Çatışma Nedir?


Çatışma [conflict],ya da intrapsişik/psişe-içi çatışma [intrapsychic conflict], çoğunlukla bilinçdışı düzeyde işleyen; zihinde, karşıt yönelimlere sahip düşünceler, duygular ya da yapılar arasında yaşanan mücadeleyi ifade eder. Buna karşılık, genellikle bilinçli düzeyde deneyimlenen dışsal çatışma [external conflict], bireyle dış dünya arasında -ister kişilerarası ilişkilerde ister toplumun dayattığı talepler biçiminde olsun- ortaya çıkan gerilimleri ifade eder. İntrapsişik/psişe-içi ve dışsal çatışma çoğu zaman bir arada görülür; örneğin, bilinçdışı intrapsişik bir çatışma, savunmacı bir biçimde dışsallaştırıldığında [externalized] bu iki çatışma türü birlikte ortaya çıkabilir. Çatışma kuramı [conflict theory], bilinçdışı çatışmayla tetiklenen bir dizi olgusal süreci varsayar: dürtüsel arzular, içsel yasaklarla çatışmaya girer; bu durum egoyu tehdit eder ve ego bir anksiyete sinyali [signal of anxiety] üretir; ardından savunma [defense] düzenekleri devreye girer ve nihayetinde, semptomlar, engellenmeler ve hem patolojik hem de uyum sağlayıcı nitelikteki çok çeşitli karakter özellikleri biçiminde ortaya çıkan uzlaşma oluşumları [compromise formations] meydana gelir. Kendilerine modern çatışma kuramcıları [modern conflict theorists] adını veren bazı çağdaş çatışma kuramcıları, Freud’un yapısal kuramını [structural theory] reddetmiş olsalar da, çatışma ve uzlaşma oluşumlarının merkezî rolünü sürdürmeye devam etmişlerdir (C. Brenner, 2002, 2003). Psikanalitik durumda [psychoanalytic situation], hastanın serbest çağrışımı [free association] kullanması, analistin bilinçdışı çatışmanın, hastanın yaşantıları ve davranışları üzerindeki etkisini çıkarsamasına olanak tanır.

Psikanaliz, başlangıçta bir zihinsel çatışma kuramı [mental conflict theory] olarak doğmuştur. Gerçekten de Freud, çatışmayı, insan varoluşunun tanımlayıcı, sürekli ve evrensel bir yönü olarak görmüştür. Bununla birlikte,intrapsişik çatışmanın psikopatolojiyi belirlemedeki rolü ve psikanalitik tedavilerin odak noktası olup olmadığı konusundaki tartışmalar, günümüzdeki pek çok psikanalitik kuramsal ayrışmanın merkezinde yer almaktadır. İntrapsişik çatışma kavramı, ego psikolojisinde ve çağdaş çatışma kuramında merkezi önemini korurken; Klein’cı düşüncede ve diğer nesne ilişkileri kuramlarında değişime uğramış bir konuma sahiptir. Kendilik psikolojisi ve ilişkisel modellerde ise bu kavrama daha sınırlı bir yer verilmektedir.

Freud’un çatışma kavramına yazılarında ilk kez değinmesi 1894 yılında Fliess’e yazdığı bir mektupta olmuştur. Bu mektupta Freud, nevrozun dört etiyolojik kategorisini sınıflandırmış ve bunlardan birini çatışma olarak belirtmiştir (1894a). Daha sonra Freud (1895a, 1896a), obsesif ve histerik semptomların oluşumunda çatışmanın rolünü ayrıntılı biçimde tanımlamıştır. Başlangıçta daha sınırlı anlamlarda kullanılan çatışma kavramı, kısa sürede Freud’un zihin modelinde merkezi bir konuma yerleşmiştir (1899a). Nihayetinde Freud, nevrozun çekirdek çatışmasını ödipus kompleksi [oedipus complex] olarak tanımlamıştır; bu çatışmada, karşı cinsten ebeveynle ensestüel arzuların tatmini ve aynı cinsten ebeveyne yönelik öldürücü istekler, aynı cinsten ebeveynden cezalandırılma korkusu ve sevgi kaybı endişesi ile bastırılır.

Freud’un metapsikolojik kuramlarının gelişimi, onun çatışmanın kaynakları, türleri ve sonuçlarına ilişkin görüşlerinin giderek rafine hâle gelmesi olarak değerlendirilebilir. Topografik modelinde, çatışmayı, bilinçdışı arzular ile bilincin ahlaki buyrukları arasında gerçekleşen bir süreç olarak tanımlamıştır. “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme” adlı eserinde (1905b), Freud, çocukluk dönemine ait cinsel arzular ile içselleştirilmiş yasaklar arasındaki çatışmanın bastırmayı zorunlu kıldığını belirtmiştir. Dürtü kuramı geliştikçe Freud, temel dürtülerin neler olduğu konusundaki görüşünü değiştirmiştir; ancak kuramı daima düalistik bir yapıyı korumuştur: birbirine karşıt ya da çatışma içinde olan dürtü çiftleri söz konusudur -cinsel dürtü ile ego dürtüleri ya da kendini koruma dürtüleri, ego libidosu ile nesne libidosu, ve nihayetinde yaşam dürtüsü ile ölüm dürtüsü. Benzer şekilde, Freud’un zihinsel işleyiş ilkeleri de temel karşıtlıklar üzerine kuruludur; örneğin haz ilkesi, gerçeklik ilkesine karşı konumlanır.

Freud’un, çatışmanın bütünüyle bilinçdışı olabileceğini erken dönemde fark etmesi, onu zihnin yapısal modelini geliştirmeye yöneltmiştir. Bu modelde çatışma, zihnin üç yapısı -ego, süperego ve id- arasında ve bu yapılar içinde meydana gelir. Tehlikeli cinsel ve saldırgan id istekleri, ya dış gerçekliğin yasaklayıcı koşullarıyla ya da içselleştirilmiş süperego yasaklarıyla çatışma hâlindedir; bu çatışmalar, egonun bir anksiyete sinyali üretmesine neden olur, bu da savunma mekanizmalarını harekete geçirir ve sonucunda uzlaşma oluşumları ortaya çıkar (1923a, 1926a). Yapısal model içinde, id istekleri ile süperego yasakları arasındaki çatışmalar gibi, yapılar arası çatışmalara intersistemik çatışmalar [intersystemic conflicts] denir. Cinsel ve saldırgan dürtüler arasındaki çatışmalar ya da karşıt süperego değerleri arasındaki çatışmalar gibi, aynı yapı içinde meydana gelen çatışmalar, intrasistemik çatışmalar [intrasystemic conflicts] olarak adlandırılır (Hartmann, 1950). Bazı psikanalistler, çatışma kavramının daha ileri düzeyde sınıflandırılmasını önermiş ve bunu yakınlaşma çatışmaları [convergence conflicts] ile uzaklaşma çatışmaları [divergence conflicts] şeklinde ayırmışlardır. Yakınlaşma çatışmaları, arzu ile savunma arasındaki karşıtlığı içeren savunma temelli çatışmalardır. Uzaklaşma çatışmaları ise -ikilem çatışmaları [dilemma conflicts] ya da ambivalans çatışmaları [conflicts of ambivalence] olarak da adlandırılır- birbiriyle yarışan seçenekler arasında tercih yapmayı gerektirir; örneğin bağımlılık ile bağımsızlık arasında kalmak gibi (Rangell, 1963; A. Kris, 1984).

Freud ve erken dönem ego psikologları, çatışmayı kaçınılmaz bir durum görmüşlerdir; ancak aynı zamanda psikanalizin amacını, çatışmanın “çözümlenmesi” [resolution] ya da en azından azaltılması [diminution] olarak değerlendirmişlerdir. Hartmann (1939a), bazı ego işlevlerinin dürtüsel çatışmalardan görece bağımsız olduğu bir alan fikrini ortaya atmış ve bu alana çatışmasız ego alanı [conflict-free ego sphere] adını vermiştir. Bu alanda yer alan işlevler (örneğin algı, devimsel yetiler, zekâ, dil gibi) doğrudan çatışmadan bağımsız birincil özerkliğe sahiptir; bazı diğer ego işlevleri ise, zamanla savunma temelli çatışmalardan arınarak ikincil bir özerklik [secondary autonomy] kazanır. Hartmann’ın adaptasyona [adaptation] yaptığı vurgu, çatışma ve uzlaşma oluşumlarının normal ya da patolojik sonuçlar doğurabileceği yönünde bir ayrım yapılmasını mümkün kılmıştır. C. Brenner (Arlow ve Brenner, 1964; C. Brenner, 1982), çatışmaya dair daha genişletilmiş bir bakış açısı ortaya koymuş ve çatışmanın yalnızca patolojik değil, aynı zamanda normal işleyişin de kaçınılmaz ve her yerde bulunabilen [ubiquitous] bir parçası olduğunu vurgulamıştır. Brenner’ın modelinde, uyumlu ego işleyişi bile “çatışmasız [conflict free]” olarak görülmez; psikanalizin amacı da çatışmayı ortadan kaldırmak değil, uzlaşma oluşumlarını daha uyumlu sonuçlara yönlendirmektir.

Tüm çağdaş çatışma kuramcıları, çatışma ve uzlaşma oluşumlarını, psikolojik yaşantının anlaşılması açısından vazgeçilmez unsurlar olarak görürler. Modern çatışma kuramcıları olarak adlandırılan kuramcılar -örneğin Brenner (2002, 2003)- tüm zihinsel etkinliklerde çatışma ve uzlaşmanın merkezî rol oynadığını öne sürmüş, ancak aynı zamanda Freud’un yapısal kuramını reddetmişlerdir. Brenner’ın görüşünü kabul etmeyen çağdaş çatışma kuramcıları, yapısal kuramın kavramlarının şu alanların tanımlanması açısından vazgeçilmez olduğunu savunurlar: gelişim, bireyleri tanımlayan istikrarlı zihinsel örgütlenmelerin varlığı, yalnızca uzlaşma oluşumlarındaki değişimlerle açıklanamayacak türdeki psişik değişim, duygudurum bozukluklarını içeren psikopatolojiler ve diğer ego yetersizlikleri. Ayrıca, bu kuramcılar, yapısal terimlerin, benzer metapsikolojik işlevlere hizmet eden çatışmaların, uzlaşmaların ve süreçlerin istikrarlı kümelerini betimlemek açısından da yararlı olduğunu savunurlar; örneğin, gerçeklikle ilişkiler, vicdan işlevleri ve dürtüler gibi alanlarda.

Çağdaş psikanalitik perspektifler, gelişimsel meselelerin çatışmayla ilişkisi konusunda artan bir şekilde farkındalık geliştirmiştir. Çatışmalar, gelişim süreci boyunca, tehlike durumları [danger situations] olarak bilinen, önceden kestirilebilir bir dizi tehdide yanıt olarak ortaya çıkar. Normal erken gelişim sürecinde, preödipal çatışmalar [preoedipal confl icts], çocuğun hem çevresiyle, hem karşıt istek ve duygularıyla, hem de süperego öncülleri ile dürtüler arasında ortaya çıkar. Preödipal çatışmalarda çocuğun karşılaştığı tehdit, sevginin ve sevilen nesnenin kaybına ilişkin fantezileştirilmiş bir tehlikedir. Daha karmaşık bir yapıya sahip olan ödipal çatışmalar [oedipal conflicts], çocuğun hem üçlü nesne ilişkileri kurabilme kapasitesini, hem de ego olgunlaşması ve gelişiminin diğer yönlerini ortaya koyar. Ödipal evrede, çocuğun karşılaştığı tehdit, yaralanma ve sakatlanmaya (yani kastrasyon karmaşası [castration complex]) ilişkin fantezileştirilmiş bir tehlikedir. Bu aşamadan sonra, içselleştirme ve özdeşim süreçleri aracılığıyla, başlangıçta ebeveyn denetimleriyle ilişkili olan yasaklayıcı güçler, çocuğun kendi zihni içinde yerleşik hâle gelir. Bunu izleyen süreçte, içselleştirme ve özdeşim yoluyla, başlangıçta ebeveyn denetimleriyle ilişkili olan yasaklayıcı güçler, çocuğun kendi zihni içinde yerleşik güçler hâline gelir. Bu süreç, süperego oluşumunda açıkça görülür ve ödipus kompleksinin çözümlenmesiyle ulaşılan önemli bir gelişimsel dönüm noktasıdır. Bu evrede çocuğun karşılaştığı tehdit, artık süperegonun kınamasıdır. Bazı çatışmalar, gelişim süreci ilerledikçe az çok çözümlenirken, diğerleri yaşam boyu devam eder ve bu durum, farklı derecelerde psikopatolojiye yol açabilir. Çatışmanın dışavurum biçimleri, bireyin gelişimsel düzeyine, psikopatolojinin niteliğine ve kültürel etkenlerin etkisine bağlı olarak değişkenlik gösterir. Çocuk psikanalistleri, aynı zamanda gelişimsel çatışmaları [developmental conflicts] da tanımlar; bu çatışmalar normal, ayırıcı özellik taşıyan, öngörülebilir ve genellikle geçici niteliktedir (Nagera, 1966; P. Tyson ve R. Tyson, 1990). Bu tür çatışmalar, çocuğun içinde işleyen olgunlaşma güçlerinin [maturational forces], onu çevresiyle çatışmaya sokması sonucunda ortaya çıkar. Dışsal talebin içselleştirilmesi az çok tamamlandığında, bu özgül gelişimsel çatışma ortadan kalkar ve böylece yapısallaşma [structuralization] ile karakter oluşumu [character formation] yönünde bir adım daha atılmış olur.

Farklı psikanalitik kuramsal ekoller, çatışmanın hangi unsurları merkezde barındırdığı ya da çatışmanın patolojinin oluşumu ve/veya çözümündeki merkezi rolünün ne ölçüde önemli olduğu konusunda farklı kavramsallaştırmalara sahiptir. Örneğin, Klein’cı kuramda, erken gelişim dönemindeki çatışmaların büyük bir bölümü, nesneye yönelik saldırgan ve sevgi dolu duygular arasındaki çatışma olarak değerlendirilir. “Tamamen iyi [all good]” ve “tamamen kötü [all bad]” nesneleri birbirinden ayrı tutma gereksinimi, iyi olanı koruma amacıyla, bölme [splitting] ve ilkel yansıtma biçimleri -örneğin yansıtmalı özdeşim [projective identification]- gibi çeşitli savunma manevralarının gelişmesine yol açar. Nesneye yönelik sevgi ve nefret duyguları arasındaki çatışmaya tahammül edebilmeyi öğrenmek, bütün nesne ilişkileri [whole object relations] ve nesneye yönelik gerçek bir ilgi ile tanımlanan depresif konuma ulaşmanın merkezinde yer alır. Ambivalans töleransı [tolerance of ambivalence], ruh sağlığının en temel belirleyicisi olarak görülür.

Tüm psikanalitik ekollere mensup pek çok kuramcı, bunlar arasında çağdaş çatışma kuramcılarının birçoğu da dâhil olmak üzere, bazı patolojik ego işlevlerinin oluşumunda, biyolojik yatkınlıklar, çevresel travmalar ya da yoksunluklar sonucunda ortaya çıkan eksikliklerin [deficits] katkısını kabul etmişlerdir. Bu kuramcılar, ya/ya da biçiminde kutuplaşmış bir bakış açısı yerine, psikopatolojinin hem çatışma hem de eksiklik [deficit] perspektiflerinden anlaşılması gerektiğini kabul ederler ve bu nedenle birleştirilmiş tedavi yaklaşımlarının gerekli olduğunu savunurlar. Bazı diğer kuramlar ise eksiklik modeline öncelik verir; örneğin, Kendilik Psikolojisi, yetersiz empatik ebeveynlik nedeniyle kendilikte oluşan bozulmalara odaklanır ve terapötik etkinin temel bileşenlerini hem çatışmanın yorumlanması hem de analistin empatik anlayışı olarak görür (Kohut, 1984). Bunun da ötesinde, bazı kuramcılar odaklarını hem çatışma hem de eksiklik kavramlarının dışına taşımışlardır. Örneğin, ilişkisel kuramcılar ve kişilerarası kuramcılar, içsel dünyanın başkalarıyla kurulan ilişkiler içinde biçimlendiğini vurgulayan bir modele yönelmiş ve bu doğrultuda intrapsişik çatışmanın rolünü ikinci plana itmişlerdir.

Okuduğunuz metin  “PSYCHOANALYTIC TERMS & CONCEPTS (2012), Edited by Elizabeth L. Auchincloss ve Eslee Samberg, American Psychoanalytic Association”ın Conflict maddesinin çevirisidir.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir