Müdahaleleri Değerlendirme: Danışanın Tepkisini İzlemek (4. Bölüm)


Okuyacağınız metin Psychodynamic Techniques: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

“Terapötik olarak yardımcı yorumlar oluşturmanın öğretilebilir bir beceri olduğuna deneyimlerimle ikna oldum.”

—Paul Wachtel (1993, s. 2)

İlk psikanalitik süpervizörüm tarafından, danışanlarımın müdahalelerime nasıl yanıt vereceklerini zihinsel olarak öngörmem öğretilmişti. Onun bakış açısına göre, bu öngörüde ne kadar iyi olursam, o kadar iyi bir terapist olurdum. Süpervizyon oturumlarımız sırasında, danışanın seans boyunca ne hissettiği ve düşündüğü hakkında gözlemlediklerimizi ayrıntılı bir şekilde tartışırdık. Müdahalelerimin danışan üzerindeki etkisini, yanıtlarını detaylıca inceleyerek değerlendirirdik. Ayrıca, bu tür durumlar tekrar ortaya çıktığında yanıtlarımı nasıl geliştirebileceğimi konuşurduk. Benim için en iyi haber, önemli meselelerin kaçınılmaz olarak yeniden gündeme geleceğiydi. İlk seferde doğru yanıtı vermek zorunda değildim. Tüm danışanlar, doğru yanıtı vermemiz için bize tekrar tekrar fırsatlar sunarlar. Ancak, danışan tepkilerini ne kadar doğru tahmin edebilirsek, terapi o kadar başarılı olur. Schlessinger (2003), terapistlerin “her hedefe yönelik müdahaleye bir yanıt beklemeleri gerektiğini” (s. 227) belirtir. Ayrıca, Wachtel’in (1993) vurguladığı gibi, etkili müdahaleler oluşturmak öğretilebilir bir beceridir.

İnsanlar iki önemli şekilde öngörülebilirdir. Birincisi, hepimizin yerleşik tepki kalıpları vardır. İkincisi, danışana yönelik doğru zamanda, empatik ve yerinde bir anlayış gösterildiğinde, bunun olumlu bir yanıt üreteceğini; buna karşın, zamanlaması kötü, duyarsız veya hatalı bir müdahalenin ise ters etki yaratacağını varsaymak makuldür. Evet, zaman zaman beklenmedik şekilde hareket edip tepki verebiliriz; bu da her bireyin kendine özgü gizeminin bir parçasıdır ve değer verdiğimiz bir özelliktir. Ancak, bir terapistin danışanın nasıl tepki vereceğini sürekli olarak öngörememesi veya yapılan bir müdahalenin danışan üzerindeki etkisini doğru bir şekilde değerlendirememesi, bir şeylerin yolunda gitmediğini gösterir. Bu durum, terapistin yetersiz eğitim almış olmasından, karakter olarak bu işe uygun olmamasından ya da terapist ile danışan arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor olabilir.

Terapistler, bir müdahaleyi kendi doğruluğu ve zamanlaması açısından değerlendirebilecek konumda olduklarına inanmak isteyebilirler. Ancak, terapistin eylemlerinin yararlı olup olmadığı konusunda nihai otorite danışanın kendisidir. İçeriğin doğruluğu, eğer danışan terapistin söylediklerini duyamıyor, anlamlandıramıyor ve bunları üretken bir şekilde kullanamıyorsa, önemsiz hale gelir. Schlessinger’in (2003) de vurguladığı gibi, bu süreçte karar verici olan terapist değil, danışandır; yani, hakem rolünü üstlenen kişi danışanın kendisidir.

Yeni terapistlerin belki de en çok öğrenmeleri gereken şey, bir müdahalenin terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir etki mi yarattığını savunmacı bir tutum sergilemeden fark edebilmek ve kabul edebilmektir. Bu bölüm, bu tür değerlendirmeleri yapmaya yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bir terapistin ego ideali “her şeyi bilen” biri olmamalıdır; bunun yerine, en uygun şekilde yanıt verebilen (Bacal, 1998), esnek ve müdahalelerinin bazen hedefi ıskalamasının, karşılıklı anlayışa doğru bir adım olduğunu kavrayabilen biri olmalıdır. Deneyimli terapistler bile, kendi narsistik dengelerini koruma adına, bir müdahalenin etkisiz kaldığına dair danışanın verdiği sinyalleri savunmacı bir şekilde görmezden gelme eğilimiyle mücadele etmek zorunda kalabilirler.

Eğer terapist, herhangi bir müdahaleye danışanın verdiği yanıtı makul bir şekilde değerlendiremezse, bir sonraki müdahalesini nasıl yapması gerektiğine dair sağlam bir temel oluşturamaz. Bir terapi seansını rayından çıkaran en önemli etkenlerden biri, terapistin hata yapmaktan [hata yaptığını kabul etmekten] savunmacı bir şekilde kaçınarak danışanın reddettiği bir konuyu ısrarla sürdürmesi ya da danışanın geri çekildiğini ve artık duygusal olarak erişilebilir olmadığını fark edememesidir.

Genç terapistler, kapsamlı teorik bilgi ve klinik deneyime sahip olmasalar bile terapötik başarı elde edebilirler. Öncelikli olarak entelektüel işlemeye (proses) vurgu yapan teoriler, terapi sonuçlarına ilişkin araştırmalarla çelişiyor gibi görünmektedir. Hatta ünlü psikanalistler, Stephen Mitchell (1997) gibi, gerçekten terapötik olanın entelektüel anlayıştan çok terapist ile danışan arasındaki duygusal deneyimle ilgili olduğunu kabul etmişlerdir.

Klinik deneyim, terapötik sonuçlar açısından önemli bir değişken gibi görünmektedir (Luborsky, Auerbach, Chandler, Cohen ve Bachrach, 1971). Ancak yeni terapistler, seanstayken danışanın tepkilerine daha fazla odaklanarak ve entelektüel formülasyonlara daha az takılarak başarılarını en üst düzeye çıkarabilirler. Danışanın durumu ve psikodinamikleri üzerine kapsamlı entelektüel analizler önemlidir, ancak bunlar genellikle seans aralarında daha verimli bir şekilde kullanılabilir. Seansın kendisinde ise, duygusal olarak erişilebilir olmak ve empatik yanıt verebilmek, terapötik sınırları korurken en yüksek öncelik olmalıdır. Sürekli akan bir duygusal bağlam içinde kendiliğinden ortaya çıkan entelektüel içgörüler, daha ilgili ve terapötik olma eğilimindedir.

DANIŞANIN SEANSA NASIL BAŞLADIĞINA DİKKAT ETMEK

İlk analitik süpervizörüm, danışanlarımın seansın başında söyledikleri ilk sözleri dikkatle dinlememi öğretti bana. Bu sözlerin çok önemli olduğunu ve danışanların konuşmaya ihtiyaç duyduğu konulara dair ipuçları vereceğini söyledi. Çoğu zaman, ilk kelimeler önceki seansın başarı ya da başarısızlığına, dolaylı da olsa, bir gönderme yapar. Langs’ın (1974) belirttiği gibi, doktorlar veya diğer otorite figürleri hakkında yapılan olumsuz yorumlar, büyük olasılıkla terapiste yönelik üstü kapalı eleştiriler olabilir. Benzer şekilde, olumlu referanslar da terapiste yönelik olabilir.

Terapistin ofisi, bulunduğu bina, otopark, dekorasyon veya terapistin giyimi hakkındaki olumsuz yorumların da çoğu zaman terapiye dair bir memnuniyetsizliğin ifadesi olabileceğini eklemek istiyorum. Elbette bu her zaman doğru değildir. Örneğin, yaz aylarında binamın karşısındaki parkta her hafta bir müzik etkinliği düzenlenir. Öğleden sonra geç saatlerde sokaktaki otopark kapatılır ve bazen performans sergileyecek gruplar tarafından sinir bozucu “ses kontrolleri” yapılır. Danışanlarım bu koşullardan rahatsız olduklarını dile getirdiğinde, anlayış gösteririm ve bunu kişisel olarak algılamam. Ancak, rahatsızlıktan dolayı özür diledikten sonra danışanım bu konuya takılıp kalıyorsa, asıl rahatsızlığının başka bir şeyle ilgili olduğunu anlarım. Bu genellikle terapiyle bağlantılıdır, ancak kötü geçen bir iş günü gibi başka bir sebebe de dayanıyor olabilir. Her durumda, ısrarlı olumsuz yorumlar, danışanımın öfkesine dair bir gözlem yapmam ve onun bu konuda ne düşündüğünü sormam için bir işaret niteliği taşır.

Bazı danışanlar terapiye başlamadan önce birkaç dakika küçük bir sohbet yapma ihtiyacı duyarlar. Bu ihtiyacın, toplumsal bir alışkanlığın ötesine geçen bir nedeni olduğu sıklıkla görülür. Gözlemlerime göre, bazı danışanlar en az beş dakika süren bu tür sohbetleri benimle bağlantı kurmanın ve ruh halimi değerlendirmek için bir araç olarak kullanmanın neredeyse bir gereklilik olduğunu düşünürler. Seansa başlamadan önce benim duygusal durumumu ölçmek, kendilerini korumaya yönelik bir stratejidir. Bana ne kadar güvenirlerse güvensinler, bu alışkanlıklarından vazgeçmeyen birçok danışanla çalıştım. Dolayısıyla, ilk analitik süpervizörümün danışanın ilk sözlerini dikkatle dinlemem gerektiği yönündeki tavsiyesine uymak için, bazen bu küçük sohbetin tamamlanmasını beklemek gerekebilir.

Son olarak, aynı süpervizörüm bana, bir danışanın ofiste her zaman orada olan bir nesneye bakıp “Bu yeni mi?” diye sormasının, içsel bir değişimin gerçekleştiğini gösterdiğini öğretti. Genel fikir, danışanın bilinçdışı düzeyde terapiyle ilgili yeni bir bakış açısına, entegrasyon seviyesine veya içgörüye ulaştığının farkında olması ve bu değişimi spontan bir şekilde terapötik ortama yansıtmasıdır. Terapide ilerleme kaydeden danışanların sıklıkla “Bu sandalye yeni mi?” veya “Bu bitki güzelmiş, hep burada mıydı?” gibi şeyler söylediklerini gözlemledim. Bu tür yorumlar her zaman nötr ya da olumlu olur ve yalnızca ofiste gerçek bir değişiklik yapılmadığında anlam taşır.

SPESİFİK MÜDAHALELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Terapistleri süpervize ettiğimde, her zaman danışanın ne istediğini düşünmelerini, yanıt verme fırsatlarını nasıl kaçırmış olabileceklerini ve bir sonraki sefer nasıl yanıt vereceklerini değerlendirmelerini isterim. Daha sonra, süpervizyonda üzerinde karar verdiğimiz müdahaleye danışanın nasıl tepki vereceğini düşünmelerini ve tahmin etmeye çalışmalarını isterim. Başlangıçta, bu kavramı onlara göstermek için seanslarını ses kaydına almalarını sağlarım (gerçekte neler olup bittiğini bilmenin tek yolu budur) ve özellikle iyi ya da zayıf olduğunu düşündüğüm bir müdahaleden sonra kaydı durdurup onlara bunun hakkında sorular sorarım. Daha sonra, müdahaleyi değerlendirmeme dayanarak danışanın nasıl tepki vereceğini tahmin ederim. Süpervizyon alanlar, tahminlerimin sıklıkla doğru çıktığını gördüklerinde genellikle şaşkınlığa uğrarlar. Bu durum başlangıçta biraz korkutucu ve göz korkutucu olabilir, ancak onlara bunun öğretilebilir bir beceri olduğunu vurgularım. Süreç, sandıkları kadar gizemli değildir.

Danışanın bir müdahaleye verdiği yanıtın doğrudan okunmasını vurgulayan yaklaşımlara nadiren rastlanır, oysa bence çoğu deneyimli terapist Langs’ın (1973) kriterlerine teorik düzeyde itiraz etmeyecektir. Bununla birlikte, bazı terapistlerin vaka çalışmaları yayımladığını ve bu çalışmalarda danışanın bir müdahaleye yüksek düzeyde belirgin sıkıntı ile tepki verdiğini, terapistin profesyonelliğini veya insanlığını sorguladığını, ancak terapistin müdahalenin olumlu olduğuna inanmaya devam ettiğini görüyoruz. Bu durum hakkında söyleyebileceğim tek şey, pek çok danışanın, terapistinin kendisine incitici veya zarar verici şeyler söylediği bir terapi ilişkisini sürdürmeye devam edebileceğidir. Bunun iki olası nedeni vardır: ya danışan bunun bir istisna olduğunu düşünerek ilişkiyi sürdürmek için büyük bir istek duymaktadır ya da tüm terapötik ilişki, sadomazoşistik tekrarlar üzerine kurulmuştur.

Kavramları pratik olarak uygulamaya çalışırken bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Örneğin, Langs’ın (1973) “seans sırasında veya sonrasında eyleme dökme (acting out)”ye yaptığı atıf, bu bölümde daha ayrıntılı olarak ele alacağım bir konudur. Günümüzdeki eğilim, bu tür bir değerlendirmenin yapılmasından uzaklaşarak, terapistin böyle bir yargıda bulunmaya yetkili olmadığı yönünde bir yaklaşımı tercih etmektedir. Ben, mutlak yargılardan kaçınmamız gerektiğini düşünmekle birlikte, yine de beceri, eğitim ve deneyimle şekillenen gözlemler yapabileceğimizi ve bunları danışanla paylaşabileceğimizi savunuyorum. Şöyle diyebiliriz: “Az önce söylediklerimden sonra gerginleşmiş, öfkelenmiş ya da içine kapanmış gibi görünüyorsun.” Daha sonra danışanın yanıt vermesine fırsat tanıyabiliriz.

Bu tür bir etkileşim, Langs’ın önerdiğinin ötesine geçmektedir. Langs, terapistin kendi özel değerlendirmelerini yapmasını ve bu süreçte danışanın açık ve örtük geri bildirimlerine duyarlı olmasını önermektedir. Ancak, benim benimsediğim yaklaşım, danışanla aktif ve sürekli bir etkileşim içinde olmayı içerir. Danışana ne düşündüğünüzü söylemek, benim süregelen iş birliği anlayışımın bir parçasıdır. Buna, gözlemleri kontrol etmek, hedefleri güncellemek ve ortaya çıkan çatışmalar ya da çıkmazlar hakkında danışanla birlikte düşünmek de dahildir. İş birliği ve bilgi paylaşımı, danışanı zayıf, hasta veya gerçeği kaldıramayacak kadar kırılgan biri olarak görmek yerine, ona saygı duyan ilişkisel bir tekniğin merkezinde yer alır. Bu yaklaşım, danışanın yalnızca kendi iç dünyasını keşfetmesini değil, aynı zamanda belirli bir anda terapist ve danışan arasındaki dinamikleri birlikte anlamlandırmasını da sağlar.

Yakın zamanda potansiyel bir danışan beni arayarak nasıl çalıştığımı anlatmamı istedi. Web sitemi incelediğini ve orada etkileşimsel psikodinamik yaklaşımı (interactive psychodynamic approach) benimsediğimi gördüğünü söyledi. Bunun ne anlama geldiğini sordu. Kendisine karşılıklı etkileşim ve iş birliği konusundaki temel görüşlerimi aktardım. Ancak, bunun her bireysel danışanla nasıl uygulamaya döküleceğinin, danışanın ihtiyaç ve isteklerine bağlı olduğunu da belirttim. Benim terapideki etkileşim düzeyim önceden belirlenmiş değildir; aksine, danışanlarımın gereksinimlerine yanıt veren bir yaklaşımdır. Bir danışanla büyük ölçüde onu dinleyerek, ona doğru sorular sorarak ve empatik tepkiler vererek çalışabilirim. Bazı insanlar içgüdüsel olarak neye ihtiyaç duyduklarını bilirler ve esas olarak, temel becerilere sahip, süreci takip eden ve onların önüne engel koymayan bir terapiste gereksinim duyarlar.

Diğer danışanlar zaman zaman geri bildirime, tavsiyeye ya da yüzleşmeye ihtiyaç duyarlar. Travma yaşamış, borderline kişilik bozukluğu ya da bipolar bozukluk gibi tanıları olan zorlayıcı danışanlar ise, sürekli olarak çeşitli müdahaleler arasında denge kurulmasını gerektirebilir. Danışanların davranışlarında belirli bir öngörülebilirlik olduğunu savunuyor olsam da, aynı zamanda çok çeşitli davranış biçimlerinin de söz konusu olduğunu ve bunların eşit derecede çeşitli terapötik yaklaşımlar gerektirdiğini kabul ediyorum. Özellikle, anlık olarak neşeden öfkeye geçebilen duygusal olarak değişken danışanlarla çalışan terapistin hem esnek hem de yaratıcı olması gerekir.

Elbette terapistler bir danışanın seansa nasıl başlayacağını veya o an ne hissedeceğini önceden bilemezler. Ancak, terapistin niyeti doğrultusunda danışanın müdahaleye nasıl yanıt vereceği belirli bir öngörülebilirlik taşımalıdır. Eğer amacım, kontrolünü kaybetmiş bir danışanın seansta duygularını yönetmesine yardımcı olmaksa, o halde müdahalemin bu doğrultuda olması beklenir. Eğer danışan, kontrol sağlamasına yönelik çabama öfkeyle patlayarak yanıt verirse, müdahalemin açıkça başarısız olduğu söylenebilir.

Eğer bir danışanın deneyiminin derinlerine inmesini istediğimde ona bir soru sorar ve o bunun yerine içine kapanıp bakışlarını benden kaçırırsa, müdahalem başarısız olmuş demektir. Ancak amacım bu tür başarısızlıkları tamamen ortadan kaldırmak değildir; çünkü bunlar kaçınılmazdır ve öğreticidir. Yeni terapistleri denetlerken her zaman onlara, hepimizin her gün küçük şekillerde başarısız olduğunu söylerim. Gerçek başarı, bu günlük başarısızlıkları fark etme ve bunlara uygun şekilde yanıt verme yeteneğimizde yatar. Psikanalist Edgar Levenson (1996), terapistin kusurlarının ve hatalarının terapötik işlevini zarif bir şekilde şu sözlerle açıklar: “Hasta, terapistten ve analizden adım adım hayal kırıklığına uğrayarak kendi iç sesini dinlemeyi öğrenir” (s. 696).

DOĞRULAYICI TEPKİLER

Doğrulayıcı tepkiler (confirmatory response), elbette, terapistin müdahalelerinin yardımcı olduğunu doğrulayan tepkilerdir. Langs (1974), en yaygın ve gerçek zamanlı doğrulama biçimlerini şu şekilde sıralar:

“daha önce bastırılmış düşüncelerin, fantezilerin, deneyimlerin ve çocukluk anılarının hatırlanması; çeşitli türlerde yeni ve taze materyalin eklenmesi; daha önce açıklanamayan sorunların ve semptomların netleşmesi; semptomların hafiflemesi ve rahatsız edici davranışlarda değişiklikler; terapistin anlayışının/anlayışlılığının (perceptiveness) dolaylı olarak kabul edilmesi.

(s. 81).

Danışan bilinçli olarak olumlu bir müdahaleyi kabul edip içselleştirmese bile, terapistin doğru olduğunu önceki bir zamana atıfta bulunarak ifade edebilir. Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar: “Bir başka varyasyon, zeki, parlak, uyumlu ya da bir şekilde bilgili birine yapılan bir referanstır” (s. 58).

Bence, danışanın bir müdahaleye verdiği olumsuz tepkiyi (onaylayıcı olmayan) açıkça ele almak, olumlu tepkisini (onaylayıcı) ele almaktan genellikle daha önemlidir. Olumlu tepkiler terapinin ilerlemesini sağladığından neredeyse fark edilmezler. İdeal olarak, bunlar süregelen küçük olaylardır, dolayısıyla üzerinde durmak gereksiz olur. Danışanın Langs’ın örneğindeki gibi otorite figürüne üstü kapalı olumlu bir referans yapması durumunda, bu referansı danışanın dikkatine sunmada pek başarı elde edemedim.

Danışanın muhtemelen terapiste yönelik olumlu bir referans yaptığını sözelleştirmek, ironik bir şekilde olumsuz bir müdahaleye dönüşebilir. Bu, danışanda utanç duygusu yaratabilir, terapistin ihtiyaçlı veya aşırı narsistik olduğu şeklinde yorumlanabilir ya da danışanın söylemek üzere olduğu şeyden dikkatinin dağılmasına neden olabilir. Bu tür durumlarda, olumlu referansı sessizce not eder ve bunun, sürecin doğru yönde ilerlediğine dair bir işaret olduğunu varsayarım.

Eğer danışan, minnettarlık duygularını veya semptomlarında hafifleme yaşadığını doğrudan ifade etmeye eğilimliyse, bunu konuşmaktan memnuniyet duyarım. Danışan iyileşmesi için bana teşekkür ederse, onun terapime yönelik olumlu değerlendirmesini kabul ederim, ancak aynı zamanda elde edilen başarının bizim ortak çabamızın bir sonucu olduğunu vurgularım. Bu yaklaşım, danışanların yalnızca zayıflıkları ve başarısızlıkları için değil, aynı zamanda güçlü yönleri ve başarıları için de sorumluluk almasını ve bunlara sahip çıkmasını teşvik eder.

Bir terapist için önemli bir diğer bilgi kaynağı da sözsüz iletişimdir. Langs’un yazdığı dönemde bu konu literatürde neredeyse hiç ele alınmamıştı. Ancak danışanın sessiz yüz ifadeleri, beden hareketleri ve hatta mide-bağırsak sistemine ait sesler, onun duygusal durumuna ilişkin zengin bilgiler sağlayabilir. Bu bölümün ilerleyen kısımlarında yer alan vaka örneği, danışanın hem sözel olmayan hem de sözel düzeyde sergilediği doğrulayıcı (confirmatory) ve doğrulamayıcı (nonconfirmatory) tepkilerin geniş bir yelpazesini ele almaktadır.

DOĞRULAMAYICI TEPKİLER

Doğrulamayıcı tepkiler (nonconfirmatory response), terapistin müdahalelerinin yararlı olmadığını gösteren olumsuz tepkilerdir. Robert Langs (1974), psikodinamik klinisyenlerin müdahalelerin değerlendirilmesini kabul etmeye hazır olmadığı bir dönemde, 30 yılı aşkın bir süre önce bu konuda temel bir rehberlik sağlamıştır. Schlessinger (2003) gibi, Langs da terapistin, herhangi bir müdahaleye danışanın tepkisini dikkatle izlemesini tavsiye etmektedir. Danışanın terapistin müdahalesini faydasız bulduğunu gösteren doğrulamayıcı tepkileri çeşitli kategorilere ayırmaktadır. Bunlar arasında; seans sırasında veya sonrasında akut semptomların, psikosomatik tepkilerin ortaya çıkması; seans sırasında ya da sonrasında eyleme dökme [acting out] davranışları; ego işlevlerinde bozulma; terapötik ittifakta belirgin aksaklıklar (örneğin, seansa geç kalma, seansı iptal etme, terapiden ayrılmala tehdit etme) gibi durumlar yer almaktadır.

Seans sırasında veya sonrasında ortaya çıkan akut semptomlar anksiyeteden içe çekilmeye, fiziksel rahatsızlıktan diğerleriyle yaşanan alışılmadık çatışmalara kadar değişebilir. Okuyucu, bir terapistin danışanın sık yaşadığı semptomlar ile terapistin müdahalelerine yanıt olarak gelişen semptomlar arasındaki farkı nasıl ayırt edebileceğini sorabilir. Eğer kronik depresyon, anksiyete veya dissosiyasyon nedeniyle terapiye gelen bir danışanı tedavi ediyorsam, bu semptomların kötü bir müdahalenin sonucu olup olmadığını nasıl bilebilirim? Elbette, danışanın semptomları ne kadar kronik ve şiddetliyse, bu değerlendirme o kadar zorlaşır. Dahası, gerçeği her zaman bilmek mümkün değildir. Ancak, terapist önceki bölümde açıklanan karşılıklı işbirliği ve danışma atmosferini oluşturduysa, müdahaleleri değerlendirmek çok daha kolay hale gelir.

Üçüncü Bölüm’de terapötik olarak olumlu bir regresyon örneği olarak ele alınan Sally vakasında, kötü müdahalelerimden kaynaklanan semptomlar ile regresyonun semptomlarını ayırt etmek nispeten kolaydı. Eğer bir danışanın neden semptomatik hale geldiğinden emin değilsem, basitçe ona bunun hakkında ne düşündüğünü sorarım. Sally, regresyon yaşadıktan sonra sürekli hareket halinde olmaktan, çocuklarını okula gönderdikten sonra hiçbir şey yapmak istememeye geçti. Sık sık uyukluyor ve kimseyle görüşmeye pek ilgi duymadığını bildiriyordu. Daha önce belirttiğim gibi, eşi bu belirgin davranış değişikliği karşısında oldukça endişelendi ve onun daha da kötüleştiğini düşündü.

Sally bana bu semptomları bildirdiğinde, bunların terapötik bir regresyondan kaynaklandığını fark ettim. Onun farklı olduğunu hissedebiliyordum. Sadece evde daha az telaşlı olmakla kalmamış, aynı zamanda seanslarda da çok daha sakin ve duygusal olarak ulaşılabilir hale gelmişti. Kaçmaktan vazgeçmiş ve hissetmeye başlamıştı. Üzüntüsü elle tutulur derecede belirgindi, ancak savunmacı konuşmaları ve kendini küçümseyen mizahına kıyasla çok daha tercih edilir bir durumdaydı. İkimiz de önemli ve olumlu bir şeyin gerçekleşmekte olduğunu hissedebiliyorduk.

Bir danışan, derin duyguların açığa çıkması nedeniyle ortaya çıkan semptomları terapistin hatasından kaynaklanan semptomlardan ayırt ederek bildirdiğinde, genellikle tereddüt etmez, seansında olmaktan memnuniyet duyar, özgürce konuşur ve aşırı kaygılı hissetmez. Sally, haftalar boyunca üzüntü ve halsizlik hissettiğini bildirdikten sonra, ona bu sürecin kendisini yük altında hissettirip hissettirmediğini sordum. Aksine, bu durumun ona özgürleştirici geldiğini söyledi. Daha huzurlu hissetmenin, daha içe dönük ve sakin olmanın ne kadar güzel olduğunu dile getirdi. Ancak, hemen ardından, eşi ve çocuklarının onun içe çekilmesinden -sebebi ne olursa olsun- pek memnun olmadıklarını ekledi.

Sally’nin tepkisini, kendini yanlış anlaşılmış, ihlal edilmiş, görmezden gelinmiş veya reddedilmiş hisseden bir danışanın deneyimiyle karşılaştırın. Terapist bir hata yaptığında, danışan seansa daha kopuk, içine kapanmış, muhtemelen kontrol dışı veya terapiste ve sürece karşı eleştirel bir tutumla gelir. Odada bir gerginlik atmosferi oluşur ve terapist, önceki seansın iyi geçmediğine dair bilinçli ya da bilinçdışı bir farkındalık nedeniyle savunmacı veya suçlu hissedebilir. (İkinci Bölüm’de anlatılan, Noel hediyelerini kabul edişimdeki soğuk tavrım nedeniyle derinden reddedildiğini hisseden Laura vakasını düşünün.) Terapötik ittifaktaki bu kopmalar, seansların herhangi bir anında meydana gelebilir. Aşılabilir, ancak daha sonra tekrar ortaya çıkabilirler. Daha önce de söylediğim gibi, iyi bir terapistin özelliği mükemmel olması değil, kaçınılmaz hatalardan sonra çabuk toparlanabilme ve onlara karşı esneklik gösterebilme yeteneğidir. Tekrar doğru yola girildiğinde, her zaman yeni bir hata yapma ihtimali vardır. Eğer bu tür kopmalar seans içinde ele alınmazsa, seanslar arasında yüksek anksiyete, intihar düşünceleri, diğer insanlarla tartışmalar veya psikosomatik semptomlar ortaya çıkabilir.

Şüphe duyduğumda, her zaman danışana yaşadığı deneyim hakkında ne düşündüğünü sorarım. Bazen emin olamadığım durumlar olur, bu yüzden doğrudan sormaktan çekinmem. Yakın zamanda, bir danışanım eşiyle günler süren bir tartışma yaşadı. Daha önce, duygularını kontrol etme becerisi kazandıkça eşinin buna uyum sağlamakta zorlandığını ve onun eskisi gibi eyleme dökmesini özlediğini söylemişti. Ancak haftası çok zor geçtiği ve evlilik çatışması son seansının hemen ardından başladığı için, sıkıntısının terapiyle ilgili olup olmadığını sormakta tereddüt etmedim. Danışan, bunun terapiyle ilgisi olmadığını hemen söyledi. Hızlı ve sakin bir şekilde yanıt verdi, göz teması normaldi; bu da bana sorunun bizim aramızda değil, onun ve eşinin arasında olduğunu gösterdi. Eğer seanslar ve benimle olan ilişkisi hakkında sorgulamaya devam etseydim (kariyerim boyunca birçok kez yaptığım bir hata), muhtemelen netlik kazandırmayan yanıtlar alacaktım.

Bence bilinemez olana çok fazla vurgu yaptık ve bilinebilir olana yeterince odaklanmadık. Danışanların terapisti memnun etme eğilimine sıkça dikkat çeksek de, benim deneyimime göre, baştan itibaren işbirlikçi bir ilişki kurularak bu eğilim önemli ölçüde azaltılabilir. En korkmuş, onay arayışında olan danışanlar bile yanlış yorumlarımı kabul etmezler. Örneğin, bir danışanın duygularına odaklanmakta zorlandığı bir durumda “Bu seni kızdırdı mı?” diye sorabilirim. Eğer yanlışsam, genellikle başını sallayarak, göz teması keserek ya da “Hayır” diyerek yanıt verir -bunu çoğunlukla kendi düzeltmesi takip eder. Bazen, “Evet, sanırım öyle” gibi bir yanıt alırım (ki bu çoğu zaman “Sen öyle diyorsan” anlamına gelir). Ancak bu zayıf onaylar genellikle sadece göz temasının eksikliğiyle değil, aynı zamanda danışanın bedenini benden uzaklaştırması ya da “Belki, biraz” gibi belirsiz eklemeler yapmasıyla da kendini gösterir. Danışanlar, terapötik olmayan bir ifadeye coşkuyla yanıt vermezler.

Zayıf, yatıştırıcı tepkiler -terapistle çatışmadan kaçınmak ya da yetersiz öz-farkındalık nedeniyle verilen yanıtlar- genellikle kararlılıktan yoksundur. Danışan, terapistin farkında olmadığı bir şeyi gözlemlediğini düşünebilir ve tam olarak doğru olmayan bir şeye ihtiyatlı bir şekilde katılabilir. Son derece zayıf ve belirsiz yanıtlar genellikle onaylayıcı olmayan beden diliyle birlikte görülür. Dikkatli bir terapist, bu tür durumları fark edebilir ve uygun şekilde müdahale edebilir. Olumlu bir müdahale örneği şu olabilir: “Sanırım burada biraz yanıldım. Bana yaşadığın deneyimi daha iyi anlamam konusunda yardımcı olabilir misin?”

Terapistler, bu tür bir istişareden ne sıklıkla sadece kendilerini savunmasız hissettirdiği için kaçınıyorlar? Terapinin yolunda gitmesini sağlamak, sürekli izlemeyi, hataları hızla fark etmeyi ve yetersiz hissetmeden yön değiştirme becerisini gerektirir. Yeni terapistler, danışanlarla çalışırken bu tür spesifik yönlendirmeleri genellikle [dikkate] almadıklarını bana sıkça söylüyorlar.

Sonuç olarak, bu durum onların kendilerini sahtekâr ya da aldatıcı biri gibi hissetmelerine yol açar. Yanlış yolda devam etmek, seansın sonunda hem terapist hem de danışan için bir boşluk ve huzursuzluk hissi bırakır. Danışan hatta şöyle diyebilir: “Biliyor musunuz, bugün gerçekten aklımda olan şeye ulaşamadığımı hissediyorum” veya “Bu seans, nedense son birkaç seans kadar iyi gelmedi.” Elbette, bu tür bir raydan çıkmanın başka nedenleri de vardır, ancak bunların tümü terapistin hatası veya duygusal olarak erişilemezliği kapsamında değerlendirilebilir.

REBECCA VAKASI

Birinci Bölüm’de tanıtılan Rebecca, iki yıl önce hukuk fakültesine devam etmek için buraya taşındığında terapiye başladı. Daha önce üç kez terapi görmüş olduğu için sadece bilinçli bir danışan değil, aynı zamanda şüpheci biriydi. Önceki terapilerinde sınırlı ilerleme kaydetmişti ve hala şiddetli depresyon, zaman zaman kendine zarar verme, orta düzeyde bir yeme bozukluğu, belirgin derealizasyon ve dissosiyasyon atakları ile derin bir başkalarına güvenmeme sorunu sergiliyordu. İradesi dışında bir kez hastaneye yatırılmıştı ve bu deneyim onun için travmatik olmuştu. Terapiye başladığı ilk yıl boyunca, onun için endişelendiğimi belirttiğimde veya semptomlarının şiddeti hakkında soru sorduğumda korkuya kapılır ve onu hastaneye yatırmayı düşünüp düşünmediğimi sorardı. Prognozu ve genel olarak terapi konusunda alaycı bir bakış açısına sahipti, ancak yine de yardım almak istiyordu

Müdahaleleri değerlendirme amacıyla Rebecca’yı bir vaka örneği olarak kullanıyorum, yalnızca vakası son derece karmaşık ve semptomları hem seans içinde hem de dışında yaygın olduğu için. Rebecca, ne hissettiğini söylemekte isteksiz. Reddedilmekten ve terk edilmekten dehşetle korkuyor.
Bu nedenle, hayatındaki önemli kişilerle her ne pahasına olursa olsun çatışmaktan kaçınıyor. Ayrıca, birine ihtiyaç duyma düşüncesi bile onu aşağılanmış gibi hissettiriyor. Bu yüzden, bana yönelik, müdahalelerim hakkında -olumlu ya da olumsuz- açık geri bildirim vermekte isteksizlik gösteriyor.

Yine de onunla nasıl bir etkileşim içinde olduğumu takip edebildim ve bunu anlayabildim. Bunu yapmamı sağlayan şey, onun tepkilerinin kendine özgü biçimini biriken gözlemlerle fark edebilmemdir. Poker oyuncuları, herkesin bir “açık” verdiğinden söz eder -ne kadar ifadesiz ya da hareketsiz kalmaya çalışırlarsa çalışsınlar, yüz ifadesi ya da başka bir fiziksel işaret mutlaka vardır. İyi terapistler, danışanlarının tepki verme biçimlerindeki örüntüleri hızla fark eder ve hem bu “açık”ları hem de doğrudan tepkileri not ederler. (Elbette, zamanla danışan da terapisti okumada aynı derecede becerili hale gelebilir.)

Daha da önemlisi, Rebecca oldukça iyi ilerleme kaydediyor; bu, kısmen benim günlük hatalarım ve bu hataları kabul etmeye gönüllü olmam sayesinde gerçekleşiyor. Levenson’ın (1994) “terapist hastayı başarısızlığa uğratarak başarılı olur” (s. 696) düşüncesi, Rebecca’nın benim hatalarımı çabucak fark edişimden duyduğu rahatlamada açıkça görülebilir. Rebecca’nın ebeveynleri otoritelerine mutlak itaat talep etmiş, hiçbir zaman özür dilememiş ya da hata yaptıklarını kabul etmemişlerdi. Bu nedenle, benim böyle yapmaya istekli olmam onun için özellikle terapötiktir. Onun gibi danışanlar için, terapistin kaçınılmaz günlük hatalarının sözel olarak kabul edilmesi, terapötik sürecin başarısı açısından kritiktir. Diğer danışanlar terapistin küçük hatalarını ya da yanlışlarını fark edebilir ama doğrulama talep etmeyebilirler. Her zaman olduğu gibi, terapist nasıl bir tepkinin gerektiğine dair ipucunu danışandan alır.

Müdahalelere Verilen Sözel Olmayan Tepkiler

Rebecca seansların büyük bir bölümünde sık sık sessiz kalır ve ben de onun beden dili, yüz ifadeleri ve sıkça meydana gelen gastrointestinal (GI) gurultularına karşı duyarlı hale gelerek ona uyum sağladım. Terapisinde dikkatimi çeken şey, kendi seanslarım arasında ilk kez bu süreçte bende de hafif GI gurultularının ortaya çıkmış olmasıdır. Onun, göstermeye korktuğu derin duygular yaşadığını biliyorum ve bu durumun GI gurultularına dönüştüğünü düşünüyorum; bu da beni, kendi vücutsal tepkilerimin sözsüz bir empati biçimi olduğuna inandırdı. Danışanlarım derin duygular ifade ettiğinde bende bu tür gurultuların meydana gelmesi sık görülen bir durumdur; ancak bunların bir bütün seansa yayılması oldukça nadirdir. Ne zaman ve ne sıklıkla gerçekleşirse gerçekleşsin, bu GI olayları sırasında bir tür derin duyguyu paylaştığımızı biliyorum. Bu nedenle, Rebecca ile gerçekleştirdiğim müdahalelerin başarısını ve bir seansın derinliğini değerlendirme yollarımdan biri, bu ortak sözsüz deneyimi yaşayıp yaşamadığımızdır.

Bazı danışanlar, ama hepsi değil, yerinde bir müdahaleye karşılık olarak anında gastrointestinal (GI) gurultularla tepki verir. Danışan ne hissettiğini dile getirmezse, genellikle GI tepkisini not ederim ve ne hissettiğini sorarım. Danışanın, hissettiği şeyi kendisine bile itiraf etmeye hazır olmasa bile, bu sözsüz tepkilerin bilinçli denetimin dışında gerçekleştiğini ve bir tür gerçeklik göstergesi işlevi gördüğünü zamanla fark ettim. Ancak danışan fiziksel tepkisini “önemsiz” diye geçiştirirse, bu yanıtı kabul ederim ve devam ederim. Hissetmeye ya da bir şeyi bilmeye hazır olmayan bir danışana herhangi bir farkındalığı zorla yüklemeye çalışmak terapötik değildir. Danışanın ifadesini basitçe kabul ederim ve bir sonraki söyleyeceği şeyi beklerim. Eğer bir kişi GI gurultuları yaşıyorsa bunun nedeni öğünü kaçırmış olması ya da grip gibi bir rahatsızlıksa, danışan bunlardan söz edebilir ve bu tür tepkiler anlamlı bir etkileşim bağlamının dışında gerçekleşmiş olur. Ayrıca, duyulabilir GI gurultuların yokluğu, danışanın derin duygularının olmadığı anlamına gelmez. Bu tür fiziksel tepkiler yaygın olmakla birlikte evrensel değildir.

Bu nedenle Rebecca’nın yaşantısını takip etme yollarımdan biri, onun bağımsız fiziksel tepkileriyle bizim paylaştığımız tepkileri gözlemlemektir. Bunun dışında, oldukça açıklayıcı ama nadiren dile getirilen başka basit sözsüz tepkiler de vardır. Danışanlarımın tamamına yakını bileklerinde saat takar ve ofisimde oturdukları yerden görebildikleri bir kilise kulesinde büyük bir saat bulunur. Yıllar içinde, yanlış bir yöne gittiğimde, çok uzun konuştuğumda ya da duymak istemedikleri bir şeyi paylaştığımda, danışanlarımın rutin biçimde ya bileklerindeki saate ya da kilise kulesindeki saate bakmalarını görmek beni hem şaşırtmış hem de biraz utandırmıştır. Ne söylüyor olursam olayım, danışanım saate baktığında söylediklerimin terapötik olmadığını anlarım.

Bu genellemeye birkaç istisna hemen aklıma geliyor. Bazı danışanlar, seansın bitmesi konusunda kaygılıdır ve bu nedenle tam tersi bir sebeple saate bakarlar: seansın bitmesini istemedikleri için. Bazen henüz konuştukları şeyi tamamlamamış olurlar ya da yeni bir konuya başlamak isterler ancak bunun için zamanın yetip yetmeyeceğini görmek isterler. Bu tür nedenlerle saate bakma davranışı genellikle seansların sonlarına doğru gerçekleşir.

Ayrıca, bir danışanın tamamen farklı bir nedenle -örneğin obsesif-kompulsif bir belirtinin ifadesi olarak- kişisel bir alışkanlıkla saate bakma olasılığı da her zaman vardır. Bir danışan saate baktığında benim tepkim, cümlemi tamamlayıp durmak olur. Ya da uzun süredir birlikte çalıştığım danışanlarla, cümlenin ortasında konuşmayı kesmek şeklinde olur. Bu davranışımın nadiren fark edilmesi ya da sorgulanması beni şaşırtmıştır. Danışan, neden cümlemi bitirmediğimi merak etmektense, minnetle benim dolaylı açıklamalarımdan vazgeçip aslında konuşmak istediği konuya geçer. Danışana doğrudan sıkılıp sıkılmadığını ya da söylediklerimden hoşnut olup olmadığını sormak ise genellikle daha az etkili olur; çünkü danışan duygularımı incitmek istemez. Toplumsal nezaket kurallarına sıkı sıkıya bağlı olmayan danışanlar ise bazen “Zamanımı harcıyorsunuz” ya da “Bunların hepsini bilmek istemiyorum” ya da “Önce konuşmakta olduğum konuya geri dönebilir miyim?” gibi ifadeler kullanabilirler.

Yeni bir terapistken bu tür geri bildirimleri biraz utanç verici ve zaman zaman hafifçe incitici buluyordum. Ancak kısa sürede, danışanlarımın beni doğru yolda tutma çabalarını takdir etmeyi ve sert tepkileri bile olgunlukla karşılamayı öğrendim. Bence tüm yeni terapistler kendilerinden fazla şey beklerler ve narsisistik kırılganlıklarıyla yüzleşmek zorundadırlar. Yeni terapistler çoğu zaman bir miktar büyüklük fantezisine kapılmıştır ve bu büyüklük fantezisi yalnızca terapötik sürece dair gerçekdışı beklentilerle sınırlı kalmaz. Aynı zamanda, danışanların onaylamayan tepkilerine aşırı duygusal yanıt verme eğilimine de dönüşür; bu tepkiler incinme, gurur zedelenmesi ve hatta utanç şeklinde kendini gösterebilir. Çoğu terapist bu incinmişlik hissini dile getirmese de, danışan bunu bilinçdışı düzeyde algılar ve bu durum terapistin sonraki davranışlarını mutlaka etkiler. Danışanın terapistin söylediklerini reddetmesi çoğu zaman sessiz bir geri çekilmeyle birlikte görülür.

Beden duruşundaki değişimler, bu bilgiyi almaya istekli olan terapistlere sürekli olarak anlamlı geri bildirimler sağlar. Danışanlarımı etkileyen bir şey söylediğimde, bacaklarını bana doğru çevirdiklerini fark etmemek elde değil. Yanlış, yersiz ya da fazla tehdit edici bir şey söylediğimde ise bedenlerini benden uzağa çevirir ya da bacaklarını aksi yöne doğru çaprazlarlar. Bu çok basit ve bariz gibi görünebilir, ancak bana kalırsa bu tür geri bildirimlere yeterince önem vermiyoruz.

Rebecca’ya dönecek olursak, o diğer tüm danışanlarımdan daha uzakta oturur. Ben bir sandalyede otururum, danışanlar ise karşımdaki kanepeye yerleşir. Danışanlarımın çoğu, kol dayama yeri de olan bana en yakın köşeye oturur. Rebecca ise kanepenin yaklaşık üçte ikilik kısmına oturarak hem bana çok daha uzak bir mesafede bulunur hem de kol dayanağının olmadığı bu konumda bir miktar rahatsız oturur. Kanepe üzerindeki yastıklarla kendine bir tür bariyer oluşturur -bu yastıkları nadiren kenara iter. Seans boyunca bu duruşunu koruduğundan, beden pozisyonuna dair ipuçlarını almak daha zor olur. Neyse ki, sürekli değişen yüz ifadeleri ve gastrointestinal (GI) gurultular bu boşluğu doldurur.

Geri çekilme ve Dissosiyasyon

Daha önce de belirttiğim gibi, Rebecca’nın en sık kullandığı savunma manevrası geri çekilmedir [withdrawal]. Önemli ölçüde tehdit altında hissettiğinde ise dissosiyasyon [dissociation] yaşar. İlk seansta bana düzenli olarak dissosiyatif deneyimler yaşadığını söyledi ve bununla başa çıkıp çıkamayacağımı sordu. Ne beklemem gerektiğini anlayabilmem için bana tam olarak ne olduğunu tarif etmesini istedim. Dış dünyada yürürken zorlandığını, tuhaf bir aura hissettiğini ve bedeninin dışındaymış gibi bir duyum yaşadığını anlattı. Hareket etmeye devam edebilmek için kendine ayağını bir diğerinin önüne koymasını söylemek zorunda kaldığını belirtti. Terapi seanslarında ise gözleri dalar ve “kopar [leave]” Ben de, onun yalnızca geri çekilip çekilmediğini mi yoksa “kopup” kopmadığını anlamak için zaman zaman kontrol etmem koşuluyla bununla başa çıkabileceğimi söyledim. Ayrıca, bu dissosiyatif epizodlar gerçekleştiğinde onu şimdiki ana geri döndürmemi mi yoksa kendi kendine geri dönmesini beklememi mi tercih ettiğini sordum. Bazen geri dönmekte zorlandığını ve birkaç dakikadan uzun süre sessiz kaldığında müdahale etmemin kendisi için iyi olacağını söyledi.

Okuyucuya Rebecca’yı şu anda hâlen tedavi etmekte olduğumu ve bunun yaklaşık iki yıldır sürdüğünü hatırlatmak isterim. Bu noktada, müdahalelerimin onun dissosiyatif yaşantılarını azaltmaya yardımcı olduğunu ve bu deneyimlerin artık nadiren meydana geldiğini söyleyebilirim. Söylediğim bir şeyin onun geri çekilmesine neden olduğunu fark ettiğimde hemen dururum. Eğer sorduğum bir soru onun için fazla tehdit ediciyse, bunu kelimenin tam anlamıyla elini birdenbire kaldırarak ve aramızdaki alana doğru savurarak ifade eder. Böyle yaptığında, o anda peşinden gittiğim her ne varsa ondan vazgeçmem gerektiğini anlarım. Bu hareketi çoğu zaman “Artık bunu konuşamayız” ya da “Hayır, daha fazla söyleme” gibi bir ifadeyle birlikte dile getirir. Elbette ben de “Peki” diye yanıt verir ya da sadece konuşmayı keserim. Zaman geçtikçe ve onun üzerinde, annesinin yaptığı gibi, zorlayıcı ve baskın bir tutum sergilemeyeceğimi gördükçe, artık bu uç düzey savunmaya -dissosiyasyona- başvurmamaktadır çünkü buna gerek duymamaktadır. Onun rahat etmediği bir konuda konuşmaya zorlanmayacağını bilmesi, kendisini daha fazla denetim sahibi ve daha iyi anlaşılmış hissetmesini sağlar. Böylece, hem duyguları üzerinde denetim kazanır hem de kendisini içsel ya da dışsal baskılardan korumak için dissosiyasyona başvurmak zorunda kalmaz.

Olumsuz Duygu İfadeleri ve (versus) Doğrulamayıcı Tepkiler

Bir müdahalenin işe yaramadığını belirten danışan tepkisi (ki bu öfkeyi de içerebilir) ile müdahale terapötik olduğu için ortaya çıkan öfke ifadesi arasında ayrım yapmak önemlidir. Rebecca’nın bana duyduğu güvenin bir göstergesi, terapinin yaklaşık altıncı ayından sonra, kısa süreli rahatsızlık ya da öfke patlamaları yaşamaya başlamasıydı. İç dünyasını büyük ölçüde bastırdığı için, herhangi bir anda neyin onu harekete geçireceğini kestirmek zordur.

Başta, Rebecca’nın beklenmedik öfke patlamaları beni biraz şaşırtmıştı. Zamanla, onun öfke ifadelerinin aslında bana güvendiğinin ve bana bağlandığının bir göstergesi olduğunu anladım. Onun durumunda regresyon [regression], öfkesini her zamanki gibi bastıramaması anlamına geliyordu. Aslında, günlük hayatında neredeyse kusursuz bir soğukkanlılık sergilemesiyle gurur duyuyordu. Ben onun öfkesinden şaşkınlık duysam da, o kendi öfkesinden dehşete kapılmıştı. Öfkesine yenik düştüğü bir seanstan sonra beni arayıp sesli mesaj bırakarak, kendisini affetmemi ve yalvarırcasına onu “terapiden atmamamı” rica etti.

Acılı bir konuyu gündeme getirdiğimde onun öfkelenmesi olağan dışı bir durum değildir. Bu durum bir seansın sonlarına denk geldiğinde ve Rebecca seansı hâlâ öfkeli bir şekilde terk ettiğinde, bazen çıkarken kapıyı sertçe çarpar. Geçmişte, bu davranışı her zaman yukarıda bahsedilen aşırı özür dilemeler ve terk edilme korkuları takip ederdi. Kapıyı çarptığına şaşkınlıkla tepki verir ve bunun bir daha asla olmayacağını söylerdi. Kapıyı binadaki kimseyi rahatsız edecek ya da kapıya zarar verecek kadar sert çarpmadığı için, bu konuda bu kadar kaygılanmasına gerek olmadığını söyledim. Her zaman neden öfkelendiğini konuşuruz ve öfkesini ifade etme becerisinin giderek artmasını ferahlatıcı buluyorum. Geçtiğimiz günlerde çıkarken yine kapıyı çarptı ve sadece “Üzgünüm”, diye seslendi. Ben de “Sorun değil” diye karşılık verdim. Hepsi bu kadardı. Ne kendini suçlayan telefon mesajları, ne de abartılı pişmanlıklar. Gerçekten sorun olmadığını biliyordu. Bu davranış her ne kadar “eyleme dökme [acting out]” olarak nitelendirilebilse de, ben bunun terapötik ilerlemesini engellediğini ya da müdahalemin bir sorunu olduğunu düşündürmediğini düşünüyorum. Bu, onun benden bağımsızlaşmasına katkı sağlayan küçük bir başkaldırı eylemidir. Onaylanmamak, onun benden ayrı kalmasına gerçekten “izin vermeyeceğim” korkusunu daha da artıracaktır.

Daha önce de belirttiğim gibi, danışanın olumsuz bir duygusal tepkisinin -ki bu çoğu zaman terapötiktir- danışanı yabancılaştıran ve terapötik olmayan bir olumsuz tepkiden ayırt edilmesinin iyi bir yolu, danışanın genel tavrına bakmaktır. Rebecca, bana öfkelendiği için benim de ona öfkelenmediğimi anladığında her şey normale döner ve sürecimize devam ederiz. Sonraki seansa geri çekilmiş ya da düşmanca bir ruh haliyle başlamaz. Eğer onun öfkesinin benim işlevsiz bir şey yaptığım için mi olduğunu kestiremezsem, basitçe sorarım. İşte yakın tarihli bir örnek daha:

Geçmişte Rebecca’nın nadiren söz ettiği travmatik çocukluğunu gündeme getirdiğimde, sık sık ebeveynlerini savunur, onların ellerinden gelenin en iyisini yaptığını söyler ve iyi muamele görmemesinin de daha iyisini hak etmemesinden kaynaklandığını belirtirdi. Levenson (1993), istismarcı ebeveynlere güçlü bir bağla bağlı olan bir danışanla çalışırken her terapistin üzerinde yürüdüğü ipten söz etmiştir (ayrıca bkz. Shengold, 1989). Ebeveynlere yönelik aşırı eleştiri, bu tür danışanların savunma amaçlı olarak ebeveynlerle özdeşleşmesine ve terapisti “dışarıdan biri” olarak konumlandırarak ona karşı cephe almalarına neden olur (Levenson, 1993). Bu nedenle, çocuklukta yaşanan psikolojik zararın boyutunu açığa çıkarma süreci ve sorumluluk/suçlama gibi oldukça hassas bir konu dikkatle ele alınmalıdır. Fazla empati, danışanın içsel dengesini tehdit edebilir; yoğun, baş edilmesi zor duyguları tetikleyebilir ve ebeveynleri savunma isteğini uyandırabilir.

Birgün Rebecca, annesinin bitmek bilmeyen eleştirilerinden, bağırmalarından ve genel olarak sözel istismarından söz etti. Bunun her gün katlanılması çok zor bir şey olduğunu söyledim. Ağlamaya başladı ama sessiz kaldı. Ben biraz daha konuştum. Daha fazla ağladı. Birkaç dakika sonra, annesinin istismarcı olduğunu belirten bir yorum daha ekledim. Başını kaldırıp bana baktı ve “Bakın, yeter artık. Ne demek istediğinizi anladım. Daha fazla bir şey söylemek düpedüz sadistlik,” dedi. Zaten durmaksızın ağladığını, daha neyi amaçladığımı bilmediğini ekledi. (Aslında, sadece gözyaşı dökmesinin ötesinde bir çözülme yaşamasını, hıçkıra hıçkıra ağlamasını istiyordum. Benimle birlikte kontrolünü kaybetmeye hazır olduğunu umuyordum. Ama hazır değildi ve ben de onu fazla zorlayarak, sadistik bir biçimde kendi hayal kırıklığımı ifade ettim.)

Elbette hemen durdum ve özür diledim. Hâlâ üzgündü ama seansı bitirip ayrıldığında durumu iyiydi. Bunu bir daha yapmamamı istediğini açıkça ifade etti. Ben de yapmayacağımı söyledim. Ancak onunla çalışmaya devam ettikçe zaman zaman ikilemde kaldım. Rebecca, acısına temas eden sorular sormamı bekliyor ve derin duygular hissettiği seansları “iyi” seanslar olarak tanımlama konusunda benimle hemfikir olduğunu açıkça belirtmişti. Ama bu çabamda fazla ileri gitmeyeceğime dair ona söz verdikten sonra, ne zaman durmam gerektiğini tam olarak nasıl bilebilirim?

Geçtiğimiz günlerde Rebecca’nın ertesi sabah önemli bir sınavı olduğu için “duygusal olmayan” bir seans gerçekleştirdik. Biliyorum ki, bazen öğleden sonra geç saatlerdeki seanslardan sonra akşamı derin duygularla başa çıkmak için toparlanmaya ayırması gerekiyor. Ayrıca, zaman zaman ertesi günün ilk saatlerinde biraz dalgın ya da yönünü kaybetmiş gibi olabiliyor. Bu nedenle, bu büyük sınavdan önce çok derine inmemeye özen gösterdim. Rebecca, neden onunla daha derin konulara girmediğimi sordu. Ben de nedenini anlattım. Endişelenmesine gerek olmadığını, bir sonraki seansta olağan çalışmalarımıza devam edeceğimizi söyledim.

Sonraki seansa sınavındaki başarısından büyük bir sevinçle geldi ve derin çalışmalara kaldığımız yerden devam etmeye hazırdı. Rebecca, yüksek sesle söylemeye hazır olmadığı şeyleri sık sık yazarak ifade eder. O seansta, hafta sonu boyunca beni özlediğini ama bu duygular karşısında utanç, iğrenme, korku ve öfke karışımı hissettiğini yazmıştı. Ben de, hem onun yüksek sesle söyleyebildiği hem de benim söyleyebileceğim şeyleri yazmasının bende bir miktar hayal kırıklığı yarattığını söyledim. Bu durumda ben bu ifadeyle nereye varabilirdim? Rebecca, bunun hakkında genel olarak konuşabileceğimi ama “M” kelimesini kullanmamam gerektiğini söyledi; burada “özlemek [missed]” kelimesini kastediyordu. Bu kelimeyi yüksek sesle söylerse, kendini adeta içi açılmış gibi hissedeceğini ve benim onu bir anda yok edebilecek güce sahipmişim gibi algılayacağını ifade etti. Her ikimiz de “sözcüklere dökmek yerine yazma” anlarını ortadan kaldırmayı hedeflediğimiz konusunda hemfikirdik; ancak Rebecca zaman zaman bu yönteme hâlâ ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bana duyduğu bağlılığı kabul etmek onun için çok büyük bir adımdı, bu yüzden ben de bu sürece katıldım.

Bu noktada Rebecca ve ben karşılıklı oturuyor, birbirimize bakıyoruz. O, artık onun bana çok bağlı olduğunu bildiğimi biliyor ve bu bilgiyi ona zarar vermek için kullanmamdan korkuyor. Derinleşmek istiyor ama korkuyor. Ben de onunla birlikte derinleşmek istiyorum, fakat geçmişte benim kendimi fazla önemli sandığımı düşündüğü için beni azarlamış olması, şu anda açıkça çok kırılgan hissetmesi ve acısı hakkında fazla konuşmanın ona müdahaleci ve sadistçe geldiğini söylemiş olması nedeniyle tereddütlüyüm. Peki ben ne yapmalıyım? Onu bir danışman gibi kullanmaya ve kendi ikilemimi ona doğrudan sunmaya karar verdim. Rebecca da kendi açıklığıyla yanıt verdi. “Senin benim için zor olan şeylerin peşinden gitmeni seviyorum” dedi. “Sadece gerçekten ağlamaya başladıktan sonra durman gerekiyor. Yarayı açman sorun değil ama devam edersen, içine tuz basıyormuşsun gibi geliyor. Tamam mı?” Ben de, “Kesinlikle. Bu çok net. Ve bunu yapabilirim” dedim.

Danışanlarımla kendi davranışlarıma verdikleri tepkiler üzerine ne kadar çok istişare edersem, onlar için neyin terapötik olup neyin olmadığını o kadar iyi anlıyorum. Artık Rebecca’nın öfkeli bir şekilde seansı terk etmesinin büyük bir mesele olmadığını biliyorum -bunu ya geçmişten gelen bir öfkeyi hissettiğinde ya da belki de gerçekten ofisimden ayrılmak istemediği için yapıyor. (Bu durum açıkça dile getirilmiyor ve Rebecca’nın bana ihtiyaç duymaktan ve bu ihtiyaç nedeniyle benim tarafımdan yok edilmekten duyduğu korku nedeniyle bunun doğru olup olmadığını ona sormam söz konusu olamaz. Bu, ancak onun dile getirebileceği bir şeydir.) Ancak Rebecca bana öfkeyle bakar, beni eleştirir ya da içe kapanıp somurtursa, o zaman davranışlarımın terapötik olmadığına inanmak için bir nedenim olur ve bunun hakkında soru sorarım. Ferenczi’nin (1976) söylediği gibi, “Analiz sürecinde, reddin ya da inançsızlığın bilinçdışı ifadelerini sürekli olarak tetikte bir gözle izlemek ve bunları tavizsiz bir biçimde açığa çıkarmak yerinde olur” (s. 221).

EYLEME DÖKME

Langs (1973), “eyleme dökme”nin [acting out] bir müdahalenin terapötik olmadığının işareti olduğunu belirtir. Eyleme dökme psikanalitik bir terim olup, terapötik ortamda deneyimlenen duygu ve çatışmaların söze dökülüp tartışılmak yerine bir tür davranışa dönüştürülmesi anlamına gelir. Bu kavram geleneksel olarak olumsuz bir olay olarak görülmüştür, ancak çoğu zaman terapiyi sekteye uğratmaktan ziyade onu kolaylaştırmak amacıyla gerçekleştirilir. Burada özellikle, terapistin hatasına yanıt olarak ortaya çıkan kendine zarar verici eyleme dökme [self-destructive acting out] davranışlarıyla ilgileniyorum.

Kendine zarar verici eyleme dökme davranışları, terapistle güç mücadelesine ya da çatışmaya girmeyi; seans sonrası bir yöneticiyle ya da romantik partnerle tartışmayı; terapiste öfkeyle seansı terk etmeyi; gereksiz yere seansları kaçırmayı; korunmasız cinsel ilişkide bulunmayı; alkol ya da uyuşturucu kullanmayı; trafik cezası almayı ya da kompülsif şekilde yemek yeme ya da kumar oynama davranışlarını içerebilir. Bu tür danışan davranışlarının her zaman ya da çoğu zaman kötü bir terapist müdahalesinin sonucu olduğunu kesinlikle söylemiyorum. Ancak danışan aşırı düzeyde anksiyete ya da depresyon belirtileri bildiriyorsa ya da eyleme dökme davranışları gösteriyorsa, bunun terapist ile danışan arasında yaşanan bir şeyin sonucu olup olmadığını düşünmeye değer olduğunu söylüyorum.

Bu tür davranışları alışkanlık haline getirmiş danışanlarla çalışırken durum elbette daha zor hale gelir. Zaten bu davranışlardan bir ya da birkaçını sergileyen danışanlar söz konusu olduğunda, bir seansın başarısını eyleme dökme yoluyla değerlendirmek imkânsız görünebilir. Ancak benim deneyimime göre, bu yine de faydalıdır çünkü mesele derecelerle ilgilidir. Örneğin, normalde fazla alkol tüketmeyen bir danışan, bir sonraki seansa baş ağrısıyla gelir ve alışılmadık bir şekilde çok içtiğini, bunun karşısında hem şaşırdığını hem de utanıp sıkıldığını bildirir. Oysa genellikle fazla içki içen bir danışan, bir önceki seansın ardından ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu söyleyerek durumu daha da ileriye taşır. Bu noktada, danışanın başlangıç düzeyini [baseline] bilmek önemlidir ve bu düzeyden sapmalar, merak edip üzerine düşünmemiz gereken anlamlı göstergelerdir.

Son olarak, daha önce de belirttiğim gibi, danışanın genel tavrından ve hissettiklerinden ya da yaptıklarından bağımsız olarak terapistle ilişkiye girme istekliliği, terapötik ilişkinin durumu açısından temel bir göstergedir. Kendine zarar verici bir davranışta bulunmuş olsa bile bunu açıkça konuşmaya istekli olan bir danışan ile, içine kapanmış, somurtkan ya da genel olarak iş birliğine kapalı olan bir danışan arasında önemli bir fark vardır. İkinci durumda olan danışanın bu hali, yaşadığı sıkıntının terapistin söylediği ya da yaptığı bir şeyle gerçekten ilişkili olabileceğini gösterebilir.

Ben aynı zamanda Langs’ın (1974) ego işlevlerinde yaşanan çöküşlere ve özellikle terapiyi sonlandırma tehditlerine ilişkin yorumlarına da katılıyorum; bunlar, terapist ile danışan arasında bir şeylerin ters gittiğinin işaretleridir. İletişimde ya da ilişkinin bütününde yaşanan kopukluk terapist tarafından fark edilmiyorsa, bence artık danışanla doğrudan istişare etmenin zamanı gelmiştir. Danışanın zorluk yaşadığını, alışılmadık şekilde umutsuz hissettiğini ya da terapiye daha az katılım gösterdiğini fark etmek ve bunu dengeli, yargılayıcı olmayan bir biçimde dile getirmek, yepyeni bir konuşmanın kapısını aralayabilir ve terapötik ittifakı yeniden kurabilir.

Langs ayrıca, psikosomatik yakınmaları da onaylayıcı olmayan tepkiler [nonconfirmatory responses] arasında değerlendirir. Bu yakınmalar baş ağrıları, vücut ağrıları, kanser ya da başka bir hastalığa yakalanma korkuları, mide ağrıları, kabızlık ya da ishal, ya da ciltte iltihaplanmalar gibi belirtileri içerebilir. Bu noktada, narsisistik kişilik bozukluğu olan danışanlarda sıklıkla gözlemlediğim bazı durumlar hakkında birkaç yorumda bulunmak istiyorum. Bu tür bir danışan, terapist ya da önemli bir başkası tarafından yaralandığını hissettiğinde, neredeyse anında hastalanabilir. Genç bir terapistken bunu ilk kez gözlemlediğimde, yanılıyor olabileceğimi düşündüm. Belki de danışan bana öfkelendiği için hasta olduğunu söyleyip randevusunu iptal ediyordu. Ancak bunun doğru olmadığı ortaya çıktı. Sonrasında bunun bir tesadüf olduğunu düşündüm. Bir kişi seansı tamamen sağlıklı bir şekilde terk edip nasıl olur da sadece birkaç saat içinde yüksek ateş ve genel bir kırgınlıkla uyanabilir? Gerçekten de narsistik bir incinme, aksi halde, sağlıklı olan birini bu kadar hızlı ve bütünüyle yere serebilir mi? Bu olguyu defalarca gözlemledikten sonra, bunun mümkün olduğuna inanıyorum. Özellikle yüksek ateşin, bu ani başlayan hastalık nöbetlerinde ortak bir unsur olarak sıkça ortaya çıkması dikkatimi çekti. Hasta olan danışanım terapiye geri döndüğünde, genellikle -ama her zaman değil- ona çok incitici bir şey söylediğim ya da yaptığım açık hale gelir. Freud’un dediği gibi, “Bazen bir puro sadece bir purodur” ve narsistik açıdan kırılgan bir danışan sadece grip olmuş olabilir. Ancak terapist, bir önceki seansın iyi geçmediğine dair zaten bir hisse sahipse, bu olasılığı dikkate almak yerinde olur. Bu durum, seans sırasında sarf edilen incitici bir yorum için özür dilemeyi geciktirmemek adına da iyi bir nedendir. Gecikme, kişinin hastalanmasına yol açabilirken, zamanında edilen bir özür ya da meseleye açıklık getirmek bunu önleyebilirdi.

BİRAZ RAYDAN ÇIKMAK

Şu ana kadar, terapistlerin bir müdahalenin ya da belirli bir seansın birikimli etkisinin danışan tarafından olumlu mu olumsuz mu karşılandığını nasıl fark edebileceklerini tartıştım. Peki ya danışan seansa açıkça bir sıkıntıyla başlayıp, tüm seans boyunca bu konudan söz ettiği hâlde hiçbir rahatlama belirtisi göstermiyorsa? Eğitim programları genellikle danışanlara anlık sorunlarında yardımcı olmaya odaklanır. Ancak bu, gerçek mesele olmayabilir.

Herkesin, bir şeyden dolayı üzülüp bunu bir arkadaşıyla, partneriyle ya da terapistiyle konuşarak bir nebze rahatladığı ama yine de huzursuzluk hissetmeye devam ettiği bir deneyimi olmuştur diye düşünüyorum. Bu durum bir terapi seansında gerçekleştiğinde, terapist bir şeylerin rayından çıktığını fark etmelidir. Terapist empatik davrandığı hâlde danışan anlaşıldığını belirtip olumlu tepkiler verse de, seans ilerledikçe sakinleşip kendini daha iyi hissetmiyorsa, o zaman bir şey gözden kaçıyor demektir. Danışan büyük olasılıkla gerçekten hissettiği şeyi savunmacı bir biçimde ajitasyon ya da öfke yoluyla bastırmakta ya da yanlış kişiden söz etmektedir. (Danışan, terapiste yönelik olumlu ya da olumsuz duygular yaşıyor ancak tüm seansı başka biri hakkında konuşarak geçiriyorsa, bu ona pek bir rahatlama sağlamayacaktır.) Bir seansın tamamı bu şekilde geçerse, her iki taraf da seansın sonunda tuhaf bir tatminsizlik hissi yaşar; ortada “yanlış” giden somut bir şey olmasa bile. Hedefe tam olarak ulaşılamamış gibi bir duygu oluşur. Terapistin, danışanla istişare ettiğinde bile, gerçekte neler olup bittiğini her zaman anlayabilmesi mümkün değildir. Ancak danışan, belirli bir mesele hakkında sürekli olarak aynı düzeyde duygusal ifade sergiliyorsa, başka neyin olup bitiyor olabileceğini düşünmek yerinde olur. (Bu bölümün geri kalanında söyleyeceğim şeylerin çoğu, yıllar önce öğrendiğim eski psikodinamik klinik bilgeliğe dayanmaktadır. Bu bilgilerden bazıları öğretilir, ancak birçok terapist için bunlar hâlâ yeni bilgiler niteliğindedir.) Eğer terapist meseleyi çözemiyorsa, danışanı durdurup, onu rahatsız eden şey hakkında konuşmanın ona bir rahatlama getirmediğine dikkat çekmesini öneririm. Bu durumu kendisi nasıl yorumluyor?

Sally seansa çocukları hakkında konuşması gerektiğini söyleyerek başladı. Bu danışan, terapi süreci boyunca benimle ebeveynlikle ilgili meseleleri sıkça konuşmuştur. Çocuklarının ergenlik dönemindeki zorlukları ve bu durumlara karşı aşırı tepkileri, daha önce de Bölüm Üç’te belirttiğim gibi, başvuru nedenlerinden biriydi. Çocukları hakkında konuştuğumuzda, ben onun içinde bulunulan senaryodaki kendi rolüne odaklanmasına yardımcı oldum ve genellikle bu süreçte kendi katkısının farkında olurdu.

Bu nedenle Sally seansa çocuklarıyla ilgili sorunlar hakkında konuşması gerektiğini söyleyerek başladığında, ben de güncel bir çatışmayı ele alacağımızı ve onun bu durumdaki rolünü irdeleyeceğimizi varsaydım. Bunun yerine, çocuklarının ne kadar tembel olduklarına inanamadığını söyledi. Bu kadar tembel, hırssız çocukları nasıl yetiştirmişti? Hafta sonu boyunca iki çocuğuna, daha çok çalışmamalarının onu ne kadar rahatsız ettiğini söylemişti. Ayrıca, yaşamlarında hiçbir şeye tutku duymamalarından da şikâyet etti. Hiçbir şeyin onlar için gerçekten önemli görünmediğini ifade etti. Nerede hata yaptığını merak ediyordu. Sally’nin kendini kötü hissettiği açıktı, ancak çocuklarının geçmişte birçok sorun yaşamış olmaları nedeniyle, onun bu olumsuz duygularının yine çocukları başarısız olduğunda kendini suçlama eğilimiyle ilişkili olduğunu varsaydım.

Sally başarısızlık ve hayal kırıklığı duygularından rahatlıkla söz etti. Onun ne hissettiğini anlıyordum. Her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu. Ancak seansın ortalarına doğru, aslında hiçbir “ilerleme” kaydetmediğimizi fark ettim. Sally yalnızca hislerini yeniden dile getiriyor ya da onu rahatsız eden çocuklarına dair bir başka örnek daha ekliyordu. Ama canlanmamıştı. Ne bir içgörü vardı ne de belli bir duygu ya da olayın önemine dair ani bir fark ediş. Ayrıca herhangi bir rahatlama da yaşamıyordu. Sally, konuşmaya başladığı andaki kadar umutsuz ve olumsuz hissediyordu. Bunu fark ettiğimde, çoğu zaman çocuklarından söz etse de, bugün aslında kendisinden söz ettiğini anladım. Bu yüzden, “Bugün kendinizle ilgili özellikle kötü mü hissediyorsunuz?” diye sordum.

Sally konuşmayı kesti. Biraz sonra, “Evet, öyleyim,” dedi. Bunun üzerine, “Yani aslında, tembel olduğunu, tutkudan yoksun olduğunu ve hayatında yeterince şey başaramadığını düşündüğün kişi siz misiniz?” diye sordum. “Evet,” diye yanıtladı. “Tüm suçu çocuklarıma yüklediğime inanamıyorum. Şimdi siz böyle söyleyince, haklı olduğunuzu biliyorum. Tanrım, bununla ilgili kendimi çok kötü hissediyorum. Sanırım onlardan özür dilemem gerekiyor.” Ardından, kendisiyle ilgili neden bu kadar kötü hissettiği üzerine konuşmaya başladı ve seans, ikimizin de bir şey başardığımızı hissettiği bir noktada sona erdi. Sally’nin seans içeriği okuyucuya oldukça bariz gelebilir. Nitekim bir danışan seansın büyük kısmını başka birinin kusurları hakkında konuşarak geçiriyorsa, ben de her zaman aslında kendisinden mi söz ettiğini merak ederim. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, çocuklarının gerçekten düşük başarı gösterme eğilimleri vardı ve hiçbir şeye özel bir tutkuyla bağlı değillerdi; ayrıca Sally terapiye, kısmen de olsa, onlara daha fazla disiplin kazandırmakta yardım almak amacıyla başvurmuştu. Daha önce de çocukları hakkında, kendisinin duruma katkısının farkında olduğu bir farkındalıkla konuşmuştuk; duygularını kendisinden uzaklaştırarak başkalarına yansıttığı bir durum söz konusu değildi. Dolayısıyla, bu seansta gerçekte ne olup bittiğini fark etmem biraz zaman aldı.

Sharon vakası, daha karmaşık ve ne olup bittiğini anlamak için biraz dedektiflik gerektiren başka bir örnek sunar. Orta yaşlı bir dul olan Sharon, uzun süren evliliği boyunca kendisini aldatmış olan eşinin kaybının yasını tutmak ve ona duyduğu öfkeyi ifade edebilmek amacıyla terapiye başladı. Yalnızdı ve yeni bir ilişkiye girmek istiyordu, ancak yeniden incinmekten de korkuyordu. Terapinin birkaç ay sonrasında, çeşitli iş ilişkileri aracılığıyla tanıdığı daha genç bir erkekle çıkmaya başladı. Aralarındaki yaş farkı nedeniyle ilişkinin ne kadar süreceğini merak ediyordu. Ancak hemen ardından, evlenmeye pek istekli olmadığını da belirtti. Bir sevgili edinip bağımsızlığını korumayı tercih ettiğini söyledi.

İlişkileri ilerledikçe, sevgilisi Sharon’a âşık olduğunu ve onunla evlenmek istediğini söyledi. Ancak aynı zamanda, kendisinden hoşlandığını açıkça kabul ettiği bir iş arkadaşıyla düzenli olarak öğle yemeği yemeye devam ediyordu. Sharon, birkaç haftalığına ara vermeye ve tatil evine tek başına gitmeye karar verdi.

Dönüşünden sonraki ilk seansta Sharon depresif ve biraz içine kapanmış görünüyordu. Bu farklılığı fark ettim ve bir şeyin canını sıkıp sıkmadığını sordum. “İyiyim,” dedi, ancak bu hiç de inandırıcı değildi. Onu tanımama ve içgüdüsel tepkime dayanarak, nasıl hissettiğini anlatmasını istedim. Seansın büyük bölümü, tatili ve dönüşü üzerine yapılan sıradan sohbetle geçti. Sevgilisini neden görmediğini sorduğumda, ikisinin de oldukça meşgul olduğunu söyledi. Konuştukça onun sevgilisinden kaçındığı giderek daha belirgin hale geldi. Onu özleyip özlemediğini sordum. Özlemediğini söyledi. Oysa seyahate çıkmadan hemen önce bana onu sevdiğini söylemişti; bu yanıtı karşısında şaşırdım. Hemen, onun inkâr halinde olduğunu düşündüm -muhtemelen sevgilisinin onu özlememiş olmasından ya da zamanını diğer kadınla geçiriyor olmasından korktuğu için. Bu olasılıkları sorduğumda, gözümün içine bakarak ve son derece sakin bir şekilde yanıldığımı söyledi.

Artık gerçekten kafam karışmıştı. Yaptığım yorumları bu kadar rahat ve savunmasız bir şekilde reddetmesi, yanıldığımı açıkça gösteriyordu. Ama onun biraz depresif olduğunu ve normalde olduğu kadar açık olmadığını da kesin olarak biliyordum. Hayal kırıklığı içinde, seans bitmeden önce onunla istişare etmeye karar verdim. İçinde bulunduğum ikilemi ona açıkladım. Bir şeylerin olup bittiğinden emin olduğumu, ancak doğrudan sorularımın ve yaptığım yorumların hiçbirinin anlamlı bir sonuç vermediğini söyledim. Bana yardımcı olabilir miydi? Bu noktada Sharon başını eğdi ve suçluluk dolu bir ifadeyle yere baktı. Bir dakikalık sessizlikten sonra, “Evet, haklısınız. Gerçekten bir şey oluyor,” dedi. “Ama bunu size söylemek istemedim. Çok utanıyorum, hatta biraz da suçluluk hissediyorum. Bu seansı bunu konuşmadan atlatmayı umuyordum.” Ben de sezgilerimin doğru çıkmasından ötürü bir rahatlama hissettiğimi söyledim. Konuşup konuşmamanın tamamen onun kararına bağlı olduğunu, ancak belki konuşursa kendini daha iyi hissedebileceğini ifade ettim. Bunun üzerine Sharon, tatildeyken sevgilisini aldattığını anlattı. Bu durumdan dolayı kendini çok kötü hissediyordu ve bunu öğrenmem durumunda onun gözümde değersizleşeceğinden korkuyordu. Seans boyunca suçluluğu, utancı ve yaptığı şeyle ilgili düşünceleri üzerine konuşmaya devam ettik. Elbette onu yargılamadım; aksine, düşüncelerini ve duygularını ifade etmesi için onu teşvik ettim.

Sharon örneğini vermemin nedeni, danışanın ya bilinçli olarak utanç verici bir şeyi gizlemesinin ya da onu bilinçdışına iterek farkındalığının hemen dışında tutmasının nadir rastlanan bir durum olmamasıdır. Danışan kendisinden, terapistinden ya da her ikisinden önemli bir şeyi saklıyorsa, bunun kaçınılmaz sonucu sönük, verimsiz bir seans olur. Gizlenen şey, odadaki fil haline gelir ve anlamlı bir ilerleme sağlanamaz. Eğer danışan gerçekten olup bitenden habersizse, dikkatle yöneltilmiş sorular ya da rüya içeriklerine yönelik sorular, saklı içeriği yüzeye çıkaracak yeterli uyarımı sağlayabilir. Müdahaleleri değerlendirmek, seansın genel duygusal tonunu ve derinliğini anlamayı da içerir. Eğer bir şeyler yolunda gitmiyor gibi hissediliyorsa ve terapist danışanla gerçekten bir yere varamadığını düşünüyorsa, suçlayıcı olmayan bir soru ya da istişare biçimi etkili olabilir.

“BU İYİ BİR SORU”

Zaman zaman bir danışan, yarı onaylayıcı bir yanıtla karşılık verir; bu genellikle “Bu iyi bir soru” ya da “İlginç bir soru” şeklinde olur. Bu tür bir ifadeyi ilk duyduğumda, bunu tamamen onaylayıcı bir tepki olarak yorumlamış ve soruma doğrudan bir yanıt geleceğini varsaymıştım. Ancak yıllar boyunca bu yanıtı gözlemledikten ve sonrasında neler olduğunu izledikten sonra, bunun hem onaylayıcı hem de savunmacı bir nitelik taşıdığı sonucuna vardım.

Paul, uzun süredir terapi görmekte olan, oldukça açık sözlü ve dürüst bir danışandır; ancak narsisistik açıdan kırılgandır ve yakın ilişkilerde çatışmadan kaçınma eğilimindedir. İş dünyasında son derece kararlı biçimde müzakere edebilirken, eşi tarafından çocuklarının önünde küçümsenmesine ve hakarete uğramasına sessiz kalır. Annesi oldukça eleştireldi ve babasına her gün hakaret ederdi. Paul, eşine karşı ambivalan duygular besler; eşinin annesinin en kötü özelliklerinden bazılarını taşıdığını sık sık dile getirir. Terapi süresince yıllar boyunca Paul’e, eşiyle daha kendine güvenli bir şekilde iletişim kurmasının her ikisi için de daha iyi olacağını anlatmaya çalıştım, fakat başarılı olamadım. O hâlâ çatışma anlarında sakin ve entelektüel kalmanın daha etkili olduğuna ve bunun duygusal anlamda “üst düzey” bir tutum olduğuna inanıyor. (Paul, terapistin danışanın tam onayı olmadan hedeflediği herhangi bir değişimin büyük olasılıkla işe yaramayacağını bir kez daha göstermektedir.) Paul terapi sürecinde genel olarak önemli ilerlemeler kaydetmiş olsa da, inkâr [denial] hâlâ birincil savunma mekanizması olarak işlev görmektedir. Ona içgörüye yönelik derinlemesine bir soru sorduğumda sıkça, “Bu iyi bir soru,” yanıtını verir. Sonrasında susar. Ben de yanıtını beklerim. Genç bir terapistken, bir danışandan “Bu iyi bir soru,” ya da “Bu harika bir soru,” yanıtını duyduğumda, bunun hemen ardından bir “aha” anı geleceğini varsayardım.

Ancak Paul ve belirli alanlarda son derece katı savunmaları olan birçok danışan, bana bu ifadeyi duyduğumda büyük beklentilere kapılmamam gerektiğini öğretti. Bu yanıtın ne anlama geldiğine dair yerleşik bir görüş birliği yoktur. Hatta bu konu üzerine yıllar önce bir psikanalitik dergiye kısa bir yazı gönderdim; her hakem farklı bir görüş belirtti ve yazı hiçbir zaman yayımlanmadı. Dolayısıyla “Bu iyi bir soru” yanıtıyla ilgili söyleyeceklerim tamamen kendi klinik deneyimlerime dayanmaktadır.

Sonuç olarak, “Bu iyi bir soru” ifadesinin, danışanın doğruluğunu fark ettiği ama inkâr ettiği bir şeye karşı anında savunmaya geçtiğini gösterdiği kanaatine vardım. Bu ifade, danışanın geri çekilip terapistin müdahalesini dışarıdan gözlemleyip değerlendirmeye başladığını, yani soruya duygusal olarak doğrudan yanıt vermeyi reddettiğini gösterir. Benim deneyimime göre, “Bu iyi bir soru” ifadesini genellikle bir sessizlik anı izler; yeni bir içgörü ya da derin bir duygu ifadesi değil. Sessizliğin ardından danışan genellikle konuyu değiştirir. O noktada, “Az önce konuştuğumuz konuya geri dönebilir miyiz? ‘Bu iyi bir soru’ demiştiniz. Ben o soruyu sorduktan sonra ne düşündünüz ya da ne hissettiniz?” dediğimde, danışan genellikle şu türden yanıtlar verir: “Ah, hatırlamıyorum. (Ya da, pek bir şey hissetmedim.) Sorunun iyi bir soru olduğunu düşündüm ama sonrasında pek bir şey gelmedi aklıma.” Bu yüzden danışandan bu yanıtı aldığımda, önemli ama danışanın savunduğu ve konuşmak istemediği bir alana dokunduğumu anlıyorum. Tüm bunlar elbette bilinçdışı düzeyde gerçekleşmektedir; bu nedenle ne kadar daha fazla soru sorulsa da anlamlı bir içerik elde etmek genellikle mümkün olmaz.

ÖZET

Müdahaleleri değerlendirmek, yeni terapistler için göz korkutucu bir görev gibi görünebilir. Ancak bu genellikle mümkündür. Danışanlarının dünyayı nasıl algıladıklarını ve çevrelerine nasıl tepki verdiklerini iyi derecede anlayan bir terapist, kendi terapötik müdahalelerine onların nasıl yanıt verdiğini değerlendirme konumundadır. Müdahalelerin çoğu kendiliğinden ortaya çıkmaz; ama kendiliğinden olduklarında bile, danışan üzerindeki etkileri gözlemlenebilir. Ayrıca, danışanda güçlü bir olumsuz tepkiye neden olan bir müdahalenin, iyi bir müdahale olabileceğini savunan görüşe katılmıyorum.

Terapistlerin ne kadar sık yoldan saptıklarını fark etmeleri onlar için alçakgönüllülük gerektiren bir durum olabilir; ancak bu, gerçek anlamda başarılı olmanın tek yoludur. Günlük hataları terapötik etkileşimin normal ve gerekli bir parçası olarak kabul etmek, terapistlerin hem daha dikkatli olmalarını hem de kendilerine karşı daha az eleştirel yaklaşmalarını sağlar. Bu bölümde alıntı yapılan birçok terapistin de belirttiği gibi, uyumsuzluklar, ortak bir iletişim ve anlayış fırsatı sunar. Aynı zamanda terapistin idealleştirilmesini azaltır ve danışanın gelişen bağımsız sesinin zeminini hazırlar.

Hiçbir kitap bölümü ya da kitap, bir danışanın verebileceği tüm olası tepkileri tam anlamıyla kapsayamaz. Ayrıca, her zaman yaratıcı istisnalar olacaktır. Ancak terapist ile danışan arasında, hem o anda hem de zaman içinde neler olup bittiğini genel olarak okumak mümkündür diye düşünüyorum. İki kişinin gerçekten birbirleriyle iletişim kurduğunu bilmek, eski acıların yüzeye çıkmasına rağmen ortamdaki huzurlu kabulleniş havasını sezmek, özellikle danışanla sürdürülen istişare içinde çok da zor değildir. Terapistin yanlış iletişimi, dikkatsizliği, reddedici ya da müdahaleci tutumu sonucu oluşan acı ise, bu atmosferden çok farklıdır.

Terapötik ilişkiye yanlış anlaşılacakları ya da hatta zarar görecekleri beklentisiyle yaklaşan zorlayıcı danışanlar, hem terapistin empati kapasitesini hem de değerlendirme becerilerini ciddi biçimde sınayabilir. Ancak terapistlerin bu noktada en sık karşılaştığı ikilem şudur: “Bu kişiye beni ve diğerlerini, olmakta oldukları gibi görmesine -kendi beklenti ve korkularının merceğinden değil- nasıl yardımcı olabilirim?”

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir