Psikanaliz Ekollerinin Genel Bir Görünümü: Kuram ve Uygulama (2. Bölüm)


Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

I. Kuram

Bağlam İçinde Psikanaliz

Psikanalize, çoğu zaman bu alanla ilgisi olmayan kişiler tarafından eleştirel bir bakışla yaklaşılır. Bu durum, kısmen psikanalizin; üyelerinin insan doğasına ve psikoterapi sürecine dair, psikanalitik olmayan sıradan bir klinisyenin kavrayamayacağı türden hakikatlere erişimi olduğunu düşünen kişilerden oluşan, ayrıcalıklı ve kıymetli bir kulüp olarak algılanmasından kaynaklanır. Bu algıda bir miktar gerçeklik payı vardır; ancak bu bütünüyle doğru değildir, çünkü psikanalitik topluluk, farklı değer ve tutumlara sahip geniş bir insan yelpazesini barındırır. Bununla birlikte, bu üyelik bazı açılardan inkâr edilemez biçimde ayrıcalıklıdır: Büyük ölçüde, ikinci bir ipotek gerektirebilecek denli uzun soluklu bir eğitimi karşılayabilecek sosyoekonomik avantajlara sahip kişilerden oluşur. Psikanalizin, ilişkili araştırma alanlarına ve diğer terapötik yaklaşımlara karşı çoğu zaman küçümseyici -hatta kimi zaman kibirli- bir tutum benimsediğine dair çok az kuşku vardır. Günümüzde psikanalitik eğitim kurumları, psikanalitik eğitime yönelik başvurulardaki azalmayı yakından fark etmektedir. Psikanalitik geleneğe daha fazla öğrenci kazandırma arzusu, kabul süreçlerinin, eğitim içeriğinin ve uygulama biçiminin yeniden gözden geçirilmesine katkı sağlamış ve bu doğrultuda uzun zamandır ihtiyaç duyulan bir değerlendirmeyi beraberinde getirmiştir.

Psikanaliz şu anda bir geçiş evresiyle başa çıkmaya çalışmaktadır. Belki de politik gündemlerle daha fazla ilişkili olan kökleşmiş kuramsal pozisyonlar, giderek daha fazla sorgulanmakta ve değerlendirmeye açılmaktadır. Farklı psikanalitik ekoller ile farklı disiplinler arasında fikir alışverişi ivme kazanmaktadır. Bu değişim hem heyecan verici hem de sarsıcıdır: bazı uygulayıcılar yeniliğe yönelirken, diğerleri psikanalize başka alanların ne katabileceğine karşı adeta duyarsız bir biçimde, benimsedikleri varsayımlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktadır.

Tüm bu çabalara rağmen, psikanalitik kurumlar mesleğin gelişimi açısından arzu edilenden daha erişilemez ve içe kapalı bir yapı sergilemeye devam etmektedir. Bu açmazı anlayabilmek, psikanalizin pek de parlak olmayan başlangıcına dair bir kavrayış gerektirir. Freud en başından itibaren muhalefet ve eleştiriyle karşı karşıya kalmıştır. Görüşleri gerçekten de zorlayıcı ve kışkırtıcıydı. Ancak bu görüşler, onun Yahudi olması nedeniyle daha da tartışmalı görülmüştür. Freud, Yahudi kökenlerinin fikirlerinin kabul görmesi üzerindeki etkisinin fazlasıyla farkındaydı. Arkadaşı ve meslektaşı olan İsviçreli psikiyatrist Carl Jung’un -o dönemde psikanalitik harekete bağlı olan tek Yahudi olmayan isim- 1914 yılında Freud’un çevresinden ayrılması üzerine, Freud psikanalizin “Yahudi ulusal meselesi”nden ibaret olarak görüleceğinden kaygı duymuştur.

Freud, Yahudi kimliğiyle olan bağlantıyı geri planda tutmak istemiş olabilir; ancak bu gerçek, başkalarının zihinlerinde ön plandaydı. 1930’larda Nazilerin yükselişiyle birlikte psikanaliz saldırıya uğradı: Freud’un yazıları, Einstein, H.G. Wells, Thomas Mann ve Proust’un eserleriyle birlikte, “içgüdüsel yaşamın ruhu parçalama biçiminde abartılması” gerekçesiyle kamuya açık meydanlarda yakıldı (Ferris, 1997). Darwin’le birlikte Freud da, açık tenli ırkların yüksek değerlerini altüst etmekle suçlanarak hedef haline getirildi. Viyana’daki konumu sürdürülemez hâle geldi. 12 Mart 1938’de Alman birlikleri Avusturya’ya girdi. 13 Mart 1938’de Psikanaliz Derneği’nin yönetim kurulu son kez toplandı. Freud, yaşadıkları durumu, Romalılar Kudüs’teki tapınağı yıktıktan sonra şehri terk ederek sürgünde bir din okulu kuran Rabbi Johannan ben Zakkai’nin kaderine benzetti. Freud, meslektaşlarını bu örneği izlemeye çağırdı. Yönetim kurulu, güçlü bir güven oyu ile, dağılmadan önce Dernek’in Freud’un yerleştiği yerde yeniden yapılandırılması yönünde karar aldı.

Freud Viyana’dan ayrılma konusunda isteksizdi; ancak bir hafta sonra Gestapo, kızı Anna Freud’u sorgulanmak üzere alıkoyduğunda, artık ikna edilmeye ihtiyacı kalmamıştı. Anna ertesi gün serbest bırakıldığında, Freud’un sürgüne gitmesi için planlar çoktan yapılmaya başlanmıştı. Paris üzerinden seyahat ederek Londra’ya kaçtı. Birçok meslektaşı da sürgüne gitmek zorunda kaldı. Amerika, Britanya, Filistin, Avustralya ve Güney Amerika’ya yerleştiler. Almanya’da kalan analistler ise uygulamalarını ancak katı Nazi şartları altında sürdürebildiler; klasik Freudcu analiz ise kabul edilemez sayılmıştı.

Psikanalitik hareketin ilk yıllarında maruz kaldığı son derece gerçek bir zulüm, derin bir yara bıraktı. Freud en başından itibaren psikanalizi saldırılara karşı savunulması gereken bir dava olarak görüyordu ve bu bağlamda ortaya çıkan analitik enstitüler, bu savununun “burçları” olarak değerlendirilebilir (Kirsner, 1990). Ancak bu durumun talihsiz bir sonucu olarak, farklı bakış açıları ve ilişkili araştırma alanları da uzak tutuldu; çünkü bu alanların getireceği değerlendirme, eleştiri ve saldırılardan çekiniliyordu.

Psikanalitik hareketin yaşadığı paranoya, yalnızca dışarıdaki psikanalitik olmayan dünyayla olan ilişkilerinde değil, aynı zamanda psikanalitik kurumun kendi içindeki rakip kuramsal ardılları arasındaki ilişkilerde de dikkat çekici bir özellik olmuştur. Psikanalizin tarihi, bölünmelerin tarihidir. Gerçekten de, psikanaliz, Freud’un bazı fikirlerinden doğmuş ve onları onurlandırmış olmakla birlikte, zamanla kişilik gelişimi konusunda oldukça farklı kuramlar ve psikolojik sorunların tedavisine yönelik farklı teknikler geliştirmiş birçok kuramsal ekolü kapsayan şemsiye bir terimdir.

Britanya’daki psikanalizin gelişimi, çoğulcu bir toplumda yaşamanın zorluklarına dair çok iyi bir örnektir (Hamilton, 1996). Britanya Psikanaliz Derneği, Ernest Jones tarafından kurulmuştur. Kuruluşundan bu yana, üç ayrı grup -Çağdaş Freudçular, Klein’cılar ve Bağımsızlar1– aynı dernek çatısı altında bir arada yaşamak zorunda kalmışlardır; bu da, aynı görüşleri paylaşmayan komşularla yakın temas içinde yaşamanın kaçınılmaz gerilimlerini beraberinde getirmiştir. Ancak tüm bu gerilimlere rağmen, tek bir yapı içerisinde birlikte var olabilmiş olmaları onların önemli bir başarısıdır.

¹ Kişinin bu üç gruptan herhangi birine ait olduğunu kabul etmesi genellikle, eğitim analizini aldığı terapistin yönelimiyle kurduğu aidiyeti yansıtır; yani, eğitim analizini bir Freudçu ile yapan biri, çoğunlukla kendisi de Freudçu olur.

Her bir grup, çoğu hem psikanaliz içindeki ilişkisel hem de gelişimsel perspektiflerden etkilenmiş olan uygulayıcılardan oluşan heterojen bir topluluğu temsil eder; ayrıca, özellikle çağdaş Klein’cı düşünceye yönelenleri de içerir. Anna Freud tarafından eğitilmiş ve ona sadık kalan, dolayısıyla daha uygun biçimde Klasik Freudçular olarak adlandırılabilecek az sayıda yaşlı Freudçu bulunmaktadır. Kuzey Amerika’da ego psikolojisi ve kendilik psikolojisi daha güçlü bir varlığa sahiptir; Klein’cı düşünceler ise daha yavaş benimsenmiştir, ancak son dönem yayınlar bu fikirlerin daha fazla benimsendiğine işaret etmektedir (örneğin bkz. Caper, 2000). Genel olarak, psikanalitik kuramda baskın olan unsur heterojenitedir; öyle ki, bir grubun kendi içindeki farklılıklar, gruplar arasındaki farklılıklar kadar çarpıcı olabilir. Bu durum, analitik düşüncenin zenginliğine katkıda bulunmakla birlikte, şu can alıcı soruyu da gündeme getirir: Acaba bu kuramlardan hangisi -eğer varsa- zihnin ve gelişimin en geçerli modelini sunmaktadır?

Bu bölümün amacı, Freud’dan günümüze psikanalitik düşüncenin gelişimine dair oldukça kısa bir genel bakış sunmaktır. Zorunlu olarak, yalnızca psikanaliz tarihindeki birkaç önemli figürün düşüncelerine yer verilmektedir. Bu genel bakışı sadeleştirmek amacıyla, en etkili iki kuram Freudcu ve Klein’cı başlıkları altında gruplanmış; odak, bu iki baskın figürün öne sürdüğü en belirgin birkaç kavram üzerine yoğunlaştırılmıştır. Ne yazık ki bu, mevcut Freudcu ve Klein’cı kuramların çeşitliliğini ve bu ilk başlangıçlardan türeyen yaklaşımları göz ardı etme pahasına yapılmıştır. Dolayısıyla, burada yalnızca bu iki ana kuramın en yaygın varsayımlarına genel hatlarıyla değinilecek ve Freud sonrası ile Klein sonrası gelişmeler yalnızca yüzeysel biçimde ele alınacaktır. Bu genel bakış, bir sentez girişimi niteliği taşıdığından, farklı ekoller arasındaki daha ince ayrımları göz ardı etmekte ve karmaşık kavramları basitleştirme yönünde eğilim göstermektedir. Bu nedenle, metapsikolojiyle ilgilenenler için, bu metin Freud’un ve Klein’ın özgün metinlerinin dikkatli bir biçimde okunmasının yerini tutmaz.

İlk Yıllar: Freud’un Zihnin Topografik Modeli

Freud, intrapsişik çatışma deneyimini açıklamak üzere iki model öne sürmüştür. Bunlardan ilki, üç bilinç düzeyinden oluşan topografik model [topographical model] olarak bilinir. İlk düzey olan bilinç [conscious], o anda farkında olduğumuz şeylere karşılık gelir; örneğin, şu an bu bölümü okumanız gibi. Bilinç düzeyinin altında yer alan bilinçöncesi [preconscious], isteyerek hatırlayabildiğimiz her şeyi içerir. Yani, bilinçöncesi; hatıralar, fikirler ve duyusal izlenimlerden oluşan ve her an dikkatimizde olmasalar da kolaylıkla erişebileceğimiz bir tür hafıza deposu işlevi görür. Bilinçöncesinin altında ise bilinçdışı [unconscious] yer alır.

Freud, bilinçdışı terimini üç farklı anlamda kullanmıştır. İlk olarak, bu terimi betimleyici bir şekilde, herhangi bir anda bilincimizde olmayan ancak yine de bize erişilebilir olan içerikler için kullanmıştır. Bu anlayış, çağdaş psikolojide artık tartışmalı bir görüş olmaktan çıkmıştır. Bilişsel sinirbilim, çalışan beynin büyük bir kısmının bu anlamda bilinçdışı olduğunu göstermiştir; örneğin, bellek bilinçli farkındalık olmaksızın edinilebilir ve düşünme, karar verme, problem çözme gibi süreçlerin tümü bilinçdışı yönler içerir (Milner ve diğ., 1998). Hatta duygusal deneyimlerin işlenmesinin dahi otomatik bir şekilde bilinçdışı düzeyde gerçekleştiği ortaya konmuştur (Solms & Turnbull, 2002). Ayrıca bu tür bir işleme, nöro-mekanizm düzeyinde bilinçli işlemelerden niteliksel olarak farklıdır (Milner ve diğ., 1998).

İkinci olarak, Freud bilinçdışı terimini sistemik bir anlamda kullanmış ve bunu bilincin bir derecesi olarak değil, belirli özelliklere sahip varsayımsal bir zihinsel sistem olarak tanımlamıştır. Son olarak, Freud bu terimi dinamik bilinçdışıyı [dynamic unconscious] ifade etmek için kullanmıştır; yani, olayları harekete geçiren sürekli bir güdülenme kaynağı olarak. Freud’a göre, bilinçdışındaki içeriğin isteyerek hatırlanamaması, bu içeriğin bilince ulaşmasını engelleyen etkin bir gücün, yani bastırmanın [repression] sonucudur. Bu anlamda bilinçdışının, bastırılmış cinsel ve saldırgan dürtüleri, savunmaları, anıları ve hisleri barındırdığı kabul edilir.

Bilinçöncesi ve bilinç sistemleri, düşünmenin alışıldık kurallarına uyar; yani mantıklıdır, gerçeklik testinden geçer ve zaman ile nedensellik açısından çizgisel bir yapı izler. Bu kurallar, genellikle ikincil süreç düşüncesi [secondary process thinking] olarak adlandırılan yapıya özgüdür. Bilinçdışı sistem ise, birincil süreç düşüncesine özgü farklı kurallara tabidir. Bu zihinsel düzeyde bilgi, herhangi bir gerçeklik sınamasına tabi tutulmaz; dolayısıyla çelişkili “hakikatler” bir arada var olabilir ve çelişkiler bolca bulunur. Bu özellikleri nedeniyle bilinçdışı, zihnimizin ilkel ve çocukça bir parçası olarak görülmüştür.

Ego Psikolojisine Doğru: Freud’un Zihnin Yapısal Modeli

Freud, “Ego ve İd [The Ego and the Id]” (1923b) adlı makalesinde, topografik modelden yapısal varsayıma geçişini ortaya koymuştur.² Bu yeni model, insan psişesini üç gücün etkileşimi olarak kavramsallaştırır: id [id], ego [ego], süperego [süperego]. Bunlar, her biri kendine özgü bir gündeme ve öncelikler dizisine sahip olan kişiliğimizin üç farklı failidir [agency]. Her birinin ayrı bir kökene sahip olduğu ve “normal” kişilik işleyişini sürdürmede son derece özgül bir rol üstlendiği kabul edilmiştir. Zorluklar, bu faillerin talepleri arasında ortaya çıkabilecek çatışmalardan kaynaklanır. Yapısal modelde çatışma, iki ya da daha fazla intrapsişik amacın karşı karşıya gelmesi anlamına gelir. Bu modelde dış dünya ile etkileşime daha fazla önem verilmiştir; zira Freud, çatışmaların yalnızca içsel değil, dışsal baskılardan da kaynaklanabileceğini öne sürmüştür.

Devam ediyor…

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir