Dürtü Kuramı Nedir?


Dürtü [drive], psikanalitik literatürde zaman zaman içgüdü [instinct] ya da içgüdüsel dürtü [instinctual drive] olarak da adlandırılsa da, özünde bireyin biyolojik gereksinimlerinden kaynaklanan, süreklilik arz eden içsel bir güdüsel baskının zihinsel temsili olarak tanımlanır; bu baskı zihinsel etkinliği uyarır ve dolayısıyla tüm insan psikolojik yaşantısının temelini oluşturur. Zihne ilişkin bazı kuramsal modellerde (Freud’un özgün modelinde olduğu gibi), insan davranışı, içselleştirilmiş düzenleyici yapılar (ego ve süperego), kendilik deneyimi ve önemli nesnelerle kurulan ilişkisel deneyimlerin düzenleyici etkisi altında, çatışma ya da iş birliği içinde işleyen libidinal ve saldırgan dürtülerin [libidinal and aggressive impulses] bir yansıması olarak kavramsallaştırılır. Başka bir deyişle, dürtüler asla saf hâlleriyle var olmazlar; her zaman içsel psişik yapılarla ve ilişkisel yaşantılarla şekillenen karmaşık bir bütünlük içinde değerlendirilirler.

Psychoanalytic Terms and Consepts

Dürtü kuramı [drive theory], psikanalitik kuram içinde merkezi, ancak aynı zamanda karmaşık ve tartışma yaratan bir rol oynamıştır. Bu kuram, insan davranışını güdüleyen temel güçlere atıfta bulunduğu için, Freud’un kuramının yapıtaşlarından biri olarak kabul edilir. Dürtü kuramı, ego psikolojisi [ego psychology] ve çağdaş çatışma kuramı [conflict theory] içinde merkezi konumunu korumuştur; ancak bu kuramsal yönelimler içinde yer alan birçok kuramcı, dürtüleri tek motivasyon kaynağı olarak görmemektedir. Bu motivasyon kaynakları arasında ayrıca insan ilişkileri [human relations], ego işlevi [ego function] ve kendilik [self] de yer alabilir. Dürtüler, Kleinyen kuram içinde de merkezi rollerini korumuştur. Buna karşılık, ilişkisel modellerin çoğunda ya da kendilik psikolojisinin zihin modelinde, endojen dürtülere [endogenous drives] ya çok az yer verilir ya da hiç yer verilmez. Birçok psikanalist, klinik ve kuramsal çalışmalarında, libidinal ve agresif dürtüleri [libidinal and aggressive drives] insan yaşantısının birincil güdüleyicileri olarak kullanmaya devam etmekte; ancak bunu yaparken, Freudyen dürtü kuramının diğer yönlerine bağlı kalmamaktadırlar. Bazı kuramcılar ise dürtü kavramını korumakta, fakat onu Freud’un özgün görüşünden oldukça farklı biçimlerde kavramsallaştırmaktadırlar.

Freud’un Trieb teriminin, Strachey tarafından instinct [içgüdü] olarak çevrilmesi, yanıltıcıdır; zira evrimsel biyoloji alanında instinct terimi, psikanalizde drive/Trieb ile tanımlanan kavramdan farklı bir anlam taşır. Bu nedenle, Trieb’in impulse [dürtüsel itkisel edim] ya da daha yaygın olarak drive [dürtü] biçiminde çevrilmesi, psikanalitik anlamı daha doğru biçimde yansıtmaktadır. Evrimsel biyolojide, içgüdüler [instincts], türe özgü, kalıtsal davranış örüntülerini tanımlar. Bu davranışlar karmaşık olabilir; ancak öğrenme gerektirmeyebilir ve çoğunlukla belirli çevresel tepkileri tetiklemek üzere tasarlanmışlardır (örneğin, çiftleşme davranışları ya da bir bebeğin gülümsemesi gibi). Freud, zaman zaman bu anlamı kastettiğinde Instinkt kelimesini de kullanmıştır. Ancak Freud’un Trieb kavramı, bedendeki fizyolojik uyarıcılar ile zihindeki psişik temsilleri arasında bir bağlantı kurar ve buna ek olarak, bir nesneden doyum aramaya yönelik güdüleyici bir itkisel yönelimi de içerir. Freud’un bu kavramı, belirli ya da zorunlu bir davranışsal yanıtı ima etmez; bu nedenle, drive terimi, genellikle instinct terimine kıyasla daha uygun kabul edilir. Bununla birlikte, zaman zaman instinctual drive [içgüdüsel dürtü] ifadesi de kullanılır; bu durumda sıfat olan instinctual, bu güdüleyici güçlerin doğuştan gelen [innate] ve içsel [endogenous] niteliğini vurgulamak amacıyla eklenmiştir.

Her ne kadar Freud erken dönem çalışmalarında dürtülere çok benzer kavramlara -örneğin endojen uyarımlar [endogenous excitations], endojen uyarıcılar [endogenous stimuli] ve arzuya dayalı itkiler [wishful impulses]- sıkça atıfta bulunmuş olsa da, dürtü (ya da içgüdü) terimini ilk kez resmî olarak, “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (Three Essays on the Theory of Sexuality, 1905b)” adlı eserinde cinsel içgüdüleri tanımlarken kullanmıştır. Freud, dürtüleri, bedendeki somatik kaynakları; amacının, gerilimin azaltılması ya da ortadan kaldırılması yoluyla doyuma ulaşmak olması; ve nesnesinin, dürtünün doyuma ulaştığı şey (çoğunlukla bir kişi ya da beden parçası, gerçek ya da hayali) olması bakımından karakterize etmiştir. Freud ayrıca, libido [libido] kavramını cinsel dürtülerin cinsel enerjisi olarak daha açık biçimde tanımlamış ve cinsel dürtünün çok sayıda bileşen içgüdüsünü [component instincts] ya da alt bölümünü de tarif etmiştir; bu bileşenlerin her biri, farklı bedensel organlarda ya da erotojenik bölgelerde kaynaklanır, gelişimsel bir sıra içinde baskın hale gelir ve ancak görece geç bir gelişim evresinde, üreme işlevine hizmet edecek şekilde birbirleriyle sentezlenir.

Freud’un dürtü kavramına dair en güçlü biçimde formüle ettiği açıklama, “İçgüdüler ve Yazgıları [Instincts and Their Vicissitudes, 1915b]” adlı eserindedir; burada Freud, dürtüyü “zihinsel ile bedensel olan arasındaki sınırda yer alan bir kavram, organizmanın içinden kaynaklanarak zihne ulaşan uyarıcıların psişik temsili ve bedenle bağlantısı dolayısıyla zihne yüklenen iş talebinin bir ölçüsü” olarak tanımlamıştır. Freud’un dürtü kuramı, onun erken dönem enerji ekonomileri [energy economics] formülasyonlarıyla yakından bağlantılıydı. Döneminin nörofizyolojik düşüncesiyle uyumlu olarak, sinir sistemini kendisine ulaşan uyarıcıları azaltmak ya da ortadan kaldırmak üzere işleyen bir yapı olarak tasavvur etmişti (eylemsizlik ilkesi [principle of inertia]), ya da en azından bu uyarıcıları sabit tutmak (sabitlik ilkesi [principle of constancy]) üzere çalıştığını varsaymıştı. İki tür uyarıcı [stimuli] var: dışsal [exogenous] uyarıcılar, kaçınma ya da kaçış yoluyla bertaraf edilebilirken; içsel [endogen] uyarıcılar, yani dürtüler [endogenous stimuli or drives], sürekli bir baskı uygular ve içsel kaynaklı olmaları nedeniyle kaçınılamaz niteliktedir. Zihinsel aygıt [mental apparatus], haz ilkesine [pleasure principle] dayalı bir düzenleyici süreç uyarınca, dürtüsel uyarımın azaltılması yoluyla haz elde etmeye çalışır. Dürtüler, zihinde hem bir düşünce (özünde bir arzu) hem de bir “duygulanım miktarı [quota of affect]” aracılığıyla temsil edilir; bu duygulanım kotası, altında yatan enerji gerilimindeki dalgalanmaları yansıtan bir haz ya da huzursuzluk kaydıdır.

Freud ayrıca, dürtülerin yaşayabileceği yazgıları [vicissitudes] ya da uğrayabileceği dönüşümleri [transformations] de tanımlamıştır; bu dönüşümler şunlardır: 1) Etkin konumdan edilgin konuma geçişle birlikte ortaya çıkan amaç tersinmesi [reversal of aim], sadizmden mazoşizme ya da skopofiliden teşhircilik eğilimine geçişte görülebilir; buna benzer biçimde, içerik tersinmesiyle [reversal of content] sevgi yerini nefrete bırakabilir. 2) Dürtünün özgün dışsal nesnesinin öznenin kendi benliğiyle yer değiştirmesiyle birlikte ortaya çıkan kendine yönelme [turning around upon the self], sadizmden mazoşizme geçişte ya da süperegonun işleyişinde de gözlemlenebilecek bir dönüşüm biçimidir. 3) Bastırma [repression], her ne kadar daha sonraki psikanalitik kuramlar dürtülerin geçirebileceği tüm diğer savunucu dönüşümleri de bu kapsama dahil edecek şekilde genişletilmiş olsa da, başlangıçta temel savunma biçimi olarak kabul edilmiştir. 4) Yüceltme [sublimation], bir dürtünün özgün cinsel amacının, toplumsal olarak daha kabul edilebilir ya da değerli görülen hedeflere yöneltilmesidir; bu durum, özellikle yaratıcı ya da entelektüel etkinliklerde gözlemlenebilir.

Freud’un dürtü kuramının en değişken yönü, dürtülerin sınıflandırılmasına ilişkin anlayışındaki evrimsel değişiklikler olmuştur. Ancak bu değişimlere rağmen kuramının özü, ikili [dualistik] bir yapıyı korumuştur; çatışmanın ve psişik yapının oluşumunda başat rolü, iki karşıt gücün ya da yönelimin etkileşimi oynamaya devam etmiştir. İlk ayrım (yaklaşık 1905–1914), cinsel enerji [sexual energy] ya da libido [libido] ile işleyen cinsel dürtüler [sexual instincts] ile, Freud’un 1910’daki çalışmasında “ilgi [interest]” olarak adlandırdığı, niteliği belirsiz bir enerjiyle ilişkilendirilen ego dürtüleri [ego instincts] ya da kendini koruma dürtüleri [self- preservative instincts] arasındaydı. Bu aşamada Freud, dürtüleri evrimsel düşünceyle uyumlu terimlerle kavramsallaştırmıştır: cinsel dürtüler, türün devamlılığını sağlamak üzere işlev görürken; kendini koruma dürtüleri, bireyin hayatta kalmasını güvence altına almakta ve gerektiğinde cinsel dürtülere karşı savunma işlevi görmektedir. İkinci ayrım, Freud’un “Narsisizm Üzerine [On Narcissism]” (1914e) başlıklı makalesinde ortaya konmuştur; bu metinde Freud, ego-libidosu [ego-libido] ya da narsistik libido [narcissistic libido] (egoya ya da kendiliğe yöneltilmiş libido) ile nesne-libidosu [object-libido] (libidonun dışsal nesnelere yöneltilmiş biçimi) arasında bir karşıtlık önermiştir. Bu kuramsal yapı içerisinde, ego dürtüleri artık libidinal olarak kavramsallaştırılmıştır. Freud’un son sınıflandırması ise “Haz İlkesinin Ötesinde [Beyond the Plea sure Principle]” (1920a) başlıklı çalışmasında ortaya konmuştur; bu çalışmada Freud, yaşam dürtüsü [life instinct] ya da Eros [Eros] ile ölüm dürtüsü [death drive] arasında bir karşıtlık önermiştir. Eros, organik karmaşıklığı inşa etmeyi, birleştirmeyi ve yaşamı sürdürmeyi hedeflerken; ölüm dürtüsü, organizmik yapıları çözerek yaşamı inorganik bir duruma döndürmeyi amaçlar -bu yönüyle Nirvana (ya da atalet) ilkesine [Nirvana (or inertia) principle] uygun biçimde işlev görür. Cinsel dürtüler, ego-libidosu ve ego (ya da kendini koruma) dürtüleri, bu aşamada artık yaşam dürtüsü başlığı altında birleştirilmiştir. Freud, yapısal modeli tanıttığı 1923a tarihli çalışmasında, her biri kendine özgü bir enerji türüne sahip olan iki temel dürtünün (libidinal ve saldırgan) birbiriyle kaynaşabileceğini ya da nötralize edilebileceğini ileri sürmüştür. Dürtüler, bu modelde id (ilkel benlik) tarafından temsil edilirken, ego (benlik), dürtü enerjisini düzenleyici ve denetleyici bir işlev üstlenmektedir.

Eleştirmenler, Freud’un son dürtü modelinin klinik verilerin ötesine geçtiğini ve temel evrimsel ilkelerle uzlaştırılmasının güç olduğunu öne sürerler. Çoğu psikanalitik kuram, Freud’un ölüm dürtüsüne ilişkin spekülasyonlarını göz ardı eder ya da reddederken, Melanie Klein, çağdaş Klein’cı analistlerin önemli bir bölümü ve bazı Fransız psikanalistler, bu kavramı hem kuramsal düzeyde hem de klinik uygulamada kullanmayı sürdürmektedirler. Dürtü kavramlarını benimseyen birçok kuram, doğrudan ölüm dürtüsünden ziyade genellikle cinsel ve saldırgan dürtüler üzerinde yoğunlaşır. Örneğin ego psikolojisi içerisinde, saldırganlık, haz ilkesinin ötesinde değil, haz ilkesi doğrultusunda işleyen, ayrı bir dürtü olarak daha ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Bu dürtünün amaçları yalnızca yıkım değil, aynı zamanda egemenlik kurma gibi yönelimleri de içerebilir; ayrıca psişik yapının inşasındaki rolü özellikle vurgulanmıştır (Hartmann, Kris ve Loewenstein, 1949). Freud’un dürtü kuramında içkin olan enerji formülasyonları [energy formulations], kuramın çok yaşantıdan kopuk, aşırı mekanik ve aynı zamanda fazlasıyla muğlak olduğu yönündeki yaygın eleştirilerin odak noktası hâline gelmiştir. Bu eleştiriler, kuramda süreklilik gösteren bir dizi kuramsal revizyona ve reddedişe yol açmıştır (Holt, 1976; G. Klein, 1976; Schafer, 1976; C. Brenner, 1982). Brenner, dürtü kavramının yalnızca psikanalizin klinik verileriyle sınırlı tutulmasını savunmuş ve dürtü türevlerini [drive derivatives] -yani cinsel ve saldırgan arzuları– fizyolojik süreçlere dayandırmaya gerek kalmaksızın, zihinsel temsiller biçiminde tanımlanan psikolojik olgular olarak ele almıştır. Brenner, zihnin [mind] yalnızca dürtüler değil, tüm yönleriyle beyin işlevlerinin [brain functioning] bir ürünü olduğunu ileri sürerek, dürtülerin bu biyolojik yönüne odaklanmanın gereksiz ve yanıltıcı olduğunu savunmuştur. Ayrıca Brenner, dürtü kavramının, birçok bireyin gelişim süreci boyunca belirli kişilere (nesnelere) yönelttiği benzersiz ve özgül isteklerin gözlemlenmesine dayanan, insan güdülenmesine ilişkin soyut bir genelleme olarak anlaşılması gerektiğini savunmuştur. Brenner ayrıca, psişik çatışma [psychic conflict] ve uzlaşma oluşumu [compromise formation] süreçlerinde saldırgan ve libidinal dürtü türevlerinin eşzamanlı ve paralel rolünü özellikle vurgulamıştır.

Klein’cı model hariç olmak üzere, birçok nesne ilişkileri kuramı, güdülenmenin temel kaynağı olarak içsel haz arayıcı dürtü kavramından uzaklaşmış ya da güdülenmeyi [motivation] açıklarken nesne ilişkileri [object relations] ve duygulanım [affect] kavramlarını dürtülerle bütünleştirmeye yönelmiştir. Fairbairn (1952, 1954), libido ile işleyen egonun temelde haz arayıcı değil, nesne arayıcı [object-seeking] olduğunu öne sürmüştür. Ona göre saldırganlık, temel bir güdülenme biçimi değil, nesne ilişkisi bağlamında ortaya çıkan bir hayal kırıklığına tepkidir. Loewald (1971) ise, dürtülerin kökenini anne-çocuk arasındaki psişik matristeki gerilimler ve etkileşimler içinde konumlandırmıştır. Kernberg (1982), ikili dürtü modelini (libidinal ve saldırgan dürtüler) sürdürmekle birlikte, duygulanım durumlarını [affect states] birincil güdüleyici sistem olarak görmüştür. Duygulanım durumları, gelişimin en erken evrelerinden itibaren kendilik ve nesne temsilleriyle [self and object representations] bağlantılıdır; bu duygulanım halleri zamanla libidinal ve saldırgan dürtüler içine bütünleştirilir ve bu nedenle dürtülerin adeta “yapıtaşları [building blocks]” olarak kabul edilir. Diğer düşünce okulları ise, insan yaşantısını güdüleyen ve örgütleyen temel unsur olarak zihinsel işleyişin farklı yönlerine odaklanırlar. Kişilerarası yaklaşımlar [interpersonal approaches], tatmin [satisfaction] ve güvenlik [security] gibi temel gereksinimleri varsayar, ancak tüm psikolojik olguların kişilerarası kökenli olduğunu savunurlar (Sullivan, 1953a). Kendilik psikolojisinde [self psychology] ise dürtülerin rolü, yerini kendiliknesnesi [selfobject] gereksinimlerine bırakır. İntersubjektivist [intersubjectivists] yaklaşımlarda ise vurgu, öznel yaşantının paylaşımına yönelik nesne ilişkili temel bir gereksinim üzerinde yoğunlaşır.

Bazı kuramcılar, psikanalitik dürtü kuramını evrimsel biyolojiyle bütünleştirmeye yönelik çalışmalar yapmıştır (Peskin, 1997). Diğerleri ise dürtü kuramını nörobiyolojiyle birleştirmeye çalışmıştır (Panksepp, 1999).

Okuduğunuz metin  “PSYCHOANALYTIC TERMS & CONCEPTS (2012), Edited by Elizabeth L. Auchincloss ve Eslee Samberg, American Psychoanalytic Association”ın Drive ve Drive Theory maddelerinin çevirisidir.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir