Ego, zihnin yürütücü (yönetici) aygıtıdır. Zihinsel işleyişte homeostazı [homeostasis] ya da öz-düzenlemeyi [self regulation] sağlama işlevi görür; çatışan güdüler arasında aracılık ederek bunlar arasında uzlaşmalar [compromise] oluşturur. Aynı zamanda, iç dünya [inner world] ile dış gerçeklik [external reality] arasındaki talepler arasında denge kurarak uyum sağlama [adaptation] işlevini yerine getirir. Son olarak ego, tüm zihinsel süreçleri ve yaşantıları bir araya getirerek uyumlu işleyen bütüncül bir yapı oluşturma işlevini de üstlenir. Ego, çoğunlukla sahip olduğu çok sayıda özgül kapasite (ego işlevleri [ego functions]) üzerinden tanımlanır; bu işlevler arasında biliş, algı, bellek, hareket, duygulanım, dil, sembolleştirme, gerçeklik sınaması, değerlendirme, muhakeme, dürtü denetimi, duygulanımı tolere edebilme, temsiliyet, nesne ilişkileri ve savunma yer alır. Ego aynı zamanda sıklıkla güdüleri ya da ilgi alanları üzerinden de tanımlanır; bunlar arasında haz arayışı ile kendini koruma gereksinimi arasında uzlaşma sağlama çabası bulunur. Başarılı ego işleyişi, örneğin egemenlik kurma [mastery] deneyiminde olduğu gibi, kendi içinde haz verici olabilir. Ruh sağlığı, çoğu zaman ego gücü [ego strength] ya da ego zayıflığı [ego weakness] veya ego eksikliği/yetersizliği [ego deficit] üzerinden tanımlanır. Egonun yaşam döngüsü boyunca nasıl ortaya çıktığını ve değiştiğini inceleyen alan, ego gelişimi [ego development] olarak adlandırılır. Egoyu ve onun psikolojik işleyiş, gelişim, psikopatoloji ve tedavi süreçlerindeki rolünü merkeze alan psikanaliz dalı ise ego psikolojisi [ego psychology] olarak adlandırılır.
Psikanalizde kullanılan ego terimi, Freud’un Das Ich (Benlik [I]) ifadesinin Strachey tarafından yapılan çevirisinde ortaya konmuştur. Freud, ego kavramını birbirine örtüşen çeşitli anlamlarda kullanmıştır: bir bütün olarak kişi; bilinçli kendilik deneyimi; kendilik, bilinçli ve bilinçdışı; ve yukarıda tanımlandığı üzere, zihnin belirli bir parçası (veya faili/temsilcisi/organı [agency]). Ancak Freud’un bu terimi kullanımı belirsizliğini koruduğundan, ego, kişi [person], kendilik [self] ve kendilik temsili [self-representation] kavramlarından açık biçimde ayrıştırılamamıştı. Bu ayrım ilk kez 1950 yılında Hartmann tarafından net biçimde yapılmıştır: Hartmann, kendiliği, dünyada var olan bireyin tümü olarak; kendilik temsilini, kendiliğe ilişkin yaşantıların temsillerinden oluşan bir bütün olarak; egoyu ise, psişik aygıt [psychic apparatus] içinde yer alan soyut bir fail/temsilci/organ [agency] olarak tanımlamıştır. Her ne kadar analistlerin çoğu, Hartmann’ın bu kavramlara daha fazla açıklık getirme yönündeki çabasını kabul etmiş olsa da, bazıları bu yaklaşıma itiraz etmişlerdir (Laplanche ve Pontalis, 1967/1973; Spruiell, 1995).
Freud (Breuer ve Freud, 1893/1895), ego terimini ilk kez hipnoz üzerine yazdığı erken dönem bir makalede kullanmış ve bu terimle, histeriye neden olan “bastırılmış” düşüncelerin karşısında yer alan, “normal”, bilinçli, deneyimleyen kendiliği [experiencing self] kastetmiştir. İzleyen otuz yıl boyunca (ta ki “Ego ve İd” adlı yapıtın yayımlanmasına kadar), Freud ego terimini bu anlamda, yani bilinçli kendilik, daha spesifik olarak da “baskın düşünceler kitlesi”ni [dominant mass of ideas] (1894c, 1896c, 1900) ifade edecek şekilde kullanmayı sürdürmüştür. Ancak Freud, bu erken dönemlerde bile ego terimini, belirli işlevler ve kapasitelerle ilişkilendirmeye başlamıştır; bunlar arasında savunma (1894c); uyumsuz fikirleri inkâr etme, reddetme ya da savuşturma kapasitesi (Breuer ve Freud, 1893/1895); dürtülerin engellenmesi, gerçeklik sınaması, düşünme, dil, dikkat ve yargı gibi işlevler (1895b); ayrıca bastırma, yerine geçme, uzlaşma, eylem, anımsama ve işleme (1899a) yer almaktadır.
“Düşlerin Yorumu [Th e Interpretation of Dreams]” adlı eserinde Freud (1900), ego terimini kişinin bütünü ya da deneyimleyen kendilik anlamında kullanmış ve rüyaların sıklıkla gösterdiği benmerkezci [egocentric] nitelik üzerine çeşitli yorumlarda bulunmuştur. Genel olarak Freud’un zihnin topografik modelinde, zihnin yürütücü işlevleri, bilinç–önbilinç sistemi [conscious- preconscious] tarafından yerine getirilir. Bu sistem, ikincil süreç [secondary pro cess] ilkesine göre işler; psişik enerjiyi bağlama ve düzenleme kapasitesine, dil ve mantık kullanma yetisine, ayrıca gerçeklik sınaması ve yargılama işlevlerini gerçekleştirme becerisine sahiptir (1900, 1911b). Sansür, bilinçdışı ile bilinç–önbilinç sistemi arasındaki sınırı koruyan bir işlev görür. Ancak “Düşlerin Yorumu” adlı eserinde Freud, bazı bölümlerde ego terimini sansür [censorship] ve ikincil revizyon [secondary revision] kavramlarıyla bağlantılı olarak kullanmıştır; bu yönüyle, daha sonraki yapısal kuramının habercisi sayılabilecek bir biçimde, zihindeki en önemli çatışmanın topografik modelde öne sürüldüğü gibi bilinç-önbilinç ile bilinçdışı arasında değil, ego ile bastırılmış olan arasında gerçekleşebileceğini öne sürmüştür.
İzleyen on yıl boyunca Freud, yapısal kurama doğru çeşitli adımlar atmıştır. Bu geçiş döneminde, özellikle ego terimi (ve diğer bazı kavramlar) bağlamındaki kullanımları oldukça karmaşık ve kafa karıştırıcıdır; çünkü bu süreçte Freud, farklı güdülenme türleri, gerçeklik ile haz arasındaki karşıtlık, iç ile dış, kendilik ile öteki arasındaki ayrımlar gibi birçok karmaşık tema arasındaki ilişkileri araştırmıştır. Freud, 1910 yılında, ego dürtüleri (diğer adıyla kendini koruma dürtüleri) kavramını ortaya koymuş ve bunların cinsel dürtülerle çatışma içinde olduğunu ileri sürmüştür. Bu gözden geçirilmiş çatışma kuramında, ego’nun cinsel dürtülerin taleplerini bir tehdit olarak algıladığını ve bu talepleri bastırma yoluyla savuşturmaya çalıştığını savunmuştur (1910e). Freud (1911b), egonun, yalnızca arzulayabilen ve haz ilkesine göre işleyen bir haz egosundan [pleasure ego], yararlı olana yönelme ve kendini zarardan koruma kapasitesine sahip, gerçeklik ilkesine göre işleyen bir gerçeklik egosuna [reality ego] nasıl dönüştüğünü açıklamıştır. Bu dönüşümle birlikte ego, “dikkat, muhakeme, düşünme, kendini dizginleme ve eyleme geçme” gibi işlevleri kullanabilir hâle gelir. Freud (1914e), nesne libidosu [object libido] ile ego libidosu [ego libido] (ya da narsistik libido [narcissistic libido]) arasında bir ayrım yapmış ve bu iki libidinal yönelimin geçirdiği dönüşümlerin, psikoz, hipokondriyazis ve melankoli gibi çeşitli psikopatoloji türlerinden sorumlu olduğunu ileri sürmüştür. Aynı çalışmada Freud, daha sonra süperego kavramına zemin hazırlayacak olan ego ideali [ego ideal] kavramını da ortaya koymuştur. 1915 yılında ise Freud (1915b), gerçeklik egosundan sonra gelişen ve nesnelerin haz verici yönlerinin içselleştirilmesiyle oluşan, bu yönleri artık egodan ayrı olarak deneyimleyen bir yapı olarak arıtılmış haz egosu [purified plea sure ego] kavramını eklemiştir.
Son olarak Freud, 1923 yılında yayımladığı ünlü makalesi “Ego ve İd”de (1923a), kuramında köklü bir revizyona gitmiştir. Sansürün, bastırmanın ve birçok ahlaki buyruğun bilincin dışında işlediğine dair gözlemi, Freud’un bilinçli, akılcı ve ahlaki bir sistem olan bilinç-önbilinç sistemi ile arzulayıcı bir bilinçdışı sistem arasındaki çatışmaya dayanan topografik modelini sürdürülebilir kılmak açısından sürekli bir zorluk oluşturmuştur. Freud’un yeni, yapısal kuramında, zihin id [id], ego [ego] ve süperego [superego] olmak üzere üç fail/temsilci/organ [agency] ya da yapıya ayrılmıştır; bu yapılar, bilince erişim düzeylerine göre değil, her birinin sahip olduğu istikrarlı işlevler ve güdüler bütününe göre birbirinden ayrılmaktadır. Cinsel ve saldırgan içgüdüsel dürtülerin türevlerinden oluşan id, bilinçdışının mirasçısıdır. Artık açık biçimde, deşarj denetimi, sansür, bastırma, düşünme ve gerçeklik sınaması gibi işlevleri içeren tutarlı bir zihinsel süreçler örgütlenmesi olarak tanımlanan ego, bilinç-önbilinç sisteminin mirasçısıdır. Süperego (ya da ego ideali), ahlaki buyruklar ve yasaklardan oluşan, egonun bir değişime uğramış biçimidir. Ego işlevlerinin büyük kısmı ve süperego işlevlerinin önemli bir bölümü bilinçdışı düzeyde gerçekleşir. Freud, gelişim süreci boyunca egonun, dış dünyadan gelen algısal uyarımların etkisiyle id’den ayrıştığını açıklamıştır. Ona göre ego, her şeyden önce bedensel duyumlardan türeyen bir beden egosudur [body ego]. Freud ayrıca, egonun özdeşimler [identification] yoluyla, yani terk edilen nesne bağlarının “tortuları”ndan [precipitate] oluştuğunu belirtmiş; bu özdeşimlerin en önemlisinin süperego oluşumuna yol açtığını ifade etmiştir. Bu aşamadan sonra ego’nun temel işlevi, id’in tutkuları, süperegonun talepleri ve dış gerçekliğin gerekleri arasında aracılık yapmak olmuştur.
Freud, 1926 yılında yayımladığı “Engellemeler, Belirtiler ve Anksiyete [Inhibitions, Symptoms and Anxiety]” (1926a) adlı eserinde, zihin kuramında önemli ve kapsamlı değişiklikler yapmıştır. Egonun id üzerinde nasıl bir etki gücüne sahip olduğu sorusunu ele alırken, cinsel ve saldırgan dürtülerin yarattığı tehlikeyi önceden sezdiğinde, egonun bir anksiyete sinyali [signal of anxiety] ürettiğini öne sürmüştür; bu sinyal anksiyetesi [signal anxiety], yaklaşmakta olan tehlikeyi savuşturmaya yönelik savunmaları harekete geçirir. Bu “ikinci anksiyete kuramı” ile birlikte, ego nihayet zihnin yürütücü aygıtı olarak tam anlamıyla konumlandırılmış; çatışmaları yönetmek ve uzlaşmalar oluşturmakla sorumlu ve yeterli bir yapı olarak tanımlanmıştır. Bundan kısa bir süre sonra, 1927 yılında ve devamında Freud (1927b), ego bölünmesi [splitting of the ego] kavramını ortaya koymuştur. Bu kuramda birey, bölme [splitting] ve yadsıma [disavowal] savunmalarını kullanarak gerçekliğin belirli yönlerine karşı çelişkili tutumlar benimseyebilir. Freud’un bu kavramı geliştirme amacı, özellikle sapkınlık [perversion] ve psikoz gibi, ego ile id arasındaki çatışmadan çok, gerçeklikle ilişki bozukluklarıyla karakterize edilen daha ağır psikopatolojileri tanımlamaktı.
Freud’un egoyu zihnin güçlü bir yürütücü faili/temsilcisi/organı olarak kavramsallaştırması, kısa sürede ego psikolojisi olarak adlandırılan bir alanın gelişmesine yol açmıştır. Ego psikolojisi [ego psychology], egonun psişik işleyişteki, gelişimdeki, psikopatolojideki ve tedavi süreçlerindeki rolünü incelemeyi amaçlar. Bu kuramsal yönelim, ilk dönemlerinde sıklıkla, id psikolojisi [id psychology] ya da dürtü psikolojisi [drive psychology] olarak adlandırılan yaklaşımla karşıtlık içinde değerlendirilmiştir. Ego psikolojisi, erken dönemlerinde analistlerin ego işlevlerini daha ayrıntılı biçimde incelemeye başlamasıyla, psikanalitik kuram ve uygulamanın birçok yönüne katkıda bulunmuştur. Federn (1926), ego ile nesne temsilinin birbirinden ayrıldığı ego sınırını [ego boundary] kuramsallaştırmıştır. Nunberg (1931, 1942), egonun sentezleyici işlevini [synthetic function of the ego] tanımlamış; ayrıca ego gücü ve ego zayıflığı kavramlarını da incelemiştir. E. Glover (1943) ise, yaşantıların bellek izlerinden oluşan ego çekirdeklerinin [ego nuclei] zamanla bütünlüklü bir yapıya entegre olma sürecini betimlemiştir. W. Reich (1933/1945), egodaki kronik değişimlerin [alterations in the ego] karakter gelişimine katkısını incelemiştir. A. Freud (1936), Ego ve Savunma Mekanizmaları [The Ego and the Mechanisms of Defence] adlı eserinde egonun savunucu işlevlerini incelemiştir. Ayrıca kariyerinin büyük bölümünü, normal ve patolojik ego gelişimini araştırmaya adamıştır (1965). Waelder (1936) ise, egonun çatışmadaki rolü üzerine çalışmış ve psikanalizde iyi bilinen çoklu işlev ilkesini [principle of multiple function] ortaya koymuştur. Bu ilkeye göre, her bir psişik eylem, id, süperego, gerçeklik ve yineleme zorlantısının çoklu taleplerine ego tarafından verilen uzlaşmacı bir yanıttır.
Yeni ego psikolojisinin en önemli katkıcıları arasında yer alan Hartmann (1939a), özellikle Ego Psikolojisi ve Uyum Sorunu [Ego Psychology and the Problem of Adaptation] adlı eseriyle dikkat çekmiştir. Egonun id’den türediğini ileri süren Freud’un görüşünün aksine Hartmann, egonun ayrışmamış bir ego-id matrisinden [undifferentiated ego- id matrix] kaynaklandığını savunmuş; egonun, doğuştan gelen potansiyelleriyle, onun “ortalama olarak beklenebilir çevre [average expectable environment]” adını verdiği çevresel koşullarla etkileşim içinde geliştiğini öne sürmüştür. Önceki dönemlerde dürtülere odaklanan yaklaşımların aksine, Hartmann, özerk ego işlevleri [autonomous ego functions] adını verdiği, dürtü ve çatışmadan bağımsız olarak gelişen doğuştan kapasiteleri vurgulamıştır. Bu özerk işlevler arasında düşünme, bellek, algı, hareket ve duygulanım yer alır. Hartmann’a göre, bu özerk işlevler, dürtülerden gelen enerjinin nötralize edilmiş biçimiyle beslenir. Hartmann’ın özerk ego işlevlerine duyduğu ilgi, daha sonraki kuramcıların egoyu yetkinliğe yönelik olarak “doğuştan olan [hard-wired]” ve egemenlik kurma sürecinde haz alma kapasitesine sahip bir yapı olarak görmelerine yol açmıştır. Bu yaklaşıma göre ego, keşfetme, uyaran arama, oyun, nesne ilişkileri ve öğrenme gibi alanlarda işlev göstermek üzere doğuştan gelen eğilimlerle donatılmıştır (Hendrick, 1943a, 1943b; White, 1963). Hartmann, gelişim süreci boyunca özerk ego işlevlerinin zaman zaman çatışma içine çekilebileceğinin -örneğin semptom ya da karakter oluşumunda olduğu gibi- farkındaydı. Bununla birlikte, bir ego işlevi, “işlev değişimi [change of function]” yoluyla “ikincil özerklik [secondary autonomy]” kazanabilir ve böylece “çatışmadan bağımsız [conflict free]” hâle gelebilir. Hartmann’a göre, psikopatoloji ve ruhsal sağlık, uyum sağlama süreçlerindeki başarı ya da başarısızlık bağlamında kavramsallaştırılabilir (Hartmann, 1939b). Onun uyum ve çatışmasız ego işleyişine olan ilgisi, psikanalizi, kendi deyimiyle “genel bir psikoloji”ye dönüştürme yönündeki planının merkezindeydi; zira bu kavramlar, psikanaliz ile biyoloji, sosyoloji ve gelişimsel psikoloji gibi komşu disiplinler arasında köprüler kurulmasına imkân tanımaktaydı.
Gelişimsel ego psikolojisi [developmental ego psychology] alanında, A. Freud ve Hartmann’a ek olarak, Erikson (1950), Freud’un psikoseksüel evrelerinden farklı olarak, gerçekliğin, kişilerarası ilişkilerin ve kültürün ego gelişimi üzerindeki etkisini vurgulayan bir gelişim anlatısı ortaya koymuştur. Erikson’un en önemli katkılarından biri, ego kimliği [ego identity] kavramıdır; bu, ergenlik döneminde bireyin, toplum içinde kendine özgü ve istikrarlı bir benlik duygusu geliştirmesi sürecini ifade eder. Ego psikolojisi, aynı zamanda çocuk gözlemine dayalı psikanalitik gelişim kuramının gelişimiyle paralel ilerlemiş; bu alan, Spitz (1965), Mahler, Pine ve Bergman (1975) gibi isimlerin çalışmalarıyla zenginleşmiştir. Daha yakın dönemde Vaillant (1993), ego gücü [ego strength] kavramını kullanarak, geç ergenlikten başlayıp yetişkinliğe uzanan süreçte ego süreçlerinin normal büyüme ve gelişimini inceleyen ileriye dönük bir araştırma yürütmüştür. Onun bu çığır açıcı çalışması, ego savunmalarının [ego defenses], ego dayanıklılığının [ego resilience] ve ego bütünleştirici işlevlerinin [ego integrative processes], yaşam boyu gelişim açısından taşıdığı önemi ortaya koymuştur.
Ego psikolojisinin gelişimi, psikanalitik teknikte ve terapötik etki kuramlarında da önemli değişimlere yol açmıştır. Freud (1896c), psikanalizin amacını başlangıçta, “şimdiye dek bilinçdışı olanı bilinçli hâle getirmek” şeklinde tanımlamıştı. Ancak 1926 sonrası, Freud psikanalizin amacının, egoyu güçlendirmek, onu süperegoya karşı daha bağımsız kılmak ve örgütlenmesini genişletmek olduğunu savunmuştur. Bu düşüncesini, ünlü ifadesiyle şöyle dile getirmiştir: “İd’in olduğu yerde, ego olacaktır” (1933a). A. Freud (1936), dikkatini klinik duruma yöneltmiş; ego analizi [ego analysis] ve savunma analizi [defense analysis] terimlerini popülerleştirmiştir. Bu yaklaşımlar, id analizinden farklı olarak, savunmaların direnç biçiminde nasıl dışa vurulduğuna odaklanır. A. Freud ayrıca, analistin id, ego ve süperego karşısında eşit mesafede bir konumdan dinlemesi gerektiğini ifade etmiştir; bu görüş, daha sonra terapötik tarafsızlık [therapeutic neutrality] kavramının yaygın tanımlarından biri hâline gelmiştir. Son olarak A. Freud, egonun analitik çalışmaya nasıl katkı sunduğunu incelemiştir. Bu düşünceyi geliştiren Fenichel (1938a), psikanalitik çalışmanın gerektirdiği kendi üzerine düşünebilme [self reflection] kapasitesinin kaynağı olarak egoyu tanımlamış ve bu bağlamda gözlemleyen ego [observing ego] terimini ortaya atmıştır. Psikanalistler, tipik olmayan nevrozların tedavisi için tekniklerin nasıl uyarlanabileceğini tartışmaya başladıklarında, Stone (1961), Jacobson (1964) ve diğerleri, preödipal patolojiye ve duygulanım bozukluklarına sahip hastalarla olan klinik yaklaşımlarını tanımlamışlardır. Arlow (1969b), bilinçdışı fantezinin [unconscious fantasy] oluşumu ve işlevini, çoklu işlev ilkesi perspektifinden ele almıştır. C. Brenner (1982, 2003), tüm zihinsel yaşantı boyunca çatışma ve uzlaşmanın yaygınlığına dikkat çekmiş ve bunu “modern çatışma kuramı [modern conflict theory]” olarak adlandırmıştır. Son olarak Gray (1994), neredeyse tamamen egonun savunmalarının analizine odaklanan, (close process attention [yakın süreç dikkati]) yorumlayıcı bir yaklaşım geliştirmiştir.
1920’lerin sonları ile 1960’ların sonları arasında kırk yıl boyunca, ego psikolojisi, Amerika Birleşik Devletleri’nde hakim psikanalitik ekol olmuştur. Amerikan psikanalitik literatüründe ego psikolojisine sıklıkla “klasik” psikanaliz [“classical” psychoanalysis] ya da bazen doğrudan “Freudyen psikanaliz [Freudian psychoanalysis]” denilmiştir. Ancak zamanla, ego psikolojisi pek çok çevreden eleştiriler almaya başlamış; sonunda, çeşitli rakip kuram ve yaklaşımların yükselişiyle birlikte Amerikan psikanalizindeki egemenliği sona ermiştir. Ego psikolojisine yöneltilen eleştiriler, birbirleriyle örtüşen çeşitli kuramsal bakış açılarından gelmiştir. Bunlar arasında:
- Ego psikologlarının bizzat kendileri tarafından, özellikle Freud’dan miras kalan ekonomik kurama yönelik eleştiriler;
- Çeşitli nesne ilişkileri kuramlarının genişlemesi;
- Kendilik psikolojisinin yükselişi;
- Psikanalizdeki “yorumlayıcı dönüş [hermeneutic turn]”, ki bu da postmodern dönemin epistemolojik şüpheciliğine dayanmaktadır;
- İlişkisel, kişilerarası, etkileşimsel, perspektivist, sosyal yapısalcı ve diyalektik-yapısalcı yaklaşımlar gibi çok sayıda “iki kişilik [two-person] psikoloji” modelinin gelişimi (Wallerstein, 2002) yer almaktadır.
Çağdaş psikanaliz, birden çok kuramsal bakış açısının bir arada var olduğu bir alan olarak tanımlanır; ancak bu bakış açılarının bütünleştirilebilir mi yoksa uzlaştırılamaz biçimde karşıt mı oldukları konusunda bir fikir birliği bulunmamaktadır. Örneğin, ego psikolojisini nesne ilişkileri kuramının bazı yönleriyle bütünleştirmeye yönelik uzun bir kuramsal çaba geçmişi vardır (Jacobson, 1964; Schafer, 1968b; Loewald, 1973a; Mahler, Pine ve Bergman, 1975; Kernberg, 1975; Sandler, 1987a). Öte yandan bazı kuramcılar, bu yaklaşımların temelde birbiriyle bağdaşmaz olduğunu savunmuşlardır (Greenberg ve Mitchell, 1983). En güncel yaklaşımlardan biri olarak Marcus (1999), zihnin yapılarını, işlevlerini ve süreçlerini tanımlamak için gerekli olan bir model olarak modern ego psikolojisini savunmuştur. Marcus, özellikle egonun, farklı bilinç düzeylerinden ve çeşitli örgütlenme seviyelerinden gelen deneyimleri sentezleme ve bütünleştirme kapasitesine özel bir vurgu yapmıştır. Ona göre, modern ego psikolojisi, psikanalizin hem farklı soyutlama düzeylerindeki görüşleri birleştirme potansiyeli taşıyan hem de bilişsel sinirbilim ve gelişim psikolojisi gibi komşu disiplinlerle etkileşim kurabilecek en güçlü kuramsal çerçevesidir.
Okuduğunuz metin “PSYCHOANALYTIC TERMS & CONCEPTS (2012), Edited by Elizabeth L. Auchincloss ve Eslee Samberg, American Psychoanalytic Association”ın Ego maddelerinin çevirisidir.
Bir yanıt yazın