Patojenik İnançları Değerlendirme (10. Bölüm)


Psikanalizin temel meselelerinin dürtüler ve duygular olduğu yönündeki yaygın kanaate rağmen, analitik kuram deneyimin bilişsel boyutuna -özellikle bilinçdışı düzeydeki- her zaman dikkatle eğilmiştir. Düşünme biçimimiz bireysel karakterin ve psikopatolojinin psikanalitik olarak anlaşılmasında merkezi bir rol oynamasaydı, analitik teknik bu denli yoğun bir şekilde yorumlamaya -yani bilinçdışı fikirleri bilinç düzeyine getirmeye- dayanmazdı. Freud’un özgün modeli (örneğin, 1911), ilkel dürtüler ve duygulanımların yanı sıra, zihnin bilinçdışı bölümünde “birincil süreç düşüncesi [primary process thought] adını verdiği bir düşünme türünün de var olduğunu öne sürer; bu, dünyayı kavrama biçimimizin en erken, dil öncesi dönemine ait kalıntılardan oluşur. Bu arkaik bilişsel tarz, Freud tarafından rasyonel öncesi [prerational], mantık dışı [prelogical], benmerkezci [egocentric] ve arzu güdümlü [wish-driven] bir yapı olarak kavramsallaştırılmıştır; yani, haz ilkesine göre işler, gerçeklik ilkesine göre değil. Freud, Piaget’nin* bazı çalışmalarını önceden sezmişçesine, birincil süreç düşüncesinin simgesel ve görsel niteliğini vurgulamış; onun büyüsel ve arzu-yerine-getirici yapısına dikkat çekmiştir. Döneminin Viktoryen duyarlılıklarını rahatsız eden şeyler arasında yalnızca çocukların cinselliğe sahip olduğu yönündeki iddiası değil, aynı zamanda ne kadar “uygar” ya da yüksek eğitimli olursak olalım, bilinçdışı yaşantımızda ilkel, kendine referanslı düşünme biçimlerinin kalıntılarının varlığını sürdürdüğü ve davranışlarımızı düşündüğümüzden çok daha fazla ölçüde yönettiği sonucuna varması da vardır.

*Freud’un kuramlarının, Piaget’nin bilişsel gelişim modelini doğrudan etkilediği söylenebilir. Bu model, akademik psikolojideki dar davranışçı egemenliğin yıkılmasında kritik bir rol oynamış ve günümüzde hâkim olan bilişsel-davranışçı duyarlılığın zeminini hazırlamıştır. Piaget, Carl Jung’un hem hastası hem de sevgilisi olduğu varsayılan, sonradan Freud’un öğrencisi ve çalışma arkadaşı haline gelen Sabina Spielrein tarafından analiz edilmiştir (Carotenuto, 1983; Kerr, 1993). Spielrein, Freud’un ölüm dürtüsü kuramının ilk fikirlerinin kaynağı da olabilir. Bu parlak ve yaratıcı kadın, 1941 yılında Naziler tarafından katledilmiştir. Onun erken psikanalitik hareketteki karmaşık rolüne dair bildiklerimizin çoğu, hayatta kalan bazı günlük ve mektuplar sayesinde gün yüzüne çıkmıştır.

Freud, evrensel bazı bilişsel süreçler öne sürmenin yanı sıra, bireysel içsel inanç farklılıklarından ve bunların kişinin kendine özgü psikolojisiyle ilişkilerinden de söz etmiştir. Örneğin, “Psiko-Analitik Çalışmalarda Karşılaşılan Bazı Karakter Tipleri [Some Character-Types Met with in Psycho-Analytic Work]” (1916) başlıklı makalesinde, bilinçdışı inançların belirleyici doğasını vurgulamıştır. Kurallara diğer insanların uyması gerektiğini ama kendisinin “istisna” olduğunu düşünen birini tarif ederken, bu kişinin kendisini özel bir ilahi koruma altında saydığı varsayımına dikkat çeker. Freud, bu adamın çocukken sütannesinden kazara bulaşan bir enfeksiyonun kurbanı olduğunu ve bu yaşantının farkında olmadan, tüm yaşamı boyunca tıpkı bir ‘kaza maaşı’ almayı bekler gibi, tazminat talep etme hakkına sahipmişçesine davrandığını belirtir (s. 313). Freud, “suçluluk duygusuyla suç işleyen” olarak adlandırdığı bir kişi tipini tarif ederken de benzer bir bilişsel açıklama getirir: Bazı insanlar, kendilerini zaten suçlu ve günahkâr olarak gören önceden var olan bir inancı dengelemek için bilinçdışı bir şekilde suç işlerler.

PATOJENİK İNANÇLARIN DOĞASI VE İŞLEVİ

Günümüzün psikanalitik yazarları ve araştırmacıları arasında, bilinçdışı patojenik inançlara en fazla vurgu yapanlar Joseph Weiss, Harold Sampson ve San Francisco Psikoterapi Araştırma Grubu’dur (örneğin bkz. Weiss ve diğerleri, 1986; Weiss, 1993). Başlangıçta yaklaşımlarını “kontrol-ustalık kuramı [control-mastery theory]” olarak adlandıran bu araştırmacılar, başarılı psikoterapileri ampirik olarak incelediklerinde, danışanın temel inançlarını anlamanın ve ardından, danışanın terapötik katılımını bu inançları çürütme çabası olarak yorumlamanın, tedavi sürecindeki değişimi açıklamak açısından güçlü bir kuramsal çerçeve sunduğunu ortaya koymuşlardır. Sampson, Weiss ve çalışma arkadaşları, hepimizin sıklıkla bilinçdışı düzeyde işleyen ve kendini gerçekleştiren kehanetler gibi davranan örgütleyici inançlara sahip olduğumuzu vurgularlar. Eğer bir kişi şanslıysa ve olumlu, uyumlu inançları içselleştirmişse, doyurucu bir yaşam sürme olasılığı yüksektir. Ancak kişi, örneğin kendiliğin kötülüğü, çabanın anlamsızlığı, yakınlığın tehlikesi ya da ihanetin kaçınılmazlığı gibi inançları içselleştirmişse, iyi bir terapi görmediği sürece bu inançların neden olduğu tekrar eden acılardan kurtulamayacaktır.

Biliş üzerinde duran çağdaş psikanalitik modeller, psikanalitik ve bilişsel-davranışçı anlayışlar arasında bir yakınlaşma [rapprochement] olasılığına dair heyecan verici bir umut sunmaktadır. Bu alandaki seçkin araştırmacılardan yalnızca biri olarak Wilma Bucci’nin (1997) çalışmaları, kuramsal düzeyde bilişsel bilim ile psikanalitik düşüncenin ampirik temelli bir biçimde bütünleştirilebileceğine dair yeni umutlar doğurmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, Allan Schore’un çalışmaları (örneğin, 1994), bu bütünleştirmenin nörobiyolojik düzeyde mümkün olabileceğini öne sürmektedir. Klinik düzeyde ise, psikoterapi entegrasyonuna yönelik canlı bir ilgi uzun süredir mevcuttur (örneğin bkz. Wachtel, 1977; Arkowitz & Messer, 1984). Son dönemde kuramsal ve teknik bir senteze yönelik artan ilgi, bilişe dair ortak ilginin psikanalitik ve bilişsel-davranışçı terapistleri birleştirdiğini yansıtmaktadır. Genellikle üzerinde durulmamış olsa da, öncü bilişsel terapistler olan Albert Ellis, Aaron Beck ve diğerleri, patolojiyi yaratan ve sürdüren bireysel irrasyonel inançlara vurgu yapmaları bakımından Freud’a benzer bir yaklaşım sergilemektedirler. Onlara göre, terapistin temel görevi bu tür inançlara meydan okumaktır. Ancak Freud ve diğer psikanalistlerden ayrıldıkları temel nokta, bu yıkıcı inançların yer aldığı dinamik, bilinçdışı bir zihinsel yapının varsayılmasına gerek olmadığı yönündeki görüşleridir; bu inançların ortaya çıkarılabilir ve ele alınabilir olduğunu düşünürler, dolayısıyla bu yapıyı varsaymaya ihtiyaç duymazlar.

Benim için cesaret verici olan nokta, bazı seçkin çağdaş bilişsel-davranışçı kuramcıların (örneğin Barlow, 1998), beyin görüntüleme alanındaki son gelişmelerin, bilişi anlamada mutlaka dikkate alınması gereken bilinçdışı süreçlerin varlığını ortaya koyduğunu kabul etmeleridir. Bununla birlikte, bireysel klinisyenlerin hem psikanalitik hem de bilişsel-davranışçı yaklaşımların ustalıklı bütünleştiricileri haline gelme ihtimaline dair bazı gerçekçi düşünceler de vardır: Ne yazık ki, her iki kuramsal geleneğe dair kapsamlı bir akademik temele sahip, yetkin bir psikoterapist olmak uzun ve zahmetli bir süreçtir ve çok az kişi bu iki yönelimin de önemli bir literatürünü yeterince derinlemesine öğrenebilir. Kişisel mizaç özellikleri, alınan eğitimin rastlantısal yönleri ve kişinin kendi kişisel terapisinin (hangi kuramsal yaklaşıma dayalı olursa olsun) ne ölçüde etkili olduğu gibi etkenler, terapistleri genellikle bu yaklaşımlardan birine yöneltir. Ayrıca, bilişsel-davranışçı ve psikanalitik yaklaşımlar arasında, temel vurgular ve varsayımlar bakımından indirgenemez bazı farklar da bulunmaktadır (bkz. Messer & Winokur, 1980; Arkowitz & Messer, 1984). Yine de, birbirinden farklı yönelimlere sahip uygulayıcıların psikoterapötik müdahalenin temellendiği bazı ortak noktaları takdir edebilmeleri, alanımızı büyük ölçüde zenginleştirecektir.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir