güncel öngörüler, milenyum kuşağına mensup bireylerin ortalama altı kez iş değiştireceğini göstermektedir! Bunun yerine, benliğe bir sağlamlık ve güvenilirlik hissi veren içsel değerler ve duyguların sürekliliğini hissetmek gerekir. Yirminci yüzyıl boyunca yaşam daha karmaşık ve tehdit altında bir hâl aldıkça, psikanalitik kuram da giderek daha fazla, bireylerin içsel tutarlılık ve değer duygusunu nasıl koruduklarına odaklanmıştır.
Hümanistik ve Varoluşçu Psikoterapi, Kendilik Psikolojisi ve Öznelerarasılık Kuramcıları
Klinik gözlem ve kuramın bu alanlarına rağmen, yirminci yüzyılın ortalarındaki geleneksel analitik yazında, benlik duygusunu [sense of self] ve öz-onayın (ya da onun yokluğunun) iniş çıkışlarını anlama konusunda bazı boşluklar vardı (bkz. Menaker, 1995). Bu boşluğu, Carl Rogers, Abraham Maslow ve Gordon Allport gibi “üçüncü kuvvet” psikologları ile Viktor Frankl ve Rollo May gibi varoluşçu analistler doldurdu. Rogerian psikoterapinin ve o dönemde genel olarak hümanistik terapinin büyük çekiciliği, muhtemelen Rogers’ın danışanların öz-değerine yönelik olağanüstü duyarlılığından ve psikolojik yardım arayan herhangi birinin öz-değer duygusunun ne denli kırılgan olabileceğini takdir etmesinden kaynaklanıyordu. Satır aralarında (örneğin, Rogers, 1951), dönemin birçok analitik psikiyatristinin kaba yorumlayıcı uygulamalarına karşı Rogers’ın öfkesini duymak mümkündür; bu uygulamalar, analiz edilen kişinin dinamikleri konusunda analist haklı olsa bile (hatta belki özellikle böyle durumlarda), savunmasız bir hastaya ne denli zarar verebileceğini göz önünde bulundurmuyordu. Rogers’ın öz-değere yaptığı kapsamlı vurgu, çeşitli kuramsal yönelimlere sahip terapist kuşaklarını etkilemiş ve muhtemelen Kohut ve diğer analitik yazarların benzer gözlemleri psikanalitik dil içinde dile getirmeye başladıklarında onların takdir edilmesinin zeminini hazırlamıştır.
II. Dünya Savaşı ve Holokost’un yıkıcı etkilerinden büyük ölçüde etkilenen varoluş yönelimli psikanalistler, yüzyılın ortalarında benlik duygusu [sense of self] ve bireyler açısından öz-değer sorununa vurgu yaptılar. Viktor Frankl (1969), savaş öncesi dünyada iyi bir uyum sağlayan niteliklerin, toplama kamplarındaki varoluş dehşetini aşmayı mümkün kılan nitelikler olmadığını belirtmiştir. Savaş zamanı kamp deneyiminden sağ çıkan tartışmalı Bruno Bettelheim gibi Frankl de, insanların aşırı koşullara uyum sağlama biçimlerinde büyük farklılıklar olduğuna dikkat çekmiş ve öz-değeri sürdürebilme kapasitesinin, kişinin cinsellik ve saldırganlıkla başa çıkma becerisinden çok daha fazla, ruhsal olarak hayatta kalmayla ilişkili olduğunu gözlemlemiştir.
Tüm bu etkiler -Kohut’un narsisizm üzerine öncü çalışmasıyla, aynı dönemdeki bebeklik ve erken çocukluk dönemine ilişkin ampirik araştırmalarla birleşerek- psikanaliz içinde hem gelişim kuramını hem de klinik tekniği kendiliğin [self] merkezi rolünü yansıtacak şekilde yeniden tanımlama yönünde bir hareket doğurmuştur. Kişisel kimlik duygusu, bu kimliği doğrulama yolları, kim olduğuna dair bir bütünlük hissi geliştirme kapasitesi ve öz-değeri sürdürme ve onarma stratejileri, dürtü ve savunma gibi kavramların yerini alarak analizde baskın kategoriler hâline gelmiştir. Kendilik psikologları ve öznelerarasılık kuramcıları, insan psikolojisinde neyin merkezi olduğunu anlama biçimimizi öyle bir ölçüde yeniden çerçevelemişlerdir ki, erken Freudcu kuram artık uzak bir akraba gibi görünmektedir. Kendiliğin gelişimi ve bu süreci anlamanın klinik sonuçları hakkında yakın tarihli, sağlam araştırmalara dayanan ve felsefi olarak zengin bir tartışma için Irene Fast’in (1998) “kendilik oluşturma [selving]” [selving: Selving, bireyin kendi kendiliğini (self) kurma, sürdürme ve bütünleştirme sürecini tanımlar.] üzerine çalışmasına bakılabilir. [İlgili kitabın tam adı: Selving: A Relational Theory of Self Organization]
Bu dönüşüm ana akım psikanalizi etkilerken, semptomları ve sendromları artık anksiyeteyi nasıl yönettikleri açısından değil, kendilik sürekliliği ve öz-değer duygularını nasıl destekledikleri açısından yeniden ele alan makaleler arka arkaya yayımlandı. Bunun çarpıcı bir örneği, daha önce yalnızca dürtü ve anksiyete terimleriyle anlaşılan olgular olan mazoşizm ve sadizmin narsisistik işlevlerine odaklanan Stolorow’un 1975 tarihli makalesidir. Bu gelişmelerle paralel olarak, psikanalitik teknik de gözden geçiriliyor ve yeniden tanımlanıyordu. Öznelerarasılık kuramcıları ve kendilik psikologları, terapistin nesnelliği ve yorumunu değil, öznel konumunu ve empatik uyumunu (Stolorow ve diğerleri, 1987; Wolf, 1988; Rowe & MacIsaac, 1989; Shane, Shane & Gales, 1997) vurguluyordu. Teknikteki bu gelişmelere paralel olarak, terapi sürecinde hastanın narsisistik yaralanma yaşamasının kaçınılmaz olduğu fikri kabul görmeye başladı ve bunun sonucunda böyle bir öz-değer krizinin klinik olarak nasıl ele alınacağına dair düşünceler geliştirildi.
Bu alandaki uygulayıcıların çoğu, kuramcılardan çok daha ilerideydi. Tam zamanlı bir terapist olarak insan çok kısa sürede şunu öğrenir: Eğer danışanlarının narsisistik ihtiyaçlarına duyarlı davranmazsanız, ya onları kaybedersiniz ya da terapi sürenizin çoğunu empatik başarısızlıkların sonuçlarını toparlamakla geçirirsiniz. Aslında, The Analysis of the Self [Kendiliğin Çözümlenmesi] (1971) adlı eserindeki girift ve neredeyse anlaşılamaz dile rağmen, Kohut’un 1970’lerin başında terapistler arasında hızla popülerlik kazanmasının büyük ölçüde şuradan kaynaklandığını düşünüyorum: O, normal bir şefkat ve sezgiye sahip terapistlerin zaten yapmakta oldukları şeylere, çoğu zaman kendilerine öğretilen katı teknik eğitimin sınırlarını aşarak yaptıkları şeylere, zarif bir psikanalitik gerekçe sundu. (Bu terapistler, çoğu zaman “bir kuralı çiğnedikleri” endişesini taşıyorlardı -meslektaşım Stanley Moldawsky bu durumu, analistlerin zihinlerinde taşıdığı “Ortodoks Komite”ye gösterilen itaat olarak adlandırır.) Terapistin ara sıra kendisinden söz etmesi, küçük hediyeleri kabul etmesi, destek ve takdir sunması gibi eylemler, Kohut’un formülasyonunda artık Eissler’in (1953) tanımladığı gibi teknikten “parametreler [Parameter, standart psikanalitik çerçevenin dışında kalan ama terapistin teknik gerekçelerle başvurduğu istisnai müdahale biçimlerini ifade eder.]” ya da “sapmalar [deviations]” değil, terapistin danışanına duyduğu saygının ve onu anladığının önemli ifadeleri hâline gelmiştir. “Önce danışanın öz-değerini koru” ilkesi, belki de Hipokrat’ın “Önce zarar verme” ilkesinin psikoterapi alanına en uygun şekilde aktarılmış biçimidir.
ÖZ-DEĞERİN DEĞERLENDİRİLMESİNİN KLİNİK SONUÇLARI
Psikoterapi, öz-değer meseleleriyle çeşitli açılardan ilgilenmek zorundadır.
Öncelikle, danışanın değerler sisteminin bizimkine yeterince yakın olup olmadığını ya da en azından bizim için anlaşılabilir olup olmadığını değerlendirmeliyiz; zira ancak bu durumda, terapi sürecinin iki tarafı da etkili bir biçimde birlikte çalışabilir.
İkinci olarak, terapistler olarak, tedavinin sürdürülebilmesi için danışanın öz-değer duygusunu yeterince korumalıyız; düşüncelerimizi, kişinin gururuna zarar verme riskini en aza indirecek şekilde nasıl ifade edeceğimizi öğrenmeliyiz.
Üçüncü olarak, danışanların öz-değerlerini değerlendirme biçimleri açıkça gerçekdışı ve uyumsuz olduğunda, bu değerlendirme biçimlerini nasıl değiştirmelerine yardımcı olabileceğimiz sorusu gibi zorlu bir meseleyle yüzleşmeliyiz.
Dördüncü olarak, eğer danışanlar, kendilerini makul biçimde gururlandıracak eylemlere yönelten içsel bir pusuladan yoksun biçimde yetiştirildilerse, onlara kendi değerlerini tanımlama ve ifade etme konusunda yardımcı olmamız gerekir.
Beşinci olarak, öz-değerlerini başkalarına zarar verecek biçimlerde pekiştiren bireylerle nasıl çalışacağımızı çözmemiz gerekir.
Şimdi bu soruları ele alacağım.
Bu Kişinin Öz-Değer Gereksinimleri Benim Onunla Etkili Bir Şekilde Çalışmama İzin Veriyor mu?
Terapist olarak eğitimimiz sırasında çoğumuz, örtük biçimde, herhangi biriyle -ya da en azından eğitimini aldığımız türde sorunları olan herkesle- terapötik olarak çalışabilmemiz gerektiği mesajını alırız. Ancak birkaç yıllık uygulama, çoğumuza hangi tür insanlara yardımcı olabildiğimizi ve hangi tür danışanları yönlendirmemiz gerektiğini öğretmeye yeter. Örneğin, bazı meslektaşlarım travma yaşamış kişilerle çalışmayı çok severken, bazıları bu tür danışanları baştan kendi çalışma alanlarının dışında tutar. Bazı terapistler, sınır kişilik örgütlenmesi yelpazesinde yer alan danışanların yoğunluğundan enerji alırken, bazıları bu hastaların ortaya çıkardığı duygulanım fırtınalarına tahammül edemez. Terapist arkadaşlarım arasında, şizofreni tanısı olan bireylerle, duygusal açıdan gelişimsel olarak geride kalanlarla, öğrenme güçlüğü yaşayanlarla ya da geriatrik (yaşlı) popülasyonla çalışmak için özel bir yeteneğe ve eğilime sahip olanlar var. Diğer bazı meslektaşlarım ise bu gruplardaki bireylerle çalışmayı hayal bile edemez. Bu tür eğilimler yalnızca farklı eğitim deneyimlerinin ve teknik yeterliliklerin yansıması değildir; aynı zamanda terapistlerin kişiliklerinin temel özelliklerini, özellikle de öz-değerlerini sürdürme ve onarma ihtiyaçlarını karşılama biçimlerindeki farklılıkları yansıtır.
Birkaç yıl önce tedavi ettiğim bir sosyal hizmet uzmanı, terapistler tarafından genellikle çekici bulunmayan bir danışan grubu olan ağır ve derin düzeyde zihinsel engelli bireylere yardım etme konusunda olağanüstü yetenekliydi. Birlikte, bu işe duyduğu güçlü aidiyet hissinin, ağır depresif ve alkolik annesine “ulaşamamış” olmasından kaynaklanan öz-değer yarasının bir sonucu olduğunu fark ettik. Neredeyse herkesin “ulaşılamaz” olarak gördüğü bir grupla çalışarak, çocukluğunda yaşadığı yetersizlik duygusunu onarıyor ve incinmiş gururunu iyileştiriyordu. Özgecilik [altruism] üzerine yaptığım araştırmalarda incelediğim bir başka kadın ise, yalnızca çoğu insan için itici değil, aynı zamanda tehlikeli de olan cezai ehliyeti olmayan akıl hastalarıyla çalışmayı kendine bir meslek edinmişti. Onun öz-değer yapısı, kendisini İsa’nın şu sözünü tekrar tekrar vurgulayan Metodist papaz babasıyla özdeşleştirmesini yansıtıyordu: “Bu en küçük kardeşlerimden birine yaptığınız her şeyi bana yapmış oldunuz (Matta 25:40). Yaptığı işten büyük tatmin duyuyordu ve cezaevi sakinleri de onu çok seviyordu.
Psikoterapi sürecini terapist açısından harekete geçiren duygusal lokomotifin, kendi öz-değerini destekleme ve onarma fırsatı olduğunu kabul edersek, narsisizmi terapistininkinden köklü biçimde farklı varsayımlara dayanan biriyle çalışmanın terapist için ne denli sorunlu olabileceğini de anlayabiliriz. Örneğin, pek çok psikoterapist psikopatik hastalarla ne rahat ne de etkili bir biçimde çalışabilir. Terapistlerin öz-değeri genellikle sevgi dolu davranmaya dayalıdır; terapistler, otantik ve başkalarıyla bağlantılı olabilecekleri fırsatları tercih ederek, çoğunlukla çıplak gücü ve maddi kazancı reddederler. Samimiyeti ve bağ kurmayı küçümseyip, bunun yerine kendilerini iyi hissedebilmek için güç ve servete ihtiyaç duyan kişiler terapistlerde derin bir rahatsızlık yaratabilir. Kişi, duygusal olarak yabancılaştığı ya da küçümsediği biriyle sağlıklı bir şekilde çalışamaz; öz-değer yapısında güçle ilişkili bir alan bulamayan klinisyenler, antisosyal bireylerle çalışmaktan kaçınmalıdır. Benzer şekilde, birçok terapist de kendilik bozukluğu olan hastalardan uzak durur; çünkü narsistik bir kişinin her ne pahasına olursa olsun başkalarını etkileme ihtiyacı, terapistin daha içsel ve ilkesel öz-değer ölçütleriyle çatışabilir ya da terapistin kendi farkına varılmamış narsisizmine dair bilinçdışı utancını harekete geçirebilir.
Değerleri ve inançları terapistinkilerden belirgin biçimde farklı olan bir hastayla çalışılıp çalışılmayacağı sorusu, yalnızca hastanın psikopatolojisi kategorisiyle sınırlı değildir. Dini duygusallığa yönelik küçümsemesiyle gurur duyan bir terapist, öz-değeri Tanrı’yla samimi bir bağ sürdürmeye dayanan bir hastayı tedavi etmeye kalkışmamalıdır. Cinsel sadakati temel bir değer olarak benimseyen bir terapist, öz-değeri tekrarlayan cinsel fetihlere dayanan bir danışanı anlamakta ve onunla çalışmaktan keyif almakta zorlanacaktır. Narsisizmi, ihtiyaç içindeki danışanlara düşük ücretle hizmet verme ilkesine bağlı olan bir klinisyen ise, narsisizmi büyük paralar kazanma üzerine kurulu bir danışanla pek de uyumlu olmayacaktır.
Bu tür değerlendirmeler yalnızca terapistin empatisine erişilemediği durumlarda, yani terapist ile danışan arasında çok büyük farklar olduğunda değil, başka nedenlerle de önemlidir. Terapistin, hastanın değerlerini kabul etmekte hiçbir zorluk yaşamasa bile, terapi sürecine katılan iki tarafın öz-değer gereksinimleri arasında ciddi uyumsuzluklar varsa, danışanın terapistiyle özdeşim kurma ve terapötik fayda sağlama kapasitesi de sekteye uğrar. Bu sorunu açıklamak için kendimi bir örnek olarak kullanayım: Standart ücretim her zaman makul düzeyde olmuştur ve her zaman belirli sayıda danışanı düşük ücretle kabul etmişimdir. Bu uygulama benim için mümkündür çünkü ev ofisinde çalışıyorum, genel giderlerim düşüktür ve eşim iyi kazanan birisidir. Aynı zamanda, köken ailemin maddi olarak rahat olması ve beni parayla ilgili kaygılarla yetiştirmemiş olması gerçeğini de yansıtır. Ancak en temelde, danışan yelpazemi yalnızca üst orta sınıf ve daha varlıklı bireylerle sınırlamama yönündeki tercihimle ilgilidir. Bu, benim ego idealimin bir parçasıdır ve muhtemelen varlıklı ve idealist 1960’larda yetişmiş olmamla ilişkilidir -aşırı hırslı olmamak, parayı diğer değerlere üstün tutmamak ve dezavantajlı ya da marjinal gruplardaki insanlara yardım etme fırsatından kendimi soyutlamamak yönündeki bir idealdir. (Daha şüpheci bazı arkadaşlarım ve meslektaşlarım bu durumu mazoşizm olarak da yorumladılar; eğer haklılarsa, bu mazoşizm umutsuz biçimde ego-sintoniktir.)
Ancak geçmişi ve mevcut yaşam koşulları benimkilerden farklı olan biri için paranın öz-değer açısından ne denli merkezi olabileceğini anlamakta zorlanmıyorum. Ve her ne kadar cömert davranmaya özen göstersem de, paraya sahip olmayı seviyorum. Parayı biriktirmekten hoşlanan insanlarla empati kurmak benim için zor değil. Bu nedenle, temel güdüleri benimkinden daha fazla maddi kazanca odaklı olan kişilerle çalışırken bir sorun yaşayacağımı beklemiyordum. Ama fark ettim ki, onlar benimle çalışmakta zorlanıyorlardı! Danışanlarım, makul ücretler almamın ya çok yetkin olmadığım, ya kendimi pek değerli hissetmediğim, ya açıklanamaz biçimde kendime zarar verici davrandığım, ya da paranın peşinden koşanlara karşı kendimi ahlaki olarak üstün gördüğüm anlamına geldiğini varsaydılar. Sonunda şu kararı verdim: Kişisel değer ile maddi değer arasında güçlü bir bağ kuran danışanlar söz konusu olduğunda ya yüksek bir ücret talep etmeliyim (bu karar çok da acı verici olmadı), ya da bu tür danışanları, ücretiyle, arabasıyla ve ofisiyle maddi refahını sergileyen terapistlere yönlendirmeliyim.
Başka bir deyişle, bazı danışanlar için benim mali düzenlemelerimi aramızdaki basit, sorun yaratmayan bir fark olarak görmekte zorlandıklarını kabullenmem gerekti. Bu durum başlangıçta beni şaşırttı -özellikle de, masraf açısından tasarruf ettikleri için memnun olacaklarını varsaydığım için. Ancak sonradan düşündüğümde, bu tutumları bana anlamlı gelmeye başladı. Çünkü öz-imgelerimizi destekleyen şeyler arasında önemli bir fark vardı ve bu nedenle maddi yönelimi güçlü olan danışanlar, ya kendi gururlarını koruyabilmek için beni değersizleştirmek zorunda kalıyorlardı, ya da alternatif olarak, paraya kayıtsız olduğumu varsayarak beni idealleştiriyor, bunun yan etkisi olarak da kendilerini ahlaki olarak aşağıda hissediyorlardı. Oysa bu, terapötik işbirliğine dayalı bir sürece başlamak için iyi bir duygusal zemin değildir.
Özel çalışan terapistlerin ücret belirleme uygulamalarına ilişkin araştırmalar (Lasky, 1984; Liss-Levinson, 1990), benim benimsediğim uygulamanın ve bunun gerekçesinin, cinsiyetimle örtüşen kişiler arasında oldukça yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Kadın ve erkek terapistler arasında, kendi belirledikleri ücretlerde dikkat çekici bir fark vardır; bazıları bu farkı, çoğu kadın terapistin öz-değerinin erkek meslektaşlarına kıyasla daha zayıf olduğunun bir göstergesi olarak yorumlayıp üzülmektedir -başka bir deyişle, eğer kadınlar kendileri hakkında daha olumlu hissetselerdi, erkekler kadar ücret talep ederlerdi. Ben bu cinsiyet farkını, kadınlara özgü duygusal gerçeklikler ve buna bağlı öz-değer yapısı üzerinden anlamayı tercih ediyorum. Kadınlar sıklıkla, evrensel olarak değerli olduğu kabul edilen işler için ücret almazlar. Hırslı ve gelir elde eden kadınlar bile, çocuklarını yetiştirmek için çalışma saatlerini azaltmak ya da işe ara vermek zorunda kaldıklarında, kendilerini maddi kazançla ölçülmeyen standartlarla değerlendirmezlerse kronik olarak depresif hissedebilirler. Cinsiyet ve ücret belirleme konusundaki verilerin, çoğu kadın terapistin kendini değersizleştirdiğini değil, onların öz-değerinin erkeklerin çoğuna kıyasla gelirle daha az ilişkili olduğunu gösterdiğine inanıyorum (bkz. Liss-Levinson, 1990).
Terapistler üzerindeki duygusal stresler, psikoterapiyi iyi bir şekilde yapmayı zorlaştırır. İdeal koşullar altında, uygulama biçimimiz hakkında karar verebileceğimiz yeterli mesleki özerkliğe sahip oluruz. Ancak ideal koşullar mevcut olmadığında, yapabileceğimiz en iyi şey, kendimizi daha iyi tanımaya dayanarak çalışmamızı geliştirmeye çalışmaktır. Psikanalitik enstitülerde uzun süredir geçerli olan “adayların analizden geçmesi gerekir” kuralının gerekçelerinden biri de, bu sürecin bireyin kendi kişiliğinin ve öz-değer yapısının açık olmayan yönleriyle temas kurmasını sağlamasıdır. Analiz sürecinde, etik değerlere bağlı, yasalara saygılı insanlar, içlerinde suçluyu hayranlıkla izleyen yanlarına erişmeyi öğrenirler; cömert kişiler açgözlülüklerini, cinsel olarak tutucu olanlar arzularını keşfeder; dürüstlüğe önem verenler ise kendilerine ve başkalarına uyguladıkları küçük aldatmacalarla yüzleşir. Kişisel sahnemizde yalnızca kısa bir rol oynayan tutumlara başkalarının öz-değerini büyük ölçüde bağlamasını anlamak, sanıldığı kadar büyük bir sıçrama değildir. Yoğun bir terapi süreci olmaksızın bile, kişi kendi reddedilmiş benlik yönlerine erişimini genişletmeye çalışabilir -ve bu çabanın ödülü, terapötik içgörüyle birlikte yardım edebileceği danışan yelpazesinin de giderek genişlemesidir.
Danışanın Öz-Değerine Zarar Vermeden Ona Nasıl Yararlı Bilgiler Verebilirim?
Terapistin, söylediği pek çok şey doğası gereği yaralayıcı olduğundan, danışanın öz-değerini koruyacak müdahale yolları bulması gerekir. Hakkımızda daha önce bilmediğimiz bir şeyi biri bize söylediğinde hepimiz en azından bir irkilme yaşarız. Öğrenmek isteriz, ama öğretilmek aşağılayıcı gelir. Bu nedenle, her psikoterapötik yorum aslında bir narsisistik yaralanmadır. Terapi sanatının öğretiminde merkezi odak, danışanın değişebilmesi için bilmesi gereken şeyleri, onun öz-değerine mümkün olan en az zarar vererek nasıl aktaracağımız olmalıdır. Bu beceri sıklıkla “incelik [tact]” olarak adlandırılır (Greenson, 1967); ancak bazı danışanların duygularını korumak için sıradan bir incelik yeterli değildir; [söz konusu beceri] onların gururlarını neyin desteklediğini ve neyin zedelediğini çok daha özgül biçimde anlamayı gerektirir.
Devam ediyor…
Bir yanıt yazın