Bu tür düşünceler, psikanalizin varsayımsal üstyapısının bir parçasıdır; bu yapının herhangi bir bölümü, yetersizliği kanıtlandığı anda, herhangi bir kayıp ya da pişmanlık duymaksızın terk edilebilir ya da değiştirilebilir.
(Freud, 1925, s. 31)
Freud’un, yeni fikirlerin önceki temeller üzerine inşa edildiği arkeolojik metaforu (bkz. Bölüm 1), psikanalitik kuramın kendisi için de geçerlidir. Bazı fikirler yeniden işlenirken, bazıları neredeyse özgün hâlleriyle korunmuştur. Freud’un kendisi kuramsal modellerini sürekli olarak gözden geçirmiş ve ihtiyaç duyulduğunda onları köklü biçimde değiştirmekten çekinmemiştir. Onun takipçileri de bu yaklaşımı benimseyerek yoluna devam etmiş ve psikanalitik zihin modelleri de birçok gelişimsel değişim geçirmiştir. Bunun sonucunda, çoğu model tutarlı bir bütün oluşturmaktan ziyade, farklı soyutlama düzeylerinde kavramlar içeren karmaşık bir düşünce matrisi meydana getirmiştir. Birbiriyle çelişkili görünen kuramsal ifadeler zaman zaman rahatsız edici bir biçimde yan yana dururlar; bunun bir nedeni, psikanalitik kuramın birden fazla soyutlama düzeyinde yer alıyor olmasıdır.
Waelder (1960), psikanalitik kuramın şu soyutlama düzeylerini tanımlamıştır:
- Klinik yorum – belirli bir hastaya ilişkin bir kuram ya da formülasyon.
- Belirli hasta gruplarına yönelik klinik genellemeler, örneğin “narsisistik örgütlenmeler” (bkz. Bölüm 4).
- Savunma mekanizmaları veya aktarım gibi genel psikanalitik kavramlar. Bu bölümde esas olarak odaklanacağımız düzey budur.
- Ödipus kompleksi ya da ölüm dürtüsü gibi genel açıklayıcı kavramlar.
Farklı kuramsal yaklaşımların temelinde, dünyaya ilişkin değişen bazı varsayımlar yatar: yaşantının ne ölçüde çevre tarafından belirlendiği ve ne ölçüde doğuştan geldiği; temelde umutlu mu yoksa “depresif gerçekçi” bir bakış açısının mı benimsendiği; zihne mekanik mi yoksa hümanistik bir çerçeveden mi yaklaşıldığı; determinizm ile özgürlük arasındaki denge; zihinsel süreçlerin kişisel anlamlar ve dil yerine kişisel olmayan kuvvetler olarak mı ele alındığı; zihinselcilik [mentalism] mi yoksa realizm [realism] mi benimsendiği; ve psikolojik fenomenlerin öncelikle içsel [intrapsychic] mi yoksa kişilerarası [interpersonal] mı olarak görüldüğü.
Tüm bu meseleler, psikanalizin felsefi ve kültürel yorumcuları tarafından ele alınmıştır (Appelbaum, 2013; Cavell, 1988, 1994; Greenberg & Mitchell, 1983; Holmes & Lindley, 1989). Ancak bu kitabın klinik bakış açısından bakıldığında, iki boyut özellikle öne çıkar. İlk olarak, kişilik gelişiminde çevresel [environmental] etkenlerle intrapsişik [intrapsychic] etkenler arasındaki denge; ikinci olarak ise zihinsel olgulara yaklaşımda neden [causation] ve mekanizma [mechanism] mı, yoksa kavrayış [understanding] ve anlam [meaning] mı öncelenmelidir sorusu öne çıkar. Freud, farklı dönemlerde bu tartışmaların her iki yönünde de konumlanmıştır. Başlangıçta, özellikle çocuklukta baştan çıkarılma ya da savaş nevrozu gibi travmatik dış olaylara vurgu yaparak çevresel etkenleri ön plana koymuştur. Ancak daha sonra geliştirdiği dürtü-yapısal modelde [drive-structural model] içsel dünyayı birincil olarak görmüştür. Dışsal olaylar, artık neden olmaktan çok, Ödipus kompleksi gibi doğuştan gelen örüntüleri tetikleyen unsurlar olarak ele alınmıştır. Bu vurgu farkı günümüzde de devam etmektedir. Bu kitapta modelleri intrapsişik [intrapsychic], kişilerarası [interpersonal] ya da karma [mixed] olarak sınıflandıracağız. Benzer şekilde, Freud başlangıçta patolojik zihinsel yaşama dair bilimsel ve nedensel bir açıklama üretmeyi hedeflemişken, çalışmaları ilerledikçe anlam, anlatı ve iletişim konularına giderek daha fazla önem vermeye başlamıştır.
Klinisyenlerin karşı karşıya kaldığı ikilem şudur: Etkili bir şekilde çalışabilmek için -özellikle mesleki kariyerin başlangıcında- sağlam bir kuramsal çerçeveye ihtiyaç vardır; ancak insan zihninin ve insan güdülerinin tüm işleyişini tek bir modelin bütünüyle açıklayabilmesi pek olası değildir. Uygulamada, çoğu analist temel bağlılıkları belirli bir kuramsal okula dayansa da, farklı kuramlardan oluşan bir bileşimi kullanır. Bu bölüm, kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılandırılacak olan temel psikanalitik kavramların ve modellerin şematik bir genel görünümünü sunmaktadır (karş. Auchincloss, 2015).
Bilinçdışı
Bilinçdışı [unconscious] kavramı, genellikle psikanalizle eşanlamlı olarak görülür. Freud her ne kadar bilinçdışını “keşfetmiş” olmasa da (Ellenberger, 1970; Hopkins, 2012), onun normal ve patolojik zihinsel yaşamdaki rolünü sistematik biçimde inceleyen ilk kişidir. Günümüz perspektifinden bakıldığında, bilinçdışı dört temel şekilde kavramsallaştırılmaktadır.
“Kendi başına bir varlık” olarak bilinçdışı
Freud başlangıçta bilinçdışını “zihinsel aygıt“ın [mental apparatus] (Laplanche, 1989) bir parçası olarak görmüştür; bu aygıt, Kantçı anlamda doğrudan kavranamayan, ancak rüyalar, nevrotik semptomlar ve dil sürçmeleri gibi “irrasyonel” zihinsel fenomenleri belirleyen bir varlıktır. Freud, kabul edilemeyen anıların, düşlemlerin (phantasies – bu yazım, onları gündüz düşleri ya da bilinçli dilekler anlamındaki “fanteziler“den [fantasies] ayırmak için kullanılır), arzuların, düşüncelerin, fikirlerin ve acı verici yaşantıların bazı yönlerinin, onlara eşlik eden duygularla birlikte bastırma yoluyla bilinçdışına itildiğini öne sürmüştür. Freud, yayımlanmamış eseri “Tasarı”da [Project], bilinçdışının rolüne dair nörobiyolojik bir açıklama geliştirmeyi ummuştur; bu açıklama, psişik enerjinin ya da libidonun akışı, bağlanması ve boşalması temeline dayanır. Her ne kadar bu “hidrolik” model büyük ölçüde geride kalmış olsa da, modern nöropsikoloji, subliminal algılama [subliminal perception] ve “bilinçöncesi işleme [preconscious processing]” aracılığıyla, hayatta kalma açısından yaşamsal birçok zihinsel sürecin farkındalığın dışında gerçekleştiğini doğrulamıştır (Dixon & Henley, 1991; Solms, 2018b). Bu da bizi iki kavram arasında bir ayrım yapmaya götürür: “betimleyici bilinçdışı [descriptive unconscious]”, yani fizyolojimizin diğer yönleri gibi farkında olmadığımız zihinsel yaşantılarımız; ve “dinamik bilinçdışı [dynamic unconscious]”, yani zihinsel acı ya da çatışma potansiyeli taşıyan içeriğin amaçlı biçimde bastırılmasıdır.
Gizil anlamların deposu olarak bilinçdışı
Çağdaş psikanalizde mekanizmadan anlam yönelimli bir anlayışa geçişle birlikte, “bilinçdışı” artık hastanın farkında olmadığı duygulanımsal anlamların bir metaforu hâline gelir ve bu anlamlar analistle kurulan ilişki aracılığıyla ortaya çıkar. Bu bağlamda “bilinçdışı” bir isim olmaktan çok bir sıfat işlevi kazanır: “bilinçdışı” bir varlık [the unconscious] değil, “bilinçdışı süreçler” [unconscious processes] söz konusudur. Bu yaklaşım, psikanalizi postmodern düşüncedeki çokanlamlılık [polysemy] kavramıyla ilişkilendirir; yani her kültürel olgu ya da “metin” içerisinde birden fazla anlam bulunabilir. Bu anlayışta analistin görevi, zihinsel aygıtın bir anatomisti olmak değil, bu gizil anlamları birlikte keşfetmektir.
Bilinçdışının gizemi
Jung (1916) ve onun yorumcuları (Corbett, 2012; Fink, 2011), bilinçdışının daha soyut, neredeyse mistik bir yönünü vurgulamışlardır. Jung özellikle insan deneyiminin dinsel ve spiritüel yönleriyle ilgilenmiş ve “kolektif bilinçdışı [collective unconscious]” kavramını ortaya atmıştır. Ona göre bu bilinçdışı, Freud’un tanımladığı kişisel bilinçdışından daha derin bir zihinsel düzeyde yer alan, tüm insanlığa ortak, önceden var olan bir anlam ve simge dizisinden oluşur. Bu görüşünü, çok farklı din ve kültürlerin inanç ve mitolojilerinin tarih boyunca ve dünyanın çeşitli bölgelerinde büyük ölçüde ortak temalara sahip olduğu bulgusuna dayandırmıştır. Jung bu yaklaşımı hastalarına da uygulamış ve su, yılan ya da mandalaya benzer desenler gibi rüya imgelerinin “psişik genetik mirası [psychic genetic inheritance]” temsil ettiğini, yani bireysel deneyimlerin özgünlüğünden önce gelen evrensel bir mirasa işaret ettiğini savunmuştur.
Geçmişteki bilinçdışı ve şimdiki bilinçdışı
Sandler ve Sandler (1987; Sandler, 2018), klinik açıdan işlevsel bir ayrım yaparak “geçmişteki bilinçdışı [past unconscious]” ile “şimdiki bilinçdışı [present unconscious]” kavramlarını ortaya atmışlardır. Yetişkinin geçmişteki bilinçdışı, yanıtlarını, arzularını ve ihtiyaçlarını çocukluk hâlâ sürüyormuşçasına güçlü biçimde belirlemeye devam eden “içteki çocuk”tur [child within] ve değişmeden kalmış bir biçimde işler. Şimdiki bilinçdışı ise bilinçöncesine (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) daha yakın bir yapıda olup, bugündeki dengeyi korumaya yöneliktir; geçmişteki bilinçdışını dönüştürerek onun düşlemsel içeriğine -her ne kadar zayıflatılmış biçimde de olsa- ifade alanı açar. Geçmişteki bilinçdışı, ilkel nesne temsilleriyle işler ve geçmişe göre tepki verirken; şimdiki bilinçdışı, nesneleri bugünde algılandığı ve tasarlandığı şekliyle temsil eder. Sandlerlar, psikanalitik tedavide analistin her zaman şimdiki bilinçdışından geçmişteki bilinçdışına doğru çalışması gerektiğini; yani geçmişteki travmaların yeniden inşasına geçmeden önce analitik etkileşimin “burada-ve-şimdi”sine dikkat edilmesi gerektiğini savunurlar.
Freud’un modelleri
Freud’un zihin tasarımı üç temel evrede gelişmiştir: duygulanım-travma modeli [affect-trauma model], topografik model [topographical model] ve yapısal model [structural model] (Sandler, 1972).
Duygulanım-travma modeli
Freud’un en erken psikanalitik fikirleri, 1870 Fransız-Prusya Savaşı’ndan kalan travma mağdurlarıyla olan deneyimlerinden etkilenmiştir; bu kişilerdeki histerik felçler, cephede yaşanan travmatik deneyimlerle ilişkili görünmekteydi ve bu dehşet verici olayları dile getirme (duyguyu dışa vurmak [abreact]) olanağı bulduklarında semptomlar hafifliyordu. Freud daha sonra, histerik hastalarının -özellikle kadınların- çocukluklarında olumsuz cinsel yaşantılara sıklıkla değindiklerini fark etti. Bunun üzerine, savaş travmasına benzer bir biçimde, cinsel istismar gibi acı verici dışsal olayların “zihinsel aygıtı” alt edebileceğini ve bunun sonucunda oluşan duygulanımlarla başa çıkamayarak bu etkilerin histeri semptomları biçiminde ortaya çıktığını öne sürdü: ağrılar, felçler, dissosiyatif durumlar, açıklanamayan nöbetler vb. Freud, günümüzde travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) kapsamında değerlendirilen, güncel travmalardan kaynaklandığını düşündüğü “güncel nevrozlar”ı [actual neuroses] (nevrasteni ve anksiyete) -ve özellikle çocukluk travmasının sonucu olarak gördüğü- “psiko-nevrozlar”dan [psycho-neuroses] (histeri ve obsesyonel nevroz) ayırt etmiştir. Ancak bu iki nevroz türü arasında açık bir ilişki vardır: çünkü, Garland’ın (2002) da öne sürdüğü gibi, çocukluk travması bireyi, güncel travmaların etkisine karşı daha duyarlı hâle getiren bir yatkınlık etmeni olarak işlev görür.
Göllenerek birikmş duygulanımların [dammed-up affects] (hisler gibi) boşalmasının, psişik dengeyi tehdit ederek semptomlara yol açabileceği fikri, Freud’un metapsikolojisinin ilk evresini oluşturan “duygulanım-travma” referans çerçevesi [“affect-trauma” frame of reference] olarak adlandırılmıştır (Zepf & Zepf, 2008). Duygulanım-travma teması, günümüzde de psikanalitik düşüncenin önemli bir parçası olmaya devam etmektedir; özellikle de çocukluk çağı istismarlarının -fiziksel, duygusal ya da cinsel- gerçekliğinin ve bunların fiziksel ve ruhsal sağlık üzerindeki uzun vadeli etkilerinin ortaya konulmuş olmasıyla birlikte (Anda ve ark., 2006). Çocukluk travmasının doğası, farklı yazarlar tarafından farklı biçimlerde ele alınır: bazıları intrapsişik etkenlere, bazıları ise çevresel faktörlere vurgu yapar. İntrapsişik bir perspektiften bakıldığında Klein (1946) ve Kernberg (1975), çocukluktaki yoğun nefret, saldırganlık ve hasetin bizzat içsel olarak travmatik olabileceğini ileri sürerler ve olası sınır kişilik bozukluğu olan bireylerin, özümsenmesi mümkün olmayan bu tür aşırı olumsuz duygulara fazlasıyla maruz kalabileceğini; bunun da aşırı bölme ve yansıtmalara yol açabileceğini öne sürerler (bkz. Bölüm 4). Buna karşılık Kohut’a göre ilksel travma kişilerarasındadır: ebeveyn empatisinin yetersizliği, bütünlüklü bir kendilik duygusunun bozulmasına yol açar ve ilerleyen yaşamda saldırganlık gibi “dağılma ürünleri”nin [disintegration products] ya da bağımlılık, kompulsif cinsellik ve hatta kendine zarar verme gibi kendini yatıştırma girişimlerinin ortaya çıkmasına neden olur.
Her iki yaklaşımda da travma, acı verici bir duygulanımı harekete geçirir; bu duygulanım, daha sonra bilinçten “kovulur/sürgüne gönderilir” [banished] ancak bu bastırmanın bedeli, ya fizyolojik dengenin bozulması ya da acıyı uzak tutmak için ruhsal enerjinin harcanması olur -oysa bu enerji sevgiye [love] ve oyuna [play] ayrılabilir olmalıydı. Bower (1981), anıların hatırlanmasının duygu durumuna bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Bazı anılar, yalnızca kaydedildikleri sıradaki duygu durumu yeniden yaşandığında hatırlanabilir. Bu da, “aktarımda yeniden sahnelenebilen travmanın [replay]” daha az bunaltıcı bir şekilde işlenmesine olanak tanıdığı anlamına gelir: kayıp yas tutulabilir, öfke ifade edilebilir ve bu bazen kabullenmeye, hatta affetmeye yol açabilir.
Topografik model
Yunanca’da topos “yer” anlamına gelir; topografi [topography] ise bir arazinin fiziksel yerleşimini tanımlar. Freud (1915, 1925), “topografik yaklaşım”dan ve “zihinsel edimlerin topografisi”nden söz eder. Bu yaklaşım, onun ünlü buzdağı metaforunda ifadesini bulur: bilinçli zihin, çok daha büyük ama suyun altında kalmış bir bilinçdışı üzerine oturur ve bu ikisinin arasında, bastırılmamış ama o anda etkin olmayan anı ve düşünceleri içeren bilinçöncesi yer alır. Zihnin bilinçdışı, bilinçöncesi ve bilinçli olmak üzere üç ayrı sisteme bölünmesi, Freud’un çalışmalarının ikinci evresini (1897–1923) başlatmıştır; bu modelde hâlâ beynin lokal işlevlerine dair izler mevcuttur ve Freud’un önceki nörolog kimliğine bir gönderme niteliği taşır. Günümüz psikanalizi, topografik kavramları anatomik çağrışımlarından arındırılmış biçimde hâlâ kullanmaktadır; Freud da her bir zihin bölümünü birer “sistem” olarak görerek benzer bir yaklaşım benimsemiştir -örneğin “bilinçdışı sistem”, “bilinçöncesi sistem” vb. Bu yaklaşım, zihnin farklı bölümlerinin rol ve işlevlerine odaklanan “yapısal model”e [structural model] (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) yumuşak bir geçişi mümkün kılar. Günümüz nörobilimi hem topografik hem de sistemik unsurları kabul eder. Üçlü beyin modeli [triune brain] -sürüngensel (medulla), paleo-memeli (orta beyin) ve neo-memeli (korteks) bölümleriyle- topografik bir yapıdır; ancak günümüzde beyin işlevleri, limbik sistem [limbic system] gibi ağ yapısı içindeki birbirine bağlı düğüm noktaları ya da merkezler olarak, topografik olmayan terimlerle ele alınmaktadır (Oldham & Fornito, 2019).
“İki ilke”
Freud’un kuramsal gelişiminin bu evresinden çıkan temel fikirlerden biri, zihinsel işleyişin “iki ilkesi” arasındaki karşıtlıktır (Freud, 1911): birincil ve ikincil süreç [primary and secondary processes]. İkincil süreç düşüncesi, mantıklıdır; zaman, mekân ve nedensellik yasalarına uyar. Buna karşılık, birincil süreç düşüncesi, rüyalar, düşlemler ve çocukluk yaşantısı gibi alanlara özgüdür; burada zaman, mekân ve mantık yasaları geçerli değildir. Birincil süreç düşüncesinde geçmiş, şimdi ve gelecek birlikte var olabilir; farklı olaylar aynı anda ve aynı yerde meydana gelebilir; bir sözcük ya da görsel simge, birden çok nesneyi temsil edebilir ya da birbirinden farklı, hatta çelişkili anlamlar taşıyabilir. Birincil süreçlere aşina olmak, analitik çalışmanın vazgeçilmez bir önkoşuludur ve bu durum, analistlerin kişisel terapi almalarının zorunlu [de rigueur] sayılmasının pek çok nedeninden yalnızca biridir.
Bilinçdışı ve bilinçöncesi
Freud, seçici dikkatin doğası gereği birçok psikolojik sürecin betimleyici anlamda bilinçdışı olduğunu fark etmiştir; yani birey bu süreçlerin farkında değildir, ancak bunlar kolaylıkla bilince getirilebilir. Bu tür süreçler ne bastırmaya tabidir ne de birincil süreçlerin etkisi altındadır. Freud, bu bilinçdışı ama bastırılmamış olguları “bilinçöncesi sistem”e [the system preconscious] atfetmiştir; topografik modelde bu sistemin temel rolü, kolay erişilebilir düşünceler ve anılar için bir depo olmaktır. Ancak Freud’un düşünceleri zamanla geliştikçe, bilinçöncesi sistemin aynı zamanda, bilinçdışı sistemden gelen içgüdüsel arzuları değiştirip onları bilinçli sistem için kabul edilebilir hâle getirebilen bir sansür [censor] gibi de işlev görebileceğini fark etmiştir.
İçgüdü kuramı
Psikanalitik kuramın evriminde, duygulanım-travma çerçevesinden topografik modele geçiş, önemli bir dönüşümü temsil eder. İlgi odağı, dış gerçekliğin etkisinden, Freud’un insanlığın içgüdülerle -ya da dürtülerle [drives]- mücadelesi tarafından yönetildiğini düşündüğü içsel dünyaya kaymıştır.
İçgüdü [instinct] ya da dürtü [drive] kuramı, insan güdülerini [motivation] açıklamak amacıyla Freud tarafından ortaya atılmıştır. Ancak bu kuram çevresinde bir kavramsal karışıklık doğmuştur; çünkü Strachey, Almanca metindeki hem “Instinkt” hem de “Trieb” terimlerini İngilizceye “instinct” olarak çevirmiştir. Freud bu iki terimi zaman zaman birbirinin yerine kullanmış olsa da, Instinkt, doğuştan gelen davranış örüntüleri ve tepkileri ifade eder. Freud, içgüdüleri -fantezilerden [phantasy] oluşan- temel gelişimsel ihtiyaçlar olarak görmüş, bunların buyurgan bir niteliğe sahip olduğunu ve ifade edilip doyurulmaları gerektiğini savunmuştur. Daha güdüleyici bir anlam taşıyan Trieb ise, hayatta kalma ya da üreme gibi genel bir amaca yönelik bir itki ya da basınç anlamına gelir.
Freud her zaman “inatçı bir düalist” idi (Jones, 1953). İçgüdülere dair ilk formülasyonunda Freud (1905), hem normal gelişimde hem de psikolojik rahatsızlıkların kökeninde cinsel ya da libidinal dürtülere vurgu yapmıştır; daha sonraki dönemlerde ise saldırgan ve yıkıcı dürtülere, yani “ölüm dürtüsü”ne (Freud, 1920, 1930) ağırlık vermiştir. Bu yaklaşım, ikili içgüdü kuramı [dual-instinct theory] olarak tanınır; oysa Freud, daha önce libidoya ek olarak kendini koruma (yani ölüme karşı koyma) dürtülerini de vurgulamıştır. Birey, bu dürtülerin ya da içgüdüsel arzuların merhametine kalmıştır; yetişkinlikte ortaya çıkan semptomlar, bu “ilkel” çocukluk talepleriyle başa çıkmak üzere devreye giren psikolojik savunmalardan kaynaklanır. Bu arzular bilinçdışı sistemin bir parçasıdır; doğuştan gelen bir “boşalma” gereksinimi taşırlar ve bu boşalımı gerçekleştirmek için gelişim sürecinde bir nesneyle bağlantılanırlar.
Bu klasik şemada, içgüdüsel arzuların bir kaynağı, bir amacı ve bir nesnesi vardır. Bu arzuların çocukluktaki kaynağı bedenseldir ve bu kaynak, ağız, anüs ya da genital bölge gibi bir erotik bölge olabilir; bu bedensel bölgelerde ortaya çıkan duyumlar gerilim oluşturur ve bu gerilim, boşalma yönünde hareket eder. Açlık hissi yaşayan bebek, bu gerilimi emme yoluyla azaltmayı hedefler. Zamanla, bu davranış artar ve içgüdüsel arzunun nesnesi -annenin memesi- sağlandığında açlık giderilmiş olur. Nesnenin varlığı ve niteliği hatırlanır; bebek bir sonraki açlık hissinde memeye dair anıyı canlandırır ve bu düşlem [phantas]) yeniden sahnelenir. Böylece, kaynak, amaç ve nesne, karmaşık bir etkileşimsel düşlem içinde bütünleşmeye başlar ve bu düşlemin bir kısmı bilinçdışı sistemde temsil edilir.
Bu örnekte yaşantı ve yeniden canlanan anı gerçek bir olaya -beslenmeye- dayansa da, ifadesi ve ardından gelen doyumu gerektiren ihtiyaç, hayal edilen bir olaya ilişkin olarak da ortaya çıkabilir. Eğer çocukluk dönemine ait, arzu doyurucu bir gündüz düşü kişinin iç dünyasında “yaşanır” ve daha sonra bastırılırsa, bilinçdışı sistem bu hayalî olayları birincil süreç ilkelerine göre ele alacak ve dolayısıyla onları gerçekmiş gibi işleyecektir. Bu gözlem, geri getirilen anılar [recovered memories] meselesi açısından klinik olarak büyük önem taşır. Travmatik bir anının geri getirilmesi ile arzu doyurucu bir düşlemin yeniden canlandırılması arasında -her ikisi de bastırmaya tabi olsa da- klinik ortamda ayrım yapmak çoğu zaman zordur. Bu nedenle her iki durumda da temkinli bir yaklaşım gereklidir.
Topografik modelin sınırlılıkları
Klinik deneyim, Freud’u topografik modelde giderek artan sayıda tutarsızlık olduğunu kabul etmeye yöneltti. Bunların başında, Freud’un zihin haritasında ideallere [ideals], değerlere [values] ve vicdana [conscience] yer olmadığını fark etmesi geliyordu. Ayrıca Freud, dış dünyanın zihinsel yapılar üzerindeki etkisinin ve savunmaların bilinçdışı doğasının daha ayrıntılı biçimde ele alınması gerektiğini fark etti. Örneğin anksiyete, başlangıçta bastırılmış “bedensel cinsel uyarım”ın ya da libidonun birikimi sonucu ortaya çıktığı düşünülen -cinsel arzunun hoş olmayan bir duyguya dönüştüğü- bir iç kaynaklı durum olarak görülüyordu (bkz. Bölüm 1). Ancak zamanla anksiyetenin yalnızca içsel değil, aynı zamanda doğrudan bir tehdide ya da tehdidin yol açtığı psikolojik çatışmalara tepki olarak da ortaya çıktığı anlaşıldı. Örneğin, ihmal eden bir ebeveyne karşı öfke duyan bir çocuk, bu öfkesini ifade etmekten ebeveynini tümüyle kaybetme korkusu nedeniyle kaçınabilir. Bu türden bir ebeveyn-çocuk ilişkisinin içselleştirilmesi, topografik modelle kolayca bağdaştırılamıyordu.
Narsisizm Üzerine [On Narcissism] (Freud, 1914) ve Yas ve Melankoli [Mourning and Melancholia] (Freud, 1917) başlıklı makalelerinde Freud, içsel ve dışsal dünyalar arasındaki etkileşime özellikle vurgu yapmaya başlamıştı; bu durum, özellikle içeatım [introjection], içselleştirme [internalisation] ve özdeşim kurma [identification] kavramlarında belirgindir. Freud, örneğin sert ya da cezalandırıcı bir ebeveyn deneyiminin, bir bireyin içsel dünyasının yapısal bir parçası hâline nasıl geldiğini sorgulamaya başlamıştır.
Yapısal kuram
Yapısal modelin [structural model] ortaya çıkışı (Freud, 1923), Freud’un bu sorulara yanıt arayışıydı ve bu arayış kuramsallaştırmasının üçüncü ve son evresini (1923–1939) başlatmıştır. “Bilinçdışı” kavramı, Freud’dan önce gerek edebiyatçı ve şairlerce, gerekse bilim insanları tarafından “keşfedilmiş” olduğundan, bu model aynı zamanda yaşlanan Freud’un yalnızca kendisine özgü kalıcı bir kuramsal miras yaratma arzusunu da yansıtıyor olabilir (Barratt, 2019).
Yapısal modelde, Freud (1923), insan kişiliğinin üç parçası ya da “yapısal bileşeni [structural components]” olduğunu öne sürmüştür; bunlar, bilinen halleriyle id, ego ve süperego olarak çevrilmiştir -ya da Bettelheim’ın (1985) iddiasına göre, yanlış çevrilmiştir. Topografik kuramda olduğu gibi, bu bileşenler de günümüzde yapısal varlıklar olmaktan çok, işlevler olarak düşünülmektedir; yani yavaş değişen ve tepkisel olarak dengeli psikolojik örgütlenmeler (Friedman, 1978; Rapaport, 1967).
İd
Freud, “Das Es” terimini -Strachey’nin çevirisiyle kişisel olmayan “o” ya da “id”- psikosomatik hekim George Groddeck’ten ödünç almıştır. Groddeck, bedenlerimiz ve zihinlerimiz üzerinde tam denetim sahibi olmadığımızı, tersine onlar tarafından yaşandığımızı vurgulamak konusunda ısrarlıydı. Freud’un (1933, s. 105) ifadesiyle:
“İd, kişiliğimizin karanlık, erişilemez parçasıdır… Ona ancak benzetmeler yoluyla yaklaşabiliriz: Onu bir kaos, fokurdayan uyarımlarla dolu bir kazan olarak adlandırırız… İçgüdülerden gelen enerjiyle doludur; ancak herhangi bir örgütlenmesi yoktur, kolektif bir irade üretmez -yalnızca, haz ilkesine uygun olarak içgüdüsel ihtiyaçların doyumunu sağlamaya yönelik bir itki barındırır.”
Süperego
Freud’un (1914) yapısal modelden önceki dönemde ortaya koyduğu “ego ideali [ego ideal]” kavramı, yapısal modelde süperego [superego] ya da “üst-benlik [over self]” olarak adlandırılan daha kapsamlı bir yapıya dönüşmüştür. “Süperego”, çocukluktan itibaren ebeveyn ya da diğer otorite figürlerinin ve daha geniş kültürel etkilerin içselleştirilmesi yoluyla oluşan, vicdan ve ideallerin deposu niteliğindedir. Nesne ilişkileri kuramı açısından bakıldığında, süperego yalnızca içselleştirilmiş bir ebeveyn değil, aynı zamanda bireyin kendi saldırganlık ve cezalandırıcılık eğilimlerinin projekte edildiği bir ebeveyn temsili olarak görülür. Bu nedenle, süperegoyu oluşturan içselleştirilmiş ebeveyn ve diğer figürler hem düşlem hem de gerçeklik öğeleriyle şekillenir. Süperego düzeyinde sert ve cezalandırıcı olarak deneyimlenen bir ebeveyn, gerçek yaşamda aslında oldukça yumuşak ya da iyi huylu biri olarak görünebilir.
Süperegonun suçluluk duygusu, mükemmeliyetçilik ve doğru ya da yanlış olanı yapma kaygısını biçimlendiren bir yapı olarak kavramsallaştırıldığı göz önünde bulundurulduğunda, depresyonun, obsesif bozuklukların ve cinsel güçlüklerin etiyolojisinde önemli bir rol oynadığı kabul edilir. Ancak bireyler, süperegonun yaşamları üzerindeki etkisinin farkında olma düzeyleri açısından farklılık gösterirler. Örneğin, bazı bireyler yapmak istedikleri şeyin toplumda kabul görmüş değerlerle ya da kendi yetiştirilme tarzlarıyla çeliştiğinin oldukça farkındadır; oysa bazı kişilerde bu etki bilinçdışı bir suçluluk duygusu şeklinde ortaya çıkar (Freud, 1923). Örneğin, obsesif-kompulsif eylemleri gerçekleştirme zorunluluğuyla boğuşan bir hasta, bu davranışa neden yöneldiğine dair bilinçli bir fikre sahip olmayabilir ama bu davranışı yerine getirmezse aşırı bir suçluluk hissi yaşayabilir.
Ego
“Ego [ego]” ya da “Ben [I]”, kişiliğin akılcı, gerçekliğe yönelmiş ve yürütücü yönlerini tanımlar; ve bu yapı da yine kısmen bilinçli, kısmen bilinçdışıdır. Freud, egonun çift yönlü görevini şöyle tanımlamıştır: Bir yandan ego, ilkel id dürtülerini gerçeklik ilkesine uygun biçimde denetleyip dünyaya uyarlamalı; öte yandan ise, süperegonun taleplerini yumuşatmalı, onun baskılayıcı beklentilerine karşı denge kurmalıdır.
“Zavallı ego… üç sert efendiye hizmet eder ve onların taleplerini birbiriyle uyumlu hâle getirmek için elinden geleni yapar… Bu üç zalim efendi: dış dünya, süperego ve id’dir.”
(Freud, 1933, s. 76)
Yapısal model, topografik modelin üzerine kolayca oturtulamaz. Her ne kadar bilinçdışı sistem ile id genellikle birincil süreç düşüncesine göre işleyen yapılar olarak eşdeğer kabul edilse de, id aynı zamanda yaratıcılık ve oyun için hayati bir kaynak olarak da görülmeye başlandığında, bu işlevler bilinçli düzeyde de ortaya çıkabilir. Tersine, bilinç sistemi ile ego da birbirine denk değildir; çünkü çoğu zaman birey, kişilerarası gerçekliğe savunmacı biçimde nasıl uyum sağlamaya çalıştığının farkında değildir. Yapısal perspektiften bakıldığında, klinik olarak asıl mesele, hastanın bir yönünün farkında olup olmaması değil, zihnin hangi parçasının etkili olduğudur: Hasta birincil süreçlere göre mi davranıyor ve düşünüyor, gereğinden fazla sert bir vicdanın etkisi altında mı, yoksa ego’ya uyumlu bir biçimde mi hareket ediyor?
Çatışma ve uyum
Nörolog kökenli Freud için, refleks hareketin ani gerçekleşen doğası ile psişenin iç dünyasında yer alan gecikme arasındaki zamanlığa dayalı temel bir karşıtlık vardır. Bir arzu, şekillendirilir, etkilenir, değiştirilir, geride tutulur (“özgür irade”ye karşılık “özgür istememe” [free won’t]), saptırılır ya da düşüncenin solgun örtüsüyle gizlenir. İçgüdüsel arzular, doğrudan ifade olanağına sahip değildir:
- Topografik modelde, bilince ulaşabilmeleri için bilinçöncesinden geçmeleri gerekir;
- Yapısal modelde ise, bu arzuları süperego ve ego engeller.
Bu arzular bilince ulaştıklarında artık öyle bir ölçüde dönüştürülmüşlerdir ki, ancak rüya analizi ve aktarımın çözümlenmesi yoluyla geriye doğru “yeniden çevrilerek (back translated)” anlamlandırılabilirler. İçgüdüsel arzular, savunma mekanizmalarıyla (bkz. Bölüm 4) örtülüdür; bu mekanizmalar, içsel çatışmayı en aza indirmek üzere devreye girer. Bu çatışma, içgüdüsel arzuların “haz ilkesine” (Freud, 1920) tabi olmasından kaynaklanır -oysa haz ilkesi, her zaman gerçeklik ilkesiyle uyumlu değildir. Yetişkinler için, çocukluk dönemine özgü arzular ve dürtüler, kimi zaman kaçınılmaz olarak yetişkin yaşamının kısıtlamalarıyla çatışma içine girer. İçgüdüsel arzuların doyumu, eğer bireyin kendini koruma gereksinimine tehdit oluşturuyorsa, ahlaki ve etik inançlarıyla çelişiyorsa, ya da toplumsal ve kültürel çevresinin beklentilerine karşı geliyorsa, ertelenir ya da dönüştürülür.
Freud sonrası modeller
Klasik modelde psikanaliz, kişiliği doğuştan gelen bir bölünme ve çatışma alanı olarak görme eğilimindedir: içsel talepler ile dış gerçeklik arasındaki bir mücadele, ve çoğu zaman başarısız kalan uyum çabaları… Bastırma, tüm bu çatışmaların bilincin halısının altına süpürülmesi olarak, birincil savunma mekanizması olarak değerlendirilir. Ancak birbirine zıt arzular varlıklarını sürdürür ve “bastırılanın geri dönüşü [return of the repressed]” -Freud’un doğrudan kullanmadığı ama Nietzsche’nin “bengi dönüş/sonsuz dönüş [eternal recurrence]” fikrine benzeyen bir ifade- nedeniyle, psişik gerilim kaçınılmaz olur.
Ego psikolojisi
Heinz Hartmann (1939, 1964), ego psikolojisinin kurucusu olarak, klasik kuramdaki çatışma modelini sorgulamış ve onun yerine egonun savunmaya yönelik olmayan yönlerini [non-defensive aspects of the ego] vurgulamıştır (bu yaklaşımı nedeniyle Lacan tarafından sert şekilde eleştirilmiştir; bkz. Bölüm 3, Lacancı bakış). Klasik kuramda ego, id’in talepleri ile dış dünyanın gerekleri arasında sıkışıp kalmış, bir tür çaresiz arabulucu olarak tasarlanırken; Hartmann, egoyu bu çatışma alanının dışında konumlandırmış ve böylece egonun dış dünya ile serbestçe etkileşim kurabildiğini, ayırt edebilme ve seçim yapabilme kapasitesine sahip olduğunu öne sürmüştür. Hartmann’ın modelinde, egonun çatışmasız alanı [conflict-free sphere of the ego], kişilik gelişimi içinde bağımsız olarak oluşur ve çevresel koşullar yeterince elverişli olduğunda, bu alan herhangi bir engelle karşılaşmadan gelişebilir. Bu alan; düşünme, algı, dil, öğrenme, bellek ve akılcı planlama gibi işlevleri kapsar. Kişiliğin bu yönlerinin gelişimi, bireyin haz ve doyum yaşantısını kolaylaştırır.
Freud, topografik modelde dikkati dış travmadan alıp zihnin iç işleyişine yöneltmiş, yapısal modelde ise odağı yeniden dış gerçeklikle ilişkili hale getirmiştir. Hartmann ise yapısal kuramı bir adım daha ileriye taşıyarak, haz kavramını yalnızca içgüdüsel arzuların doyumuyla değil, aynı zamanda dış dünyanın gerçekten sunabildiği olumlu yaşantılarla da ilişkilendirmiştir. Başka bir deyişle, haz yalnızca içsel dürtülerin doyurulmasından değil, dış dünyanın sağladığı iyi deneyimlerden de kaynaklanabilir.
Ego psikolojisinin bir diğer önemli katkısı, Freud’un egoyu kişisiz bir “yapı” [impersonal “structure”] olarak görmesi ile, egoyu kendiliğin bir açığa çıkma biçimi [manifestation of the self] olarak ele alan daha deneyimsel bir yaklaşım arasında yapılan ayrımdır -bu ikinci yaklaşım, Kohut’un kendilik psikolojisinde geliştirilmiştir. Avrupa geleneğindeki ego psikolojisinde ise Anna Freud (1936), egonun dış dünya ile ilişkisine ve kişiliğin normal ve uyum sağlayıcı yönlerine özellikle vurgu yapmıştır. Ona göre savunma mekanizmaları yalnızca iç dünyadan kaynaklanan tehlikelere karşı değil, aynı zamanda -örneğin “saldırganla özdeşim [identification with the aggressor]” durumunda olduğu gibi (bkz. Bölüm 4)- çocuğun gelişimsel çevresine yönelik bir yanıttır. Anna Freud’un yaklaşımı, ego psikologlarınınkine kıyasla yapısal modele daha az katı bir bağlılık gösteriyordu; o, topografik modelin klinik açıdan faydalı yönlerini vurgulamaya devam etti. Genel olarak ego psikolojisi, zaman içinde nesne ilişkileri kuramı ile giderek daha fazla bütünleşmiştir (Wallerstein, 2002). Bu birleşimin izleri, örneğin Kernberg (1976, 1980), Gill ve Hoffman (1982), Arlow (1985, 1991) ve Sandler (1987) gibi yazarların çalışmalarında hâlâ açıkça görülmektedir.
Klein–Bion modeli
Her ne kadar öncelikli olarak bir kuramcı değil, bir klinisyen olarak tanımlansa da, Melanie Klein’in psikanaliz tarihindeki en özgün ve sarsıcı düşünürlerden biri olduğu genel olarak kabul görür. Klein, topografik modelden yapısal modele geçişin birçok avantajına rağmen, bu süreçte intrapsişik yaşamda bilinçdışı düşlem [phantasy] kavramının gözden yitirildiğini fark etmiştir. Klein, özellikle ödipal öncesi erken dönem yaşantılara odaklanarak, düşlem kavramını psikanalitik kuramsal ve klinik dil içinde yeniden konumlandırmayı amaçlamıştır.
Kleinci “konumlar”
Melanie Klein en çok, zihinsel yaşamın iki temel “konum”u [positions] olarak tanımladığı “paranoid–şizoid [paranoid–schizoid]” ve “depresif [depressive]” pozisyonlar ile, “yansıtmalı özdeşim” [projective identification] kavramıyla tanınır (bkz. Bölüm 4). Brown (2010), Klein’in “konumları”nı bireyi içsel yıkıcılıktan korumak üzere harekete geçirilen düşlemler, kaygılar ve savunmalardan oluşan bütünleşmiş kümeler olarak tanımlamıştır. Paranoid–şizoid konumda, kaygının odağı yok olma ve dağılma tehdidi üzerinedir. Bebek, bu türden deneyimleri bölme ve yansıtma (bkz. Bölüm 4) yoluyla düzenlemeye çalışır: “kötü [bad]” deneyimler ayrıştırılır ve nesneye yansıtılır. Bu savunma, kırılgan bebek benliğini geçici olarak istikrara kavuşturur ve korur; ancak bu durumda nesne artık takip eden, zarar verici ve tehdit edici olarak hissedilir. Aynı zamanda, “iyi [good]” deneyimler de güvenli şekilde muhafaza edilmek üzere nesneye yansıtılabilir; bu durumda nesne idealleştirilmiş bir nitelik kazanır.
Daha sonraki depresif ya da “onarımcı konum”da [reparative position], Carveth, 2018), kaygı artık benliğin hayatta kalmasından çok, kişinin bağımlı olduğu nesnenin hayatta kalması üzerinedir. Birey, öfke ve hayal kırıklığı duyduğu nesnenin, aynı zamanda kendisine doyum sağlayan, sevilen ve seven nesne olduğunu fark eder. Bu farkındalık, ambivalansı ve suçluluğu tetikler. Klein’in “konumları” her ne kadar şematik ve birbirini dışlayıcı gibi görünse de, gündelik yaşamda bireyler bu iki pozisyon arasında sürekli olarak gidip gelir. Ayrıca, bu iki pozisyon arasında yer alan üçüncü bir pozisyon olarak tanımlanan “sınır [borderline]” konum da mevcuttur (bkz. Bölüm 10).
Düşlemler ve dürtüler
Freud için libido ve saldırganlık, yapısız fenomenlerdir [structureless phenomena]; bunların biçimi, gelişimsel bedensel evreler ile dürtülerin tatmini ya da hayal kırıklığı tarafından belirlenir. Ancak Klein için dürtüler, baştan itibaren nesnelere yönelmiştir ve önceden biçimlenmiş “birincil düşlemler [primary phantasies]” olarak ortaya çıkar. Bu nedenle zihinsel yaşamın temel birimi, bir nesne-ilişkili [object-related] bilinçdışı bir düşlem hâline gelir; Freud’daki gibi, kendiliğinden nesne yaratarak ifade arayan dürtüsel arzular değil. Klein’a göre bilinçdışı, zihinsel yaşamın en başından itibaren özgül içeriklere sahiptir -örneğin iyi, doyurucu ve seven “meme” gibi düşlemler -ki bunlar, içgüdülerin zihinsel karşılıkları ya da psişik temsilleridir. Bir içgüdüsel arzu, ancak ve yalnızca bilinçdışı bir düşlem olarak deneyimlenebilir (Isaacs, 1943).
Bebeğin ne ölçüde doğuştan bilgiye sahip olduğu ve bilinçdışı düşlemlerin [unconscious phantasies] gelişim süreci boyunca ne ölçüde oluştuğu sorusu, psikanaliz içinde süregelen bir tartışma konusudur. Klein’a göre, yıkıcılık ve bilinçdışı düşlem doğuştan gelir ve “birincildir [primary]”; dolayısıyla “bebek, annenin varlığına dair doğuştan gelen bilinçdışı bir farkındalığa sahiptir” ve bu da “bebeğin anneyle kurduğu ilksel ilişkinin temelini oluşturan içgüdüsel bilgiyi oluşturur” (Klein, 1957). Bu yaklaşım, Freud’un boş levha [tabula rasa] modelinin aksine, önceden programlanmış bir düşünen bebek [thinking infant] kavramını ortaya koyar. Bu görüş, gelişim psikolojisinden bir ölçüde destek bulmuştur. Ancak Stern’in (1985) sunduğu, uyum içinde olan mutlu bebek-anne ilişki tablosu, Klein’ın birincil haset ve nefret içeren modelinden oldukça farklıdır (bkz. Bölüm 3).
Bion ve kapsama (containment)
Freud’un erken yazılarında “nesne [object]”, yalnızca doyum sağlayan ya da doyumu engelleyen bir figür olarak görünür; ancak ödipal evreye gelindiğinde, nesneler artık tam biçimli anne ve baba figürleri hâlini almıştır. Freud, bir bebeğin birkaç yıl içinde dürtülerden insanlarla ilişkilere nasıl geçtiğini ayrıntılı biçimde açıklamamıştır. Klein, dürtü kuramını nesne bulmayla uzlaştırmaya çalışmış ve birincil nesne kavramını geliştirmiştir. Ancak Klein’ın analizanı olan Bion, Kleinci kuramı dürtülerden ilişkiler yönüne doğru belirleyici şekilde kaydırmıştır. Bion’un (1962) geliştirdiği “kapsayan ve kapsanan [container ve contained]” kavramı, yansıtmalı özdeşim (bkz. Bölüm 4) düşüncesini hem genişletmiş hem de olağan gelişimsel bir süreç olarak açıklamıştır. Bu modele göre, annenin prototipik bakım verici rolü, bebeğin projekte ettiği acı, ölüm korkusu, haset, nefret (ve belki de coşku ve sevinç) gibi duyguları kapsamak ve taşımaktır. Bu duygular, besleyici (ya da analiz bağlamında “dinleyen [listening]”) meme tarafından “zararsızlaştırılır [detoxified]” ve bebeğe geri verilir; böylece bebek, kötü yansıtmalardan ziyade anlaşıldığını ve tutulduğunu hissettiren olumlu yaşantılar edinir. Bu süreç aracılığıyla bebek, yaşantılarını anlamlandırmaya başlar ve anksiyeteyi taşıyabilen ve yatıştırabilen bir nesneyi içselleştirir.
Nesne ilişkileri kuramı
Bion, Kleinci düşünceyi yalnızca nesnelere değil, nesne ilişkileri düzlemine taşıyarak önemli bir kuramsal kayma gerçekleştirmiştir. Psikanalitik kuramcıların genel olarak üç ana gruba ayrılabileceği öne sürülmüştür:
- İçsel dünyaya [internal world] odaklananlar (örneğin Klein),
- Dış dünyaya [external world] odaklananlar -yani “Neo-Freudyenler”: Sullivan, Fromm, Horney, Erikson ve Bowlby,
- Bu iki uç arasında yer alanlar: Winnicott, Bion ve Kohut.
Buna ek olarak, nesne ilişkileri kuramları arasında da önemli bir ayrım yapılabilir:
- Dürtü kuramını içeren nesne ilişkileri modelleri
- Dürtü kuramını içermeyen modeller
Fairbairn, Guntrip ve Sullivan, dürtü kuramını kuramlarına entegre etmeye çalışmamışlardır. Buna karşılık, Mahler (bkz. Bölüm 3), Klein, Kernberg ve Kohut, dürtü kuramıyla nesne ilişkileri kuramını bütünleştirmeye çalışmışlardır -gerçi Kohut, görece olarak saldırgan dürtüleri arka plana atmıştır. İngiliz yazarlar -Winnicott, Balint ve Sandler gibi- özellikle klinik formülasyonlarında dürtü kuramı ile nesne ilişkilerini birleştirmekte zorluk çekmemişlerdir. Fairbairn (1952a), Guntrip (1961, 1974), Winnicott (1953) ve Balint (1937), genellikle birlikte “Britanyalı nesne ilişkileri kuramcıları” olarak anılırlar (Greenberg & Mitchell, 1983; Phillips, 1989). Bu yazarların katkıları farklılık gösterse de, aralarında bazı temel varsayımlarda ortaklaştıkları kabul edilir (Westen, 1990).
Nesne arayışı
Nesne ilişkileri kuramının merkezinde, bir insanın birincil güdüsel itkisinin başkalarıyla ilişki kurma arzusu olduğu inancı yer alır. Bebeğin erken dönem etkinliği, anneyle temas kurmaya yöneliktir: “Haz, nesneye götüren bir işarettir; tersine değil” (Fairbairn, 1952b) -yani, bizler öncelikle haz arayan varlıklar değil, nesne arayan varlıklarız ve nihai hedef, yalnızca ihtiyaçların doyurulmasını değil, aynı zamanda güvenlik ve rahatlık sağlayan bir başka kişiyle ilişki kurmaktır. Nesne arayışı biçimi, gelişim evresine göre değişir: başlangıçta beslenme ve karşılıklı bakışma yoluyla (Gergely, 2007; Wright, 1991), daha sonra ise ortak etkinlikler ve ilgi alanlarının paylaşımı yoluyla ifade bulur. Bu yaklaşım, haz arayışı kavramını tümüyle dışlamaz; zira Balint’in (1957) yerinde ifadesiyle, birey hem nesne hem de haz arayışındadır. Bununla birlikte, nesne ilişkilerinin başarısız olduğu durumlarda, saplantılı biçimde haz arayışı da psikopatolojik bir tepki hâline gelebilir.
Temsili dünya
Nesne ilişkileri kuramının temelinde, kendiliğin [self], onun nesnelerinin [object] ve bu ikisi arasındaki ilişkilerin [relationships] yer aldığı bir içsel dünya [internal world] kavramı yatar. Bu, Sandler’ın “temsili dünya [representational world]” olarak adlandırdığı yapıdır; Sandler bu dünyayı, içsel yaşamın sahnelerinin ve dramalarının oynandığı bir prosenyum sahnesine [proscenium] benzetmiştir. Bu içsel dünyadaki nesneler arasındaki ilişkiler, özellikle birincil süreçler devreye girdiğinde, sonraki ilişkiler için birer kalıp/şablon işlevi görür. Partnerlerle ve analistle kurulan yakın ilişkiler, bu içsel dünyanın yapısı ve dinamiklerinden derinden etkilenir. Ancak, Klein’in “birincil nesne düşlemleri [primary object phantasies]” görüşünden farklı olarak, Fairbairn (1952b), içsel nesnelerin ve onlarla ilişkili düşlemlerin, dış dünyadaki nesnelerin her ihtiyacı doyuramamasının kaçınılmaz “başarısızlığı [failure]” sonucunda ortaya çıktığını savunur. Fairbairn’e göre bu durum, psişenin merkezinde bir bölünmeye yol açar:
- “Libidinal nesne [libidinal object]”, doyum sağlayan nesnedir.
- “Anti-libidinal nesne [anti-libidinal object]”, hayal kırıklığı yaratan, engelleyen nesnedir.
Bu nesneler, karşılık gelen libidinal ve anti-libidinal kendilik temsilleriyle [libidinal and anti-libidinal self-representations] ilişkilidir. Fairbairn’in şemasında agresyon [aggression], bu hayal kırıklıklarına bağlı olarak ikincil ama temel bir örgütleyici faktör olarak ortaya çıkar. Fairbairn şunu da özellikle vurgular: içselleştirilen şey bir “nesne” değil, bir “ilişki”dir.
Geçiş alanı (transitional space)
Winnicott -kimi zaman gizemli ifadeler kullansa da psikanalizin en yaratıcı kuramcılarından biri olarak kabul edilir (çalışmaları için bkz. Phillips, 1988; Abram, 2007; Abram ve Hinshelwood, 2018)- yaratıcı kapasitenin ve sağlam bir içsel dünyanın, “yeterince iyi [good-enough]” anne-bebek ilişkisinin bir sonucu olduğunu öne sürmesiyle tanınır. Winnicott’a göre nesne ilişkileri kuramı, yalnızca içsel ve dışsal nesneleri değil, aynı zamanda bu iki alan arasındaki karşılıklı etkileşimi de kapsar. İşte bu karşılıklı etkileşimi “geçiş alanı [transitional space]” olarak adlandırır -bu alan ne bütünüyle içtedir, ne de dışta; arada [between] bir yerdedir.
Geçiş olguları [transitional phenomena], Freud’un haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında eksik halkayı oluşturur ve aynı zamanda dürtü kuramını kişilerarası bir bakış açısıyla uzlaştırma çabasıdır (Winnicott, 1965). Winnicott’a göre, dürtü güdümlü çocuk, özellikle heyecanlıyken zihninde ihtiyaçlarına uygun bir “nesne” tasarlar. Tam da bu anda, “yeterince iyi” anne, çocuğun arzusuna karşılık gelen gerçek bir nesneyle ortaya çıkar. Bu “illüzyon” anında bebek, nesneyi kendisinin “yarattığını” hisseder: -“Meme istiyorum”; meme belirir; “Bir memeyi ortaya çıkarabiliyorum.” Bu tür “halüsinatif” dileklerin yinelenmesi ve annenin bu dilekleri somutlaştırması (gerçekleştirmesi), bebeğin kendisini kendi dünyasının yaratıcısı olarak deneyimlemesine yol açar. Bu sağlıklı her şeye kadirlik duygusu [healthy omnipotence], yaratıcı ve oyunbaz bir kendiliğin gelişiminin temelini oluşturur. Ancak bir kez bu “gerçek benlik [true self]” ortaya çıktıktan sonra, bu her şeye kadirlik hissi aşamalı olarak geri çekilmelidir; çocuk artık acı, ayrılık, çaresizlik ve kayıp gibi gerçeklerle yüzleşmeye başlar. Gelişmekte olan bebek, zamanla gerçek ile düşlem arasındaki farkı ayırt etmeye başlar ve dış dünyanın, kendi yansıtma ve düşlemlerinden bağımsız olduğunu fark eder. Böylece, kendilik ve öteki arasındaki güvenli bir ayırt ediş ile, onların karşılıklı ilişkisine dair sağlam bir farkındalık belirginleşmeye başlar.
Winnicott’un psikopatoloji modelinde, bakımverenlerin sürekli olarak ihmalkâr, dikkatsiz, kendine odaklı, depresif ya da denetleyici olmaları, çocuğu uyum sağlayan bir “sahte kendilik”e [false self], engellenmiş yaratıcılığa ve bastırılmış dürtüsel eğilimlere ve ilişki arzularına yöneltir. Guntrip (1961), analitik ilişkide geçiş alanına yönelik regresyonun, çocuğun sağlıklı her şeye kadirlik duygusundan depresif pozisyona ve “yeterince iyi oluş” deneyimine doğru yeniden ilerleyişini mümkün kıldığını savunur. Balint (1968) ise, Sklar’ın (2017) yorumladığı biçimiyle, özellikle bozulmuş ya da “temel kusur [basic fault]” taşıyan hastaların (örneğin sınır patolojiler) analizinde, regresyonun terapötik bir araç olarak önemini vurgulamıştır.
Nefret
Winnicott, geçiş fenomenleri [transitional phenomena] kavramında fantazi ile gerçekliği uzlaştırmaya çalıştığı gibi, pozitif nefret [positive hatred] kavramında da ölüm içgüdüsünü [death instinct] ilişkiselleştirmeye çalışmıştır. Nesnenin Kullanımı [The Use of the Object] makalesinde (Winnicott, 1969), “nesneyle ilişki kurmak [relating to the object]” ve “nesneyi kullanmak [using the object]” olarak adlandırdığı iki tür deneyimi birbirinden ayırt eder. Burada kafa karıştırıcı biçimde “kullanmak” ifadesi günlük dildeki anlamıyla sömürü ya da istismarı ima etmez; aksine insanlarla ve nesnelerle etkileşim kurulan ve onları dönüştürmenin mümkün olduğu olgun bir ilişkiyi belirtir. Winnicott’ın modelinde bu pozitif “kullanım”, yaratıcı yıkıcılığın (yeni başlangıçlar eski olanın terk edilmesini gerektirir) eş zamanlı olarak harekete geçirilmesine ve “nesnenin” (yani bakım veren kişinin) bu nefrete dayanarak sağlam kalma kapasitesine bağlıdır. Başlangıçta nesne, gerçek ya da kendilikten ayrı olmayan, kişinin kendi zihninin bir uzantısı olarak görülür. Daha sonra, ortak dikkat, paylaşılan gerçeklik ve karşılıklı “zihinleştirme” (mentalising; Winnicott sonrası döneme ait bir terim) kapasitesi temelinde farklı bir ilişki türü ortaya çıkar.
Winnicott, bu gelişimlerin ardındaki itici gücü “nefret [hatred]” olarak görmüştür. Nesnenin kişinin kontrolü dışında olduğunun tanınabilmesi ve deneyimlenebilmesi için, fantezi [phantasy] içinde yok edilmesi, ancak daha sonra gerçeklikte hayatta kaldığının deneyimlenmesi gerekir. Bu sağlıklı nefret, zarar verici bir güç olmaktan çok, ayrışma-bireyleşme [separation-individuation] sürecinin ayrılmaz ve gerekli bir parçası olarak kavramsallaştırılır: “Merhaba nesne! Seni yok ettim” (Winnicott, 1969). Winnicott’ın teorisi, nörobilim alanından gelen ve güvenli bağlanmaya sahip annelerin, güvensiz bağlanmaya sahip olanlara kıyasla bebeklerinin mutsuzluk ve ağlamalarını daha sakin ve soğukkanlı bir şekilde tolere ettiklerini gösteren bulgularla tutarlıdır (Strathearn, Fonagy, Amico ve Montague, 2009).
Winnicott’ın dürtü temelli ve ilişkisel modelleri yaratıcı biçimde sentezlemesi, Britanya Psikanaliz Cemiyeti [British Psychoanalytical Society] içinde teorik görüşlerin katılaşıp donuklaşmasını önemli ölçüde önlemiştir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nde pek çok psikanalist, ego psikolojisinin katılığı karşısında rahatsızlık duymaya başlamış, ego psikolojisinin Ödipal durum ve içgüdülere yaptığı vurguyu sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bulmuştur. Ayrıca 1960’larda kültürel bir dönüşüm gerçekleşmiş, olumlu anlamda kişisel özgürleşmenin alanı olarak, olumsuz anlamda ise ilişkilerden geri çekilip kendi kendine abartma [self-aggrandisement] ve kendi arzularının esiri olma [self-gratification] alanına dönüş olarak “kendilik [self]” kavramına ilgi artmıştır. Psikanaliz içinde bu iki faktör Heinz Kohut’un kendilik psikolojisinde [self-psychology] kristalleşmiştir. Lasch (1979) ve Schafer’a (1977) göre bu durum, engellenmiş içgüdüsel doyumdan kendini gerçekleştirme kaygısına doğru teorik bir kaymayı temsil etmektedir: Bu, içsel çatışmalar yaşayan suçlu “Ödipal insan”dan [oedipal man], kendiliğin bütünlüğü ve tutarlılığı sorunlarıyla boğuşan “trajik insan”a [tragic man] doğru bir harekettir. Kendilik psikolojisi, ego psikolojisinin ortodoksluğuna karşı bir tepki olmasının yanı sıra, köklerini Sullivan (1962) tarafından ortaya konan kişilerarası modelden de alır.
Kişilerarası model
Kişilerarası model [interpersonal model], Sullivan (1962, 1964), Horney (1939), Fromm (1973) ve Erikson (1963) gibi Neo-Freudcular tarafından geliştirilmiş olup, radikal ölçüde ilişkisel bir bakış açısı benimser. Winnicott’ı yeniden ifade edecek olursak, kişilerarası kuramcılar için “tek başına bir birey diye bir şey yoktur”. Sullivan, 1920’lerde şizofreniyi biyolojik olarak belirlenmiş, geri dönüşsüz bir kişilik çöküşü ve zihinsel-duygusal işlevlerin tamamen bozulması olarak gören katı Kraepelinci görüşün hatalı olduğuna ikna olmuş bir psikiyatristti. Zamanının çok ilerisinde bir görüşle, “şizofreni”ye atfedilen birçok özelliğin hastalığın kendisinden değil, kurumsallaşma sürecinden kaynaklandığını fark etti. Salt koruyucu bakım [Tıbbi tedavi veya iyileştirme amacı gütmeyen, yalnızca bireyin temel ihtiyaçlarını -yeme, içme, giyinme, kişisel hijyen gibi- karşılamaya yönelik bakım.] yerine, uyarıcı ve insani ilişkilerin [Zihinsel olarak uyarıcı, duygusal olarak besleyici, kişiliği ve iç dünyayı harekete geçiren, gelişimi destekleyen ilişkiler.] kurulmasını savundu.
Diğer psikanalitik yaklaşımlarda olduğu gibi, kişilerarası model de erken anne-çocuk etkileşimlerini kişiliğin sonraki gelişimi açısından merkezi bir konumda görür; ancak çocuğun içsel dünyasını belirleyici unsur olarak kabul etmez. Bunun yerine, Freud tarafından ortaya konan dürtü-yapısal [drive-structure] modeli tersine çevrilir. Anksiyete, bilinçdışı içgüdüsel arzuların dışavurum ve doyum arayışından kaynaklanmak yerine, dışarıdan uyarılan bir durum olarak, ötekinin zihin hâline verilen bir yanıt olarak görülür. Çocuk, maruz kaldığı anksiyeteye bağlı olarak belirli zihinsel temsiller oluşturur ve bir “Kötü Ben”in [Bad Me] ötekinin (anne ya da bakımverenin) anksiyetesini tetiklediğini hayal eder. Benzer biçimde, anksiyeteyi azaltan bir “İyi Ben [Good Me]” de yapılandırılır; buna ek olarak, “Ben Olmayan [Not Me]” de ortaya çıkar. “Ben Olmayan”, şiddetli panik ve kafa karışıklığına verilen bir yanıttır ve Guntrip’in kırılgan, çaresiz benliği ile ya da Bion’un şizoid varoluş tarzının merkezindeki boşluk kavramıyla benzerlik taşır; bu yapı, ileride ortaya çıkabilecek psikotik çözülmelerin çekirdeğini oluşturur.
Anksiyete yüklü yaşantılar, zamanla kalıcı fakat sınırlayıcı kişilerarası stratejilere dönüştürülür. Bu “güvenlik işlemleri [security operations]”, kaçınma, dikkatsizlik, taktiksel biçimde yanlış temsil etme gibi kişilerarası ve zaman zaman zarar verici ya da kendine zarar getirici manevraları içerir. Sullivan’ın kişilerarası psikanalizi, teknik düzeyde önemli bir değişime de katkıda bulunmuş; “rekonstrüksiyon [yeniden inşa]” odaklı yaklaşımdan uzaklaşarak analitik durumdaki “şimdi ve burada”ya [here-and-now]” odaklanan bir yönelimi desteklemiştir. Kişilerarası yaklaşım, psikanalitik kuramın gizemciliğine açık bir tepki olarak doğmuş ve hasta ile analist arasında daha az kuram yüklü, daha işbirlikçi bir ilişkiyi teşvik etmiştir. Aktarım artık esas olarak, karmaşık fantezilerin şimdiyi çarpıttığı bir durumdan çok, yaşamın yoğunlaşmış bir kesiti olarak görülmeye başlanmıştır; bu fanteziler hakkında yalnızca her şeyi gören analistin uzman bilgisine başvurmak yerine, aktarımın doğrudan yaşantı içeriği üzerinde birlikte çalışılması esas alınmıştır.
Sullivan’ın kişilerarası yaklaşımına olan ilgi, 1980’lerde yeniden canlanmıştır; bu canlanma, kendi dergisi Psychoanalytic Dialogues etrafında şekillenen başka bir post-Freudyen ekol olan ilişkisel psikanalizin [relational psychoanalysis] ortaya çıkışıyla paralel gerçekleşmiştir. İlişkisel hareketin önde gelen isimleri arasında Mitchell (2000), Aron ve çalışma arkadaşları (Aron & Leichich, 2011), Benjamin (2004) ve Bromberg (2011, 2014) yer alır. Sandler’ın “şimdiki bilinçdışı [present unconscious]” kavramında olduğu gibi, ilişkisel psikanalizde de vurgu, terapist ile hasta arasındaki şimdi ve burada ilişkisi ile bu ilişkinin bilinçdışı iletişimlerinin karşılıklılığı ve ortaya çıkan diyalog üzerinedir. İlişkisel psikanaliz, analitik çekingenlik ve tarafsızlık ilkelerine yönelik eleştirileriyle tartışmalıdır; terapistlerin seans içinde sınırlı düzeyde kendilerini açmalarını [self-revelation] meşrulaştırması da bu tartışmanın bir parçasıdır. Bu yaklaşım, hastaların analistlerine duyduğu güveni ve güvenirliliği artırmak açısından olumlu sonuçlar doğurabilir; ancak, aktarım gibi temel bir analitik aracın işlemesini zorlaştırabilir, çünkü aktarım, belirli bir düzeyde analitik belirsizliğe dayanır.
Kendilik psikolojisi (Self-psychology)
Kohut (1971, 1977), Amerika Birleşik Devletleri’ndeki psikanalitik ortodoksluğa meydan okuyarak, narsisistik bozukluklara sahip ve giderek daha yaygın hâle gelen hastaların başarıyla tedavi edilebilmesi için Ödipal analizle sınırlı kalmayan yeni bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu ileri sürdü. Kuramının odağı “kendilik [self]” oldu ve arzuların inkârı, engellenmesi ya da karşılanmasının kendilik gelişimi üzerindeki etkisi merkezî bir meseleye dönüştü. Başlangıçta Kohut, nesne ilişkileri kuramı ile ego psikolojisine dayanarak bir yapı inşa etmeye çalıştı ve kendiliği, egonun içinde yer alan zihinsel temsillerden türeyen bir oluşum olarak tasvir etti. Ancak daha sonra kendiliği, içgüdüsel arzuları ve savunmaları kapsayan, kendine özgü bir gelişim çizgisine sahip, üst-düzenleyici [supraordinate] bir yapı olarak görmeye başladı.
Gerekli narsisizm (Necessary narcissism)
Ego psikolojisinde Hartmann’ın egonun “çatışmasız bir bölgesi” [conflict-free sphere] olduğunu öne sürmesi gibi, Kohut da kuramını Freud’un “birincil narsisizm [primary narcissism]” kavramı üzerine inşa etti (bkz. Bölüm 3). Kohut, psikolojik sağlığın sürdürülebilmesi için öz-sevginin [self-love] gerekli olduğunu savundu; narsisistik bozuklukların ise, ebeveynin empatik yetersizliklerinden kaynaklanan kendilikteki bozulmalardan doğduğunu ileri sürdü. Öncelikle “iki kutuplu [bipolar]” bir kendilik modeli önerdi, daha sonra ise bunu “üç kutuplu [tripolar]” bir modele dönüştürdü. Bu modelde kendiliğin kutupları; kendini ortaya koyan istekler/hırs/tutku [self-assertive ambitions], ulaşılmış idealler ve değerler [attained ideals and values] ile yetenek ve becerilerdir [talents and skills]. Her bir kutupta yaşanan bir bozulma patolojiye yol açabilir; ancak bu bozulma, diğer kutuplardan birindeki güçlülükle telafi edilebilir.
Narsisistik kendiliğin [narcissistic self] ayrı bir gelişimsel çizgiyi takip ettiği fikri, Anna Freud’un (1965) dürtü, ego ve nesne ilişkilerine dayalı gelişim hatları [developmental lines] anlayışının bir genişlemesi olarak görülebilir. Ancak kendiliğin, kişilik gelişiminde üst düzeyde yer alan, birleştirici ve kapsayıcı bir vektör olarak konumlandırılması daha tartışmalı bir görüştür. Bu konudaki başlıca anlaşmazlık noktası, Kohut’un saldırgan dürtüleri ikincil olarak görmesidir; ona göre bu dürtüler, empatik yetersizliklerin yol açtığı yeterince bütünleşmemiş bir kendilikten türemektedir. Özellikle Kernberg (1975, 1984), Kohut’un saldırgan dürtülere yaptığı bu vurgu eksikliğine dikkat çekmiştir. Ayrıca Kohut’un şemasında, eğer idealler ve değerler kendiliğin parçaları olarak görülüyorsa, süperegonun örgütleyici bir odak olarak nereye yerleştirileceğini görmek de güçleşmektedir.
Kendilik psikolojisinin temel katkılarından biri, kendilik nesnesi [self-object] kavramıdır. Bu kavram, kişinin kendiliğini sürdüren, güven veren ve ilgi gösteren bir başkasıyla kurduğu yakın ilişkinin öznel olarak deneyimlenen biçimini ifade eder. “Kendilik nesnesi ihtiyaçları [self-object needs]” başlangıçta narsisistik hastaların tedavisinde tanımlanmış olsa da, günümüzde bu ihtiyaçların evrensel, sürekli ve kendiliğin normal psikolojik işleyişinin bir parçası olduğu kabul edilmektedir. Bu ihtiyaçlar, “kendilik nesnesi aktarımı [self-object transferences]” biçiminde ortaya çıkar (bkz. Bölüm 5); bu aktarım biçimleri arasında aynalanma [mirroring], idealleştirme [idealising] ve ikizlik [twinship] aktarımı yer alır ve her biri üç kutuplu [tripolar] kendiliğin farklı bir kutbuna karşılık gelir.
“Kendilik-nesnesi [self-object]” terimi, zamanla, başkalarının kişinin kendiliğine yönelik aynalanma, idealleştirme ve ikizlik ihtiyaçlarını karşılama işlevini tanımlamak için genel bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu ihtiyaçlar hiçbir zaman tamamen geride bırakılmaz; bu nedenle kendilik nesneleri, güven, yatıştırılma, takdir edilme gibi psikolojik ihtiyaçları karşılamak üzere başkalarında sürekli olarak var olan ve sürdürülen yönler olarak görülmelidir. Bu bakış açısı, olgunluğun özü olarak ayrışma-bireyleşme [separation-individuation] sürecine vurgu yapan dürtü-yapısal [drive-structural] ve nesne ilişkileri [object relations] kuramlarından önemli ölçüde ayrılır. Kendilik psikolojisinde odak noktası, yaşam boyunca başkalarından gelen empatik ve onaylayıcı tepkilere duyulan ihtiyaçtır; ancak bu ihtiyaç, zamanla ilkel nesnelere bağımlılıktan olgun bir bağımlılık ilişkisine geçişi içerir (Fosshage, 2003).
Bağlanma kuramı (Attachment theory)
Bağlanma kuramı, 1950’ler ve 1960’larda, kısmen John Bowlby’nin eğitimini aldığı psikanalize dair bazı çekinceleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Bowlby’nin eleştirileri arasında, psikanalizin diğer ilişkili disiplinlerle yeterince etkileşim içinde olmaması; psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkışında ve sürmesinde çevresel zorluklar ile travmanın rolünün yeterince önemsenmemesi; kuramsal varsayımların bilimsel olarak değerlendirilmemesi; ve psikanalitik terapide değişim sağlayan unsurun, yorum [interpretation] gibi özgül tekniklere fazla değer atfedilmesi, buna karşın terapötik ilişki gibi daha genel unsurların göz ardı edilmesi yer alıyordu.
Bağlanma kuramı, zihnin işleyişine dair kapsamlı bir “zihin modeli [model of the mind]” sunma iddiasında değildir; bunun yerine, ana akım analitik kuramda genellikle arka planda bırakılan bir yönü vurgular: yaşam boyunca, özellikle hastalık, tehdit ya da yorgunluk anlarında, anlamlı bir ötekine ya da güvenli bir dayanak noktasına [secure base] yönelik duygusal ve fiziksel yakınlık ihtiyacı. Bu bağlanma dinamiği, böylece “davranışsal bağışıklık sistemi”nin [behavioural immune system] bir yönü olarak görülür; işlevi, koruma ve güvenlik sağlamaktır. Bowlby’nin çalışmalarına psikanalistler başlangıçta mesafeli yaklaşmış olsalar da, günümüzde aralarında Eagle (2013), Fonagy ve Target (2007), Holmes (2013), Holmes ve Slade (2018) ile Slade (2016) gibi isimlerin bulunduğu birçok yazar bu iki yaklaşımı kısmen uzlaştırmaya çalışmışlardır.
Sonuçlar
Her gelişmekte olan analist, psikanalitik geleneğin içindeki muhafazakârlık ile yenilikçilik arasındaki gerilimle mücadele etmek zorundadır. Bir uçta, ebeveyn otoritesini devirmek ve kendine ait yeni bir söylem alanı tanımlamak arzusu yer alırken; diğer uçta, geçmişten gelenin iyi olanını koruma kararlılığı vardır. Bu uç tepkiler, yani “Ödipal” tepkiler, istisnai durumlar ve istisnai düşünürler için gerekli olsa da, Thomas Kuhn’un (1962) ifadesiyle, “normal bilim”in [normal science] bir parçası değildir. Gelişmekte olan analist, entelektüel gelişimi süresince sağlıklı bir özdeşim ve ayrışma arasında denge kurmak zorunda olan bir Ödipal çocuk konumundadır; daha sonra ise, analitik topluluğun rekabet hâlindeki farklı fraksiyonlarının seslerini mümkün olduğunca uzlaştırması gereken bir ebeveyn konumuna gelir. Gabbard ve Ogden’in (2009) veciz ifadesiyle, mezuniyet sonrası dönemdeki bir analistin kendi sesini bulma görevi, hem “atalara saygı duymayı” hem de “babayı öldürmeyi” içerir.
Kendilik psikolojisinin empati vurgusu, olumlu narsisizmi ve dürtü temelli yorumlayıcı analitik tutuma yönelttiği eleştiri, ego psikolojisinin aşırılıklarına karşı gerekli bir denge unsuru olmuştur. Nitekim bu bölümde ele alınan kuramların neredeyse tamamı, hâkim modelin belirli yönlerine duyulan memnuniyetsizlik sonucunda gelişmiştir.
Freud’un, dönemin fizik biliminden etkilenmiş olan dili yaşamaya devam etmektedir; psikanalistler hâlâ nesne, dürtü ve bunlar arasındaki karşılıklı “dinamiklerden” söz etmektedirler. Öte yandan, çağdaş psikanalitik düşüncede birleştirici bir kuram arayışı sürerken, üç tema öne çıkmaktadır: temsil [representation], duygulanım [affect] ve anlatı [narrative]. Sandler’a (1981) göre, bireyin dış dünyayla ilişkisini yönlendiren şey, kendilik ve nesne temsilleridir. Sandler, birincil güdüleyici unsurun dürtüler değil, güvenlik hissini sürdürebilmek amacıyla duygudurumların düzenlenmesi olduğunu ileri sürer. Benzer şekilde, Stolorow, Brandchaft ve Atwood (1987), içsel (endojen) dürtü kavramının terk edilmesi ve bunun yerine, kendilik ile kendilik-nesneleri arasındaki etkileşim içinde oluşan duygulanımların güdüleyici unsurlar olarak benimsenmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Duygulanım kuramında [affect theory], anlam ile mekanizma kesişir. Anlamlar, sorunlu duygusal deneyimleri tutarlı anlatılar [coherent narratives] hâlinde örgütlemenin bir yoludur; bu anlatılar, kendiliğin dünya ile olan ilişkisini dengeler ve onlara istikrar kazandırır (Elliot & Shapiro, 1992). Yorumlayıcı [interpretive] çalışmanın odağı artık içgüdüsel çatışmalar, arzuların engellenmesi ya da saldırgan dürtüler değil; hastanın duygulanımsal deneyimi, bu deneyimin analitik ilişki içinde yinelenmesi ve bu deneyimin, anlamlı ve yön gösterici anlatılara dönüştürülmesidir. Bu anlatılar, hem gelecekteki eylemler için birer rehber hem de uyarıcı işlevi görür. Pine’ın (1981) “yoğun anlar”ın [intense moments] önemine yaptığı vurgu ile Boston grubunun hem gelişimsel süreçte hem de tedavi sürecinde ortaya çıkan “mutatif anlar [mutative moments]” kavramsallaştırması (Stern ve diğerleri, 1998), bu anlayışın somut örnekleridir.
Ne var ki, psikanaliz kişiliği “terk edilmiş nesne yatırımlarının bir tortusu [a precipitate of abandoned object cathexes]” olarak gördüğü gibi, kuram ve uygulamadaki değişimlerin de çoğu zaman öncülleri vardır. Örneğin, duygulanımsal yaşantıya odaklanmak yeni bir yaklaşım değildir. Fenichel (1941), direnç [resistance] sorununu şu şekilde özetlemiştir: Ya öfke ya da erotik uyarılma gibi yoğun bir duygulanım, bilinçdışı çatışmaya ilişkin bilişsel farkındalığı perdelemektedir; ya da tam tersi biçimde, entelektüelleştirme, duygulanımsal yaşantıya karşı bir savunma olarak iş görmektedir. Bilişsel ya da duygulanımsal yaşantıya aşırı ölçüde dayanmak, insan güdülenmesi ve etkileşiminin karmaşıklığını anlama kapasitesini zayıflatır ve duygulanım ile biliş arasındaki bütünlüğü kaybettirir.
Zihne ilişkin psikanalitik modeller, hâlâ bir gelişim ve entelektüel gerilim hâli içindedir. Bazı kuramcılar ve klinisyenler, mevcut psikanalitik düşünceyi aşan, ama ondan köken alan “yeni bir paradigma”nın psikoloji bilimlerinde gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Psikanalizin canlı ve güncel bir disiplin olarak varlığını sürdürebilmesi için, çocuk gelişimi (Fonagy, 2002), sinirbilim (Holmes, 2020; Solms, 2018a), dilbilim (Fonagy & Allison, 2014; Talia ve ark., 2019) ve bilişsel bilim (Bateman & Fonagy, 2019) gibi ilişkili disiplinlerdeki bulgulara kendini açması gerekmektedir. Psikanaliz içinde ve dışında ortaya çıkan benzerlikler, farklılıklar ve çelişkiler, kabul edilmeli ve mümkün olduğunca yeni bir senteze doğru derinlemesine çalışılmalıdır [worked through].
Kaynak:
Okuduğunuz metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakabilirsiniz.
Bir yanıt yazın