İlişkisel Örüntüleri Değerlendirme (8. Bölüm)


Okuyacağınız metin Nancy McWilliams’ın Psychoanalytic
Case Formulation
adlı kitabının 8. Bölümünün çevirisidir -çeviri için ChatCPT kullanılmıştır. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

Bir kişinin özdeşimleri sorusuyla yakından ilişkili olan, sorunun başkalarına ilişkin tekrarlayıcı yollarıdır [repetitive way]. Özdeşim konusu, esas olarak hastanın modellerinin kimler [who] olduğunu ve onlarla ilgili benimsemek ya da reddetmek istediği özelliklerin neler [what] olduğunu ele alırken, ilişkisel örüntü [relational pattern] konusu, kişinin ana sevgi nesneleriyle [love object] olan bağlantılarının nasıl [how] ifade edildiğiyle ilgilidir. Bir anne sevgi dolu ve olumlu şekilde değer verilen bir figür olabilir ve kızı da pek çok açıdan ona benzemek isteyebilir; ancak kızın anneyle ilişki kurmayı öğrendiği temel yol uyumlu ya da isyankâr, içe çekilmiş ya da katılımcı, talepkâr ya da kendini feda eden bir biçimde olabilir ve bu olasılıklar neredeyse sınırsızdır. Bakımverenlerin kişilerarası stilleri [interpersonal style] ve ilişkiler hakkında ifade ettikleri temel temalar [theme], çocuklar tarafından içselleştirilir ve insanların genellikle “kişilik özellikleri [trait]” olarak adlandırdığı daha durağan niteliklerle birlikte özümsenir. Yedinci bölümde içselleştirilmiş nesnelerden [internalized object] bahsetmiştim; bu bölümde ise daha karmaşık bir konu olan içselleştirilmiş nesne ilişkilerini [internalized object relation] ele alıyorum.

İlişki örüntüleriyle [relationship pattern] ilgili belirli sorular, bir değerlendirme görüşmesinde [intake interview] genellikle gereksizdir. Tekrarlayan kişilerarası sorunlar [interpersonal problem], insanların psikoterapi arayışındaki başlıca nedenler arasında yer aldığından, danışanlar çoğunlukla seansa, kalıcı ve uyumsuz bir ilişki örüntüsünü tanımlayarak başlarlar. “Sürekli istismarcı erkeklere âşık oluyorum,” ya da “Biri hakkında heyecanlandığımda, onun kusurlarını bulup hayal kırıklığına uğruyorum,” veya “Otorite figürleriyle ilgili bir sorunum var,” gibi ifadeler, danışanın bir ruh sağlığı profesyoneline başvurma nedenini açıklaması için yapılan ilk davete verilen yaygın yanıtlardır. Eğer bir ilişki örüntüsü başlıca şikâyet olarak sunuluyorsa, bu konuda bir formülasyon geliştirmek nispeten daha basittir. Ancak, başvuru nedeni bir duygudurum bozukluğu, obsesif düşünceler, travma sonrası tepki ya da doğrudan kişilerarası bir tema içinde gömülü olmayan başka bir sorun olduğunda, terapistin temel ilişkisel çatışmaları [central relational conflict] aktarım verilerinden [transference data] ve tarihsel bilgilerden [historical information] çıkarması gerekir. Bazen, “En önemli ilişkilerinizi nasıl tanımlarsınız?” veya “Evliliğiniz nasıl?” ya da “Birine yakın hissediyor musunuz?” veya “İnsanlarda neye değer verirsiniz?” gibi sorular sormak da yardımcı olabilir. Ancak en güvenilir bilgiler genellikle danışanın terapiste verdiği tepkilerde kendiliğinden ortaya çıkar.

Tedavinin ilk görüşmesinde kendini gösterebilecek tekrarlayan ilişki örüntülerine birkaç örnekle başlamak istiyorum. Kısa bir süre önce terapi almak isteyen bir kadınla görüştüm. Bana, erkek otorite figürlerini idealize etmeye yönelik kalıcı bir eğilimi olduğunu ve mutlu bir evliliği olmasına rağmen belirli erkeklere karşı yoğun bir hayranlık duyduğunu anlattı. Onu dinledim, ona karşı sıcak bir yakınlık hissettim, muhtemelen bu sorununda ona yardımcı olabileceğimi düşündüm ve kendisiyle çalışmayı dört gözle beklediğimi fark ettim. Görüşmemizin sonlarına doğru, daha önceki terapi ve danışmanlık deneyimlerini anlatırken -tümü kadın terapistlerle gerçekleşmişti- tekrarlayan ilişki örüntülerinin böyle bir durumda hemen harekete geçebileceğini göz önünde bulundurarak, hiç erkek bir terapiste gitmeyi düşünüp düşünmediğini sordum. Yüzü bir anda düştü ve sorumu, onunla çalışmak istemediğim şeklinde yorumladığını anlayabildim.

Oldukça hızlı bir şekilde bir erkek terapist görmenin iyi bir fikir olabileceğini düşünmeye başladı. Bölgedeki erkek terapistler hakkında bana sorular sormaya başladı, ancak bu konuşmaya gerçekten gönülden katılmadığı açıktı. Onu durdurup sadece merakımdan sorduğumu, yalnızca neden sadece kadın terapistleri tercih ettiğini anlamak istediğimi açıkladığımda bile şüpheli görünmeye devam etti. Kendi ihtiyaçları ve kararları için durmak yerine, bana bakmak zorunda hissettiği izlenimini veriyordu; eğer onu reddetmek istiyorsam, bana zorluk çıkarmayacaktı. Bu durumu araştırdıkça, hem kadınlarla hem de erkeklerle ilişkilerini şekillendiren, reddedilme korkusuna ikincil olarak gelişmiş, boyun eğme ve bakım verme örüntüsünün tüm yönleriyle tekrarlayan bir dinamik olduğunu keşfettik.

Yakın zamanda görüştüğüm bir diğer kişi, benimle terapiye başlamak isteyen ancak takvimimde yeni bir hasta için yer olmadığı için kendisine bir yönlendirme yapmayı amaçladığım, derin bir distimi yaşayan bir kadındı. Depresyonunun kaynağının, aile geçmişinde son çocuk olması, plansız bir şekilde dünyaya gelmesi ve her zaman fazlalık gibi muamele gördüğünü hissetmesi olabileceğini düşündüğünü belirtti. Erken çocukluk yıllarında, ebeveynlerinin aşırı yük altında, maddi sıkıntı içinde ve meşgul olduklarını; bu nedenle kendisini dinlemeye ilgi gösterdiklerini hiçbir zaman hissetmediğini anlattı. Özel duygularını ebeveynlerinden büyük bir özenle saklamayı öğrendiğini söyledi. Daha önce birkaç kez terapi almıştı, ancak bu terapilerin yalnızca ne kadar az enerjisi olduğuna dair kendisini daha suçlu hissettirdiğini düşündüğünü ifade etti. Görüşmenin sonunda, onu anlama sürecimin rahatsız edici derecede eksik kaldığını hissettim.

Onun izniyle, değerlendirme için beni kendisine yönlendiren sosyal hizmet uzmanını arayarak, bu kadın için ne tür bir terapistin iyi bir eşleşme olabileceğine dair görüşlerini sordum. Beklenmedik bir şekilde, bana bu danışanın aslında hiçbir zaman gerçek bir psikoterapi almadığını düşündüğünü söyledi. Sırasıyla kendilerini Hristiyan danışmanlar olarak tanımlayan kişilere gitmişti ve bu kişiler esas olarak ikna yöntemleri ile İncil’in otoritesini kullanarak danışanlarına nasıl hissetmeleri ve nasıl davranmaları gerektiğini söylemişlerdi. Artık daha geleneksel bir eğitim almış bir terapiste gitmeye karar vermişti, ancak bununla ilgili kaygılıydı; çünkü derin bir dini inanca sahipti ve seküler bir terapistin inancını çürütmeye çalışacağını düşünüyordu. Annesinin kendisine duygusal olarak ulaşamaması karşısında hayatta kalmasını sağlayan gizlilik örüntüsüyle (muhtemelen benim onu düzenli bir danışan olarak alamayışımın da pekiştirdiği bir durum), bu konuların hiçbirini bana anlatmamış olması dikkat çekici bir paralellik taşıyordu.

Bir terapist, danışanın içsel dünyasına [internal world] aşina olmalıdır. Bu dünyanın sakinleri cömert mi yoksa cimri mi, kontrol edici mi yoksa izin verici mi, müdahaleci mi yoksa mesafeli mi, onaylayıcı mı yoksa zayıflatıcı mı, sömürücü mü yoksa destekleyici mi, otokratik mi yoksa uzlaşmacı mı, merhametli mi yoksa cezalandırıcı mı, eleştirel mi yoksa kabul edici mi, sıcak mı yoksa soğuk mu, aktif mi yoksa pasif mi, ketlenmiş mi yoksa dışavurumcu mu, tutkulu mu yoksa kayıtsız mı, ilgili mi yoksa ihmalkâr mı, öngörülebilir mi yoksa kaotik mi, çilekeş mi yoksa kendini şımartan biri mi? Danışanın, çocukluk dönemindeki duygusal ortamına tepkileri nelerdi? Hangi tekrarlayan çatışmalar yaşandı? Bir kişinin kişilerarası geçmişindeki incelikler, mevcut ilişkilerinde yaşamaya devam eder, terapötik bağı renklendirir ve terapistin herhangi bir terapötik etki yaratabilmesi için ele alması gereken bir alanı oluşturur.

Bu gözlem, vurgularında bazı farklılıklar olmakla birlikte, kavramsal çerçevenin olağanüstü bir ortaklık taşıdığı şekilde, oldukça geniş bir araştırmacı grubu tarafından ortaya konmuştur. Bazıları birbirlerini etkilemiş, bazıları ise izole pozisyonlardan ya da ana akım dışı teorik varsayımlardan yola çıkarak, verilerinin benzer ilişkisel fenomenlere işaret ettiğini keşfetmiştir. Aklıma gelen kavramlar arasında Malan’ın (1976) “çekirdek çatışma [nuclear conflict]”, Gill ve Hoffman’ın (1982) “hastanın terapistle ilişkisine dair deneyimi [patient’s experience of the relationship with the therapist]”, Bucci’nin (1985) “göndermeli set [referential set]” Stern’ün (1985) “Genelleştirilmiş Etkileşim Temsilleri [Representations of Interactions that have been Generalized]” (“RIGs”), Henry, Schacht ve Strupp’un (1986) “döngüsel uyumsuz örüntü [cyclical maladaptive pattern]” Tomkins’in “çekirdek sahne [nuclear scene]” (bkz. Carlson, 1986), Weiss, Sampson ve çalışma arkadaşlarının (1986) “yüksek zihinsel işlevsellik hipotezi [higher mental functioning hypothesis]”, Dahl’ın (1988) “temel tekrarlayan ve uyumsuz duygusal yapı [fundamental repetitive and maladaptive emotional structure]” ya da “çerçeveler [frames]”, Horowitz’in (1988) “kişisel şema [personal schema]” kavramı, Lachmann ve Lichtenberg’in (1992) “model sahneleri [“model scenes]” kavramı, Luborsky ve Crits-Christoph’un (1998) “çekirdek çatışmalı ilişki teması [core conflictual relationship theme]” ve Bretherton’un (1998) “temsiller [representations]” kavramları bulunmaktadır. Lorna Smith Benjamin’in (1993) ampirik olarak geliştirdiği Sosyal Davranışın Yapısal Analizi [Structural Analysis of Social Behavior] ilişkisel örüntülerin tanısal açıdan kritik olduğu yönündeki vurguyla tutarlı olan en kapsamlı ampirik araştırma projelerinden birini temsil etmektedir. Psikanalitik olmayan yazında da benzer bir tekrarlayan örüntüler vurgusu görmek mümkündür; örneğin, Klerman ve çalışma arkadaşlarının (Klerman, Weissman, Rounsaville & Chevron, 1984) “kişilerarası psikoterapi [interpersonal psychotherapy]” üzerine yaptığı çalışmalarda bu yaklaşım dikkati çekmektedir.

Araştırmacılar, tekrarlayan senaryoları (şablonlar, hikâye çizgileri, bilişsel haritalar, kişisel kayıtlar, öznel yapılar -hangi metaforu tercih ederseniz) bireysel psikoloji ve psikopatolojiyi anlamada merkezi bir unsur olarak tanımlamadan çok önce, terapistler danışanlarının içsel dünyalarında ve dışsal ilişkilerinde sınırlı sayıda temanın tekrar eden doğasından etkilenmişlerdi. İnsanlara saatler boyunca yardımcı olma çabasına sürekli olarak dâhil olmak, bir terapisti, her danışanın otorite, bağımlılık, yakınlık, cinsiyet, güç, duygu ve diğer ilişki boyutlarına dair kendine özgü varsayımlarını ortaya çıkaran bir rol içine tekrar tekrar sokar. Çağdaş psikodinamik klinik literatür, bu tekrarlayan kişilerarası yapılandırmaları genellikle “içselleştirilmiş nesne ilişkileri [internalized object relations]” olarak adlandırmaktadır (örneğin, Kernberg, 1976; Ogden, 1986; Bollas, 1987; Horner, 1991; Scharff & Scharff, 1987, 1992). Sandler ve Rosenblatt’ın (1962) bireyin öznel “temsili dünyası [representational world]” kavramı ve Atwood ve Stolorow’un (1984) “öznellik yapıları”na [structures of subjectivity] yaptığı vurgu, bireysel psikolojinin bu boyutunu kavrama çabasına yönelik ilgili kavramlardır. İlişkisel temaları anlamaya yönelik daha popüler ve oldukça basitleştirilmiş bir yaklaşım, 1970’lerde Eric Berne’ün (1974) belirli yaygın “oyunlar [games]” ya da “senaryolar”ı [scripts] betimleyen “transaksiyonel analiz”inde [transactional analysis] ortaya çıkmıştır.

Psikoterapide, hasta ile terapist arasında ve hastanın hayatındaki en önemli kişilerle tekrar tekrar ele alınan meseleler, bir süre sonra hem danışan hem de terapist için son derece tanıdık hale gelen tekrarlayan (derinlemesine çalışılan [working through]) dramatik örüntüler olma eğilimindedir. Oliver Wendell Holmes’un herkesin aslında tek bir konuşması olduğunu ve bunu hayatı boyunca farklı biçimlerde tekrar tekrar gerçekleştirdiğini söylemesi doğruysa, terapide de her bireyin, ne kadar farklı açılardan ele alınırsa alınsın, keşfetmesi ve genişletmesi gereken tek bir temel ilişkisel alanı olduğu söylenebilir. Hepimizin tekrarlayan örüntüleri vardır; bunların çoğu uyumsaldır ve zararsızdır. Ancak, merkezi temamız kalıcı ve çözümlenemeyen bir çatışmayı barındırdığında, bu durum sorun haline geldiğinde psikoterapiye başvururuz. Örneğin, yakınlık özlemi duyarız ancak insanları uzaklaştıran bir şekilde davranırız; ketlenmeden kurtulmak isteriz ancak dürtüselliğimizden korkarız; özerklik ararız ancak bir edimsellik (agency) pozisyonundan hareket ettiğimizde utanç ve şüphe hissederiz.

AKTARIMDAKİ İLİŞKİSEL TEMALAR

Aktarım fenomeni [phenomenon of transference] bazen, çocuklukta bakımverenlere yönelik tutumların doğrudan yer değiştirmesi olarak yanlış anlaşılmıştır. Oysa gerçekte çok daha karmaşıktır. Klinik duruma yalnızca belirli kişiler değil, bütünüyle atmosferler, duygusal yoğunluklar ve savunmacı konstelasyonlar da aktarılır. Terapist, Freud’un en önemli olarak tanımladığı “Ben bu kişi için kimim?” ve “Bu figür ağırlıklı olarak olumlu mu, olumsuz mu?” sorularıyla kendini sınırlayamaz; aynı zamanda aktarılanın nüanslarını ve anlamlarını da hissetmelidir. Bu değerlendirme sürecinde iki aşamalı bir yaklaşım gereklidir: (1) Sürekli olarak yeniden sahnelenen [reenacted] örüntü nasıl tanımlanabilir? ve (2) Bu kişi için bu örüntünün kökenleri, anlamları, güdüleri ve pekiştiricileri nelerdir?

Oldukça yaygın bir örüntü olan ilişkileri cinselleştirme eğilimini [sexualize relationships] ele alarak konuyu somutlaştırmak istiyorum. Bu eğilim, kimi zaman daha ilk görüşmede kendini gösterebilir; örneğin, heteroseksüel bir kadın danışanın erkek bir terapistle terapi sürecine başlaması durumunda. Bu noktada, parantez içinde bir yorum yapmak gerekirse, çoğu terapist, heteroseksüel bir erkeğin kadın bir terapistle terapiye başlaması durumunda ilişkileri cinselleştirme eğiliminin aynı derecede hızlı ve gözle görülür olmadığını kabul etmektedir. Bunun muhtemel nedeni, Batı kültürlerinde yüksek otorite konumundaki bir kadın ile daha düşük otorite konumundaki bir erkeğin bir araya gelişinin aynı erotik potansiyeli barındırmadığının algılanmasıdır. Aynı şekilde, danışan eşcinsel ya da lezbiyen olduğunda ve terapist ile aynı cinsiyeti paylaştığında, özellikle de terapistin heteroseksüel olduğu varsayılıyorsa, bu örüntünün aktarımda kendini göstermesi genellikle daha uzun sürmektedir. Bunun nedeni büyük olasılıkla, danışanın toplumsal olarak küçümsenen arzulardan kaynaklanan ketlenmeleridir.

Yaygın kanıların aksine, “analistine âşık olma (falling in love with
one’s analyst
)” fenomeni ne kaçınılmazdır ne de kolayca anlaşılabilirdir. Freud, bu tür tepkileri anlamaya çalışan ilk kişiydi, ancak onları büyük ölçüde basitleştirdi. Freud, erotik aktarımı [erotic transference], infantil nesnelerden mevcut nesnelere doğru pozitif cinsel güdülerin yer değiştirmesi olarak yorumladı. Başka bir deyişle, Freud’a göre erkek terapistine karşı cinsel bir takıntı geliştiren heteroseksüel bir kadın, bir zamanlar babasına karşı bilinçli olarak hissettiği ve ödipal döneminin sonunda bastırdığı duyguları yeniden deneyimliyordu. Ancak analistler uzun zamandır erotik aktarımın bundan çok daha fazlasını temsil ettiğini bilmektedirler; terapötik ilişkinin cinselleştirilmesi [sexualization] ya da erotize edilmesi [erotization] hiçbir zaman basit bir süreç değildir. Buna karşın, psikoterapide bazı sevgi türleri oldukça doğrudan ve yüksek düzeyde çatışmalı olmayan deneyimler olabilir. Nitekim Bergmann’ın (1987) belirttiği gibi, terapiste yönelik sevgi geliştirme deneyimi, tedavi sürecinin beklenen ve terapötik açıdan temel bir unsurudur. Aslında, analitik psikoterapinin etkinliği tam da bu tür duygulardan kaynaklanır. Bir terapistin danışanı için duygusal açıdan ne kadar önemli olduğu, onun erken dönem bakımverenlerinden içselleştirdiği güçlü ve tutkulu olumsuz etkileri dengeleme gücünü de o kadar artırır.

Günümüz terapistleri, terapi ilişkisinin cinselleştirilmesini anlamada birçok alternatif olasılığa açıktır. Burada, tüm ilişkilerde -profesyonel olanlar da dâhil- zaman zaman ortaya çıkabilen geçici erotik duygulardan değil, terapistin sevgilisi olma fantezilerine kronik olarak gömülme durumundan bahsediyorum. Örneğin, danışanın terapistine yönelik sürekli cinsel çekimi, güçlü ve baştan çıkarıcı bir anneyle özdeşim kurduğunu gösterebilir. Ya da bunun tam tersi bir tutumdan kaynaklanabilir ve bilinçdışı düzeyde gücün erkeklere özgü olduğu inancını barındırarak, erkeklerin bu gücü paylaşmaya ikna edilmesi gerektiğini ifade edebilir. Bu durum, Weiss ve arkadaşlarının (1986) tanımladığı gibi, çocuklukta yaşanan cinsel istismarın yarattığı kaygıyı pasif-aktif dönüşümüyle [passive-into-active transformation] denetim altına alma girişimi de olabilir. Veya, nefret edilen bir ebeveyni yenme arzusunu barındırarak, terapisti profesyonel rolünden çıkmaya zorlamaya yönelik bilinçdışı bir çaba içerebilir. Bir kadın için bir erkekle cinselleştirilmiş bir ilişkiye girmek, çocuklukta duygusal olarak yoksun bırakılmış bir kız çocuğu olarak bakım ve sıcaklık ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenmiş olmasının bir sonucu olabilir. Bunun yanı sıra, lezbiyen olmadığını kanıtlama gereksinimini yansıtan savunmacı bir tutum da olabilir. Erotizm konusundaki ketlenmelerin aşılmasına yönelik bilinçdışı bir zafer ifadesi de olabilir. Ya da yasak figürler dışında kimseye cinsel arzu duyamama örüntüsünün bir parçası olabilir. Bazı durumlarda ise, kişinin aksi takdirde yok edici ve ölü hissedeceği bir duruma canlılık ve duygu katmaya yönelik umutsuz bir girişimi temsil edebilir. Sürekli cinselleşmiş bir aktarım, bu dinamiklerden herhangi birinin ve daha pek çoğunun bir tezahürü olabilir ve genellikle, erotik bir durumu aşırı şekilde belirleyen [overdetermined] birkaç farklı bilinçdışı tutumun birleşimi olarak ortaya çıkar (bkz. Gabbard, 1994, 1996).

Danışanların terapistleri tarafından cinsel olarak istismar edilme sıklığına ilişkin ampirik literatür (Pope, 1989) ve sınır ihlallerine dair analitik literatür (Gabbard & Lester, 1995), oldukça ciddi bir soruna işaret etmektedir. Bu durum, danışanın terapi ilişkisini cinselleştirmesinin karmaşık anlamlarının birçok uygulayıcı tarafından yeterince anlaşılmadığını göstermektedir; zira bazı terapistler, danışanlarının kendilerine duyduğu çekimi, kendi doğuştan gelen çekiciliklerine verilen beklenen tepkiler olarak görmeyi tercih etmektedir. Ancak, terapistlerin narsisizmi tarafından körüklenen yıkıcı cinsel eylemleri bir kenara bıraksak bile, klinisyenlerin temel görevi, bireysel danışanlarını cinsel takıntılarından özgürleştirerek, terapi sürecini başvurma nedenleri olan sorunları çözmek için kullanmalarına yardımcı olmaktır. Terapötik ilişkinin cinselleştirilmesi, yalnızca etik bir netlik ve rutin bir diplomatik tutum gerektirmekle kalmaz; bu fenomenin yorumlama, yüzleştirme, sınır koyma ya da zamanla kendiliğinden sönümlenecek önemli bir güdünün sessizce tolere edilmesi yoluyla ele alınması, ancak belirli bir kişi için cinselleştirilmiş bir bağlanmanın temel ilişkisel anlamının doğru kavranmasına bağlıdır.

Danışanın başka biriyle bağ kurma eğilimi, ilk görüşmede kendini gösterecektir ve genel bir formülasyonun içine dahil edilmelidir. Bir vakayı doğru şekilde formüle etme süreci, kısmen, terapistin kendi öznelliğini kullanarak danışanın şekillendirdiği ilişkisel formun muhtemel anlamını kavrayabilme becerisine bağlıdır. Terapist, belirli bir ilişkisel eğilimin merkeziliğini açıklayabilecek, danışanın geçmişine dair bilgileri dikkate almanın yanı sıra, kendi içsel duygusal tepkilerini de tanısal bir araç olarak kullanır. Bunu nasıl yapacağını göstermek için, ilişkileri cinselleştirme eğilimi olan bir danışan örneği üzerinden devam edelim. Baştan çıkarıcı bir danışana yönelik öznel tepki, zevk, korku, rahatsızlık, cinsel uyarılma ya da narsistik yücelme gibi çeşitli duygular tarafından şekillenebilir. Her bir tepki, bu danışan için erotizasyonun ne anlama geldiğine dair farklı bir şey ifade eder.

Doğal olarak, görüşmecinin tepkileri, kendi ilişkisel eğilimleri ile danışandan gelen duygusal etkilerin birleşimi olacaktır; bu nedenle, iyi eğitilmiş terapistler, etkileşimde “kendilerine ait” olanı, danışanın getirdiğinden ayırt etmeye çalışırlar (Roland, 1981). Nitekim, birçok çağdaş psikanalist, aktarımın terapi sürecine katılan her iki tarafın öznellikleri tarafından “birlikte inşa edildiğini [co-construction]” vurgulamaktadır (örneğin, Orange, 1995). Psikanalitik eğitim enstitülerinin geleneksel olarak terapistin kişisel analizine büyük önem vermelerinin bir nedeni de budur: Kendi örüntülerine dair farkındalık geliştirmek, terapistin, danışanın tetiklediği duygular ile kendi kişilerarası deneyimlerinde hissetmeye eğilimli olduğu duygular arasındaki farkı ayırt edebilmesini sağlar.

Yıllar içinde, birçok analitik süpervizörün, bir danışan terapistte güçlü duygusal tepkiler uyandırdığında, yeni başlayan terapistlerin öncelikle “kendi meselelerini” tanımlamaları gerektiğini fazlasıyla vurguladıkları sonucuna vardım. Eğer danışanın bir duygulanımı harekete geçirdiği her durumda terapistin ana yönelimi bu olursa, kişi kendini sürekli bir öz-analiz döngüsünde kaybedebilir ve iki kişi arasındaki zorlayıcı bir duygusal durumun çözümünün esas olarak terapistin kendi çatışmalarını çalışmasına bağlı olduğu sonucuna varabilir. Bu, yanlış yönlendirilmiş bir görüştür; hem kusursuz bir kendini tanımanın [self-knowledg] ve otokontrolün [self-control] ulaşılamaz oluşu nedeniyle, hem de danışanların terapistlerinin çatışmalarını değil, kendi çatışmalarını çözmek için terapiye gelmeleri nedeniyle. Daha da önemlisi, böylesi bir odaklanma, terapistleri kendileri üzerinde etkili olan duygusal dinamikleri fark etmekten alıkoyarak, her iki tarafı da danışanın etkileşime ne getirdiğini daha derinlemesine anlamaktan mahrum bırakır. Terapötik ikilide [therapeutic dyad: terapist-danışan ikilisi] yaşananların şekillenmesinde terapistin duygusal katkısı ne kadar önemli olursa olsun, tanısal amaçlar açısından öncelikle danışanın herhangi bir etkileşime ne kattığını kavramak esastır.

Bu noktayı vurguladıktan sonra, önemli bir uyarı eklemeliyim: Bir danışanın yanında belirli bir duygu hissetmek, otomatik olarak bu duygunun danışan tarafından oraya “yerleştirildiği” anlamına gelmez. Karşıaktarım tepkilerinin tanısal değerine ilişkin farkındalık, bugün artık ana akımda rahatça kabul gören özgürleştirici bir bakış açısıdır; ancak ne yazık ki, bazı uygulayıcılarda, kendilerinde fark ettikleri rahatsız edici zihinsel durumları doğrudan danışana atfetme eğilimini de beraberinde getirmiştir (örneğin, “Şu an öfkeli hissediyorum, öyleyse beni öfkelendirmeye çalışıyorsun” ya da “Kafam karıştı, demek ki senin de gerçekte hissettiğin bu” gibi yorumlar). Terapistin öznelliğinin danışanın psikolojik dinamikleri hakkında çok şey söyleyebileceğini bilmek, yine de disiplinli bir yaklaşımı, iç gözlemi ve birden fazla açıklama olasılığını tartmayı gereksiz kılmaz.

Yıllar önce, ilk değerlendirme görüşmesini yaptığım bir erkek danışan, beni doğrudan “Nance” diye hitap ederek karşıladı, ofis kapısını benim için tuttu ve kıyafetim hakkında iltifat etti. Görünüşe göre, benimle tamamen flörtöz bir tarzda ilişki kurmaya ihtiyaç duyuyordu. Onun tavırlarından rahatsızlık duyduğumu fark ettim ve kendimi küçümseyici ve yargılayıcı bir tepki vermeye eğilimli hissederken buldum -sanki ona “Davranışın profesyonel bir ortamda son derece uygunsuz” demek istiyordum. Ancak, onun baştan çıkarıcı tavrına karşı kendi tepkimi tam olarak anlamadan bu duygularımı doğrudan dışa vurmak istemediğim için, hem sınırlarımı koruyarak hem de sıcak bir yaklaşımı sürdürebilerek görüşmeye devam ettim ve kişisel geçmişine dair bilgi toplamaya başladım. Sonunda, annesini son derece baskın ve hatta sadistik biri olarak deneyimlediğini öğrendim. Flörtöz tavrının, potansiyel olarak güçlü gördüğü kadınlar üzerinde üstünlük kurma çabası olabileceğini fark etmeye başladım. Benim rahatsızlığım ise, onun beni aşağı konuma yerleştirme girişimine karşı verdiğim savunmacı tepkiyi yansıtıyordu. İlginç bir şekilde, seansın ilerleyen dakikalarında, yargılayıcı bir ton kullanmadan onun bana flört etme eğilimi hakkında yorum yaptığımda, kendisini açığa çıkmış ve önemli bir “silahını” kaybetmiş gibi hissetti. Ardından, görüşmenin geri kalanına odaklanamayacak kadar uykulu hale geldi. İlgisini çeken kadınlarla -ki yalnızca görece güçlü kadınlara ilgi duyuyordu- tekrarlayan bir örüntüyü anlatmaya başladı: Önce onları etkilemeye çalışıyor, bu işe yaramazsa onların yanında katlanılmaz bir yorgunluk hissediyordu. Bu danışanı terapiye aldım, ancak kısa süre içinde ikimiz de bu dinamiğin terapötik ilişkimizi fazlasıyla baskılayıcı hale getirdiği sonucuna vardık -sürekli uykuya dalan biriyle terapi yapmak kolay değildir- ve sonunda onu, kadınlarla yaşadığı bu örüntüyü doğrudan seanslarını sabote etmeden konuşabileceği bir erkek terapiste yönlendirdim; burada daha iyi ilerleme kaydetti.

Uzun yıllar birlikte çalıştığım başka bir adam aramızdaki erotik duyguya daha incelikli ve yavaş bir şekilde katkıda bulundu. Onun saati sırasında kendimi cinsel fantezilerle meşgul bulduğumda, hem cinsel heyecan hem de korkunun rahatsız edici bir kombinasyonunu hissettim. Ayrıca bu duyguları görmezden gelmek, sanki ortamda erotik hiçbir şey yokmuş gibi davranmak ve kesinlikle beni tahrik eden hiçbir şey yokmuş gibi davranmak konusunda güçlü bir istek duydum. Bir süre sonra, hissettiğim “titreşimler [vibes]” hakkında yorum yapmadan onunla çalışırken o kadar samimiyetsiz hissettim ki, onunla birlikte kaçınmaya suç ortaklığı yaptığımız bazı cinsel materyaller olduğu hissini uyandırdım (bkz. Davies, 1994). Önce inkarla, sonra da korku ve utançla karşılık verdi. İlk görüşmede bana cinsel tacize uğradığını söylememiş olsa da, üç yaşından yedi yaşına kadar ritüelleştirilmiş, sadist ve erotik bir şekilde ona lavman yapan annesiyle yaşadığı tekrarlayan bir deneyime dair güçlü çağrışımları vardı. Annesinin ona düzenli olarak dayattığı bu özel, gizli aktiviteden hem travmatize olmuş hem de heyecanlanmış hissediyordu. Lavmanların dramının dışında, gizli ritüellerinden asla bahsetmemek konusunda zımni bir anlaşmaları vardı. Heyecanım, korkum ve cinsel atmosferi göz ardı etme isteğim, daha sonra ilişkilerinin çoğunda bir sorun olarak ortaya çıkan bu karmaşık kişilerarası dinamiği yansıtıyordu.

Ofisimde cinsel bir atmosfer yaratan bir başka danışan ise bende tamamen farklı bir duygusal tepki uyandırdı. Derin bir şekilde ketlenmiş, şizoid bir adamdı ve otuz altı yaşına geldiğinde, birçok kadınla ciddi ilişkiler geliştirme fırsatına sahip olmasına rağmen hâlâ bakir ve bakir olmasının bir sorun teşkil ettiğini hissetmeye başlamıştı. Psikolojisi, hiçbir suçluluk duymayan çapkın bir baba figürüyle kurduğu karşıt özdeşim [counteridentification] tarafından şekillendirilmişti; babası, ergenlik döneminin başlarından itibaren onu kendisiyle birlikte seks işçilerinin hizmetlerinden yararlanmaya teşvik ediyordu. Danışanımın zihninde cinsellik, babasının sapkın gündemine boyun eğmekle tamamen iç içeydi ve bu gündem, kadınları aşağılamaya yönelik ince örtülü bir zorlanımı da içeriyordu. Ancak danışanım annesini seviyordu ve bu oyunu oynamayı reddetmişti.

Görüşmenin sonlarına doğru, tepkisini yorumlaması için yaptığım davet üzerine, bu danışan beni çekici bulduğunu belirtti. Bu durumda benim öznel tepkim basitçe bir hoşnutluk duygusuydu -yalnızca iltifat edilmenin doğal bir sonucu olan narsistik yücelme değil, aynı zamanda onun, babasının zorlayıcı şekilde cinselleştirdiği yaklaşımdan farklı bir erotik eğilimi hissedebilme ve adlandırabilme kapasitesine sahip olabileceğine dair daha annesel bir beklenti de söz konusuydu. Çoğu erotik aktarımın aksine, onun terapi ilişkisini zihinsel olarak erotize etmesi öncelikli olarak bir direnç işlevi taşımıyordu (örneğin, güç meselelerine ya da istismar geçmişine dair anılara direnç olarak ortaya çıkan önceki iki örnekte olduğu gibi). Bunun yerine, bu süreç, yakınlığa yönelik bir gelişim potansiyelinin ortaya çıkışını temsil ediyordu ve nihayetinde, yıllardır beğendiği ve hayranlık duyduğu bir kadınla kurduğu cinsel ilişkiyle kendini gösterdi. Benim ilk karşı aktarım [countertransference] tepkim en azından kısmen olumlu bir nitelik taşıyordu; çünkü bu danışanda, daha çatışmalı ve dirençli bir süreçten ziyade, gelişimsel açıdan olumlu bir süreç işliyordu (bkz. Trop, 1988).

Bu bölümde ele almak istediğim fenomenleri açıklamak için cinselleştirilmiş etkileşimleri kullanmamın nedeni kısmen, terapistlerin başa çıkmakta en çok zorlandıkları konulardan biri olması, kısmen de günümüz terapi öğrencilerinin danışanlarına yönelik daha cinsel tepkilerini kabul etmekte ve keşfetmekte tereddüt ettiklerini gözlemlememdir. (Belki de eğitim programlarımız, terapötik sınırları ihlal eden cinsel eylemleri caydırmaya o kadar büyük bir vurgu yapmıştır ki, terapistler uyarılmaya dair en ufak bir belirtiyi fark etmekten bile korkar hale gelmişlerdir.) Ancak burada ele alınan ilkeler, aktarımda ortaya çıkan herhangi bir kişilerarası dinamik ve buna eşlik eden tüm duygusal unsurlar için geçerlidir. Bir terapist, danışanın kendisinde uyandırdığı duygulara -cinsel uyarılma, nefret, sadizm, utanç, sıkıntı, küçümseme ve kıskançlık gibi rahatsız edici olanlar da dâhil- tam anlamıyla açık olduğunda, terapi odasında bütün bir dramatik anlatının (Freud’un çarpıcı ifadesiyle bir “aile romansı [family romance]”) geliştiğini ve bu sürecin terapi yoluyla yeni olay örgüleri, karakterler ve çözümler için bir alan açtığını keşfedecektir.

Psikanaliz ve Psikoterapide Aktarım Temalarının Göreli Sonuçları

Klasik psikanalitik tedavide, analist [analyst] ile analizan [analysand] arasında temel çatışmalı ilişkinin aşamalı olarak yeniden yaratılması, aktarım nevrozu [transference neurosis] olarak adlandırılmıştır (Freud, 1920). “Psikanaliz bir hastalık yaratıp sonra onu tedavi etmeye çalışır” şeklindeki esprili yorumlar bütünüyle yanlış değildir; çünkü analitik durum, problematik ilişkisel örüntülerin olağanüstü ayrıntılı ve tam duygusal yoğunlukla ortaya çıkmasını teşvik eder. Bir aktarım nevrozunun karşılıklı olarak tanınması ve ardından derinlemesine çalışılması, aslında psikanalizi daha az iddialı tedavilerden niteliksel olarak ayıran unsurdur. Aktarım nevrozunun ortaya çıkmasını en üst düzeye çıkarmak için kullanılan teknik prosedürler -divanın kullanımı, serbest çağrışım, seans sıklığının yüksek olması, süre sınırlamasının olmaması-çoğunlukla psikanalizi psikanalitik yönelimli terapilerden ayıran belirleyici faktörler olarak kabul edilir. Ancak, gerçekte bunlar sadece tam bir analizin mümkün hale gelmesini sağlayan koşullardır. Bilindiği üzere, analitik çalışmaya motive olmuş daha sağlıklı bireyler arasında, bazıları haftada iki kez yapılan terapide bir aktarım nevrozunun gelişimini ve çözümünü deneyimlerken, haftada beş kez yapılan analizde bile temel ilişkisel örüntünün analitik ortaklık içinde tam olarak yeniden üretilemediği danışanlar da bulunmaktadır. Şimdiye kadar, “analiz edilebilirlik [analyzability]” sorusuna büyük önem verilmesine rağmen, tedaviye başlamadan önce hangi danışanın derin bir aktarım nevrozu geliştireceğini ve hangisinin geliştirmeyeceğini güvenilir bir şekilde belirlemenin yolu henüz bulunamamıştır (Greenson, 1967; Etchegoyen, 1991). Kısıtlı ancak regresif bir deneyim olarak erken dönem duygusal ilişkilerin yeniden yaşantılanması, terapist ile danışanın birlikte danışanın kişilerarası temalarının ve tekrar eden örüntülerinin gücünü fark etmelerini, bu örüntülerin neden bu kadar etkili olduğunu derinlemesine anlamalarını ve içerdiği çatışmaları çözmek için yeni yollar geliştirmelerini mümkün kılar.

Klasik analiz, genellikle yüksek ego gücüne [ego strength], yüksek motivasyona ve kişisel öznel dünyasına mümkün olduğunca derinlemesine inmeye yönelik mesleki ya da bireysel ilgiye sahip kişiler için tercih edilen tedavi olarak kabul edilir. Ancak, borderline ya da psikotik yapıdaki bireyler için veya belirli türde patolojilere sahip danışanlar için (örneğin, disosiyatif semptomlar, paranoyak eğilimler) en iyi tedavi yöntemi değildir -bu bireyler nevrotik spektrumda yer alsalar bile. Dahası, klasik analiz her ne kadar ideal bir yaklaşım olsa da, birçok durumda pratik açıdan uygulanabilir değildir. Daha az yoğun terapilerde, terapist ve danışan tam anlamıyla gelişmiş bir aktarım nevrozu yerine, aktarım tepkileri [transference reaction] ile çalışırlar. Ancak hedef aynıdır: Terapi sürecinde tekrar eden çatışmaları fark etmek ve bunlar için birlikte farklı çözüm yolları geliştirmek.

Psikodinamik terapi, klasik psikanalizden daha zor uygulanır. Analizde, ilişkisel örüntüler aşamalı ve doğal bir şekilde ortaya çıkar; terapistin, hangi kişilerarası meselelerin en önemli olduğunu düşündüğüne dair yönlendirici baskısı bu süreci nispeten bozmaz. Ancak, daha az sıklıkla yapılan, zaman sınırlı olan ya da analiz sürecinin kontrolsüz regresyonu fazla teşvik edeceği danışanlarla yürütülen terapilerde, terapistler dinamikleri onlar acı verici derecede belirgin hale gelmeden önce formüle etmeye daha fazla özen göstermek zorundadır. Bu terapistler, müdahalelerinde daha aktif olmalı ve keşfetmeye başladıkları örüntüler konusunda yanılma veya tamamen hatalı olma riskini almaya daha istekli olmalıdırlar. Analizin doğası gereği dinamik yönelimli terapilere kıyasla daha üstün olduğuna dair geçmişten gelen bazı önyargılar (bu önyargı psikanalistlerin narsisizmini beslemiş ancak klinik sonuçlarla yalnızca dolaylı olarak ilişkili görülmüştür [Wallerstein, 1986]) varlığını sürdürmekle birlikte, çağdaş klinisyenler daha sınırlı terapilerin -ifade edici (expressive) ve destekleyici (supportive) yaklaşımlar da dâhil- yürütülmesinin daha zor olduğunu, daha fazla yaratıcılık gerektirdiğini ve çoğu zaman danışanın ihtiyaçlarını analize kıyasla daha yeterli bir şekilde karşıladığını giderek daha fazla takdir etmektedirler.

Aktarımdan Belirgin Şekilde Eksik Olan İlişkisel Örüntüler

Duyarlı terapistler, terapötik ikilide tekrar eden ilişkisel örüntüleri fark etmekle kalmaz, aynı zamanda danışanın deneyiminde hangi ilişki biçimlerinin eksik olduğunu da sezmeye çalışırlar. Bu, tanısal süreç açısından var olan ilişkisel paradigmaları belirlemekten daha zor bir boyuttur; çünkü, doğası gereği, danışanın söze dökemediği boşluk ve yokluk alanlarına empatik bir sıçrama yapmayı gerektirir. Tamamen yetersiz beslenmiş, sadece lapa yiyerek büyümüş bir kişi, bir şeylerin yanlış olduğunu hissedebilir, ancak salatanın ne olduğunu bilemez. Bir vakanın formüle edilmesinde önemli bir boyut, bir kişinin deneyiminin hiç parçası olmamış ilişki türlerini değerlendirmek ve ardından bu kavramları danışanın duygusal olarak anlamlı bir şekilde deneyimleyebilmesini sağlamak için ona nasıl tanıtılabileceğini keşfetmektir. Böylece, kişi yoksun kaldığı şeyler için yas tutabilir ve daha önce hayal bile edemediği ilişki kurma kapasitelerini geliştirebilir. Mevcut ve problemli olanı anlamanın yanı sıra, eksik [deficit] olanı da sezebilme yetisi, genel klinik teorinin uzun bir süre temel bir özelliği olmamıştır. Ancak, kendilik psikolojisi [self psychology] ve öznelerarası [intersubjective] yaklaşımlar gibi eksiklik formülasyonlarının [deficit formulation] gelişmesiyle (örneğin, Kohut, 1977; Stolorow & Lachmann, 1980; Ornstein & Ornstein, 1985; Stolorow, Brandschaft & Atwood, 1987; Wolf, 1988), terapistler artık danışanlarının önceden göz ardı edilen duygusal ihtiyaçlarını ve çıkmazlarını anlamak için daha fazla modele sahiptir.

Uzun zamandır, 1950’ler ve 1960’larda birçok psikopatolojinin anne yetersizliklerine bağlanmasına yönelik etiyolojik spekülasyonların, o dönemin kültürel çocuk yetiştirme iklimini yansıtan klinik bir durumun ürünü olduğunu düşünüyorum: Çok fazla anne, ama yeterince baba yoktu. Başka bir deyişle, duygusal olarak belirgin bir şekilde olmayan babaları olan bireyler, içselleştirilmiş anne sorunlarını terapi odasına taşıma eğilimindeydi. Danışanlar anneleriyle ilgili sıkıntılar yaşadıklarını biliyorlardı; ancak çoğu zaman, hayatlarında daha fazla baba figürü olsaydı, annelerinin bu kadar baskın ve ezici görünmeyeceğini fark etmiyorlardı. Annesinin etkisinden kurtulmak için bu kadar çok enerji harcamaları gerekmeyebilirdi. Bir annenin fazla yaptıklarına üzülmek, bir babanın eksik bıraktıklarına üzülmekten daha somut ve daha az acı vericiydi. Terapistler açısından da, aktarımda bulunanla çalışmak, yani danışanlar tarafından tekrar tekrar anne olarak görülmek daha çekiciydi; çünkü terapistler orada ve aktif bir şekilde varlık gösteriyorlardı. Buna karşın, aktarımda eksik olanla -yani deneyimin babasal boyutuyla-çalışmak daha zordu.

Danışanın terapistle kurduğu bağlantıda mevcut olan ilişkisel örüntüleri tam olarak hissetmek kadar, mevcut olmayan ilişkisel örüntüleri değerlendirmek de aynı derecede önemlidir. Bir keresinde, depresyon nedeniyle terapiye gelen ve bu durumunu otuz dokuz yaşına girmiş olmasıyla ilişkilendiren bir erkek danışanla yaptığım erken seanslardan birinde, bana daha önce söylediği şeyleri tekrarlama eğiliminde olduğunu fark ettim. “O kadar da dikkatle dinlenmediğin hissine kapılıyorum,” diye yorum yaptım. “Ne demek ‘dinlenmek’?” diye sordu, ‘dinlenmek‘ kelimesine hafif bir alaycı ton yükleyerek. “Tam olarak bilmiyorum,” diye yanıtladım, “ama bana sanki söylediklerini yeterince dikkatle dinlemiyormuşum gibi tekrar ediyorsun. Belki de seni yetiştiren kişiler dikkatleri dağılmış ya da meşguldü ve sen de onlara daha önce söylediklerini hatırlatmaya alıştın diye düşündüm.” Bunun üzerine, “Yani çoğu ebeveyn çocuklarını dinler mi?” diye sordu. Bu onun için yeni bir kavramdı. Herkes, kendi aile ortamını norm olarak kabul eder ve genellikle ancak yetişkinlik döneminin ilerleyen aşamalarında, ailelerinde eksik olan ancak hiç bilinçli olarak özlenmemiş şeyleri fark edebilirler.

Günümüz travma ve dissosiyasyon araştırmacıları (örneğin, McFarlane & van der Kolk, 1996) da benzer bir noktayı vurgulamaktadır. Erken dönem travmatik yaşantıları olan bireylerde -örneğin cinsel istismar, fiziksel kötü muamele ya da acı verici tıbbi müdahaleler gibi deneyimler- genellikle dikkat çeken şey yaşanan travmanın kendisidir. Ancak, bu bireylerin psikolojisini anlamada ihmalin rolü en az yaşanan travma kadar önemlidir. Çocuklukta var olmayan şeyler, var olanlar kadar belirleyicidir. Aslında, bir çocukla yeterince vakit geçirilip yaşananları anlamasına ve duygusal olarak işlemesine yardımcı olunursa, neredeyse her deneyim travmatik olmaktan çıkabilir. Özellikle iki yaşından sonra, çocukların konuşabildiği bir dönemde, travmanın kendisinden çok, ailenin onu küçümseyerek ya da inkâr ederek ele alması psikopatoloji açısından belirleyici hale gelir. Bir istismar mağduruyla görüşme yapıldığında, kişinin yaşadığı korkunç olayları anlatışı büyüleyici ve etkileyici olabilir. Ancak, bir terapistin asıl dikkat etmesi gereken şey, anlatılan dramada eksik olan unsurlardır: Kimse çocuğun yaşadıklarını dinlemedi. Kimse ona teselli sunmadı. Kimse, olanları söze dökmesine yardımcı olmadı. Kimse, başa çıkmanın bir yolunu modellemedi. İşte, terapi sürecinde en iyileştirici unsurlar, danışanın geçmişte deneyimleyemediği ancak terapi ilişkisi içinde yeniden inşa edilebilecek olan bu unsurlar olacaktır.

TERAPİ ORTAMI DIŞINDAKİ İLİŞKİSEL TEMALAR

Her şey aktarımda -ne mevcut olarak ne de eksikliğiyle- görünür hale gelmez, özellikle de ilk değerlendirme görüşmesinde. Bir danışanın geçmişine detaylı şekilde bakmanın -aile, sosyal, cinsel, iş ve önceki terapi deneyimlerini değerlendirme- önemli nedenlerinden biri, yıllar boyunca ve farklı bağlamlarda farklı biçimlerde tekrar eden ilişkisel örüntüleri tespit etmektir. Tekrarlayan temalara dair farkındalık kazanmak, yalnızca danışan için terapötik olacak temel odak noktalarını belirlemeye yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda terapötik ittifakı [working alliance] yeterince sağlamlaştırarak danışanın terapiye devam etmesini sağlamak açısından da önem taşır.

Bu alanda özellikle önemli olan, danışanın geçmişte aldığı terapilerin detaylı bir şekilde incelenmesidir. Bu, özellikle birden fazla başarısız terapi girişiminde bulunmuş danışanlar için kritik bir noktadır. Danışanın yalnızca şanssız bir şekilde birkaç kötü eğitim almış ya da yeteneksiz terapiste denk gelmiş olması elbette mümkündür. Ancak, bir terapistin ilk görüşmede benimseyebileceği en iyi ön hipotez, danışanın önceki terapistlerle yaşadığı sorunların büyük olasılıkla kendisiyle de yaşanacağıdır. Danışanın önceki tedavilere dair şikayetlerini dikkatle değerlendirmek iki nedenden ötürü kritiktir: 1) Önceki terapistlerin hatalarından kaçınma şansı yaratır. Önceki terapistlerin hangi noktalarda problemli sahnelemelere dahil olduğunu tespit etmek, terapistin benzer bir durumu önceden fark etmesini ve yönetmeye hazırlanmasını sağlar. 2) Daha da önemlisi, terapist ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın, önceki profesyonellerin yaptığı hatalara -nesnel olarak olmasa bile danışanın algısı açısından- “yakalanma” olasılığı yüksektir. Dolayısıyla, önceki terapötik başarısızlıkların örüntüsünü titizlikle incelemek, terapiste danışana, benzer bir şeyin bu terapide de yaşanabileceğini önceden söyleme fırsatı sunar. Bu noktada kritik soru şudur: Danışan, bu kez terapiyi yarıda bırakmak yerine, öfkesini ve hayal kırıklığını söze dökerek çalışmayı sürdürebilir mi?

Bir danışanın bana, çok sayıda terapiste gittiğini, ancak daha önce hiç kimsenin onu gerçekten anlamadığını ve benim son umudu olduğumu söylediğinde, benlik saygım anında harekete geçer ve kendimi, bu danışana daha önce gördüğü profesyonellerden farklı olduğumu ve ona gerçekten yardımcı olabileceğimi garanti etmek isterken bulurum. Ancak, yıllar süren klinik deneyim, beni alçakgönüllü olmaya zorladı -bu içsel tepkimi tamamen değiştirmeye yetmese de, onu dışa vurmaktan kaçınmamı sağlayacak kadar. Şimdi danışanlarla açıkça şu pozisyonu alıyorum: Hatalar yapacağım, bu hatalar muhtemelen önceki terapistlerin yaptığı hatalara bir şekilde benzeyecek, ancak bu hataları danışanımla birlikte anlamaya çalışabilir ve onlara yapıcı bir şekilde nasıl tepki verebileceğimizi keşfedebiliriz. Bu yaklaşım, hem danışanı hem de beni gerçekçi olmayan beklentilerden korur ve şu mesajı iletir: “İnsanlar hayal kırıklığı yarattığında, bu deneyim yalnızca umutsuzluk yaratmak zorunda değildir; bundan başka bir şey de çıkabilir.”

Kariyerimin erken dönemlerinde, psikopatik eğilimleri olan bireylerle çalışmaya ilgi duymaya başladım. Bu tür danışanların gerektirdiği farklı terapi tarzını benimseyerek terapötik repertuarımı genişletmeyi seviyordum -yani, çoğu danışana dokunan daha yumuşak ve açıkça empatik yaklaşımdan çok farklı olarak, daha sert, doğrudan konuşan, gerçeği olduğu gibi söyleyen, yüzleştirici bir ton kullanmayı. Bu tür danışanlara yardımcı olamayan diğer terapistlerin safdilliğini eleştirel bir gözle değerlendiriyordum. Antisosyal bir danışanın terapisti “kandırmasına” izin vermemenin çok önemli olduğu öğretilmişti ve bir “hedef” olarak görülüp anında değersizleştirilmemek için bu danışanların denediği her türlü manipülasyonu açığa çıkarmaya çalışıyordum (bkz. Bursten, 1973). Bu yaklaşım belirli bir noktaya kadar işe yarasa da, kısa sürede ne kadar zeki olursam olayım, bir psikopatik danışanın beni bir şekilde manipüle etmenin yolunu bulabileceğini öğrendim. Bu nedenle, en önemli terapötik iletinin “Deneyebilirsin, ama beni kandıramayacaksın” değil, “Bak, eğer seans süresince beni kandırmak istiyorsan, bunu kesinlikle yapabilirsin -gerçek ile inandırıcı bir yalanı ayırt edebilecek büyülü bir yeteneğim yok- ama gerçekten burada geçireceğin zamanı bu şekilde harcamak istiyor musun?” olması gerektiği sonucuna vardım. Önceki terapistlerle ya da kişinin kendine özgü yeteneklere sahip olduğunu düşündüğü hayali diğer uygulayıcılarla rekabet etmek, içsel bir motivasyon kaynağı olarak işlev görebilir; ancak bu tür bir rekabeti dışa vurmak terapötik süreç açısından yıkıcı olabilir.

    Sosyal, cinsel ve iş geçmişinin incelenmesiyle ortaya çıkan kişilerarası örüntüler, terapi sürecinde ortaya çıkabilecek sorunları öngörmeye ve önleyici müdahaleleri belirlemeye yardımcı olabilir. Buna uygun bir örnek, danışanın ilişkilerden (arkadaşlıklar, işler veya cinsel partnerler) her bunaltıcı hale geldiğinde, kendini açığa çıkmış hissettiğinde veya derin bir bağlılık ya da bağımlılık hissetmeye başladığında otomatik olarak ayrıldığını bildirmesidir. Bu tür bir örüntü, yalnızca danışanın ve geride bırakılan kişilerin yaşadığı derin yalnızlık hissiyle yüklü olmakla kalmaz, aynı zamanda analitik terapinin en derinlemesine iyileştirici etkilerinden birine sahip olabileceği sorunlardan biridir -tabii ki kişi terapi sürecinde kalabilirse. Bağ kurduğu anda aşırı, otomatik ve zorlayıcı bir şekilde ilişkiden çekilen bir danışanla karşılaşan bir terapistin, bu tepkinin bilinçsizce eyleme dökülmesini önlemek için danışanla hemen bir anlaşma yapması gerekir. Daha spesifik olarak, terapist ve danışan, bu kaçış örüntüsünün terapi sürecinde de ortaya çıkması durumunda -danışanın herhangi bir nedenle (genellikle maddi gerekçeler veya zaman kısıtlamaları öne sürülür) aniden terapiyi sonlandırmaya karar vermesi halinde- danışanın belirlenmiş sayıda ek seansa gelip yaşananları işlemeye çalışacağına dair bir sözleşme yapmalıdır. Bu önlem, şahsen bildiğim birden fazla terapötik sürecin kurtarılmasını sağlamıştır. Danışan yine de terapiyi bırakmaya karar verse bile, en azından yalnızca duygusal baskı altında hareket etmek yerine bu süreci konuşarak ele alma deneyimi kazanır ve muhtemelen kendisi hakkında önemli bir şey öğrenir. Şanslıysa, bir sonraki terapisti, danışanın genişleyen öz farkındalığından faydalanabilir.

    Cinsel örüntüler, ilişkisel temaları son derece dolu ve yoğunlaştırılmış bir biçimde barındırır. Klinik deneyimler, tekrarlayan cinsel motiflerin, ya bireyin hayatındaki baskın kişilerarası örüntüleri ifade ettiğini ya da yalnızca cinsellikte ortaya çıkan, kısmen dissosiye olmuş ve bastırılmış bir ilişkisel temayı temsil ettiğini ve bunun kişinin daha geniş deneyim dünyasına entegre edilmesi gerektiğini göstermektedir. Görüşmeyi yürüten terapist, cinsellik hakkında rahatça konuşabiliyorsa, danışan çoğu zaman büyük bir rahatlama yaşar; çünkü özel ve muhtemelen utanç verici erotik hayatının, ifade edilemeyecek kadar gizemli ya da sapkın olmadığı hissine kapılır. Bir terapistin cinsellikle ilgili açık ve rahat bir üsluba sahip olması, danışanda daha dürüst bir açılmayı teşvik eder ve romantik yaşamlarındaki zorlukların iyileştirilebileceğine dair umut yaratır. Cinsellik hakkında doğrudan konuşmakta zorlanan terapistlerin, güvenilir arkadaşlarıyla cinsel eylemleri ve beden bölümlerini yüksek sesle adlandırma pratiği yapmaları faydalı olabilir. Süpervizyon gruplarımın bazıları, bir oturumu tamamen bu tür bir çalışmaya ayırdı; katılımcılar genellikle heyecan, rahatsızlık, utanç ve kahkahanın bir karışımını deneyimlediler, ancak bu egzersiz, terapistler için gerekli olan sözel disinhibisyona [verbal disinhibition] katkı sağladı.

    Açık ve doğrudan bir yaklaşım sergileme gerekliliği, lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerle yapılan görüşmelerde ve ayrıca parafililer, kompulsif eylemler (“seks bağımlılığı” gibi son yıllarda popülerleşen terimlerle tanımlanan durumlar) gibi cinsel sorunlarla başvuran kişilerle yapılan görüşmelerde özel bir önem taşır. En azından, bu danışanlar bir ruh sağlığı profesyonelinin cinsel yönelimleri veya tercihleri karşısında şok olmayacağını bilmelidir; ideal olarak ise, görüşmeyi yürüten kişinin erotik çeşitliliğe gerçekten değer verdiğini ve saygı duyduğunu hissetmelidirler. Örneğin, gey danışanlarla yapılan görüşmelerde, “Cinsel tercihleriniz daha çok oral mı yoksa anal mı?” ve “Daha çok ‘pasif [bottom]’ mi ‘aktif [top]’ mi olma eğilimindesiniz?” gibi sorular, önemli ilişkisel dinamikleri aydınlatabilir. Biseksüel bireylerle yapılan görüşmelerde ise, kadınlarla ve erkeklerle yaşadıkları tatminin hangi açılardan farklılaştığını incelemek anlamlı olabilir. Terapistin tonu ne kadar samimi ve doğrudan olursa, süreç o kadar verimli ilerler; ancak, kişisel ve hassas alanlara girildiğinde, danışana kendisini rahatsız eden herhangi bir soruya yanıt vermek zorunda olmadığını bildirmek, saygılı bir yaklaşımın parçasıdır. Ayrıca, danışanın tercih ettiği cinsel terimleri yansıtmak önemlidir; örneğin, bir erkek danışan “gelme [coming]” ifadesini kullanıyorsa, görüşmeyi yürüten kişi bunun yerine “boşalma [ejaculating]” terimini kullanmamalıdır.

    İnsan motivasyonlarının her türü cinselleştirilebileceğinden, bir bireyin belirli bir cinsel örüntüsünü bilmek, onun temel zihinsel meşguliyetleri hakkında önemli ipuçları sunar. Bazı kişiler bağımlılıklarını cinselleştirir (cinselliğin oral ve sarılmaya dayalı yönlerine diğer faktörleri dışlayacak şekilde değer verirler); bazıları saldırganlıklarını cinselleştirir (cinsellikte baskınlık ve boyun eğme dinamiklerini ön planda tutarlar); bazıları ise cinselliği esas olarak narsistik ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde kullanır (teşhircilik ve röntgencilik yönlerini ön plana çıkarır, arzularının büyüleyici bir biçimde bilinmesi ve söze dökülmeden tatmin edilmesi fantezisini yaşar ya da karşı tarafı yenilgiye uğratma ve küçük düşürme senaryoları kurar). Bazen, özellikle çocuklukta genital bölgeyle ilgili fiziksel acı yaşanmışsa (cinsel istismar, kazalar veya tıbbi müdahaleler nedeniyle), orgazmın gerçekleşmesi için acı vermek ya da acı çekmek gerekli hale gelebilir. Bu koşulların her birinde, bir ilişkisel tema, cinsellik alanında belirgin ve yoğun bir şekilde vücut bulur.

    UZUN DÖNEM VE KISA DÖNEM TERAPİLER AÇISINDAN İLİŞKİSEL ÖRÜNTÜLERİN SONUÇLARI

    Süresi belirsiz terapilerde, danışanın terapiden kaçma riski açık bir şekilde mevcut olmadıkça, temel ilişkisel temaların zaman içinde doğal olarak ortaya çıkması beklenebilir. İlk görüşmede terapistin önemli bir kişilerarası motifi gözden kaçırması genellikle büyük bir hata olarak değerlendirilmez, çünkü önem taşıyan herhangi bir tema er ya da geç açık bir şekilde kendini gösterecektir. Ancak, süre sınırlı terapilerde, terapistin danışanın en merkezi çatışmalı ilişkisel örüntüsüne odaklanma yeteneği, kısa süreyi verimli kullanabilmek açısından kritik öneme sahiptir. Kısa süreli dinamik terapi üzerine ampirik literatüre aşina olmayan okurlar için, Stanley Messer ve Seth Warren’ın (1995) çalışmalarını öneririm; bu yazarlar, zaman sınırlı analitik tedaviye yönelik günümüzdeki başlıca yaklaşımların çoğunda, danışanın temel ilişkisel dinamiklerini [central relational dynamic] anlamaya yapılan vurgunun tekrarlandığını belirtmektedir.

    Daha uzun süreli terapilerde ve klasik psikanalizde, değişimi motive eden unsurlardan biri olarak analitik literatürde nadiren ele alınan bir gerçek, danışanların eninde sonunda kendilerini farkında, mahcup ve hatta sıkılmış hissetmeleri ve aynı etkileşimleri tekrar tekrar anlatmaktan yorulmalarıdır. Bir süre sonra, yeni bir şey denemek, terapiste geri dönüp yine aynı eski örüntüyü eyleme döktüğünü itiraf etmekten daha kolay hale gelir. Kendi merkezi “nevrozunu” defalarca tanımlayıp anlatmak, danışanın irrasyonelliğine tanıklık eden biriyle birlikte olması nedeniyle, hem danışan hem de terapist için bıkkınlık [ad nauseam] ve hayal kırıklığına yol açar; bu da, yeni bir davranış sergileme riskinin, sürekli tekrarın yol açtığı sıkıntıdan daha cazip hale gelmesini sağlar. Bu motivasyonel fayda muhtemelen psikoterapide değişimi sağlayan, ancak henüz araştırılmamış en önemli unsurlardan biridir. Ancak bu yalnızca şu koşullarda mümkün olabilir: 1) Terapist belirli bir örüntüyü fark etmiş ve adlandırmış olmalıdır. 2) Bu örüntünün tekrar tekrar ele alınabileceği güvenli bir ortam yaratılmış olmalıdır. Dolayısıyla, terapist bir ilişkisel dinamiği ne kadar erken söze dökebilirse, danışanın bunu daha sağlıklı bir kişilerarası başa çıkma biçimine dönüştürmesine o kadar hızlı yardımcı olabilir.

    ÖZET

    Bu bölümde, bireyin öznel dünyasını şekillendiren tekrarlayan kişilerarası temaları anlamaya yönelik çabanın nasıl ve neden gerekli olduğunu ele aldım. Bu örüntülerin, yalnızca içselleştirilmiş nesneler değil, aynı zamanda içselleştirilmiş nesne ilişkileri olarak kavranması gerektiğini, çünkü bunların temelinde dramatik etkileşimler ve çatışmalar bulunduğunu vurguladım. Tekrarlayan etkileşim örüntülerine dair ampirik ve klinik literatüre referans verdim ve bu örüntülerin hem terapötik ilişki içinde hem de terapi dışındaki yaşam alanlarında nasıl ortaya çıktığını inceledim. Ayrıca, psikanaliz ile psikoterapiyi ve uzun süreli ile kısa süreli dinamik terapileri karşılaştırarak, bu örüntülerin hem danışan hem de terapist tarafından nasıl fark edildiğini ve terapötik olarak nasıl ele alınabileceğini tartıştım.

    Danışanın geçmişini iyi bir şekilde değerlendirme sürecinin, tedavinin merkezine oturacak temaları nasıl aydınlatabileceğini göstermeye çalıştım; bazı durumlarda, danışanın terapi ilişkisinden ayrılmasını önlemek için bu temaların hemen anlaşılması ve dile getirilmesi gerekmektedir. Terapötik ikilide ortaya çıkan ilişkisel örüntüler bağlamında, terapistin disiplinli öznelliğinin tanısal önemini vurguladım. Ayrıca, danışanın kişilerarası repertuarında belirgin şekilde eksik olan ilişki türlerini fark etmenin değerini öne çıkardım. Son olarak, merkezi bir dramatik örüntünün sürekli tekrar ettiğine dair derin bir farkındalığın, danışanın değişime yönelik motivasyonunu nasıl destekleyebileceğine kısaca değindim.

    Yorumlar

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir