Kategori: Genel

  • Değişim (10. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 10. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikoterapinin nihai amacı, bir kişiye değişim sürecinde yardımcı olmaktır -zaten hastalar bu nedenle bize başvururlar. Bu bölüm, psikodinamik terapide değişime dair kanıta dayalı bir modeli sunmakta ve terapistlerin tedaviyi bireysel hastalara nasıl uyarladıklarını açıklamaktadır. Kişiselleştirilmiş psikodinamik terapi, hastanın güçlü ve zayıf yönlerine dayalı bir değerlendirmeye göre etkili olması muhtemel altı değişim mekanizmasından bir ya da birkaçını devreye sokmayı içerir.

    Terapistler olarak kendi performansımızı sorgulamak oldukça kolaydır. Terapi işe yarıyor mu? Borsa simsarları ve olimpik atletler, yaptıkları işe dair anlık, acımasız ve son derece net geri bildirimler alırken; öğretmenler, sanatçılar ve terapistler böyle bir geri bildirime sahip değildir. Değişimi planlamak, gözlemlemek ve değerlendirmek, alçakgönüllülük gerektirir. Terapistin ve hastanın, neyin değiştiğine dair gözlemleri ve haftalar, aylar hatta yıllar sonra bu değişime dair oluşturdukları bakış açısı genellikle akışkandır ve net biçimde tanımlanması zordur.

    Terapistler, neyin değişebileceği, neyin değişmesi gerektiği ve nihayetinde neyin değiştiği konusunda (kimi zaman ön yargılı) yargılarda bulunurlar. Nesnel davranışsal sonuç değerlendirmeleri kuşkusuz en açık ve ölçülebilir göstergelerdir; ancak bu ölçütler her zaman hastaların hedefleriyle ya da öznel deneyimleriyle örtüşmeyebilir. Hastalar elbette semptomlarının azalmasını isterler, fakat çoğu zaman bundan daha fazlasının, daha dolu bir yaşam deneyiminin arayışındadırlar.

    Psikodinamik psikoterapi literatürü, hastaların nasıl farklı hissedebileceğini betimleme konusunda oldukça zengindir; ancak terapistlerin bu değişimleri nasıl kolaylaştırdığı konusunda aynı açıklıkta değildir. Tedavi süreci boyunca gerçek zamanlı sonuç puanlarına erişimin, terapi sonuçlarını iyileştirdiği gösterilmiştir (Boswell, Kraus, Miller ve Lambert, 2015); bu, değişimin izlenmesi açısından önemli bir araçtır, ancak değişimin nasıl gerçekleştiğini ve bunun nasıl kolaylaştırılabileceğini anlamamıza yardımcı olmaz. Pek çok hastamız şöyle der: “Kendimi daha iyi anlıyorum ama bu, değişmeme nasıl yardımcı olacak?” Psikodinamik terapistler, bu soruya her zaman kısa, akla yatkın bir yanıt verememişlerdir!

    Klasik psikanalitik görüşe göre içgörü [insight], değişimi kendi başına kolaylaştıran sihirli anahtardır. Ancak son 50 yıldaki klinik gözlemler ve kuramsal literatür, değişimi sağlayan başka, en az içgörü kadar önemli mekanizmaları da tanımlamıştır: terapistle yaşanan yeni duygusal deneyimler [new emotional experience], yeni türden bir öz-farkındalık [self-awareness] ve yeni beceri [skill] ve kapasitelerin [capacity] gelişimi. Son on yılda, psikodinamik terapide değişim mekanizmalarına yönelik bilimsel ilgi büyük bir artış göstermiştir ve artık bu konudaki anlayışımızı aydınlatan önemli verilere sahibiz.

    Bu bölüm, psikodinamik terapide değişim hedeflerinin tartışılmasıyla başlamakta ve ardından ampirik literatüre dayanan altı değişim mekanizmasını açıklığa kavuşturmaktadır: zihinselleştirme, bilinçdışı çatışmaya dair içgörünün desteklenmesi, terapötik ittifak ve yeni ilişkisel deneyim, duyguların yaşantılanması, uyum sağlayıcı psikolojik savunmaların geliştirilmesi ve uyumlu kişilerarası örüntülerin güçlendirilmesi (Barber ve ark., 2021). Ayrıca, hangi değişim mekanizmalarının en etkili biçimde kullanılabileceğini öngörmek amacıyla hastaların psikolojik güçlü ve zayıf yönlerinin nasıl değerlendirildiğini (Zilcha-Mano, 2021) ve bu mekanizmaların bir hastanın terapisi sırasında nasıl devreye girdiğini göstermek için klinik örneklerin nasıl kullanıldığını ele alıyoruz.

    Sanjay, 24 yaşında, biseksüel olarak tanımlanan cisgender bir Bengal kökenli Amerikalıydı. İnce yapılıydı; kaplumbağa kabuğu desenli gözlükleri, dalgalı ve dağınık saçları ve yoğun bir havası vardı. Terapiye depresif semptomlar, yoğun suçluluk ve utanç duyguları, zaman zaman kendine zarar verme davranışı (kesme) ve daha gerçek, daha anlamlı bir yaşam sürme arzusu ile başvurdu. Sesi yumuşak ama vurguluydu. Mühendislik alanında yüksek lisans öğrencisiydi; akademik olarak genellikle başarılıydı ancak kendini yorgun, kaygılı, üzgün ve “gerçek anlamda yaşamıyor” gibi hissediyordu. Programındaki bir öğrenciye romantik bir ilgi duyuyordu, onunla ilgili fantezilere fazlasıyla dalıyor ancak utanç ve reddedilme bekliyordu.

    Sanjay, Ortabatı’ya yerleşmiş Bengal kökenli göçmen bir ailenin üç çocuğunun en küçüğüydü. Babası da bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik (STEM) alanında çalışan, huysuz ve eleştirel biriydi. Annesi daha sevecen olsa da pasifti ve babasının ev üzerindeki baskınlığına karşı koymazdı. Hem abisi hem de ablası akademik olarak son derece başarılıydı ve Sanjay’a kıyasla daha az sorunlu görünmekteydiler; abisi ise yakında büyük bir kutlamayla evlenmek üzereydi. Babası, Sanjay’nın eğilimini, İslam’daki katı eşcinsellik anlayışı doğrultusunda “haram” yani yasak olarak görüyordu.

    Sanjay’ın işlevselliğinde bazı şaşırtıcı aksamalar vardı; bunlar arasında kaçırılan akademik teslim tarihleri ve ciddi ve ağrılı bir ayak bileği sakatlığı için başlanan tedavinin yarım bırakılması da yer alıyordu. Kendine zarar verme davranışı (kesme), lise yıllarının başında başlamıştı; bu, babasının, odasında eşcinsel pornografi bulması ve ardından gelen, öfkesini ve onaylamadığını açıkça ifade ettiği bir dizi kavganın sonrasında olmuştu. Ergenlik yıllarında Sanjay, düzenli namazlarını aksatmaya başladı ve bununla ilgili yoğun suçluluk ve değersizlik duyguları geliştirdi.

    HASTADA NE DEĞİŞİR?

    Sanjay terapiye ne için gelmişti? Etkili bir psikoterapi, hastanın öznel deneyimini olduğu kadar nesnel işlevselliğini de değiştirir. Duygudurum, duygulanım, biliş, yaşam doyumu ve haz alma kapasitesi gibi alanların tümü psikoterapiden olumlu yönde etkilenebilir. Bu alanlardan birindeki değişim, diğer alanları da etkileyebilir. Hasta evde, işte, ilişkilerinde, bilişsel işlevlerinde, organize olma ve odaklanma becerisinde daha iyi mi işliyor? Sorun çözmeye esneklik ve yaratıcılık getirebiliyor mu? Daha fazla doyum, bağ kurma ve yakınlık kapasitesi hissediyor mu? Gözlem yapma, anlama ve alternatifleri değerlendirme becerilerinde bir gelişme var mı -“psikoterapi işlevi” içselleştiriliyor mu? Hasta farkında olmasa bile, önemli yakınları onda bir değişim fark ediyor mu?

    Psikodinamik psikoterapinin etkililiğine ilişkin güncel tartışmaların büyük bir kısmı, bu yaklaşımın daha çok belirti odaklı tedavilerle kıyaslanmasında, tedavinin yalnızca semptomları ortadan kaldırmakla mı sınırlı olması gerektiği sorusu etrafında şekillenmektedir. Elbette semptomların azaltılması önemlidir ve bireyin kendini daha iyi hissetmesini sağlar; ancak tedavi, aynı zamanda zihinsel sağlığın ve işlevselliğin geliştirilmesini de aktif biçimde kolaylaştırmalı mıdır? Sadece “bozuk dokuyu” çıkartıp hastanın kendiliğinden iyileşmesini mi beklemeliyiz, yoksa kişinin gelişip serpilebilmesi için ona eğitim ve yeniden yapılandırma süreçleri de sunmalı mıyız?

    Sanjay’ın depresyon, anksiyete, üzüntü ve kendine zarar verme gibi semptomları onun için açıkça sorun teşkil ediyordu; ancak bunun ötesinde, “gerçek bir hayat” arzusu aracılığıyla ifade ettiği duygusal ve kişilerarası işlevselliğinde belirgin bir kısıtlılık da söz konusuydu. Cinsel kimliği ve yönelimi konusunda açık ve kendini kabul eden bir konuma gelmek, yaşamı daha açık ve neşeli bir şekilde deneyimlemek, ve kendi kendine zarar veren davranış örüntülerinden uzaklaşmak istiyordu. Yakınlığa dair ihtiyaçlarını nasıl karşılayacak ve ailesiyle olan ilişkilerini nasıl sürdürecekti? Psikoterapi, yalnızca ortaya koyduğu semptomlar hafifledikten sonra bile, onun duygusal dayanıklılığını inşa etmesine ve kimliğini sağlamlaştırmasına yardımcı olmalı mıydı -ve olabilir miydi?

    Aşağıda, psikodinamik tedavideki geleneksel (ve biraz da geleneksel olmayan) bazı hedefler ya da “değişim odakları” listelenmiştir (bkz. Sharpless & Barber, 2009):

    • Karar alma ve eyleme geçme süreçlerinde daha özgür hissetme; başkalarının ya da içsel ihtiyaçların zorlamasıyla hareket ediyor olma hissinden uzaklaşma.
    • Duygusal sıkıntının azalması ve stresli ya da acı verici durumlarla başa çıkma kapasitesinin artması.
    • Semptomlarda azalma.
    • Yaşamın, kişinin kendi beklentileriyle uyumlu olduğuna dair bir hissiyatla birlikte olumlu bir öz-değer..
    • Kişinin, sahip olduğu fırsatları en iyi şekilde değerlendirdiği hissiyle birlikte, buna eşlik eden bir ustalık (ve kabullenme) deneyimi.
    • Bağ kurma, paylaşım, destek, uyarım ve doğrulama gibi öğelerle beslenen, daha istikrarlı ve sürdürülebilir ilişkiler.
    • İş, boş zaman ve temel ihtiyaçların karşılanması gibi alanlarda dünyada daha işlevsel olabilme yetisi.
    • Ortaya çıkan yeni durumlara yaratıcı biçimde uyum sağlama kapasitesinin artması; yaşam döngüsüne özgü taleplerle baş edebilme ve iyi çözümler bulabilme becerisi.
    • Güncel ve gerçekçi düşünmeyi kullanarak karar verebilme, yaşamda haz, anlam ve değer bulabilme yetisinin gelişmesi.
    • Yaratıcılığın artması.
    • Olumlu yaşantılar ve olumlu duygulanımda artış, olumsuz yaşantılar ve olumsuz duygulanımda azalma ve olumlu yaşantıları destekleyecek becerilerin gelişimi.

    Bu listedeki maddelerin çoğu muhtemelen tanıdık ve tartışmasızdır. Ancak son madde biraz daha ayrıntılı açıklamayı hak eder. Kırklı yaşlarında, üzgün bir adam terapisine “gülümsememi geri kazanmak istiyorum” diyerek başlamıştı; bu ifade, o dönemde popüler olan City Slickers (1991) adlı filmden alınmaydı; filmde, orta yaş krizini çözmek ve eğlenmek isteyen üç adam Batı’ya doğru yola çıkar. Bu hedef, olumsuz ve moralsiz durumdaki bu hasta için anlaşılır bir terapötik amaç gibi görünüyordu. Ancak aynı zamanda, onu terapiye getiren belirgin aile sorunlarından kopuk, belirsiz ve biraz da hayalperest ve indirgemeci görünüyordu.

    Yine de bu hasta, terapide hemen herkes için önemli olan bir noktaya parmak basmıştı. Deneyimin ve olumlu duyguların güçlendirilmesine odaklanan pozitif psikoloji kuramına göre, olumlu yaşantılar hem başlı başına birer amaçtır hem de olumsuz deneyimlere karşı bir tampon işlevi görür. Yapılan araştırmalar, olumlu yaşantıları oluşturma ve sürdürme kapasitesinin geliştirilebileceğini ve bunun yaşam doyumunu artırabileceğini göstermektedir (Seligman ve ark., 2005).

    Sanjay, terapiye başladıktan birkaç ay sonra hedeflerini daha net bir şekilde ifade edebildi. Daha az utanç, anksiyete ve depresyon hissetmek istiyordu. Ancak aynı zamanda, ailesiyle, sevgilileriyle ve arkadaşlarıyla keyifli ve olumlu deneyimler yaşamayı öğrenemezse, hayatının çok yorucu geçeceğini ve pek tatmin edici olmayacağını da fark etmişti.

    DEĞİŞİM MEKANİZMALARI

    Değişime ilişkin güncel ampirik araştırmalar, psikodinamik terapi ve psikanalizde değişim üzerine yaklaşık yüz yıllık klinik temelli kuramsal birikimi temel alır ve bu birikimi geliştirir. Bu öncü kuramsal yaklaşımların gözden geçirilmesi, kanıta dayalı değişim modelini [evidence-based model of change] anlamayı kolaylaştıracaktır.

    Freud dâhil olmak üzere erken dönem psikanalistler, değişimden esas olarak artan kendini anlamanın [self-understanding] ve çatışmaların [conflict] farkındalığının sorumlu olduğuna inanıyorlardı. İçgörü [insight], hem terapötik hedef hem de değişimin temel mekanizması olarak görülüyordu. Klasik analizde, ilk bakışta anlaşılmaz görünen (örneğin rüyalar, histerik semptomlar) ya da önemsiz gibi duran (örneğin dil sürçmeleri, şakalar) olguların anlaşılmasına verilen önem, bireyin kendine dair içgörüsüne verilen değeri açıkça ortaya koyar. Ancak bu içgörünün değişimi tam olarak nasıl sağladığı konusu, o dönemde net biçimde açıklanmış değildi.

    Strachey (1934), psikanalizde terapötik değişimin bu klasik mekanizmasını açık biçimde formüle etmiştir. Ona göre, analist tarafından yapılan doğru yorumlar, süperegonun yatıştırıcı bir gücünü temsil eder; bu da hastanın kendisini daha az eleştirel bir bakış açısıyla görebilmesini sağlar, içsel psikolojik esnekliğin artmasına ve çatışmanın azalmasına yol açar. Ego psikolojisi modeline dayanan bu bakış açısında, hasta analistin anlayışıyla özdeşim kurarak kendini daha az cezalandırıcı, daha az kaygılı ve daha az yargılayıcı bir şekilde deneyimlemeye başlar. Hastanın bakış açısından ifade edilirse: “Ben İYİyim [OK] çünkü kendimi anlayabiliyorum, analistimin dengeli ve kapsayıcı anlayışı aracılığıyla kendimi takdir edebiliyorum.”

    Alexander ve French (1946), önceki psikanalistlerden radikal biçimde ayrıldılar. Onlara göre, hastanın değişim yaşamasını sağlayan şey bir “düzeltici duygusal deneyim”dir [corrective emotional experience] -yani hasta, eski çatışmalarını yeni bir biçimde yeniden yaşayabilir ve terapistle, geçmişteki ilişkisel örüntüyü tekrar etmeyen, yepyeni bir deneyim yaşayabilir (Sharpless & Barber, 2012). Bu durumda hastanın yaşantısı şuna benzer: “Ben İYİyim [OK], çünkü analistim tarafından kabul ediliyor, tanınıyor ve takdir ediliyorum.” Bu kavram, analitik çevrelerde büyük tartışmalara yol açmıştır çünkü içgörünün önüne duygusal deneyimi koymakta ve analistin gerçek kişiliğini terapötik sürecin önemli bir unsuru olarak tanımaktadır. Buna rağmen, bu yaklaşım sonraki düşünsel gelişmeler üzerinde önemli bir etki yaratmıştır.

    Winnicott (1965) ve nesne ilişkileri [object relations] ekolüne mensup diğer kuramcılar, terapötik ilişkiyi değişimin temel kaldıraç noktası olarak vurgulamışlardır. Terapistle kurulan bağ, anne-çocuk ilişkisinden esinlenen bir model olarak, hastanın rahatsız edici, huzursuzluk verici ve kabul edilmesi zor olan duygu ve dürtülerinin taşınmasına yardımcı olur. Yansıtma [projection] ve yeniden içselleştirme [reintrojection] süreci aracılığıyla terapist, bu acı verici ve sarsıcı duyguları adeta “arındırır”; tıpkı anne kuşun yavruları için besini önceden sindirmesi gibi. Bu acı verici duyguların kapsanma [containing] deneyimi ve terapistin gücünden ödünç alma süreci, hastanın bu hislere karşı daha hoşgörülü olmasına ve şimdiki zamanda daha fazla yaşayabilmesine yol açar. Hasta bu deneyimi şöyle ifade edebilir: “Ben İYİyim çünkü analistim beni kapsayabildi, tolere edebildi; artık ben de kendimi kapsayabiliyor ve tolere edebiliyorum.”

    Loewald (1960; ayrıca bkz. Cooper, 1989), terapötik ilişkinin değişimi kolaylaştırmadaki önemini vurgulamakla birlikte, farklı bir noktaya dikkat çeker. O, terapist ile kurulan yakınlığın, çatışmalara yönelik yeni ve yaratıcı çözümlerin gelişmesini mümkün kılan yeni bir bağ türünün [a new kind of connection] oluşumunu tanımlar. Terapistin gerçek anlamda erişilebilir olması ve hastayla bilinçdışı düzeyde kurduğu uyum, hastanın kendi bilinçdışına daha açık hale gelmesini sağlayan yeni bir ilişkisel alan [a new relational field] yaratır. Bilinçdışıyla kurulan bu yenilenmiş bağlantı, daha önce nevrotik bozukluk tarafından engellenmiş olan normal bir gelişim yolunu yeniden tesis eder. Basitçe ifade etmek gerekirse: “Ben İYİyim çünkü artık kendime ve terapistime açık olabiliyorum ve bu deneyim, kendimi kabul etmemi ve diğer insanlara, yeni deneyimlere ve yaratıcı sürece açık olmamı sağlıyor.” Bu kavramlar, Kohut’un (1984) kendilik psikolojisi [self psychology] modelinde hastanın geliştirdiği kendiliknesnesi [selfobject] ilişkileriyle benzerlik gösterir.

    Greenberg ve Mitchell (1983), Renik (1993) ve diğerlerinin ifade ettiği ilişkisel bakış açısı [relational perspective], önceki nesne ilişkileri kuramcılarının çalışmalarını temel alarak gelişmiştir. İlişkisel ekol, terapötik süreci temelde iki kişilik bir yapı [a two-person unit] olarak görür ve hastalıklı bir hasta ile sağlıklı bir terapist arasındaki klasik ayrımı sorgular. İlişkisel psikanalist, terapistin kaçınılmaz olarak hastayla bilinçdışı düzeyde etkileşime girdiğini, hastanın geçmişinden ve aynı zamanda terapistin kendi geçmişinden sahneleri birlikte canlandırdıklarını ve bu süreçte aralarında yeni ve benzersiz bir şey yarattıklarını kabul eder. Sağlıklı değişim, bu kaçınılmaz iç içe geçmişliğin anlaşılmasıyla ortaya çıkar ve bu anlayış, terapistin deneyim içinde katılımcı gözlemci [participant observation] olarak yer almasıyla desteklenir. Terapistin ilişkideki rolüne dair görece şeffaf olması, bu yaklaşımda terapötik tekniğin bir parçasıdır. Bu sürecin öznel yaşantısı şöyle özetlenebilir: “Ben İYİyim çünkü birlikte iyi olan bir deneyim yarattık ve bu deneyime nasıl katkıda bulunduğumu görebiliyorum.”

    Bateman ve Fonagy (2003), zihinselleştirme [mentalization] -yani kendini ve başkalarını öznel varlıklar olarak deneyimleme kapasitesinin- sağlıklı psikolojik gelişimin kritik bir öğesi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu, bakımverenin bebeğin içsel durumlarına anlam verme yetisiyle bağlantılı olan gelişimsel bir kazanımdır ve bu anlamlandırma süreci, bakımveren tarafından bebeğe geri yansıtılarak iletilir. Travma, bireyin anlam üretme kapasitesini aşırı düzeyde zorladığı için zihinselleştirme yetisini de bozar. Terapistin meraklı, açık ve “bilmeyen [not knowing]” tutumu, zihinselleştirmeyi teşvik eder. Bu sürecin yaşantısal ifadesi şöyle özetlenebilir: “Her zaman açık ya da mümkün olmadığını bilsem de, kendime ve başkalarına karşı meraklı olmam için destekleniyor ve cesaretlendiriliyorum. Ama hepimizin anlaşılabilir öznel varlıklar olduğu duygusu, ayaklarımı yere bastırıyor.”

    Kanıta Dayalı Değişim Modeli

    Psikanalitik literatürdeki bu değişim kuramlarının her biri, psikodinamik terapinin doğasına dair önemli bir yönü yakalamaktadır. Bu kuramlar, oldukça geniş bir etki yelpazesini tanımlar ve burada ele alacağımız altı değişim mekanizmasını öne süren ampirik çalışmaların temelini oluşturur.

    Her bir değişim mekanizmasını -zihinselleştirme, bilinçdışı çatışmaya dair içgörünün desteklenmesi, terapötik ittifak ve yeni ilişkisel deneyim, duyguların yaşantılanması, uyum sağlayıcı psikolojik savunmaların geliştirilmesi ve uyumlu kişilerarası örüntülerin güçlendirilmesi- tek tek ele alıyor ve her birinin önemini destekleyen ampirik verileri sunuyoruz (Barber ve ark., 2021). Bir değişim mekanizması [mechanism of change], tedavi sürecinde değişme potansiyeline sahip zihinsel bir yapı olarak tanımlanır ve bu yapının değişiminin, hastanın ruh sağlığında iyileşmeye yol açtığı varsayılır (Kazdin, 2007).

    Değişim mekanizmaları birbiriyle dinamik biçimde ilişkilidir. Bir mekanizma yoluyla gerçekleşen değişim, diğer mekanizmalar aracılığıyla da değişimi kolaylaştırma potansiyeline sahiptir. Örneğin, zihinselleştirme, çoğu zaman diğer beş mekanizmanın gerçekleşebilmesi için bir ön koşul gibi görünmektedir. İlk dört değişim mekanizması -zihinselleştirme, içgörünün desteklenmesi, terapötik ittifak ve duyguların yaşantılanması- değişimin temel süreçlerini oluşturur. Beşinci ve altıncı mekanizmalar -daha uyumlu savunmaların geliştirilmesi ve uyumlu kişilerarası örüntülerin güçlendirilmesi- bu ilk dört sürecin üzerine inşa edilerek intrapsişik ve ilişkisel işlevsellikte değişimi tetikler.

    Tedavi sürecinde değişim mekanizmaları ile terapistin kullandığı teknikler arasında ayrım yapmak son derece önemlidir. Değişim mekanizmaları, hastada tedavi süresince değişime uğrayan ve iyileşmeyi sağlayan zihinsel yapılardır. Buna karşılık, teknikler terapistin uyguladığı destekleyici [supportive] ve dışavurumcu [expressive] müdahalelerden oluşur ve psikodinamik terapinin yapıtaşlarını oluşturur. Her bir değişim mekanizması, destekleyici-dışavurumcu tekniklerin stratejik ve etkili kullanımıyla devreye girer. Örneğin, terapötik ittifak ve yeni ilişkisel deneyimler bir değişim mekanizması olarak işlev görebilmesi için terapistin ilişki kurmak ve bağ oluşturmak adına destekleyici teknikler kullanması, ama aynı zamanda terapötik ittifakta oluşabilecek bozulmaları yönetip onarabilmek için yorum [interpretation] yapması gerekir. Benzer şekilde, daha uyumlu psikolojik savunmaların geliştirilmesi, çatışmaların daha iyi anlaşılmasını sağlamak için keşif ve yorumlama, yeni başa çıkma stratejilerini denemeyi ve yeni savunmaların gelişimini desteklemek için ise destekleyici tekniklerin kullanımını gerektirir.

    Psikodinamik Terapide Değişim Mekanizmaları
    • Zihinselleştirme [mentalization]
    • Bilinçdışı çatışmaya dair içgörü geliştirme [fostering insight into unconscious conflict]
    • Terapötik ittifak ve yeni ilişkisel deneyimler [therapeutic alliance and new relational experiences]
    • Duygulanım deneyimi [affect experiencing]
    • Adaptif psikolojik savunmalar geliştirme [fostering adaptive psychological defenses]
    • Adaptif kişilerarası örüntüleri artırma [enhancing adaptive interpersonal patterns]

    Mentalizasyon

    Terapinin başlarında Sanjay sık sık babasının küçümseyici ve zorbalık içeren tutumundan söz ediyordu. Bu durum, onda sıkça yoğun anksiyete ve disfori tetikliyordu. Babası, Sanjay’dan düzenli olarak namaz kılmasını, saygı göstermesini, hatta itaat etmesini talep ediyor; öte yandan Sanjay’ın görünüşü ve arkadaşlarından birinin ikili-olmayan [non-binary] tarzı hakkında alaycı yorumlar yapıyordu. Zorbalık sözel olarak ifade ediliyor, ancak açık bir fiziksel şiddet tehdidi bulunmuyordu.

    Terapist, Sanjay’ın bu yaşantılara dair çağrışımlarında bir örüntü fark etmeye başladı. Sanjay, babasının öfke patlamalarından söz ettiğinde, babasının söylediklerini, gözlerindeki soğuk ve delici bakışı ve kendi fiziksel huzursuzluğu ile aceleciliğini aktarıyordu. Ardından, Sanjay genellikle babasından söz etmeyi bırakıyor ve kendini küçümseyen, aşağılayan düşüncelere geçiyordu: “Kötü bir evladım, berbat bir adamım, günahkârım, acı çekmeliyim.” Duygudurumunda ani bir düşüş yaşanıyor ve neredeyse terapistin bu korkunç çıkarımlara katılmasını talep eder bir hâle geliyordu.

    Terapist, babasının aşağılayıcı yorumlarının ne kadar acı verici olduğunu empatiyle karşıladığında, Sanjay kendisi hakkında daha da kötü hissetmiş gibi görünüyordu. Daha fazla kendini küçümseyici bir tutum sergiliyordu. Bu durum adeta tekrar eden bir döngü gibiydi. Sanjay ya babasının öfkesine odaklanıyor ya da kendini cezalandırıyordu. Kendisinin değişken zihinsel durumu ya da babasının geleneksel değerleri ve ebeveynlik tarzı hakkında ona bir perspektif kazandırmak zordu -bu tarz empatik olmayan, zarar verici ve korkutucu bir yaklaşımdı; ancak babasının kendi otoriter babasıyla yaşadıkları ve geleneksel Müslüman kültürel arka planı göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı değildi.

    Terapist, Sanjay’ın korkutucu ve suçlayıcı konuşmalara verdiği çelişkili tepkileri (örneğin babasına yönelik korkusu ve çatışmalı saldırganlığı) yorumlamaya çalışmayı bıraktı ve bunun yerine hastanın ne hissettiğini, bu anlara nasıl anlam verdiğini ve babası hakkında ne düşündüğünü merak etmeye odaklandı.

    Yavaş yavaş, seanslarda farklı bir örüntü ortaya çıkmaya başladı. Babasının öfkesinden ani bir şekilde kendini suçlamaya geçmek yerine, Sanjay seanslarda korkmuş, endişeli, üzgün, öfkeli ve kararsız hissettiğini ifade etmeye başladı. Kendisini, acı verici duygulara sahip olan, bu duygular karşısında kafası karışan ve onlarla başa çıkmakta zorlanan bir kişi olarak görmeye başladı. Sanjay, babasının da başa çıkmakta zorlandığı duygulara sahip olduğunu fark etti.

    Başlangıçta Sanjay, kendisini karmaşık duygular yaşayan biri olarak göremediği gibi, babasını da bu şekilde göremiyordu; bunun yerine parçalanmış ve bütünleşmemiş bir benlik algısına sahipti -babasının davranışlarını anlatmaktan derin bir kendini suçlama ve kendini cezalandırma hâline geçiyordu. Ne kendisiyle ne de babasıyla ilgili tutarlı bir anlatı oluşturabilmişti. Babasıyla ilişkisine dair deneyimlerde zihinselleştirme kapasitesi özellikle zayıflamıştı; çünkü bu ilişki travmatik bir nitelik taşıyordu. Buna karşın, diğer ilişkilerine dair düşüncelerinde zihinselleştirme kapasitesi daha belirgindi.

    Bu gözlemler doğrultusunda terapist, zihinselleştirme temelli terapide kullanılan tekniklere yöneldi; bu yaklaşım şimdiye, hastanın öznel deneyimine odaklanır ve özellikle geçmişteki olaylara dair yeni anlatılar veya yorumlar önermekten kaçınır. Müdahaleler, hastanın öznel ve duygusal yaşamına dair daha bütünlüklü, şimdiki zamanda köklenen ve sahici bir farkındalık geliştirmesine ve bunu başkalarında da gözlemleyebilme yetisini kazanmasına yardımcı olacak şekilde tasarlanır.

    Bu hasta için, daha klasik bir psikodinamik yaklaşımın içgörüye odaklanması muhtemelen Sanjay açısından sahte ve samimiyetsiz bir öz-farkındalığa yol açacaktı. Sanjay bunu alıp tekrar edebilirdi, ancak gerçekten hissedemez ve değişmeye başlayamazdı. Hatta terapisti saldırgan ve denetleyici olarak bile deneyimleyebilirdi. Bilinçdışı çatışmaya dair içgörünün geliştirilmesi, zihinselleştirme kapasitesi bozulmuş hastalar için çoğu zaman mümkün değildir; çünkü hasta henüz kendisini çatışmalarla yoğrulmuş öznel bir kendilik [subjective self] olarak görebilecek kapasiteye sahip değildir.

    Ampirik literatürde zihinselleştirme, reflektif işlevsellik [reflective functioning] kavramı üzerinden incelenmektedir (Katznelson, 2014; Luyten, Campbell, Allison ve Fonagy, 2020). Yüksek düzeyde reflektif işlevsellik, bir kişinin kendisinin ve başkalarının duygusal ve bilişsel durumlarını düşünebilme, örtük ve açık güdüler arasındaki farkı ve bunların davranışa nasıl yansıdığını görebilme, ayrıca iki kişi arasındaki ilişkinin zaman içinde nasıl değiştiğini kavrayabilme kapasitesine sahip olduğunu gösterir.

    Reflektif işlevsellik kavramı, başlangıçta borderline kişilik bozukluğu olan hastaların deneyimlerini anlamak amacıyla geliştirilmiş, ancak daha sonra diğer sorunları incelemek için de genişletilmiştir (Fonagy, Bateman & Bateman, 2011). Reflektif İşlevsellik Anketi [Reflective Functioning Questionnaire] Fonagy, Target, Steele & Steele, 1998), hem klinik görüşmelere (Harpaz-Rotem & Blatt, 2005) hem de hastaların psikoterapi sürecinde ortaya koydukları anlatılara (Karlsson & Kermott, 2006) uygulanmaktadır.

    Çeşitli çalışmalar, reflektif işlevselliğin psikodinamik terapi süreci boyunca arttığını ortaya koymuştur (De Meulemeester, Lowyck, Vermote, Verhaest & Luyten, 2017; Katznelson, 2014) ve tedavi süresince reflektif işlevsellik değişimin, semptomlardaki değişimle ilişkili olduğunu göstermektedir (Fischer-Kern ve ark., 2015; Kivity, Levy, Kelly & Clarkin, 2021; Rossouw & Fonagy, 2012).

    Bilinçdışı çatışmaya dair içgörü geliştirme

    Zihinselleştirme, varoluşun [being] ve kendi kendini ve başkalarını deneyimleme biçiminin bir yolu iken; içgörü, kendini ve başkalarını anlama yönünde özgün ve belirli bir bilişsel ve duygusal kavrayıştır. İçgörü bir süreçten [process] ziyade bir içeriktir [content]; kişiye özgüdür, geçmişe dayanır ve hem bilinçli olarak anlaşılır hem de duygusal olarak hissedilir. İçgörü, zihinselleştirmenin oluşturduğu iskele üzerine inşa edilir; dolayısıyla ikinci mekanizma olan bilinçdışı çatışmaya dair içgörünün geliştirilmesi, önkoşul olarak zihinselleştirmeyi gerektirir.

    Daha önce bastırılmış duyguların hissedilmesi, inkâr edilmiş düşüncelerin hatırlanması ve rahatsız edici erken anıların yeniden çağrılması, etkili bir açığa çıkarma [uncovering] ve keşif [exploratory] psikoterapisinin sonuçlarıdır. Bu deneyimler anksiyete düzeyini artırsa da, dikkat çekici bir şekilde, hastaların kendilerini daha rahat hissetmelerine de yardımcı olur. Anksiyete azalır çünkü acı verici duygulanımlar genellikle sınırlı bir ömre sahiptir ve zamanla yoğunlukları azalır.

    Derine inmek ve hastaları hissettiklerini ifade etmeye teşvik etmek büyük bir sorumluluktur. Terapist için bu, ilerleme ve yakınlığın heyecan verici bir işareti olsa da, aynı zamanda bir miktar ürkütücüdür. Yeni terapistler bu deneyimi arzu ederler, ancak ondan korkabilirler de. Bazen bir hasta yoğun duygular yaşamaya başladığında, o eski deyişi hatırlarsınız: “Ne dilediğine dikkat et, gerçekleşebilir.” Yeni terapistlerin, hastaların yoğun duyguları hissettikleri ve ifade ettikleri anlarda kendi yaşadıkları anksiyeteye tahammül etmeyi öğrenmeleri gerekir.

    Terapiden birkaç ay sonra, Sanjay’ın babasına yönelik duygu, düşünce ve davranışlarını zihninde tutabilme kapasitesi belirgin şekilde artmıştı.

    Sanjay derin bir şekilde küçük düşmüş ve utanmış hissediyor, geleneksel bir Müslüman erkek olmaya isteksizliği nedeniyle kendini sertçe eleştiriyordu. Babasının öfkesinin ve onaylamayışının haklı olduğunu kendine sürekli telkin ediyor; cinsel hislerini ve dine karşı duyduğu antipatiyi derin kişisel kusurlar olarak görüyordu. Ancak bazı zamanlarda da babasının bir zorba ve despot olduğunu güçlü bir şekilde hissediyordu. Annesi, babasının arkasından sessizce onu cesaretlendiriyordu, ancak babasıyla doğrudan çatışmaktan özellikle kaçınıyordu.

    Terapist, Sanjay’ın duygularına, ilgi alanlarına ve yaşam tercihlerine sahip olma hakkı olduğunu hissetmesini destekledi ve aile dışındaki dünyanın büyük ölçüde onu olduğu genç adam olarak kabul etmeye hazır olduğunu vurguladı. Sanjay, babasının tutum ve davranışlarını bağlam içine yerleştirmeye ve bu tutumların oluşturduğu zorluğu, başa çıkması gereken gerçek bir yaşam problemi olarak ayırt etmeye başladı -babası göçün ve yaşlanmanın getirdiği kayıplar ve streslerle, ayrıca yetiştiği kültürle yaşadığı yeni ülkenin kültürü arasındaki uçurumla mücadele ediyordu. Sanjay, cinselliği ve dini/spiritüel yaşamını nasıl yaşamak istediğiyle ilgili olarak kendi içindeki kafa karışıklığını, utancını ve suçluluğunu fark etti. Babasına karşı çok öfkeliydi ve bu öfke konusunda kaygılı ve suçlu hissediyordu.

    Bu içgörüler -Sanjay’ın kendi cinsel ve saldırgan duyguları ile bunlara verdiği tepkiler ve babasıyla yaşadığı öfkeli çatışma- ve bunları yaşanırken görebilme kapasitesinin artması, onda ayrışma, özgürlük ve güçlenme duygusu yarattı; aynı zamanda kendine yönelik eleştirisinin ve kendine zarar verici davranışlarının bir kısmında azalma sağladı. Sanjay, kendisini daha iyi anladığını ve kendisini daha fazla kabul ettiğini hissetti.

    Sanjay’ın terapisinden bu örnek, içgörünün psikodinamik terapide bir değişim mekanizması olarak işleyişini göstermektedir. Yeni anlayış ve duygusal farkındalık, çoğunlukla hastanın bildiği ve tolere edebildiği sınırları zorlayan bir benlik keşfi sürecinden doğar. Keşif süreci, bilinmeyenin bilinir hâle gelmesine yardımcı olur ve terapist bu süreçte hem kışkırtıcı bir unsur hem de rehber olarak rol alır.

    Terapistin bu noktada değişim mekanizması olarak içgörüye odaklanmayı seçmesi, onu daha geleneksel psikodinamik açığa çıkarıcı tekniklere yöneltti; bu teknikler daha destekleyici olanlardan daha ifade edici olanlara kadar uzanmaktadır. Uygulanan özgül teknikler şunlardır:

    • Açık-uçlu görüşme. Açık-uçlu sorular -güncel, geçmiş ve aktarım ilişkili duyguların, fantezilerin, anıların, düşüncelerin ve algıların keşfi- hastanın bu duyguları mümkün olduğunca yoğun biçimde yaşamasına olanak tanır. Bu daha destekleyici psikodinamik teknik, hastanın daha önce ifade edilmemiş duygularla temas kurmasına ve bastırılmış, reddedilmiş, yadsınmış ya da görmezden gelinmiş duyguların yoğunluğunu artırmasına yardımcı olmayı amaçlar.
    • Bilinen çatışma alanlarının rehberli keşfi. Sıkıntı yaratan alanlar ve acı verici duygular daha bilinir hâle geldikçe, hastanın deneyiminin bu yönlerine düzenli olarak geri dönülmesi, rahatsız edici duygulanımların giderek daha tam olarak yaşanmasına olanak tanır. Bu teknik genellikle paket açma [unpacking] metaforuyla tanımlanır -yani bir anının, deneyimin ya da duygunun ayrıntılarına daha derinlemesine girilmesi.
    • Hastanın acı verici hislere yönelik farkındalığını sürdürmesini teşvik etme. Bu teknik şunları içerir: (1) doğrudan teşvik, psikoeğitim ve destek; (2) empatik doğrulama; ve (3) duygunun yaşanmasına ve yeniden yaşanmasına olanak tanıyan sessizlik ve alan. Terapist, empati kurarak hastayı mümkünse bir dakika boyunca o duygunun içinde kalmaya özel olarak teşvik edebilir.
    • Anksiyetenin ele alınması [addressing]. Hastanın anksiyetesi ve acı verici konular hakkında konuşma isteksizliğiyle başa çıkmaya yönelik yaklaşımlar arasında sabır ve destek, hastanın rahatsızlığının doğasını anlama ve doğrulama çabaları ile, seanstaki bu rahatsızlığa dair ve bunun diğer ilişkilerdeki duygularla nasıl benzerlik taşıyabileceğine yönelik yorumlar yer alır.
    • Netleştirme [clarification]. Tekrarlayan bir senaryoya ait örneklerin toplanması, hastanın yaşantısına dair farkındalığına ağırlık ve derinlik katar; bu da erken deneyimlerin gücünün daha fazla fark edilmesini sağlar.
    • Yorum. Rahatsız edici hislerin tam bir açıklamasını sunmak -hastanın probleminin altında yatan tekrarlayıcı travmatik senaryoyu tanımlamak ve betimlemek- hastanın anlayışını artırır; ancak başlangıçta hastanın anksiyete ve sıkıntısını da artırabilir. Yorumlar, bazen bilinçdışı olan yeni duygusal boyutları açığa çıkarır ve bu durum anksiyete yaratır; fakat kısa sürede, doğru ve yardımcı yorumlar anksiyeteyi azaltır, çünkü bu açıklamalar hastanın deneyimine sadıktır ve tolere edilebilirdir. Yüzleştirme [confrontation], terapistin hastadan kendi kendini anlayışını ve yeni bir yorumu dikkate alma gerekliliğini açık bir biçimde talep ettiği bir müdahaledir.

    Psikodinamik terapi sürecinde içgörüde artışların meydana geldiği bulunmuştur (örneğin, Connolly ve ark., 1999; Connolly Gibbons, Crits-Christoph, Barber & Schamberger, 2007; Gibbons ve ark., 2009) ve bu artışların, sonrasında yaşanan semptomatik değişimle ilişkili olduğu gösterilmiştir (örneğin, Kivlighan, Multon & Patton, 2000). Yakın tarihli bir meta-analiz, içgörü ile tedavi sonucu arasında çeşitli terapi yaklaşımları boyunca bir ilişki olduğunu öne sürmektedir (Jennissen, Huber, Ehrenthal, Schauenburg & Dinger, 2018). Destekleyici-dışavurumcu müdahaleler arasında, çeşitli ampirik çalışmalar yorumlamaların faydalı müdahaleler olduğunu göstermiştir (örneğin, Orlinsky, Ronnestad & Willutzki, 2004)

    Dolayısıyla, geleneksel destekleyici-dışavurumcu psikodinamik teknikleri kullanarak içgörünün geliştirilmesi, psikodinamik terapideki ikinci değişim mekanizmasıdır.

    Terapötik İttifak ve Yeni İlişkisel Deneyimler

    Terapötik ittifakı, psikoterapinin kritik bir unsuru olarak 4. Bölümde ele almıştık; bu ittifak, farklı terapi türleri arasında ortak bir unsur olarak güvenli ve etkili bir işbirliği bağlamı sağlar. Terapötik ittifak ve yeni ilişkisel deneyimlerin etkisi, psikodinamik terapideki üçüncü aktif ve özgül değişim mekanizmasıdır.

    Sanjay, cinsel çekim, suçluluk ve utançla ilgili çelişkili duyguları üzerine yoğun şekilde çalıştı. Babasının ve kültürünün belirli değerlerine karşı daha fazla mesafe kazanmıştı; hem erkeklere hem de kadınlara yönelik cinsel hislerine dair yaşadığı çatışmanın, ailesinin ve topluluğunun görüşlerini kendine özgü bir şekilde içselleştirmesinden ve aynı zamanda kendi iç dünyasından kaynaklandığını fark etti. Bu farkındalık sonucunda, Sanjay duygularında ve hem erkeklerle hem de kadınlarla olan flört davranışlarında daha özgür hale geldi; arzularını keşfetmeye başladı ve kendisi hakkında daha fazla şey anlamaya çalıştı.

    Sanjay’ın terapistiyle olan terapötik ittifakı, zamanla daha fazla rahatlık, güvenlik, yargıdan ve eleştiriden özgürlük ve anlaşılma duygusunun artması yönünde bir gelişim gösterdi. Bu gelişim, bu konular hakkında konuşularak geçirilen birçok seansın ve duygularının ve fantezilerinin açık ve dürüst bir şekilde ifade edilmesinin sonucuydu. Sanjay, söyledikleri nedeniyle eleştirilmekten korkuyor, utanç duyuyordu; ancak terapistin tutarlı ilgisi, merakı ve dikkatinden dolayı sonunda hem şaşırmış hem de memnun kalmıştı.

    Terapötik ittifakta birkaç küçük kopma yaşanmıştı, ancak bir tanesi oldukça büyüktü. Sanjay, terapistin -cisgender, heteroseksüel bir erkek olarak- birkaç kez buluştuğu bir kadın hakkında özellikle olumlu ve teşvik edici göründüğünde ısrar etti. Bunun, terapistin Sanjay’ın heteroseksüel olarak kimliklenmesini gerçekten arzuladığını ortaya koyduğunu düşündü ve öfke ve ihanete uğramışlık hissetti. “Bu kadar açık fikirli ve kabul edici davranıyor gibi yapıyorsunuz. Bunu bir profesyonel olduğunuz ve bu politik olarak doğru olduğu için yapıyorsunuz. Ama eğer ben sizin oğlunuz olsaydım, elbette kadınlarla çıkmamı isterdiniz.” dedi.

    Sanjay’ın terapist tarafından ihanete uğradığına dair derinden hissedilen duygusu, birkaç seansı etkiledi: Bazı seanslara geç kaldı, bir telepsikoterapi oturumunda internet bağlantısı sorunu yaşadı ve bir görüşmeyi tamamen kaçırdı.

    Terapist, Sanjay’ın yaşanan kopmayla ve empati eksikliği olarak algıladığı durumla ilgili nasıl hissettiğini daha derinlemesine sorguladığında, sonunda Sanjay’ın hayal kırıklığı ve öfkesinin randevularla ilgili eylemlerine nasıl bağlandığına dair ortak bir anlayışa ulaşabildiler. Sanjay, öfke duymaktan kaçınmak için terapistten uzaklaşıyor, terapistin öfkesine misilleme yapmasından korktuğu için bu ihtimalden kaçınıyor ve seanslara gelmeyerek hem kendine zarar veriyor hem de terapötik ilişkiyi zedeliyordu. Sanjay, terapistin onun heteroseksüel olmasını istediğine dair kesin inancının aslında bir yansıtma olduğunu görebildi ve bunun, kendisinin de bu şekilde hissetmek isteyen bir yanını yansıttığını fark etti.

    Sanjay, terapiste öfke yansıtmasının aslında kendi içindeki öfke ve ihanete uğramışlık duygusundan kaynaklandığını ve burada işleyen şeyin kendi kaçınma ve kendini cezalandırma ihtiyacı olduğunu anladığında, daha derin bir destek, anlaşılma ve empati hissi yaşadı. Hiç olmadığı kadar yakın, görülmüş ve desteklenmiş hissetti. Seanslardaki düzensizlikler sona erdi ve tedavinin geri kalanında tekrar ortaya çıkmadı. Terapist, Sanjay’ın “en kötü” yanlarını -cinsel hislerini, çatışmalarını, öfkesini, ilişkiyi bitirme dürtüsünü- görmüş ve buna rağmen tutarlı biçimde orada ve empatik kalmıştı.

    Terapötik ittifakı bir değişim mekanizması olarak kavramsallaştırmak, Sanjay’ın terapistiyle yaşadığı yeni ilişkisel deneyimi yakalar. Sanjay, kısıtlanmış, kendini koruyan ve utançla dolu bir konumdan, terapistiyle derin bir güven ve yakınlık deneyimine geçiş yaptı. Bu değişim, terapötik ittifakta yaşanan kopmanın başarılı şekilde onarılmasıyla -yani terapistin heteroseksüel yanlılığına dair yansıtmasının anlaşılmasıyla- güçlenen ittifakın bir sonucuydu. Aynı zamanda, Sanjay’ın kendisiyle ilgili kazandığı içgörüye de dayanıyordu -öfkelendiğinde uzaklaştığını ve kendine zarar verici davranışlara yöneldiğini fark etmişti.

    Safran ve Muran’a (2000) göre, yararlı bir ittifak kopma onarımı, terapistin kopmaya dikkat çektiği doğrudan stratejileri içerir -örneğin, hastayı kopmayla ilgili düşünce ve duygularını ifade etmeye davet etmek gibi. Ayrıca, terapistin kopmayı açıkça dile getirmeden çözdüğü dolaylı stratejileri de kapsar -örneğin, hasta bir sessizlik anında kaygı hissettiğinde biraz sosyalleşme sunmak gibi. Eubanks ve arkadaşlarının (2018) belirttiği çözüm stratejilerine örnekler şunlardır:

    • Terapist bir yanlış anlaşılmayı netleştirir.
    • Terapist görevleri veya hedefleri değiştirir.
    • Terapist görevleri örnekler ya da tedaviye yönelik bir gerekçe sunar.
    • Terapist, hastayı terapiste ya da terapinin bir yönüne ilişkin düşünce veya duygularını konuşmaya davet eder.
    • Terapist, bir kopmadaki kendi etkisini kabul eder.
    • Terapist, hasta–terapist etkileşimine dair kendi içsel deneyimini paylaşır.
    • Terapist, kopmayı hasta ile terapist arasındaki daha geniş kişilerarası örüntülerle ilişkilendirir.
    • Terapist, kopmayı hastanın diğer ilişkilerindeki daha geniş kişilerarası örüntülerle ilişkilendirir.
    • Terapist, hastanın savunmacı duruşunu onaylar/değerli görür.
    • Terapist, bir kopmaya hastayı yönlendirerek ya da odağını değiştirerek yanıt verir.

    Hastanın ve terapistin terapötik ittifakı geliştirme konusundaki daha kalıcı, eğilimsel [trait-like] genel kapasiteleri, 4. Bölüm’deki ittifak kurma tartışmasının konusuydu. Ancak burada, terapötik ittifakın durumsal [state-like] yönüne -yani ilişki geliştikçe değişen bileşenine- odaklanıyoruz (Zilcha-Mano, 2017).

    İttifakın eğilimsel bileşeni, hastanın (ve terapistin) yaşamındaki diğer insanlarla yardımcı ve yakın ilişkiler kurma ve sürdürme konusundaki genel kapasitesine işaret eder; bu kapasite, tatmin edici bir terapötik ilişki kurma becerisini de etkiler. Ampirik bulgular, ittifakın eğilimsel bir bileşeninin varlığını desteklemekte, bu bileşenin hastanın içsel [intrapersonal] ve kişilerarası [interpersonal] kapasitelerine dayandığını göstermekte ve güçlü bir eğilimsel ittifak kurma kapasitesine sahip olan kişilerin daha başarılı bir tedavi süreci geçirdiğini ortaya koymaktadır (Zilcha-Mano & Fisher, 2022).

    İttifakın ikinci bileşeni olan durumsal yönü, burada bir değişim mekanizması olarak en ilgili olandır. İttifakta durumsal değişiklikler, duruma bağlı olarak ortaya çıkabilir. Örneğin, Sanjay onun takdir edildiğini hissettiren biriyle flört ediyorsa, bu durum genel olarak daha iyimser hissetmesine neden olabilir. Bu tutumu terapiye taşıması, durumsal ittifakı güçlendirebilir. Ancak, elbette, durumsal olarak yönlendirilen bu tür değişiklikler kalıcı olma eğiliminde değildir ve kalıcı bir değişim sağlamaz. Buna karşılık, psikoterapi sürecinden kaynaklanan durumsal ittifak değişimleri, terapötik ittifakı bir değişim mekanizması olarak yansıtır. Sanjay’ın ittifak kopmasına verdiği tepki, terapistin empatik uyumu ve kopmanın onarılmasına yönelik işbirlikçi çalışmaları, ittifakta süreç kaynaklı değişimlere örnektir (Elliott, 2010). Geçici olmadıklarında, bu süreç kaynaklı durumsal değişiklikler kalıcı hâle gelir ve başarılı bir tedavinin ve yeni bir eğilimsel özelliğin temelini oluşturur (Zilcha-Mano, 2017). Bu, terapötik değişimle sonuçlanan yeni bir ilişkisel deneyimdir. Ampirik bulgular, bu gözlemleri desteklemekte ve ittifakın durumsal olarak güçlendiği dönemlerin, daha iyi tedavi sonuçlarıyla ilişkili olduğunu göstermektedir (Zilcha-Mano & Fisher, 2022).

    Bu kavramsallaştırma, “düzeltici duygusal deneyim” kavramıyla bağlantılıdır. Hastalar, terapötik ilişkiden genelleyerek terapi ortamında edindikleri yeni ilişkisel deneyimleri ve becerileri gündelik yaşamlarına taşırlar. Düzeltici deneyimlere dair literatür, birçok hastanın kişilerarası sorunlar nedeniyle tedavi arayışına girdiğini ve tedaviye, başkalarının ihtiyaç anında bakım ve yardım sunma istekliliği ve yetisine dair olumsuz beklentilerle başladığını göstermektedir (Huang, Hill, Strauss, Heyman & Hussain, 2016). Olumsuz beklentiler ve düşük motivasyon, zayıf kişilerarası becerilerle birleştiğinde, zayıf bir eğilimsel ittifaka yol açabilir.

    Sanjay, terapistini bir kadınla flört etmesini destekleyen yanlı biri olarak deneyimlediğinde öfkelendi; terapistin bu öfkeye empatik ve nazik bir şekilde yanıt vermesi, Sanjay’ın deneyimine uyum sağlaması ve kopmayı anlayıp onarmaya yönelik gösterdiği dikkat, düzeltici bir duygusal deneyimdi. Bu, yeni bir ilişkisel deneyimdi ve Sanjay yalnızca terapistine daha fazla güvenmekle kalmadı, aynı zamanda başkalarına karşı da daha az savunmacı hissetmeye başladı.

    Ortaya çıkan bu durumsal ittifak güçlenmesi, özellikle eğilimsel ittifakı zayıf olan bireyler için kritik bir değişim mekanizması işlevi görür. Bu, değişimin altıncı mekanizması olan, ofis dışındaki uyumsuz kişilerarası örüntülerin işlenmesine odaklanılan, uyumlu kişilerarası örüntülerin geliştirilmesiyle çelişmektedir. Eğilimsel ittifak güçlü olduğunda, terapist diğer değişim mekanizmalarını (örneğin içgörü ve duygulanım deneyimi) devreye sokabilir. Ancak eğilimsel ittifak zayıf olduğunda, değişimin gerçekleşebilmesi için durumsal ittifakın güçlendirilmesi gereklidir.

    Duygulanım Deneyimi

    Psikanaliz, Freud’un katarsis -önceden bastırılmış duyguların açığa çıkışı-konusundaki heyecanı ve bunun iyileşmenin yolu olduğuna dair inancı üzerine doğmuştur. Her ne kadar terapide katarsisten çok daha fazlasının gerçekleştiği sonradan anlaşılmış olsa da, psikodinamik terapideki dördüncü değişim mekanizması olan duygulanım deneyimi -yani duyguların tanımlanması, hissedilmesi ve ifade edilmesi- bu özgün fikrin daha genişletilmiş bir versiyonudur.

    Sanjay, göz teması kurmaktan kaçınarak, duraksayarak utanç verici ve hayal kırıklığı yaratan bir cinsel deneyimini anlattı. Kendini çirkin ve sevilmeye layık olmayan biri gibi hissediyor, rezil olduğunu düşünüyordu. Terapist yalnızca, “Bazen cinsellik pek iyi gitmeyebilir,” şeklinde bir yorum yaptığında, Sanjay bu sözlerden öylesine etkilendi ki, gözyaşlarına boğuldu.

    Terapist oldukça şaşırmıştı. Birkaç dakikalık sarsıcı hıçkırıklar ve gözyaşlarının ardından burnunu silip kendini toparlayan Sanjay, yaşananları dürüstçe anlatabilmiş olmaktan dolayı bir rahatlama hissettiğini söyledi. Deneyim korkunçtu, ama artık geçmişti ve belki de o kadar da korkunç olmayabilirdi.

    Yatakta yaşadığı hayal kırıklığı, Sanjay’ın yıllar boyunca hissettiği utancı yeniden tetiklemişti -duygularının normal olmadığına, bedeninin çekici olmadığına ve kendisinde korkunç bir şeyler olduğuna dair inançlarını. Ancak, bu eski bildik duygulara kapılmak yerine, tam da o anda, belki de sadece kendisi olduğunu -ihtiyaçları, korkuları ve iyi niyetleri olan bir insan olduğunu- hissetti. Sanjay, ergenliğinde ve romantik yaşamında hissettiği tüm o acıyı, yabancılaşmayı ve üzüntüyü, ne kadar yalnız hissettiğini düşünürken ağladı. Bu, yıllardır ilk kez ağladığı andı.

    Bir süre sonra Sanjay, kendini daha hafif, daha az üzgün ve rahatlamış hissettiğini söyledi. Seansın geri kalanında daha sakin, daha sessiz ve daha “orada”ydı.

    Duygulanım deneyimi, hastanın daha önce ifade etmediği duygularla temas kurmasına yardımcı olmayı ya da bastırılmış, yadsınmış, inkâr edilmiş veya görmezden gelinmiş duygulanımları yoğunlaştırmayı amaçlar. Terapistin temel problemi anlayışı ve formülasyonu, bu değişim mekanizmasının kullanılmasına rehberlik eder; çünkü bu anlayış, hastanın genellikle bilinçdışı olan ve ifade etmekten kaçındığı duyguların neler olabileceğine dair ipuçları sunar. (Bkz. Bölüm 5, Tablo 5.1: temel psikodinamik problemlere göre tipik çatışmalı duygular.) Hastaya dair daha bireysel ve özgül bir anlayış sunan formülasyon, bu süreçte daha da hassas bir rehber işlevi görür.

  • Temel Psikodinamik Sorunlar, 1. Kısım (5. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 5. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Ellili yaşlarının başlarında, enerjik, cisgender, beyaz bir kadın; kısa kesilmiş koyu renk saçları ve dikkatli bakışlarıyla ofis ortamını hızla inceledi. Kocası, onu terk etmeyi düşündüğünü söylemişti. Bu durum onu tamamen hazırlıksız yakalamıştı. Korkmuş, utanmış, suçlu hissetmiş ve öfkeliydi; “Sadece geri gelsin istiyorum, ne gerekiyorsa yaparım” dedi. Yıkılmıştı ve ciddi bir depresyonun eşiğinde olduğunu hissediyordu. Hızla, kocasıyla ilişkisini ve ailesi için yaptığı her şeyi anlattı. Eşiyle, kendisiyle ve çocuklarıyla ilgili kaygılarını dile getirdi. Tipik aile tartışmalarından, para konularındaki sorunlardan ve çocuklardan birinin sağlık sorunlarından söz etti.

    Bu kişinin sorununu kavramsallaştırmaya nasıl başlanır? Her biri birbirinden tamamen farklı yüzlerce ya da binlerce insan sorunu mu vardır? Yoksa bireysel varyasyonlar gösteren sınırlı sayıda sorun mu söz konusudur? Etkili bir terapi pratiği yürütebilmek için, her bir kişiye büyük bir dikkatle odaklanabilmeli ve ele alınan her deneyime derin bir empatiyle yaklaşabilmelisiniz. Ancak aynı zamanda temel örüntüleri [essential patterns] aramalı ve her tedavi sürecinde “tekerleği yeniden icat etmemelisiniz.”

    Terapistine “Böyle şeyleri daha önce de duymuşsunuzdur, eminim sıkıcı geliyordur” diyen bir hasta yanılmaktadır; çünkü dünyayı, daha önce hiç kimse onun hissettiği ve gördüğü gibi hissetmemiş ve görmemiştir, ayrıca insanların kendileri hakkında dürüstçe konuştuklarını dinlemek neredeyse her zaman ilgi çekicidir. Ancak bu hasta aynı zamanda haklıdır da; çünkü yaşadığı sorun muhtemelen yaygın bir sorunun bir versiyonudur ve yaygın sorunları tanımak, terapistlerin anlamasını ve öngörmesini kolaylaştırır.

    Psikodinamik terapinin birçok durum için etkili olduğuna dair güçlü kanıtların bulunduğunu biliyoruz; işe yaramadığı gösterilmiş olan görece az sayıda sorun vardır ve bazı bozukluklar için ise elimizde yeterli veri bulunmamaktadır. Peki bu tedavinin sınırları ve sınırlılıkları nelerdir ve en çok hangi sorunlar için etkilidir? Hangi tanılar, kişilik tipleri, semptomlar ve hangi bağlamlarda bu tedavi iyi sonuçlar verir?

    Psikodinamik psikoterapiyle uygun şekilde tedavi edilen hastaların %80–90’ını kapsayan altı temel psikodinamik sorun olduğunu öne sürüyoruz: depresyon [depression], obsesiflik [obsessionality], terk edilme korkusu [fear of abandonment], düşük öz-değer [low self-esteem], panik anksiyetesi [panic anxiety] ve travma [trauma]. Bu yaygın psikodinamik sorunların, psikodinamik tedaviye yanıt verdiğini destekleyen ya açık ampirik veriler ya da klinik deneyimler var. Elbette, dinamik tedaviye yanıt veren tüm sorunlar bunlar değildir, ancak en sık karşılaşılanlar bunlardır. Burada dinamik terapinin bu durumlar için en iyi ya da tek etkili tedavi olduğunu iddia etmiyoruz.

    Altı Temel Psikodinamik Sorun
    • Depresyon
    • Obsesiflik
    • Terk edilme korkusu
    • Düşük öz-değer
    • Panik anksiyetesi
    • Travma

    Sorunların bir listesini özlü bir şekilde tanımlamak kolay olsa da, gerçek bir terapi sürecinde bu sorunları arayıp tanımak çok daha zor olabilir. Bazı hastalar belirli bir sorunun profiline kolaylıkla uyar, bazıları ise birden fazla sorunun özelliklerini taşır. Bu temel sorunların her biri kendine özgü örüntüler içerir ve tipik biçimlerde kendini gösterir. Her ne kadar bu sorunlardan bazılarıyla iyi örtüşen Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı [DSM-5-TR; American Psychiatric Association, 2022] tanıları bulunsa da, biz bu sorunları hem yüzeydeki görünümleri hem de daha derin özellikleriyle düzenleyerek ve tanımlayarak ele alıyoruz.

    Psikanalizin kullanılmayan ve yanlış kuramsal unsurlarından cerrahi bir biçimde arındırılması anlamına gelen bir “teori ameliyatına” [theorectomy/teoriyi ayıklama] şiddetle ihtiyaç duyduğu söylenegelmiştir (Klein, 1976; Kohut, 1959). Yüz yılı aşkın bir gelişim sürecinde, kuramların çoğalması çok sayıda ve örtüşen düşüncenin ortaya çıkmasına neden olmuş; eski kuramlar daha yenileriyle birlikte varlığını sürdürerek teorik alanı karmaşıklaştırmıştır. Bu durum özellikle tanı ve bozukluklar hakkında konuşurken son derece belirgindir. Terapistler arasında hastaların sorunları farklı şekillerde tanımlanmakta, farklı tanı terimleri kullanılmakta ve sayıca fazla ve kafa karıştırıcı teorik modellerden yararlanılmaktadır. Bu kadar çok fikir olması ve pek çoğunun yanlışlanmasının zor olması nedeniyle, daha az işlevsel terimlerin ve kuramların sistematik biçimde elenmesi pek mümkün olmamıştır. Örneğin “narsisizm” sözcüğü gündelik dilde bencillik anlamında kullanılmakta; tanı düzeyinde öz-değerde olağandışı bir kırılganlığı ifade etmekte; kuramsal düzeyde insan yaşamının normal ve evrensel bir yönüne işaret etmekte; gelişimsel düzeyde ise yaşam döngüsü boyunca değişen kendiliğin bir yönünü tanımlamak için kullanılmaktadır (Pulver, 1970).

    Tanılar üzerine yürütülen yüzyıllık kuramsal ve kavramsal çalışmalar, genellikle “birleştirmekten” ziyade “ayrıştırma” dürtüsüyle yapılmış olduğundan, temel sorunların bir listesini tanımlarken alçakgönüllü olunmasını gerektirir. Biz ise kararlılıkla “birleştiricilerin” tarafındayız ve sunduğumuz sorunlar dizgesi görece sade ve tutarlıdır. Kuşkusuz, alternatif sınıflamaları savunanlar tarafından sistemimiz eleştirilebilir ve bu eleştirilerde haklı yönler olabilir; ancak biz, psikodinamik psikoterapiyi öğrenme ve uygulama sürecinin, incelikten yoksun sadeleştirme ve açıklama çabalarından çok, şemaların çokluğu ve çeşitliliği nedeniyle sekteye uğradığını savunuyoruz.

    Temel psikodinamik sorun [core psychodynamic problem] terimini, ortak altta yatan örüntülere sahip sorunları belirtmek için kullanıyoruz. Tarihsel olarak psikanalistler, örneğin obsesyonel nevroz, histerik karakter ve fobik nevroz gibi psikanalitik tanılardan söz etmişlerdir. Bunlar, belirgin semptomlara, tanımlanabilir (ancak çıkarıma dayalı) dinamiklere ve varsayımsal etiyolojilere sahip, görece iyi tanımlanmış yapılardı. Ancak psikanalitik tanı sistemi, yüksek düzeyde çıkarıma dayanması nedeniyle güvenilir değildi ve klinik olarak uygulanması zordu. Bir kişinin obsesyonu, bir başkası için fobi olarak değerlendirilebiliyordu.

    Klasik psikanalitik tanıların bazıları kullanışlı, sezgisel ve oldukça kolay gözlemlenebilir olsa da, aynı zamanda doğru olmayabilecek kuramsal varsayımlar taşırlar ve gereksiz yere karmaşıktırlar. Örneğin, klasik nevrozun varsayılan nedeni gelişimsel bir saplanmadır -yani belirli bir gelişim evresinde yaşanan bir travma. Bu tanımlayıcı olayın ve gerçekleştiği evrenin, sonraki nevrotik semptomatolojinin türünü belirlediği varsayılır. Ancak gerçekten de tüm obsesyonu olan hastalar anal dönemde travma mı yaşamıştır? Ya da tüm yeme bozuklukları erken beslenme problemlerinden mi kaynaklanmaktadır? Kuramsal olarak zarif ve kesinlikle sezgisel olsa da, erken dönem gelişimsel yaşantıların genetik yatkınlıklar, sonraki çevresel etkenler ve yaşamın ilerleyen dönemlerindeki deneyimler karşısında bu denli ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmesini destekleyen pek az veri vardır. Özetle, çıkarıma dayalı dinamiklere ve erken ilişkilerin deterministik bir yorumuna dayanan klasik psikanalitik tanı yaklaşımı, verilerle örtüşmemesi, katı oluşu ve aşırı varsayımlar içermesi nedeniyle işlevselliğini yitirmiştir.

    DSM-III, gözlemlenebilir (görece) belirti ve bulgular etrafında örgütlenmiş ve bozuklukların nedenlerine dair kuramsal önyargılardan arınmayı hedefleyen ilk psikiyatrik sınıflama sistemiydi. DSM-IV, DSM-5 ve DSM-5-TR bu çizgiyi sürdürerek tanımları yeniden düzenlemiş ve tanı kategorilerinde çeşitli değişiklikler yapmıştır. Bu sistemin zayıflıkları ruh sağlığı literatüründe kapsamlı biçimde tartışılmıştır (bkz. örneğin Sadler, 2002) ve bu zayıflıklar arasında, sorunların altta yatan yapılara ya da hastalıklara göre değil, fenomenolojik özelliklerine göre gruplanması; belirtilerin hastalıklarla, etkili tedavinin ise semptom azaltımıyla örtük biçimde eş tutulması yer almaktadır. Son yıllarda, psikiyatri ve psikoloji alanlarında, yüzeydeki görünümlerden ziyade altta yatan mekanizmaları hedefleyen tanılar-ötesi [transdiagnostik] tedavilere yönelim gözlenmektedir. Bu altı temel sorunun her biri, semptomatolojide yansımasını bulan ve tedavi sürecinde doğrudan ele alınan belirli bir uyumsal mekanizmalar dizisine karşılık gelmektedir.

    Psikodinamik Tanı Kılavuzu (PDM Task Force, 2006), PDM-2 ve İşlevsel Psikodinamik Tanı Sistemi (OPD Task Force, 2008) gibi sistemlerin ne ölçüde kabul gördüğü net değildir. Bu çalışma geleneği, kişiliğe dair karmaşık, psikodinamik ve çok boyutlu bir anlayışı yansıtmaktadır; ancak klinisyenler açısından hantallığı ve uygulanma güçlüğü sıklıkla dile getirilmiştir.

    Burada vurguladığımız ve benimsediğimiz altı sorun, biçim itibarıyla psikodinamik (ve psikanalitik) niteliktedir ve bir kişinin durumunu anlatı biçiminde anlamaya yardımcı olurlar. Bu sorunları, belirli semptomatik görünümlerden ziyade altta yatan mekanizmaları kapsayan düzenleyici açıklamalar olarak değerlendiriyoruz. Uygulayıcının hastayı hem anlamasına hem de pratik biçimde tedavi etmesine yardımcı olacak işlevsel bir psikodinamik sorunlar listesi, ne klasik psikanalitik kuramın aşırı kesinliğini ne de DSM tanılarının yüzeysel yönelimini taşımalıdır.

    Biz, klinik olarak işe yarar olana ulaşmayı hedefleyen sezgisel [heuristic] bir kategorilendirme yaklaşımı benimsiyoruz. Ele aldığımız altı sorun şu özellikleriyle tanımlanır: (1) temel psikodinamik çatışmaları, tarihsel ve güncel kavramsallaştırmaları; (2) bu sorunları anlamada en yararlı psikanalitik model(ler); (3) bu sorundan mustarip olan bireylerde en çok etkilenen güçlü yönler; ve (4) tedavide genellikle hedeflenen amaçlar. Bu sorunlar hem terapist hem de hasta tarafından tanınabilir niteliktedir.

    Bunlar, terapötik olarak anlaşılabilir ve çalışılabilir sorunlardır; etiyoloji, yapı, seyir gibi kuramsal yüklerle donanmış gerçek birer hastalık varlığı olmaları gerekmez. Klinik dünyada bu sorunlar tek başına ya da bir arada ortaya çıkabilir ve belirli bir sorun, hastanın yaşamına (ve terapisinin seyrine) bir dönem boyunca egemen olurken, sonrasında yerini başka bir soruna bırakabilir. Psikoterapi öğrencisi, bu temel sorunlara hem zihinsel hem de “içgüdüsel” düzeyde bir anlayış geliştirerek büyük ölçüde yarar sağlayacaktır. Öğrenmenin erken evrelerinde örüntü arayışı ve tanıma süreci bilinçli, çaba gerektiren, akılcı ve kasıtlı bir süreçtir; ancak zamanla bu süreç hızlı ve sezgisel hâle gelir.

    İlgili literatüre yapılan atıflar açıklamalarımızda yer almaktadır; ancak bu sorunlarla ilgili olarak mevcut olan son derece zengin psikanalitik ve ampirik literatürü -ki bu literatür kapsamlı betimleyici, kuramsal ve klinik yazını içermektedir- tam anlamıyla yansıtabilmemiz elbette mümkün değildir. Bu sorunlara dair tanımlamalarımızda özgünlük iddiasında da bulunmuyor; bunun yerine, yararlı bulduğumuz klasik ve güncel kavramsallaştırmalara büyük ölçüde yaslanıyoruz.

    Hiçbir sınıflandırma nesnel ve toplumsal belirleyicilerden bağımsız değildir; nitekim nihayetinde temelde insani ve ilişkisel bir deneyim olan bir alan için böyle bir hedef belirlemek dahi uygun değildir. Bunun yerine, burada tanımlanan temel psikodinamik sorunları, hasta ve terapistin ilişkiye girmesi için bir başlangıç noktası olarak görüyoruz; bu ilişki merakı, etkileşimi ve her iki tarafın da kendine özgü kimlikleri ve geçmişleri üzerine düşünmeyi içerir.

    Cinsiyet, ırk, kültür, etnisite (ve tarih) bireylerin sorunlarını ve bu sorunların nasıl algılandığını şekillendirir. Bazı sorunlar belirli bir cinsiyette ya da bazı alt gruplarda daha sık görülüyor gibi görünmektedir. Örneğin, terk edilme korkusuna kadınlarda erkeklere kıyasla görece daha sık rastlanabilir ve bu durum kuşkusuz ilişkilerle ilgili toplumsal cinsiyet temelli beklentileri, bir sorunun ne olduğuna dair toplumsal tanımları ve tedaviye başvurma yollarındaki tipik örüntüleri yansıtmaktadır. Bu sınıflandırma şeması da hiç kuşkusuz belli bir toplumsal bağlam içinde yer almaktadır: Batılı, akademik ve seküler. Bu kitap boyunca ve sunulan sayısız klinik örnekte yer alan temel bir tema, hasta ile terapistin kimliklerinin örtük varsayımlar taşıdığı ve bu durumun, ancak bilinçli dikkat, sorgulama ve alçakgönüllülükle ele alınabilecek fark edilmemiş algılara yol açtığıdır.

    GÜÇLÜ YÖNLER VE SORUNLAR

    Güçlü yönler [strength], sorunlarla birlikte var olur. Geleneksel psikodinamik yaklaşım, büyük ölçüde sorunlara ve bunların çözümüne odaklanır ve iyilik hâlinin bunun ardından geleceğine güvenir. Biz ise, hastalarımıza dair bütüncül bir bakış açısının hem patolojiyi hem de güçlü yönleri hesaba katması gerektiğini öne sürüyoruz; çünkü tedavi süreci, sorunları azaltırken aynı zamanda güçlü yönleri inşa etmeyi de gerektirebilir. Bu yaklaşım, özellikle terapide değişim mekanizmalarını düşünürken (bkz. Bölüm 10) önem taşır; çünkü bizim modelimiz, hastanın güçlü yönlerinden yararlanarak kırılganlık ya da zayıflık içeren alanların ele alınmasına vurgu yapar.

    Peterson ve Seligman (2004), zaman ve kültürler boyunca var olan hastalıkları değil, güçlü yönleri tanımlayan ve bir tür “anti-DSM” olarak değerlendirilebilecek karakter güçleri [character strength] ve erdemlerin [virtue] bir sınıflandırmasını yapmışlardır. Altı temel erdemi -bilgelik [wisdom] ve bilgi [knowledge], cesaret [courage], insaniyet/insanlık [humanity], adalet [justice], ölçülülük/itidal [temperance] ve aşkınlık [transcendence]- kapsayıcı kategoriler olarak tanımlıyorlar ve bu erdemlerin her biri üç ila beş farklı karakter gücünden oluşmaktadır. Bu da hasta güçlü yönlerini anlamak için önemli bir başka yaklaşım sunmaktadır. Onların sınıflaması, kişilikteki güçlü yönler üzerine yürütülen ampirik araştırmalarda önemli bir ilgi uyandırmıştır (Seligman, Steen, Park ve Peterson, 2005). Bu araştırmalar, pozitif psikoterapiyi (Rashid ve Seligman, 2018) ve diğer pozitif müdahale yöntemlerini doğurmuş ve bu yöntemler farklı bağlamlarda incelenmiştir (Ochoa, Casellas-Grau, Vives, Font ve Borràs, 2017; Walsh, Cassidy ve Priebe, 2017). Bu tedaviler, değişim mekanizması olarak var olan güçlü yönleri geliştirmeye odaklanmakta ve geleneksel psikoterapilerin semptomları, acıyı ve rahatsızlığı azaltma odaklı yaklaşımından uzaklaşmaktadır.

    Ancak pozitif tedaviler yalnızca terapötik dikkatlerini güçlü yönlere çevirmekle kalmaz; aynı zamanda geleneksel psikodinamik düşüncenin önemli bir kısmını tersine çevirerek, hastalık durumunda hangi güçlü yönlerin zarar gördüğünü ve hangi hastalıkların aslında güçlü yönlerin sınırlılıklarının veya aşırılıklarının bir yansıması olduğunu da dikkate alırlar. Örneğin depresyon, kişinin cesaretini, insaniyetini ve aşkın deneyimlere yönelik kapasitesini azaltırken, obsesiflik kişinin bilgeliğini ve insaniyetini zayıflatır. Pozitif psikoloji, olumlu ve olumsuz duyguların çoğu kez birbiriyle önemli ölçüde ilişkili olmaksızın birlikte var olduğunu ve hastaların yoğun olumsuz duygular ve acı yaşarken aynı zamanda önemli güçlü yönleri de sergileyebildiğini temel bir gözlem olarak öne sürmektedir. Geleneksel psikoterapi ise gerçekten de olumsuz duyguları hedef alır; ancak (Bölüm 10’da ele alındığı gibi) yeni ilişki deneyimleri ve zihinselleştirme kapasitesini geliştirmek gibi yeni güçlü yönlerin oluşturulmasını içeren değişim mekanizmalarına büyük ölçüde dayanır.

    Pragmatik bir bakış açısından, psikodinamik terapide güçlü yönleri şu alanlarda önemli görüyoruz: terapötik ittifakın geliştirilmesi, kişisel anlatı, değişim mekanizmaları ve tedavi sonrasındaki dayanıklılık düzeyi. Her temel psikodinamik sorunla ilişkili tipik güçlü yönleri ele almakta ve ayrıca bu temel sorunların pozitif psikolojide tanımlanan karakter güçlerini nasıl olumsuz etkileyebileceğini de belirtmekteyiz

    HASTADA HANGİ SORUN BULUNUYOR?

    Tablo 5.1, psikodinamik sorunları özetlemekte ve ayrıntılı olarak açıklamaktadır. Bu tablo; temel çatışmalar ve psikodinamik kavramsallaştırmaları, ilişkili DSM-5-TR tanılarını, tedavi amaçlarını, etkilenen karakter güçlerini, sorunu en iyi açıklayan psikodinamik modeli, tipik dirençleri, aktarım ve karşıaktarımları, temel çatışmalı ilişki temalarını ve kullanılan teknikleri içermektedir. İzleyen bölümlerde ise her bir sorunun tedavisine ilişkin mevcut kanıtlar ele alınmaktadır.

    Klinisyenleri, hastalarını hangi temel psikodinamik sorunun en iyi şekilde tanımladığı üzerine düşünmeye teşvik ediyoruz. Öğrencilerimiz, bu altı psikodinamik sorunun sağladığı netliği severler ve hastalarını bu tanımlar içinde hızla tanıyabilirler. Temel sorunları hızlıca fark edebilmenin oldukça yararlı olduğunu düşünürler. Kavramsallaştırmaları rahatlıkla kullanmaya başladıklarında ise, bu yaklaşımın pratikliği ilginç bir klinik soruyu ortaya çıkarır: Bir hastaya en iyi uyan sorunu nasıl belirlersiniz? Bazen aynı hasta için birden fazla sorunun geçerli olduğunu savunabilirler. Bu seçimi yaparken aşağıdaki noktaların göz önünde bulundurulması önemlidir:

    • Hasta hangi baskın, acı veren duygulanım veya semptomla mücadele ediyor? (örneğin hasta depresyondan, sık yaşadığı kayıplardan, panik ataklardan veya güvensizlikten mi şikayet ediyor?) Hasta, söz konusu psikodinamik sorunu bir dereceye kadar fark edebiliyor mu? Tartışıldığında görebiliyor mu?
    • Tanımlanan sorun ve onunla ilişkili dinamikler, hastanın önemli yaşam öyküsünü, mevcut problemlerini ve rahatsız edici duygularını açıklamaya yardımcı oluyor mu? Bu altı sorundan hangisi en açık, en basit ve en kapsamlı açıklamayı sağlıyor?
    • Bu temel sorun üzerine çalışmak, hastanın değişim için ihtiyaç duyduğu çalışmayı yapabilmesine olanak tanıyacak mı?

    Bazı sorunlar, örneğin obsesiflik ve travma gibi, daha derin bir çıkarım düzeyinde bulunur. Hastaların bu sorunları doğrudan ifade etme veya başlangıçta kendilerinde tanıyabilme olasılığı daha düşüktür. Ancak, başlangıçta hastanın bu sorunları kabul edip etmemesi tek ölçüt değildir; nihayetinde doğruluk ve kapsamlılık daha büyük önem taşır.

    DSM-III’ün gelişimi ve psikopatolojinin ampirik çalışmasının, tedaviyle ilgili yeni fikirlerin oluşturulmasında teoriden daha belirleyici olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, herkese uyan tek tip psikodinamik psikoterapi dönemi sona ermektedir. Burada sunduğumuz PPP modelini “sorun odaklı [problem specific]” olarak görmekteyiz ve psikodinamik psikoterapinin kişiselleştirilmesinde tedaviyi soruna göre uyarlamayı önemli buluyoruz. Belirli sorunlar, en iyi şekilde kendilerine özgü tedavilerle ele alınabilir. DSM-5-TR’de kullanılan betimleyici ve çok özel tanılar, genel tedavi planlaması ve belki de psikoterapinin zamanlaması ve türünü yönlendirmek açısından gerekli olsa da, psikodinamik psikoterapinin planlanması ve uygulanmasında en çok önem taşıyan “tanıların” burada tanımladığımız altı temel psikodinamik sorun olduğunu öne sürüyoruz.

    Her soruna ilişkin görüşümüz, literatürün ve klinik deneyimimizin bir sentezini yansıtmaktadır. Burada, altı sorunun her biri için özgün bir tedavi modeli önermiyoruz. Bunun yerine, birçok klinisyenin ve araştırmacının çalışmalarını önerilerimizde bütünleştirdik ve düşüncelerimizi etkileyen temel kaynaklara atıfta bulunduk. Eğitim görenler, bu sorunları etkili bir biçimde tedavi edebilmek için, her sorunla ilgili burada sunduğumuz kısa tartışmaları literatürden yapacakları ek okumalarla desteklemelidirler. Bu bölümde depresyon ve obsesiflik tartışılmakta; 6. bölümde ise terk edilme korkusu, düşük öz-değer, panik anksiyetesi ve travma ele alınmaktadır.

    DEPRESYON: KAYIP VE ÖZ-DEĞER

    “Öyle bir ruh hâlindeyim ki, suyun altında olsam, yukarı çıkmak için zar zor çırpınırdım.”

    -John Keats

    Geçmişte yaşanan kayıplar, kişileri yeni kayıplara karşı hassas hâle getirir; depresyon ise insanları terapiye getiren en yaygın sorundur. Depresyonun geniş çatısı altında hüzün, kayıp, melankoli, can sıkıntısı, engellenmişlik, irritabilite, korku, terk edilme ve umutsuzluk bir arada bulunur. Bu duygular herkeste yaygın olarak görülebilir ve çoğu zaman geçicidir; ancak kalıcı hâle geldiklerinde, üzüntü, kayıp, içe kapanma, moral bozukluğu ve artan öz eleştiriyi içeren bir olumsuzluk kısır döngüsünü başlatabilir ve bu da daha fazla geri çekilmeye ve negatif bakış açısına yol açar. Özne açısından depresyon, sürekli devam eden öz eleştiri, olumsuzluk ve kayıp duygularıyla karakterizedir. Semptom düzeyinde ise depresyon genellikle uyku, iştah ve enerji değişimleri gibi tipik bedensel belirtilerin yanı sıra odaklanma ve konsantrasyon güçlükleri ile keyif alma kapasitesinde azalma gibi sorunlarla ilişkilidir. Depresyonda, intihar düşünceleri ve dürtüleri ortaya çıkabilir, cinsel ilgi kaybı yaşanabilir.

    Dinç ve gergin bir görünümü olan, 18 yaşındaki beyaz, cisgender, heteroseksüel genç bir adam olan Peter, üniversite birinci sınıfının ilk döneminin sonlarında, ilk randevusu için ofise adım attı. Uzun, koyu renk saçlarının çerçevelediği sabit bakışları, altın renkli, tel çerçeveli gözlüklerle belirginleşiyordu. Gelir gelmez içsel acısını son derece açık ve akıcı bir şekilde anlatmaya başladı -anksiyeteli, kendine karşı eleştirel, korkulu ve sosyal ya da akademik olarak asla başarılı olamayacağından emindi. Yaşadığı sıkıntı çok yoğundu ve net biçimde hissediliyordu.

    Peter, sessiz bir mühendislik profesörü ve eşinin üç çocuğunun en büyüğü ve tek erkek çocuğuydu. Aşırı konuşan ve ilişkileriyle ilgili her şeyi -babasıyla yaşadığı hayal kırıklıklarını anlatmak dâhil- fazlasıyla ciddiye alan annesine karşı duyduğu hayal kırıklığını açıkça dile getiriyordu. Annesine yakındı ancak onun ihtiyaç duyma hâline öfkeliydi. Babası nazik fakat son derece mesafeli bir adamdı; adeta mühendis stereotipinin karikatürü gibiydi ve “sol beynine” sıkışıp kalmıştı.

    Peter, üniversitede birkaç kıza karşı yoğun duygusal yakınlıklar hissetmişti; her biri onu büyülemiş, zihnini tamamen meşgul etmişti. Ancak o kadar çok kabul edilmek ve sevilmek üzerine odaklanmıştı ki, kızlar hakkında gerçekte ne hissettiğini anlaması güçleşiyordu. Kolaylıkla inciniyor, incindiğinde ise hemen öfkeleniyordu. Sürekli olarak kızların ne düşündüğünü, ne hissettiğini ve bundan sonra nasıl hareket etmesi gerektiğini zihninde tekrar tekrar sorguluyordu. Erkek arkadaşlıkları vardı, fakat bu arkadaşlıklar onun yoğun romantik ilişki arzusunun yanında çok daha önemsiz kalıyordu. Kendini son derece yalnız ve güvensiz hissediyordu.

    Peter, uyku güçlüğü, sürekli üzüntü ve anksiyete, konsantrasyon sorunları, keyif alma yetisinde azalma yaşıyordu ve sık sık intiharı düşünüyordu. Tedaviye gelmeden önce, kafasına sıkmak üzere bir silah satın almayı bile düşünmüştü. Bu şekilde yaşamak onun için çok acı vericiydi ve herhangi bir kızdan reddedilme ya da bir arkadaşının küçük bir ihmali bile onu yoğun bir incinme, öfke, umutsuzluk ve intihar düşüncelerinin içine sürüklüyordu.

    Peter çok zeki ve düşünceli biriydi; lisede iklim değişikliği ve ruh sağlığı konularında girişimler düzenlemişti ve dersleri için yaratıcı ve ilgi çekici fikirleri vardı. Ancak proje çalışmaları sırasında sık sık tıkanıp kalıyor; kendini sürekli olarak kuşkuya düşürüyor, eleştiriyor ve sıradan veya önemsiz biri olarak görülmekten korkuyordu. İşlerini sürekli ertelemesi yoğun bir anksiyeteye neden olmuş, akademik başarısının düşmesi sonucunda bir dönem okula ara vermek zorunda kalmıştı.

    Psikodinamik Kavramsallaştırma

    Freud (1917b), depresyonu ele aldığı çığır açıcı eseri Yas ve Melankolide [Mourning and Melancholia], yakın ilişkilerin kaybının depresyonun nedeni olarak taşıdığı önemi vurgulamıştır. Yastaki sınırlı hüzün ile depresyondaki öz eleştirel umutsuzluğu karşılaştıran Freud, kaybedilen kişinin (psikanalitik terminolojide kaybedilen “nesne” [lost “object]olarak anılır) içselleştirildiğini, zihne alındığını ve onunla özdeşim kurulduğunu -yani kişinin bir parçası hâline geldiğini- ileri sürmüştür. Kaybedilen nesneye duyulan öfke, nesnenin artık yaşadığı yer olan benliğe [self] yönlendirilir. Bu durum, depresyonun temel özelliklerinden olan, benliğe yönelik eleştiri ve öfkeye yol açar -örneğin öz kuşku, öz eleştiri ve suçluluk gibi. Peter’ın öyküsünde sorunlarının tam anlamıyla ortaya çıkmasının üniversite için evden ayrıldığı döneme denk geldiği açıktı. Anne-babasını ve kız kardeşlerini seviyordu ve genellikle onlara karşı öfkeli ve hayal kırıklığı içinde olsa da, bunlar onun en yakın ilişkileriydi. Ailesinin taleplerinden kurtulmak onu heyecanlandırmış olsa bile, üniversiteye gitmek aynı zamanda bu sevgi dolu ilişkilerin büyük bir kaybı anlamına gelmişti.

    Melanie Klein (Mitchell, 1986), depresyon konusunda benzer şekilde parlak ancak biraz daha karmaşık kuramsal bir kavramsallaştırma ortaya koymuştur. Klein’a göre, bebeklik döneminin erken evrelerinde sevgi ve nefret [love and hatred] (engellenmişlik nedeniyle ortaya çıkan) deneyimleri, annenin (ve bugün babayı da dâhil edebiliriz) üzerine yansıtılarak ve ardından geri içe alınarak (introjection – içselleştirmenin ilkel bir biçimi) yönetilir. Yavruları için yiyeceği önceden sindiren anne kuşlar gibi, insan anneleri de çok küçük çocuklarının bu yansıtma ve içe alımı gerçekleştirebilmeleri, böylece çocukların öfkelerinin zararsız hâle getirilebilmesi için yakın ve ulaşılabilir konumda olmalıdır. Klein, anneye yönelik duyguların bölünmüşlüğünün hâkim olduğu bu aşamayı şizoid konum [schizoid position] olarak tanımlamıştır; çünkü sevgi ve nefret duyguları aşırı biçimde ayrışmıştır. Bir sonraki aşama olan depresif konumda [depressive position] çocuk, sevgi ve öfke duygularını bir araya getirir, onların birlikte var olabildiğini kavrar ve sevdiği kişiye aynı zamanda öfke duymanın yarattığı depresif duygulara katlanır. Klein’ın depresyon hakkındaki teorik düşünceye temel katkısı, sevgi ve öfke duyguları arasındaki mücadeleyi vurgulaması ve depresyon deneyimini, erken dönem bakım verenlere ve onların yerine geçen sonraki önemli ilişkilere bağlanmadaki güçlüklerle temelden ilişkilendirmesidir. Peter, sevgi ve nefret duyguları arasındaki çatışmayla yoğun biçimde iç içeydi; annesi onun en yakın sırdaşıydı ve Peter bundan dolayı hem kendisine hem annesine öfkeliydi. Potansiyel sevgililerine fazlasıyla bağlanıyordu, ancak çoğunlukla onları sevmekten çok onlara karşı öfkeli ve hayal kırıklığı içindeydi.

    Avrupa kökenli, Boston’lu bir psikanalist olan Edward Bibring (1953), depresyon konusunda anlaşılması daha kolay bir kuram geliştirmiştir. Kişinin nasıl biri olmak istediğine dair umutlarını ve hayallerini içeren ego ideali [ego ideal] kavramına dayanan Bibring, iyi bir öz-değerin, kişinin kendisi hakkındaki algısının ego idealine ne kadar yakın olduğuna bağlı olduğunu varsaymıştır. Hayallerinizi gerçekleştirirseniz depresyondan kurtulursunuz; olduğunuz kişi ego idealinizden ne kadar uzaksa, o ölçüde depresif olursunuz. Bibring’in bakış açısı, Peter’ın depresyonunun bir kısmını aydınlatıyordu. Peter, olmak istediği kişi -sevilen, yakışıklı, zeki, başarılı- ile zaman zaman kendisini hissettiği kişi -güvensiz, çekici olmayan, yetersiz, sevilmez- arasındaki büyük farklılığın yarattığı derin bir acı içindeydi.

    Kendilik psikolojisinin [self psychology] (3. Bölümde tartışılmıştır) kurucusu Heinz Kohut (1971), çalışmalarına narsisizm ve narsisistik kişiliği inceleyerek başlamıştır. Kohut, klasik psikanalizin zorluklarını özellikle güç bulan ve uzak analist ile yalnız divan karşısında sürekli utanç duyan, kendini koruma ihtiyacı hisseden ve incinen bir hasta altgrubu olduğunu fark etti. Kronik olarak güvensiz, sevilmeyen ve derin kayıp, terk edilme ve utanç duygularına yatkın olan kişilerde görülen belirgin bir depresif duygu türünü (bu hastalara “narsisistik [narcissistic]” adını vermiştir) diğerlerinden ayırmıştır. Kohut, Freud ve Klein’in tanımladığı depresyonu içsel çatışmalı öfke ve sevginin yönetimiyle ilişkili dürtülerden kaynaklanan bir durum olarak görüyordu. Buna karşılık, kendisi yakınlık, karşılıklılık, empati ve ilişkilerdeki onaylanma eksikliğinin etkisiyle ilgileniyordu. Kohut, bu hasarlı bağlanmaları sık rastlanan, güçten düşüren ve yeni bir depresyon türünün nedeni olarak değerlendiriyordu. Dolayısıyla, Kohut’un tanımladığı depresyon, sınırlı bağlanma, kronik hafif şiddette hayal kırıklığı ve terk edilme hissine bağlıdır. Gerçekten de Peter, ilişkiler konusunda yalnız, kopuk ve tehlikeli derecede hassastı. Yoğun utanç duyguları ve düşük öz-değeri ancak öz-eleştirilerinin ve kendini-suçlamalarının şiddetiyle kıyaslanabilirdi.

    Depresyon hakkında birçok başka derinlikli ve önemli yazar bulunmasına rağmen, Busch, Ruden ve Shapiro’nun (2004) depresyonun psikodinamik tedavisi üzerine yazdığı monografi, temel fikirlerin oldukça yararlı bir sentezini sunmaktadır. Bu yazarlar, Freud ve Klein’ın depresyondaki saldırganlığı anlamaya yönelik girişimleri ile Kohut’un öz-değer ve yakınlık üzerine odaklanan yaklaşımını bir araya getirmektedirler. Onların formülasyonuna göre, erken dönemde bağlanmadaki engellenmişlik öfke ve suçluluğa yol açar; bu öfke, öz eleştiri biçiminde kendiliğe geri döner. Depresyondaki hasta, öz-değerini ve iyi olma hâlini kurtarmak için başkalarıyla bağlantı kurmaya çalışır; onları idealleştirir ve yeni, sevgi dolu bir ebeveynin sevgisi aracılığıyla öz-değerini kurtarmayı umar. Ancak bu çaba, depresyondaki kişinin yüksek ve gerçekçi olmayan beklentileri nedeniyle hayal kırıklığına mahkûmdur. Bu dinamiğin son kısmı -yani öz-değerini kurtarma girişimi- Bibring ve Kohut’un, hastanın düşük öz-değeri ve ilişkileri, iyileşme ve kurtuluş amacıyla kullanmasının önemine dair düşüncelerinden yararlanmaktadır.

    Busch ve arkadaşlarının (2004) kapsamlı formülasyonu, Peter’ın semptomlarını, öyküsünü ve dinamiklerini düzenlemek için oldukça yararlı bir yapı sunmaktadır. Peter’ın muhtaç annesi ve mesafeli babasıyla olan ilişkileri, onda yoğun kayıp, engellenmişlik ve öfke duygularına yol açmıştır. Bu kayıp duygularına öfke ve suçlayıcı öz eleştiriler eşlik etmektedir. Bu güçlü ikircikli duygular, aynı zamanda belirsiz bir benlik algısı ve kırılgan bir öz-değere yol açmıştır. Peter, yalnızlık ve boşluk hissini hafifletmek için yeni romantik ilişkilere yönelmekte; bu partnerleri idealleştirmekte ve böylece onlarla birlikte olma fantezisi aracılığıyla kendini sevilen ve bütün hissedebilmektedir. Ancak sürekli hayal kırıklığı yaşamaktadır, çünkü umutları gerçekçi olmayacak derecede yüksektir. Yaşadığı reddedilmeler öfke ve engellenmişlik duygularını artırmakta, bu duyguların bir kısmı da öz eleştiri ve zaman zaman kendine zarar veren davranışlar şeklinde kendisine yönelmektedir.

    Öz-değerin kırılganlığıyla bağlantılı umut ve hayal kırıklığı döngüleri ile engellenmişliğin yol açtığı öfkeli öz eleştiri temaları, birbirlerini pekiştirmekteydi. Terapist Peter’la ilk tanıştığında, Peter son derece güvensiz ve kendisine karşı öfkeliydi. Zaman içinde, annesine aşırı hoşgörülü olduğu, babasına ise çok mesafeli kaldığı için yoğun öfke duyduğunu fark etti. Peter’ın sallantılı öz-değeri, diğer insanların onun hakkındaki hislerine bağlı olarak yükselip alçalıyor, başkalarının kendisine verdiği tepkilere aşırı odaklanması ise günlük yaşamını sürdürmesini, okul çalışmalarını yapmasını ve arkadaşlarıyla sosyalleşmesini zorlaştırıyordu.

    Kuşkusuz depresyona dair psikodinamik kavramsallaştırmalar, genetik ve biyolojik yatkınlıkların önemini dışlamaz; ancak bu kavramsallaştırmalar, zihinsel süreçleri olduğu gibi anlamamıza yardımcı olur ve depresyona özgü duyguların nasıl ortaya çıktığına ilişkin gelişimsel bir anlatı sunar.

    Güçlü Yönler

    Peter’ın güçlü yönlerinin [strength] farkında olmak, sorunlarının tartışılmasını dengeler. Depresyondaki hastalar genellikle cesur, insancıl ve duygusal olarak erişilebilirdir. Peter güçlü bir inanç ve bağımsızlık duygusuna sahipti, ancak bu yönü, başkalarının kendisi hakkında ne düşüneceğine dair kaygısı ve reddedildiğinde yaşadığı derin üzüntü nedeniyle özellikle sarsılmaktaydı. Sık yaşadığı çekingenlik, kararsızlık ve belirsizlik, hastalığının ve bu hastalıkla verdiği mücadelenin bir yansıması gibiydi.

    Karakter güçleri perspektifinden bakıldığında, Peter’ın sevgi, nezaket, duygusal ulaşılabilirlik ve sosyal zekâ ile tanımlanan insaniyet alanındaki yetkinlikleri özellikle güçlüydü. Şaşırtıcı olmayan fakat dikkat çekici bir nokta, depresyonda olmadığı zamanlarda Peter’ın bu alanların her birinde çok daha iyi ve derin bir işlevselliğe sahipken, depresyonda olduğunda bu işlevselliğin ciddi anlamda sınırlanmasıydı. Kişinin, duygusal olarak ayakta kalmaya çalışmakla meşgulken sevgi dolu, şefkatli ve algıları açık olması çok zordur. Kişi reddedilmekten dolayı öfkeli hissediyorsa nazik olması güçleşir. Benzer şekilde, Peter’ın aşkınlık alanındaki güçlü yönleri de depresyondan etkileniyordu -örneğin, yetenekli bir yazardı, güçlü ahlaki inançlara sahipti ve toplumun daha iyi olabileceğine inanıyordu. Ancak depresif olduğunda işlerini sürekli erteliyor, daha geniş toplumu ve onun sorunlarını düşünmeye olan ilgisini kaybediyordu.

    Tedavi Amaçları

    Depresyonun psikodinamik tedavisindeki amaçlar, hastanın terk edilmeye karşı kırılganlığını azaltmak ve sert öz eleştiriye yönelme eğilimini hafifletmektir. Bu amaçlar basit görünse de, terapistin ilişki sürecinin geleceğini göz önünde bulundurmasına, ilerlemeyi değerlendirmek için hangi noktalara dikkat etmesi gerektiğini belirlemesine ve açıklık ve merak duygusuyla birlikte, süreci iyi terapiye dönüştüren rehberlik edici bir yaklaşım sürdürmesine yardımcı olur. Peter için tedavi amaçları, arkadaşlıklar ve yakın ilişkilerde kaçınılmaz olarak karşılaşacağı terk edilme duygularına dayanarak, ilişkilerdeki beklenen zorlukları tolere etme ve aşma becerisi geliştirmek; kızgın veya incinmiş hissettiğinde öz eleştiriden daha fazla korunmuş, daha sağlıklı ve olumlu bir öz-değere sahip olmaktı. Kendini iyi hissetmek için başkalarına daha az bağımlı olacak, kendine daha fazla güvenecek ve böylece incinme ve hayal kırıklığı yaşama olasılığı azalacaktı.

    Depresyonun psikodinamik tedavisi, hastanın bugüne geçmişmiş gibi verdiği tepkilerin ayrıntılı biçimde araştırılması ile davranış değişikliğine yönelik destekleyici müdahalelerin birleşimini içerir. Tedaviye ilişkin burada sunduğumuz açıklamalar büyük ölçüde Busch ve arkadaşlarının (2004) monografisine dayanmaktadır. Ancak burada önemli bir uyarıda bulunmak gerekir; depresyon heterojen bir sorundur ve burada uygun tanılama ile tedavi seçimlerinin daha önceden yapılmış olduğu varsayılmaktadır. Başka bir ifadeyle, hastada olası tıbbi bozukluklar (örneğin hipotiroidizm) açısından tarama yapılmış, depresyon gibi görünen belirtilerin aslında akut yas süreci, madde kullanımı veya psikotik bozukluk gibi başka durumlar olmadığı netleştirilmiş olmalıdır. Tanıyı netleştirmek için gerekli veriler, özellikle nörovejetatif belirti ve semptomlar, eşlik eden diğer aktif psikiyatrik belirtiler ve tıbbi belirtilerin taranmasına odaklanan klinik öykü aracılığıyla elde edilir.

    Terapötik Bir İttifakın Geliştirilmesi

    Depresyondaki hastalarla terapötik ittifak, hasta korkmuş ve acı çeker durumdayken hızla gelişir. Terapistin tüm enerjiyi, umudu ve yapıcı ilgiyi sağladığı durumlarda, hastadaki bağımlılık hissi güçlü ve hızlı bir bağlanmaya zemin hazırlar. Ancak iyi bir terapötik ittifakın gelişimi için, hastanın terapisti sevmesinden daha fazlası gereklidir. Hastanın, gerekli öz-düşünüm [self-reflection] görevlerini yerine getirmesi ve yeni davranışları denemesi de önemlidir. Terapist, pratik bir perspektif benimsemeli ve hastayı hem terapi sürecinin zorlu çalışmalarında hem de dünya ile etkileşimde mümkün olduğunca aktif olmaya teşvik etmelidir.

    Depresif ve umutsuz olan bazı hastalar, yeni bir ilişki kurmaya ilgi duymayabilirler. Zaten yaşamak için çok az nedenleri varken terapi neden işe yarasın ki? Bu nedenle, depresyon tedavisinin temel unsurlarından biri hastada umudu yeniden canlandırmaktır. Bu, hastayı doğrudan cesaretlendirmenin yanı sıra, depresyon ve onun tedavi edilebilir doğası hakkında hastayı bilgilendirme yoluyla yapılır. Umutsuz hisseden hastanın küçük başarılar ya da tatmin anları yaşayabilmesi için biraz zamana ihtiyacı vardır. Terapist olarak hastayla aşırı özdeşleşmekten ve sizin de umutsuzluğa kapılmanızdan kaçınmak bazen zor olabilir; bu yönde güçlü bir çekim oluşabilir. Bu noktada hastanın kendi yaşantısından bir adım geriye çekilerek durumu dışarıdan değerlendirmeniz gerekebilir: Bu derece karamsarlık gerçekten haklı mıdır? Bazı insanlar bu tür problemler karşısında uyum sağlamanın ve sorunları aşmanın yollarını bulamazlar mı?

    Hastalarımızla ilgili aşırı hırs ve umut ile umutsuzluk ve kopukluk arasında gidip gelebiliriz. Bu iki konum da aslında hastanın hissettiği sefaleti ve umutsuzluğu tam anlamıyla hissetmekten kaçınma girişimleridir. Hastayla kurulan empatik bağ o kadar rahatsız edici olabilir ki, terapist hastayı değiştirme konusunda aşırı hırslı olabilir ya da bunun tam tersi olarak, çabalamaktan vazgeçerek mesafe koyabilir. Özellikle ağır depresif veya intihar riski taşıyan hastalarla çalışırken bu salınım uç noktalara ulaşabilir. Çünkü akut sıkıntı içinde olan ve kayıpları nedeniyle yoğun öfke duyan hastaların yanında olmak çok acı verici olduğundan, terapistler çoğu zaman farkında olmadan kendilerini uzaklaştırma eğilimine girerler. Benzer şekilde, depresif hastaların yakınları da onların depresyonlarına genellikle mesafe koyarak tepki verirler (örneğin Coyne, 1976). Terapistler de, çaresizlik duygularını ya da kendilerini bu denli güçsüz hissettirdiği için hastalarına duydukları öfkeyi yönetmek amacıyla böyle bir mesafelenmeye gidebilirler (bu dinamiğe dair detaylı bir tartışma için bkz. Maltsberger ve Buie, 1974). Ancak terapötik ittifakın gelişimindeki bu tür dinamiklere rağmen, depresyondaki hastaların çoğu terapi sürecindeki rollerini benimseyerek iyi bir ittifak geliştirirler.

    Teknik

    Terapinin başlangıç aşaması, destekleyici bir ortam oluşturmayı ve depresyon konusunda eğitim vermeyi içerir (Luborsky, 1984). Eğitim kısmı oldukça basittir. Depresyon sendromu, tipik olarak kayıpla ilişkili rahatsız edici duyguların kendi başlarına bağımsız bir varlık kazanması, hastanın olumsuz, umutsuz düşünceler ve nörovejetatif belirtilerle meşgul olması anlamına gelir. Depresif durumdayken olumlu beklentiler geliştirmek zordur; bunu hastalara açıklamak faydalı olacaktır. Hastaya izolasyon, reddedilme korkusu ve daha fazla izolasyon içeren kısır döngüyü göstermek ve buna karşı mücadele etmesi konusunda teşvik ve destek sağlamak önemlidir. Depresyonu tetikleyen ve sürdüren genellikle genetik yatkınlık ve yaşam stresörlerinin bir bileşimidir. Hastalara tanıları açıklanmalı ve bu sorunun çeşitli tedavilerle iyileşeceği konusunda cesaret verilmelidir. Hastalar ayrıca, ileride depresyona yeniden yatkın olabilecekleri konusunda bilgilendirilmelidirler.

    Bazen sadece terapiye başlamak bile hastanın daha aktif hale gelmesini sağlayabilir; ancak çoğunlukla terapistin, hastanın kendisi için önemli ve ödüllendirici olarak belirlediği alanlarda aktif olmasını ve katılım göstermesini özellikle teşvik etmesi yararlıdır. Etkinliklere katılmak ve fiziksel aktivite yapmak genellikle insanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlar. Aktif olmaya teşvik etmek, terapideki aktarımdan öğrenme potansiyelini sınırlamaz ve pek çok durumda kesinlikle gereklidir. Tedavinin ilk aşamasında genellikle duygu durumunda ve işlevsellikte bir iyileşme olur ve ideal olan bu kazanımların ikinci aşama boyunca da sürdürülmesidir.

    Terapinin ikinci aşaması, (1) terk edilme ve kayıp ile (2) kayba yönelik içerleme ve bu içerlemeden kaynaklanan çatışma gibi temel temaların tanımlanmasına odaklanır.

    Peter ilk olarak sosyal yaşamında sıklıkla yaşadığı duyguların tipik sıralamasını tanımak üzerine çalıştı: reddedilmeye karşı aşırı duyarlılık, incinmiş olmaktan kaynaklanan içerleme, ardından hissettiği öfkeyle ilgili suçluluk ve endişe. Bu döngüyü terapi sürecinde tekrar tekrar yaşadı, duygularını derinden hissedip ardından onları inceleyerek ve tartışarak çalıştı. Terapisti, Peter’ın reddedilme ve kayıp hissettiği durumlarla ilgili algılarını ve duygularını sorguladı. Zaman içinde Peter, verdiği tepkilerin aşırı olduğunu, hissettiği öfkenin ve bu öfkeye yönelik endişelerinin yerinde olmadığını hissetmeye başladı. Evet, arkadaş edinmek ve başkalarıyla yakın olmak istiyordu; fakat artık tepkilerinin gerçek durumlarla orantısız olduğunu görüyordu. Arkadaşlarına verdiği yoğun tepkilerin, aslında ebeveynlerine yönelik eski duygularıyla bağlantılı olduğunu fark etmeye başladı; mevcut kayıp ve reddedilme duygularının, çocukluğunda anne-babasına dair eski duygularının yeniden canlanmasından ibaret olduğunu görebiliyordu.

    Artan bu farkındalıkla birlikte Peter, arkadaşlarını ve onların nasıl insanlar olduklarını, kimleri gerçekten sevip sevmediğini daha esnek bir şekilde düşünebilmeye başladı. Onları artık kendi duygu ve ihtiyaçlarının bir yansıması olarak değil, oldukları kişiler olarak görebiliyordu. Başkalarını, özellikle de kadınları idealleştirme eğilimini ve bunun nasıl hayal kırıklıklarına zemin hazırladığını fark etti. Bu farkındalıkla birlikte, ilişki kurma biçimi değişmeye başladı. Kadınlara eskisi kadar yoğun olmayan bir yaklaşımla yaklaşmayı ve onların da kendisine gerçekten ilgi duyup duymadığını görmek için beklemeyi öğrendi. Cesareti kırıldığında geri çekilmek yerine, aktif ve dışa dönük olmak için daha fazla çaba gösterdi; bunun sosyal çevresini genişlettiğini gördü ve böylece eski geri çekilme kalıbını kırdı.

    Öz farkındalığı artırma, algıları değiştirme ve yeni davranışları deneme teknikleri, tedavinin bu aşamasının temel odağıdır. Bazı hastalar, mevcut ve geçmişteki kayıp duygularını keşfettikçe daha fazla üzülmeye başlarlar ve bu aşamada bazen kendilerini daha kötü hissedebilirler. Bu yoğun acı patlamalarına genellikle duygudurumun tekrar dengeye kavuşması eşlik eder; başka bir ifadeyle hasta, daha dirençli hale gelir ve üzgün hissettiğinde bunun üstesinden gelebileceğine ve yeniden iyi hissedebileceğine dair güven kazanır.

    Depresyonun psikodinamik psikoterapisinin üçüncü aşaması, daha çok bir sürdürme (bakım) evresi olarak görülebilecek bu aşama, ikinci aşamada kazanılan anlayışın pekiştirilmesine ve bu duyguların derinlemesine ele alınarak çalışılmasına odaklanır. Bu evrede dikkat, çatışmaları tetikleyen durumların erken fark edilmesine ve eski duygular ile mevcut duygular arasındaki farkların tanınmasına yönelir. Hasta, bu sorunlara yönelik çözümleri bilinçli bir şekilde planlamaya çalışır. Peter’ın tedavisinin sonlarına doğru, yaşadığı durumları kendi başına analiz edebiliyor ve bir sonraki terapi seansında bunları anlatabiliyordu.

    Bazı hastalar bu sürdürme aşamasında uzun süre kalmaz ve doğrudan sonlandırma aşamasına geçerler. Beklendiği üzere, tedavinin bu son evresi özellikle güçlü duygulara neden olabilir; çünkü depresyonu olan hastalar, terapistin kaybıyla birlikte önceki kayıplarını yeniden yaşayabilirler. Ayrıca depresyonun doğal seyri sıklıkla nükslerle karakterize olduğundan ve yaşamda her zaman kişilerarası kayıplar olabileceğinden, hastalar yeniden depresyona girme korkusu da yaşayabilirler. Sonlandırma sürecine dair genel konular 16. Bölümde daha ayrıntılı biçimde ele alınmaktadır; ancak bizim deneyimimiz, depresyon tedavisinin bu evresinin, hem aktarım yoluyla yeniden yaşanan bir kayıp hissi hem de tedavi ilişkisinin gerçekçi yönlerine dair bir kayıp hissi barındırdığını göstermektedir. Terapistle kurulan ilişki derin bir ilişkidir ve hem terapist hem de hasta için bu süreçte bir hüzün havası oluşması muhtemeldir. Bu duygunun kabul edilmesi ve hastanın bu kayıpla ilgili sağlıklı bir şekilde yas tutmasına izin verilmesi önemlidir. Hastaya (ve kendinize), gelecekte yaşanabilecek bir nüksün tedavinin etkisiz olduğu anlamına gelmediği hatırlatılmalıdır; çünkü en iyi terapi bile, hastayı gelecekteki depresyona karşı tamamen bağışık hâle getiremeyebilir.

    Aktarım ve Karşı-Aktarım

    Depresif hastalarda en sık görülen aktarım tepkisi, terk edilme duygusu ve daha yakın bir bağ kurma arzusudur. Bu aktarım tepkisi, daha çok anaklitik [anaclitic] yani terk edilme temelli depresyon yaşayan hastalara özgüdür. Bu durum sıklıkla bir bağımlılık tepkisiyle birliktedir; hasta terapisti kendisi için vazgeçilmez bir yardımcı olarak görür. Kendi başına işlev göremeyeceğini düşünen hasta, regresyon yaşayarak terapistin kendisiyle ilgilenmesini bekler ve umar. Bazı hastalar terapistlerini idealleştirerek, onları hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları duygusal kaynakların cömert sağlayıcısı olarak görürler. Bu bağımlı aktarım tepkisinin diğer yüzü ise öfkeli aktarımdır; burada hasta reddedilme ve hayal kırıklığı duygularıyla doludur. Erken dönem kayıplar, terapistin zarar veren ya da yok olan ebeveyn rolünü üstlendiği bir ilişki dinamiği içinde yeniden sahnelenir. İntrojektif [introjective] yani suçluluk temelli depresyon yaşayan hastalar ise terapisti daha çok eleştirel ve reddedici olarak algılama eğilimindedir.

    Terapistin görevi, bu aktarım tepkilerini fark etmek ve onları depresyona özgü tipik dinamiklerin bir yansıması olarak görmekten ibarettir. Hastaların aktarım tepkileri göstermesi beklenir ve zamanla bu tepkileri tanıyıp anlamaları amaçlanır; ancak bu süreç zaman alır. Terapistlerin karşı-aktarım tepkileri yaşamaları da doğaldır, fakat bu tepkiler duygularımıza egemen olmaya ve davranışlarımızı somut bir şekilde etkilemeye başladığında bir sorun var demektir.

    Terapistlerde sık görülen bir tepki ise kurtarıcı fantezisidir; bu bir karşıaktarım tepkisidir ve terapistin, hastayı şahsen iyileştirebileceğine inanmasıyla ortaya çıkar. Terapist, kurulan yakın ilişki sayesinde hastanın sağlıklı ve bütün bir birey haline geleceğini, kendi ilgisi ve sıcaklığı sayesinde hastanın yaşamın yaşamaya değer olduğunu hissedeceğini düşünebilir. Bazı hastalar o kadar yoksun hissederler ki, terapistin ilgisinden büyük memnuniyet duyar ve bizi adeta harika birer kurtarıcı gibi görüp öyle hissetmemize neden olurlar. Elbette bu, fazla iyi olan bir şeyin aşırılığına örnektir. Yardım etmeye çalışan iyi bir terapist olmak ile hastayı kurtaracağınızı düşünmek arasında önemli bir fark vardır. Sağlıklı bir terapötik ilişkide, hastadan sorumluluk alması, kendi üzerine düşeni yapması ve hem terapistten hem de diğer kişilerden yardım alması beklenir.

    Terapistler, sıklıkla üzgün ve umutsuz hastalara karşı kendilerini yetersiz hisseder ve hiçbir şeyi doğru yapamıyor gibi algılarlar. Bu durum çoğunlukla, hastanın öfke ve hayal kırıklığı içeren aktarım tepkilerine karşı gelişir. Bu tepkiyle bağlantılı ama biraz farklı olan bir diğer karşı-aktarım hissi ise tükenmişlik duygusudur. Bu durumda terapist yardım etmeye çalışmış, empati, destek, öneri ve yorumlar sunmuş olsa da tüm bunların pek etkili olmadığını, hastanın hâlâ acı çektiğini ve çok az şeyin değiştiğini hisseder. Bu durum terapistte büyük bir hayal kırıklığı yaratabilir ve zamanla içerleme ve duygusal kopukluğa yol açabilir. Elbette, tüm bunlar terapistin duygularıdır ve her zaman gerçekliğin doğru bir yansıması değildir. Bu tür deneyimlerle başa çıkmada terapistin güçlü yönleri ve kapasitesinin nasıl kullanılabileceği 12. Bölümde ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

    Dinamik terapi yürüten terapistler, bu karşı-aktarım tepkilerinin farkında olmalı ve onları dikkatle izlemelidirler; bu tepkileri hastanın aktarım tepkileriyle ilişkilendirmek gerekir. Terapistin amacı, hem kendi hem de hasta açısından, güncel ve gerçekçi olanla geçmişe ve aktarım süreçlerine ait olanı ayırt edebilmesini sağlamaktır.

    Sonuç ve Kanıt Temeli

    Peter, terapi süreci boyunca hem semptomlarında belirgin bir iyileşme hem de benlik algısında ve ilişkilerinin gücünde anlamlı bir dönüşüm yaşadı. Reddedilme ve kayba karşı bir kırılganlığı muhtemelen her zaman olacak, ancak bu artık daha hafif, öngörülebilir ve beklendik bir hâl aldı. Mevcut duruma geçmişteki duyarlılıklarıyla orantısız tepki verdiğinde ya da bir ilişkiden kurtarıcı olmasını beklediğinde bunu fark etmede oldukça yetkin hâle geldi. İlişkileriyle ilgili daha sağlıklı kararlar alabiliyor. Duygudurumunda daha fazla denge var ve olayların akışına kendini daha rahat bırakabiliyor. Zorluğu yüksek olsa da memnun olduğu bir kariyer yolu seçti. Biriyle çıkıyor ve ilişkilerindeki belirsizlikleri ve fırsatları, geçmişe kıyasla çok daha sakin ve dengeli bir şekilde yönetiyor. Geçmişte ilişkileri konusunda yoğun kaygı yaşıyor, sürekli sevilip sevilmediğini dert ediyor ve içinde bulunduğu anın tadını çıkarmakta zorlanıyordu. Şimdi ise insanları oldukları gibi, daha fazla takdir edebiliyor ve kendiliğindenliğe daha açık bir hâlde.

    Bu, depresyon için psikoterapiden beklenen ideal sonuçtur. Hastada artık depresyona özgü belirli semptomlar bulunmamaktadır ve bu semptomlar birkaç yıldır görülmemektedir. Ancak değişim bundan daha derindir; çünkü Peter’ın kendilik deneyimi, ilişkileri ve işe bakışı da farklılaşmıştır. Artık çaresiz değildir; kendinden keyif alabilir, ilgi alanlarının peşinden gidebilir, yeteneklerini derinleştirebilir ve başkalarını oldukları gibi takdir edebilir. Büyük olasılıkla nüks etme riski de azalmıştır ve bu, yaklaşık beş yıldır depresif olmamasıyla da kendini göstermektedir.

    Major depresif bozukluğa yönelik psikoterapi sonuçlarına dair yapılan çalışmalar, giderek artan biçimde psikodinamik terapi ile bilişsel terapinin eşdeğer düzeyde etkili olduğunu göstermektedir. Leichsenring (2001), kısa süreli dinamik terapi ile BDT’yi karşılaştıran bir meta-analiz yayımlamış ve sonuçlar arasında neredeyse hiçbir fark bulunmadığını ortaya koymuştur. Bu meta-analizde Leichsenring, tıpkı Crits-Christoph’un (1992) yaptığı gibi, kişilerarası psikoterapiyi [interpersonal psychotherapy] dinamik terapinin bir formu olarak değerlendirmiştir. Kişilerarası psikoterapinin psikodinamik bir tedavi olup olmadığı tartışmalıdır ve bu tartışmaya burada bir yanıt verme niyetimiz yoktur. Kişilerarası terapi, kayıp ve geçişlerle ilişkili tekrarlayan senaryolara odaklanması, empati, acı veren duygulanımların keşfi ve zaman zaman aktarımı içermesi bakımından psikodinamik yaklaşımla benzerlik taşır. Ancak yüksek derecede yapılandırılmış olması ve önemli ölçüde eğitsel bileşen içermesi yönüyle ondan ayrılır. Kişilerarası psikoterapinin psikodinamik sayılıp sayılmaması konusunda bir yargıya varılmaksızın, her iki meta-analizde de bu yaklaşım dışlandığında ana bulguların değişmediği rapor edilmiştir.

    Daha yakın tarihte, Leichsenring, Rabung ve Leibing (2004), 1970 sonrası yayımlanmış, kısa süreli psikodinamik psikoterapiye dair iyi tasarlanmış 17 çalışmayı incelemiş ve bu tedavilerin, hedeflenen sorunlar için yüksek düzeyde tedavi öncesi-sonrası etki büyüklükleri sağladığını bulmuşlardır: hedef sorunlar için 1.39, genel psikiyatrik belirtiler için 0.90 ve sosyal işlevsellik için 0.80. Leichsenring ve çalışma arkadaşlarına göre, bu tedavilerin etki büyüklükleri, bekleme listesi kontrol gruplarıyla ve olağan tedaviyle karşılaştırıldığında anlamlı düzeyde daha yüksektir. Kısa süreli psikodinamik psikoterapi ile diğer psikoterapi türleri arasında ise anlamlı bir fark bulunmamıştır.

    Meta-analizler, çok sayıda çalışmayı inceleyip farklı çalışmalar arasındaki etki büyüklüklerini ortalamamıza olanak tanıdıkları için güçlü araçlardır; ancak en büyük zayıflıkları, dahil ettikleri çalışmaların kalitesine bağımlı olmalarıdır. Driessen ve arkadaşları (2021) ile Barber ve çalışma arkadaşları (2021) tarafından yapılan meta-analizler, çeşitli psikodinamik terapi türlerini içermektedir: kişilerarası psikodinamik terapi (kişilerarası psikoterapi değil), süre sınırlı psikodinamik terapi (destekleyici-dışavurumcu terapi dâhil) ve destekleyici dinamik terapi. Genel olarak, depresyon için psikodinamik terapinin etkinliğini inceleyen az sayıdaki çalışma, dinamik terapinin diğer yerleşik tedavilerden daha az etkili olmadığını ve kontrol koşullarına (örneğin bekleme listesi) kıyasla daha etkili olduğunu göstermektedir (örneğin bkz. Barber ve ark., 2021). Barber, Barrett, Gallop, Rynn ve Rickels’in (2011) çalışmasında ise destekleyici-dışavurumcu terapi [supportive–expressive therapy] -depresyon için yapılandırılmış süre sınırlı bir dinamik terapi biçimi- hakkında tekrarlanması gereken ön bulgular elde edilmiştir. Bu çalışmaya göre, bu terapi biçimi etnik azınlık erkekleri için ilaç tedavisinden ve plasebodan daha etkili bulunmuştur. Beyaz erkeklerde ise plasebo, hem ilaç tedavisinden hem de dinamik terapiden daha etkili görünmüştür. Beyaz kadınlarda, beklenen şekilde, dinamik terapi ve ilaç tedavisi plasebodan daha etkili bulunmuştur. Etnik azınlık kadınlarında ise ilaç, plasebo ve dinamik terapi arasında anlamlı bir fark gözlenmemiştir.

    Özetle, depresyon burada bir temel psikodinamik sorun olarak tanımlanmakta ve sıklıkla ego psikolojisi [ego psychology] modeli kullanılarak kavramsallaştırılmaktadır. Geçmişte yaşanan kayıplar, öfke ve engellenmişlik duygularına yol açar; bu duygular içselleştirilir ve öz-değeri [self-esteem] yeniden inşa etmeye yönelik talihsiz girişimlere neden olur, ki bu da yalnızca daha fazla hayal kırıklığına yol açar. Bu bölümde, depresyonun psikodinamik tedavisine yönelik tipik hedefleri, beklenen dirençleri, aktarım ve karşıaktarımları ile temel teknikleri ele aldık. Bu tartışma, diğer beş temel psikodinamik sorunun ele alınmasında kullanılacak yapıyı da oluşturur.

  • Psikodinamik Terapi ve Diğer Terapiler (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bir acıdan yalnızca onu tam anlamıyla ifade ederek kurtulabiliriz.

    -Marcel Proust

    Bu bölümde, psikoterapi tarihinin genel akışını özetleyerek pragmatik modelimizin bağlamını anlamaya yardımcı olmayı amaçlıyoruz. 20. ve 21. yüzyıldaki ana terapi ekollerine genel bir bakış sunuyor ve her bir psikoterapinin şu üç temel unsura nasıl vurgu yaptığını ele alıyoruz: 1) Biliş [cognition] mi yoksa duygu [emotion] mu ön plandadır? 2) Teknik [technique] mi yoksa ilişkiye [relationship] verilen önem mi daha baskındır? 3) Hastanın yaşamına dair anlatının [narrative] gelişimi ne ölçüde desteklenir? Ayrıca, bireysel hasta dinamiklerinin formülasyonunda kullanılan dili şekillendiren beş ana psikanalitik kuramı ayrıntılı bir şekilde ele alıyoruz. Son olarak, bilişsel davranışçı terapi (BDT) ile psikodinamik psikoterapiyi karşılaştırarak aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları açıklıyoruz.

    PSİKANALİZ

    Psikanaliz, dürtülerin [drive] merkeziliği, bilinçdışı çatışma [unconscious
    conflict
    ] ve fantezi [fantasy] kavramları üzerine kurulmuştur. Bu modele temel oluşturan diğer önemli fikirler şunlardır: Gelişimsel bakış açısı [developmental perspective], yani hem normal hem de patolojik gelişim süreçlerinde yaşanan mücadelelerin psikolojik yapıyı şekillendirmesi; psikolojik semptomların, içsel çatışmalara yönelik nevrotik çözümler [neurotic solutions] olduğu anlayışı. Freud, her ne kadar kapsamlı bir biyolojik teori geliştirmeyi arzulamış olsa da, histeri üzerine yaptığı çalışmalar, gözlemlediği klinik fenomenlerin biyolojik bir haritayla açıklanamayacağını ona gösterdi. Bunun yerine, psişik bir harita geliştirdi.

    Ne biyoloji ne de bilinçli farkındalık, hastaların semptomlarını açıklayabildiği için Freud, dinamik bilinçdışının [dynamic unconscious] varlığını öne sürdü. Bilinçdışını erişilebilir kılmak amacıyla, hastaların kanepeye uzanmasını, günlük seanslara birkaç ay boyunca devam etmesini ve serbest çağrışımı teşvik ederek akıllarına gelen her şeyi söylemelerini istedi. Freud’un yaklaşımı genellikle soğuk, anonim bir terapist figürü, yalnızca serbest çağrışım yapan bir hasta ve çatışmaların acımasızca yorumlanması şeklinde karikatürize edilse de, erken dönem psikanalitik uygulamalar bundan oldukça farklıydı. Gerçek uygulama, sıcak, kişisel ve hatta bugünün standartlarına göre aşırı ilgiliydi. Öneri ve destek, terapötik sürecin yaygın bir parçasıydı. Hastalar, Freud ile yürüyüşe çıkar, zaman zaman birlikte yemek yer ve hatta tatile bile giderlerdi.

    Bilimsel bir dil ve mekanik metaforlarla çerçevelenen klasik psikanalitik teknik, katarsis/arınma [catharsis] ve duygusal ifadenin önemini vurgulamış ve bunu içgörü kazanımıyla birleştirmeye çalışmıştır. Bu yaklaşımda, içgörüyü artırmaya yönelik teknikler ön planda tutulmuş ve analist ile hasta arasındaki gerçek ilişkinin ikincil öneme sahip olduğu düşünülmüştür. Hasta ve analist, hastanın erken dönem ve mevcut yaşamına dair yeni bir tablo ve farklı bir anlayış oluşturmayı hedeflemiştir. Bu yeni içgörünün, hastanın yaşamındaki yeni hakikat [new truth] olarak kabul edilmesi amaçlanmıştır.

    Psikanaliz, yalnızca duygulara değil, aynı zamanda düşüncelere ve anlamaya da büyük önem verir. Hem iyi tanımlanmış bir yöntemdir hem de hasta için yeni bir ilişki deneyimi sunar. Anlatılar psikanalizde merkezi bir role sahiptir, ancak genellikle oluşturulan hikâyenin tarihsel bir yeniden yapılandırmaya dayandığı ve gerçek olduğu varsayılır. Bazı analistler, biliş ve içgörüye daha fazla odaklanırken, bazıları ise hastanın terapistle kurduğu yeni ilişki deneyimine öncelik verir.

    Psikanalitik düşünce, sonraki 75 yıl içinde beş ana ekole ayrılmıştır. Bu psikanalitik düşünce okulları şunlardır: ego psikolojisi [ego psychology], nesne ilişkileri [object relations], kendilik psikolojisi [self psychology], zihinselleştirme/mentalizasyon [mentalization], ilişkisel [relational] psikanaliz. Bu beş ekol, geçmişte ve günümüzde psikopatolojiyi anlamaya yönelik temel fikirleri oluşturur. Her biri, kendine özgü varsayımlar, gözlemler ve terminoloji içeren, makul ancak kesin olarak kanıtlanmamış dünya görüşleri sunar. Bir araya geldiklerinde, bireyin yaşamını anlamak için zengin ve çok boyutlu bir bağlantı ağı sağlarlar. Klinik deneyimlerimiz, temel psikodinamik problemlerin “en iyi” çok boyutlu bir perspektifle kavranabileceğini göstermektedir. Bununla birlikte, her problem ve her hasta için bir veya iki psikanalitik modelin daha iyi uyum sağladığı görülmektedir. Bu bölümde, bu beş modeli ele alarak her biri için kısa özetler sunacak ve ardından psikanalitik model ile 20. ve 21. yüzyıllarda gelişen diğer psikoterapi yaklaşımlarını karşılaştıracağız.

    Bu kuramların her biri, sizde hem profesyonel hem de kişisel düzeyde bir etki bırakabilir ve bazıları sezgisel olarak size daha doğru gelebilir. Tıpkı hastalarınızda olduğu gibi, bu tür bir yakınlık, büyük olasılıkla kendi geçmişiniz, kişisel ve gelişimsel deneyimleriniz ile entelektüel yolculuğunuzla bağlantılıdır. Çoğu insan, belirli bir psikanalitik kuramla karşılaştığında ve onun sunduğu derin anlayışla rezonans kurduğunda, psikodinamik psikoterapiye ilgi duymaya başlar. Ancak, bu kuramlar ne kadar araştırmacı ve düşündürücü olsalar da, hızla aşırı karmaşık, anlaşılması güç ve girift hale gelebilir. Öğrenciler genellikle yalnızca bir kuramı benimseyip onun üzerinden ilerlemeyi tercih ederler. Oysa bizim yaklaşımımız daha hasta odaklıdır: Her temel psikodinamik problem, en iyi bir (ve bazen iki) kuramla anlaşılır. Bu kitapta, altı temel psikodinamik problemi ve her biriyle en iyi örtüşen kuramları Bölüm 5 ve 6’da ayrıntılı olarak ele alıyoruz.

    EGO PSİKOLOJİSİ

    Ego psikolojisi [ego psychology], psikanalizin saygınlık kazanmasını sağlayan klasik kuramdır ve özellikle Kuzey Amerika’da güçlü bir şekilde yerleşmiştir. Bu kuram, içsel çatışma, bilinçdışı ve sürekli olarak dışavurum arayan dürtüler gibi teorik kavramlara odaklanır. Bu kavramlar, psikanalizin yaratıcı kaynağını oluştururken, aynı zamanda determinist ve indirgemeci yaklaşımı nedeniyle eleştiri ve mizah konusu da olmuştur. Bu modele göre, zihin şu üç temel bileşenden oluşur: 1) Dürtüler (seksüel ve saldırgan itkiler). 2) Bu dürtülere vicdan veya süperego tarafından verilen tepkiler. 3) Egonun, dürtüler, süperego ve dış gerçeklik talepleri arasında aracılık etme, önceliklendirme, planlama ve uzlaşma çabaları. Bu bakış açısına göre, tüm düşünceler, hisler, fanteziler ve davranışlar, bu çelişkili taleplerin karmaşık etkileşimi ve bunları çözme girişimleri sonucunda şekillenir. Ego psikolojisinin en önemli katkısı, çatışma [conflict] ve uzlaşmanın [compromise] evrenselliğini vurgulamasıdır. Ancak, bireyi yalnızca dürtü tatmini peşinde koşan bir organizma olarak görmesi, kuramın en büyük zayıflığı olarak kabul edilir.

    Süperego [superego], zihnin vicdanı temsil eden yönüdür; yani, yasaklarla, kurallarla ve neyin yapılmasının uygun olmadığıyla ilgili içsel düzenlemelerle ilgilidir. Düşünceler, hisler ve davranışlar yasaklanabilir ve bu durum suçluluk ve utanç kaynağı olabilir. Dürtüler ile süperego arasındaki çatışmalar oldukça yaygındır ve bu çatışmalarla başa çıkmak için bastırma [repression], yer değiştirme [displacement] ve yüceltme [sublimation] gibi savunmalar [defense] kullanılır (Freud, 1926). Ego [ego], zihnin savunmaları uygulayan ve çatışmalara sürekli olarak çözümler geliştirmeye çalışan kısmıdır. Ego işlevi [ego function], bireyin esnek ve etkili bir şekilde uzlaşmalar yapabilme kapasitesini ifade eder. Ego, yalnızca dürtülerin ve süperegonun taleplerini değil, aynı zamanda dış gerçekliğin [external reality] gerekliliklerini ve sınırlamalarını da dikkate almak zorundadır (Freud, 1926).

    Ego psikolojisi, psikoseksüel gelişime [psychosexual development] de özel bir vurgu yapar. Oral, anal ve genital (ya da ödipal) evreler arasındaki ayrım, hem çatışmaların biçimini hem de içeriğini belirler. Bu modele göre, seksüel ve saldırgan dürtüler belirli bir sıraya göre gelişir ve bireyin deneyimlerini şekillendirir. Bu evreler, çözülmesi gereken gelişimsel meydan okumaları temsil eder. Örneğin: Anal dönemdeki bir çocuk, güçlü bedensel kontrol dürtülerini tatmin etme isteği ile ebeveynlerinin tuvalet eğitimi konusundaki taleplerine uyma zorunluluğu arasında bir denge bulmak zorundadır. Bu süreç, sevgi ve nefret, özerklik ve boyun eğme gibi rekabet eden hislerin çözümünü gerektirir. Ödipal dönemde, ebeveyne yönelik libidinal arzular, karmaşık suçluluk duygularına yol açabilir. Gelişimsel bir evrede karşılaşılan çözümlenmemiş problemler, bir fiksasyon/saplanma [fixation] ya da psikolojik bir yara [scar] bırakır. Savunmalar, bu çözümlenmemiş çatışmaları bastırmaya veya kontrol altında tutmaya çalışır. Ancak, bu gelişimsel yaralar, bireyin yaşamının ilerleyen dönemlerinde benzer durumlarla karşılaştığında kendini tekrar gösterir. Erikson’un (1964) çalışmaları, bu gelişimsel fikirleri yalnızca çocuklukla sınırlı kalmayıp, tüm yetişkin yaşam döngüsüne yaymıştır. Psikanalizde “türev [derivative]” terimi, büyük çatışmalardan kaynaklanan düşünceleri, hisleri veya davranışları ifade eder. Terapide sıklıkla bu türevler ele alınır ve çözümlenmeye çalışılır.

    Ego psikolojisi modeline göre, psikopatoloji, uzlaşma süreçlerinin etkili bir şekilde işlemediği durumlarda ortaya çıkar (A. Freud, 1936). Sağlıklı bir zihinsel yaşam, akıcı, tutarlı ve uyumlu zihinsel işleyişle karakterize edilirken, psikopatoloji tutarsız ve dengesiz bir içsel işleyişe benzetilir. Bu durum, katı ve cezalandırıcı bir vicdan [süperego], kontrol edilmesi zor dürtüler ve istikrarsız, işlevsiz davranış örüntüleri ile kendini gösterir. Bu perspektife göre, bireyin içsel çatışmaları sağlıklı ve dengeli bir şekilde çözebilmesi için egonun esnek, etkili ve uyum sağlayıcı bir işlev görmesi gereklidir. Ancak, ego işlevleri zayıf kaldığında veya savunma mekanizmaları yeterince başarılı olmadığında, birey psikopatolojik semptomlar geliştirebilir.

    Ego Psikolojisi
    İd, ego ve süperego, ayrıca cinsel ve saldırgan dürtüler psikolojik yapıyı oluşturur.
    Uzlaşma oluşumları, savunma mekanizmalarının ve semptomların gelişmesine yol açar.
    Psikoseksüel gelişim evreleri, bireyin gelecekte yaşayabileceği potansiyel çatışmaların zeminini hazırlar.

    NESNE İLİŞKİLERİ KURAMI

    Ego psikolojisi modeli, zihinsel aygıtı dürtüsel ihtiyaçları tatmin etmeye ve içsel-dışsal talepler arasında uzlaşma sağlamaya yönelmiş bir sistem olarak kavramsallaştırırken, nesne ilişkileri teorisi [object relations theory], yakınlık ve ilişkiler kurma ihtiyacının birincil önem taşıdığını öne sürer. Bu modele göre: Temel dürtü, seks ya da saldırganlık değil, tatmin edici ve yakın ilişkiler kurma arzusudur. Ego psikolojisinde aşk, cinsel dürtünün yüceltilmiş bir hali olarak görülürken, nesne ilişkileri kuramında seks, sevgi ilişkisinin yüceltilmiş bir formu olarak ele alınır. Yeni doğan bebek, fiziksel olarak beslenmeye muhtaçtır; ancak onun asıl arzuladığı şey yakınlıktır. Eagle (1984), bu teoriyi desteklemek için Harlow’un 1950’lerde maymunlar üzerinde yaptığı çalışmaları referans alır. Harlow’un deneylerinde, genç maymunlar, kendilerine yiyecek sağlayan tel “anneler” yerine, sıcak ve yumuşak kumaş kaplı “annelere” bağlanmayı tercih etmişlerdir. Bu bulgular daha sonra Bowlby (1958) tarafından bağlanma kuramında daha ileri düzeyde incelenmiştir. Nesne ilişkileri kuramına göre, ilişkiler, yaşattıkları doyumla ve hayal kırıklıklarıyla, bireyin psikolojik gelişimini ve işleyişini belirler. Winnicott (1953), Mitchell (1986) ve Kernberg (1975), bu kuramın önemli klinik katkı sağlayan isimlerindendir.

    Nesne [object] terimi, kulağa soğuk gelen bir kelime olsa da, burada bireyin ilgi ve dürtülerinin yöneldiği başka bir kişiyi ifade eder. Ancak, adı soğuk çağrışımlar yapmasına rağmen, nesne ilişkileri kuramı aslında oldukça sıcak bir yaklaşım sunar. Bu teori, hastanın erken dönem ebeveyn ve diğer bakımverenlerle olan deneyimlerini anlamaya odaklanır ve bu ilişkilerin nasıl içselleştirildiğini araştırır. Bu kurama göre: Erken çocukluk ilişkileri, bireyin dünyayı algılayış biçimini şekillendirir. Bireyin içselleştirdiği ilişkisel deneyimler, yaşam boyu kuracağı ilişkilerin temelini oluşturur. Tedavi sürecinde, hastanın erken ilişkilerinin nasıl içselleştiği ve bugünkü ilişkilerine nasıl yansıdığı incelenir.

    Şu anda gözlerinizi kapatıp annenizi düşündüğünüzde, zihninizde onun bir görsel temsilini canlandırırsınız. Ancak bu yalnızca bir görsel temsil değildir; bu görüntü, geçmişten gelen hisler, anılar ve düşüncelerle bağlantılıdır. Nesne ilişkileri kuramında, bu içsel temsile nesne temsili [object representation] denir. Çocuklar, bakımverenlerini zihinsel olarak içselleştirirler. Bu içsel imgeler, çocuk küçükken içeatım [introjection] olarak adlandırılır. Bu süreç, sanki başka bir kişi bütünüyle yutulmuş [gobbled] ve çocuğun zihnine yerleşmiş gibi düşünülebilir. Çocuk büyüdükçe içe atımlar, özdeşim [identification] haline gelir. Ebeveynin yalnızca görüntüsü ve ona dair hisler değil, aynı zamanda ebeveynin temsil ettiği değerler ve inançlar da içselleştirilir. Böylece, kişi ebeveynin yalnızca somut varlığıyla değil, onun zihninde bıraktığı soyut izlerle de ilişki kurmaya başlar.

    İntrojektler [introject: [ebeveynlerin fikir ve tavırlarını] farkında olmadan benimsemek], özdeşimlerden [identification] çok farklıdır. Eğer saldırgan, korkutucu ve istismarcı bir ebeveyn varsa, bir introjekt varlığını sürdürebilir. İçe yansıtılmış [introjected] ebeveyn neredeyse gerçekmiş gibi duyulur ve deneyimlenir, ancak kişinin zihninde sıkışıp kalmıştır. Sağlıklı bir ilişkide, introjekt bir özdeşime dönüşür. Özdeşim, daha yumuşak bir süreçtir; bunun bir örneği, kişinin kendisini babasına benzer hissetmesidir. Nesne ilişkileri kuramına göre, insanlar kaçınılmaz olarak önemli erken bakımverenlerle introjektler ve ardından özdeşleşmeler oluştururlar ve bunlar içimizde beslenme, tatmin, eleştiri veya suçluluk kaynakları olarak yaşamaya devam ederler.

    Sağlıklı nesne temsilleri [object representation], sevgi dolu yoldaşlar gibidir. Ancak, ciddi bir çatışma yaşandığında, nesne temsili ikiye bölünebilir: Sevgi dolu duygular ve algılarla yatırım yapılan bir iyi nesne [good object] ve nefret ile olumsuz algılarla yatırım yapılan bir kötü nesne [bad object] temsili. Nesne değişmezliği/sürekliliği [object constancy], gelişimsel bir kazanımdır ve önemli nesnelerin bölünmemesi, bu bireylere yönelik sevgi dolu ve saldırgan duyguların bütünleştirilip sentezlenmesi anlamına gelir. Bakımveren kişi yok olduğunda, çocuk bu kişiyi hatırlayabilir ve iyiliğin ve bakımın geri döneceğine dair güven duyabilir. Nesne sürekliliği, bireyin başkalarına güvenmesini sağlar. Nesne sürekliliğinin eksikliği ise bakımveren kişi yok olduğunda çocuğun kendini yalnız ve kaybolmuş hissetmesine neden olur; çünkü hatırlanan nefret ve olumsuzluk, sevgi ve şefkat anılarını bastırarak ön plana çıkar.

    Kendiliğin [self] istikrarlı bir temsiline sahip olmak da gelişimsel bir kazanımdır. Bu, kişinin hem kusurlarını hem de eksikliklerini kabul eden, ancak aynı zamanda en iyi yanlarını da içeren bütünleşmiş ve çok boyutlu bir kendilik tasavvurudur. Yoğun korku ve terk edilme duygularının ya da öfke ve saldırganlığın baskısı altında, öz-temsilin/kendilik temsilinin [self-representation] bölünmesi eğilimi ortaya çıkabilir; bu durum, bölünmüş nesne temsiline [split object representation] benzer bir süreçtir. Böyle bir bölünme, bireyin olumlu bir kendilik algısını korumasına olanak tanırken, aynı zamanda ilişkilerde değişken, işlevsiz ve uyumsuz tepkilere yol açabilir. Bu konuyu, 6. Bölümde terk edilme korkusunun temel problemi üzerine olan kısımda daha ayrıntılı bir şekilde ele alıyoruz.

    Nesne ilişkileri kuramı [object relations theory], zihinsel bir tiyatro sahnesinde oynanan bir oyun gibi, kendilik [self] ve nesneler [objects] arasındaki içsel etkileşimleri ve çatışmaları, ayrıca özdeşimleri [identifications] ve içeatımları [introjections] vurgular. Her yeni ilişki, eski sahneleri [scenes], eski etkileşimleri [interactions] ve eski hisleri [feelings] harekete geçirir. Bu oldukça kuramsal gibi görünse de, aslında hepimizin sezgisel olarak yaptığı gözlemlerle örtüşür: “O kişi bana babamı hatırlattı, bu yüzden rahatsız oldum ve doğrudan tepki verdim.”

    Ego psikolojisinin merkezî sorusu, “Çatışma nedir ve uzlaşma nasıl sağlanır?” şeklindedir. Nesne ilişkileri kuramının merkezî sorusu ise, “Hangi önceki ilişki tekrar ediliyor ve hangi kendilik ve nesne temsilleri harekete geçiyor?” şeklindedir. Nesne ilişkileri perspektifinden psikoterapinin amacı, hastaların bu eski ilişkilerle ilgili hislerine temas etmelerine ve bunların şimdiki zaman üzerindeki etkilerini fark etmelerine yardımcı olmaktır; bu süreç, hastanın daha kapsamlı, gerçekçi ve esnek bir kendilik ve ötekiler algısı geliştirmesine katkıda bulunur. Eski, katı ve kişi benzeri temsilleri yeni, esnek ve soyut özdeşimlere dönüştürmek temel hedeftir. 31 yaşındaki hemşire Beth’in hikâyesi, nesne ilişkileri diliyle anlatılmıştır. Terapistin kavramsallaştırması ve hastanın anlatısı, eski işlevsiz ilişkilerin tekrarı ve mevcut ilişkilerin eski içeatımları ve özdeşimleri harekete geçirerek acı veren duygulara ve işlev bozukluğuna yol açması (örneğin baba, erkek arkadaş, terapist) üzerinedir. Beth’in kendilik temsili ve nesne temsilleri çok önce şekillenmişti ve mevcut ilişkileri, geçmişteki bu deneyimleri tetikliyordu. Terapisi sayesinde Beth, geçmişini yeniden işleyip farklı bir şekilde yorumlayarak, eski özdeşimlerin bugünkü deneyimi üzerindeki etkisini azaltmayı başardı.

    Nesne İlişkileri
    Başkalarıyla ilişki kurma ihtiyacının ve ilişkilerle ilgili isteklerin önceliği
    İçeatımlar ve özdeşimler temelinde şekillenen kendilik ve ötekiler temsilleri
    İçsel nesne temsilleri (internal object representations) arasındaki çatışma

    KENDİLİK PSİKOLOJİSİ

    Eğer ego psikolojisi dürtüler, yasaklar ve savunmalar ile ilgileniyorsa ve nesne ilişkileri kuramı eski ilişkilerin içeatımlar ve özdeşimler biçiminde tekrarlanması üzerine odaklanıyorsa, kendilik psikolojisi [self psychology] de kendilik değerinin/öz-değerin [self-esteem] gelişimi ve sürdürülmesine odaklanır. Kohut (1971, 1977, 1984) ve sonraki katkı sağlayan araştırmacılar (örneğin, Baker & Baker, 1987) kendilik değerinin gelişimi ve sürdürülmesini yaşam döngüsünün ayrı bir gelişim çizgisi olarak tanımlamışlardır. Kohut, kendiliknesnesi [selfobject] kavramını, ebeveyn ile çocuk arasındaki ideal ilişki olarak tanımlamış ve bu ilişkinin optimal düzeyde empati [empathy] ve destek [support] içermesi gerektiğini vurgulamıştır. Kohut’a göre, narsisizm [narcissism], yeterli düzeyde kendiliknesnesi işlevinin [selfobject function] sağlanamadığı durumlarda ortaya çıkan bir sorundur; yani, büyümekte olan çocuk, yaşamın kaçınılmaz hayal kırıklıklarıyla [frustrations] başa çıkabilmesi için ihtiyaç duyduğu empatiyi alamadığında narsisistik sorunlar gelişir. Kendiliknesnesi ilişkisi [selfobject relationship], çocuğun aşırı hayal kırıklığı yaşamasını önleyerek, duygusal deneyimlerinin geçerliliğini destekler ve çocuğa bağımlılık [dependence] ile bağımsızlık [independence] arasında optimal bir denge sunar. Bununla birlikte, kendiliknesnesi ilişkisi, çocuğun belli bir düzeyde hayal kırıklığı yaşamasına da olanak tanır, çünkü bu tür deneyimler, yaşamın kaçınılmaz hayal kırıklıklarıyla başa çıkma becerisini geliştirmeye katkı sağlar. Kohut’un kuramında, sağlıklı kendilik değeri [healthy self-esteem], empati ve hayal kırıklığı arasındaki optimal dengenin sağlanmasıyla ortaya çıkar.

    Yeterli empati ve geçerlilik [validation] sağlanmadığında ya da çocuğun sorunları yönetmeyi öğrenmesine izin vermeyen aşırı empati söz konusu olduğunda, çocuk yoğun öfke, korku ve yetersizlik duygularıyla mücadele etmek zorunda kalır. Bu korkutucu deneyimleri içsel olarak kapsama [contain] ve modüle etme kapasitesinden yoksun kaldığında, kalıcı utanç [shame] duyguları gelişir. Öte yandan, aşırı koruma nedeniyle çocuk, güç, güven ve bağımsızlık geliştirmek için gerekli olan optimal düzeydeki hayal kırıklıklarını deneyimleyemez. Büyüklük sanrıları [grandiosity] ve elasyon/coşku [elation], çocuğun içsel olarak yaşadığı aşağılık ve utanç duygularına karşı bir tepki olarak ortaya çıkar ve bu, bozulmuş kendilik değerinin [impaired self-esteem] narsisizmde nasıl dışa vurulabileceğini gösterir.

    Kendiliknesnelerine duyulan ihtiyaç çocuklukta en yüksek düzeydedir, ancak bu gereksinim yetişkinlikte de devam eder ve yakın romantik ilişkilerde, samimi dostluklarda ve aile içindeki güçlü bağlarda kendini gösterir. Erken dönemde kendiliknesnesi işlevinde yaşanan sorunlar, bireyin ilerleyen yaşamında başkaları için bu işlevi yerine getirmesini zorlaştırır. Başka bir deyişle, derin bir empati deneyimlememiş birinin başkalarına empati göstermesi zor olabilir.

    Kendilik Psikolojisi
    Kendilik değerinin gelişimi ve sürdürülmesine odaklanma
    Çocuklukta kendiliknesneleri, optimal düzeyde hayal kırıklığı sağlayarak sağlıklı kendilik değeri düzenlenmesini destekler ve içsel bir canlılık ve varoluş hissi kazandırır
    Psikopatoloji, telafi edici büyüklük sanrıları ve hak görme [entitlement] ile ilişkilidir

    ZİHİNSELLEŞTİRME TEMELLİ TERAPİ

    Zihinselleştirme Temelli Terapi [Mentalization-Based Therapy], Anthony Bateman ve Peter Fonagy (2012) tarafından geliştirilmiş olup, psikolojik işlevselliğin merkezinde zihinselleştirme kapasitesinin bulunduğu fikrine dayanır. Zihinselleştirme, bireyin kendini ve başkalarını psikolojik varlıklar olarak görebilme ve deneyimleyebilme yetisi anlamına gelir; bu, bireyin duygulanımları, motivasyonları ve başkalarının öznel durumları ile davranışlarından etkilenme sürecini içerir.

    Zihinselleştirme ve zihin kuramı [theory of mind], otizm spektrum bozukluğunun kavramsallaştırılmasında temel bir yere sahip olan ve başkalarının deneyimleri üzerinden dünyayı görebilme yetisiyle ilgili üstbilişsel [metakognitif] kavramlardır. Ancak, zihinselleştirme, bu deneyimin duygulanımsal [affective] ve ilişkisel [relational] yönlerini vurgularken, zihin kuramında temel olarak biliş [cognition] ve niyet [intention] ön plandadır. Zihinselleştirme temelli terapi ve onu destekleyen kuram, zihinselleştirme kapasitesinin normal gelişimine ve bu gelişimi engelleyebilecek olumsuz deneyimlere odaklanır. Buna karşın, otizm spektrum bozukluğu, sosyal iletişimi destekleyen beyin bölgelerindeki nöroçeşitlilik kapasitesinin [neurodivergent capacity] bir sonucu olarak anlaşılmaktadır.

    Zihinselleştirme kuramı, bireyin kendi ve başkalarının motivasyonlarını ve deneyimlerini anlama kapasitesini geliştirmek için hangi deneyimlerin gerekli olduğunu sorgular. Sağlıklı ve karşılıklı ilişkiler, bireyin anlaşıldığını hissetme kapasitesini, başkalarını anlama ve bu anlayışının doğrulandığını deneyimleme yetisini ve duygularını içselleştirerek düzenleyebilme becerisini destekler; böylece, zihinselleştirme kapasitesinin gelişimine katkı sağlar. Bu süreç sayesinde, çocuk dünya ile ilişkisini anlamlandırabilir ve kendisini de anlamlandırabilir.

    Bozulmuş ve kopuk bakımveren ilişkileri, diğerlerinin anlaşılmaz tepkileri, çocuğun dünyaya dair deneyimlerinin geçerliliğinin tanınmaması ve doğrulanmaması, başkalarına yönelik karışık veya yanıltıcı anlayışlar, zihinselleştirme kapasitesinin gelişememesine ve dissosiyasyonun [dissociation] bir başa çıkma mekanizması olarak kullanılmasına yol açar. Travmatik deneyimler, zihinselleştirme kapasitesinin başarısızlığında patonomonik/hastalık teşhisine yarayan [pathognomonic] bir role sahiptir. Travmaya maruz kalan bireyin yaşadığı yoğun tehdit hissi, zulme uğrama ve/veya güçsüzlük deneyimi, kafa karışıklığı ve olayları anlamlandıramama hali, zihinselleştirmeyi imkânsız hâle getirir. Çocukluk çağı travması, zihinselleştirme kapasitesinin gelişimi önünde ciddi bir engel oluşturur ve bu yetersizlik yetişkinlik döneminde de devam eder.

    Bu terapinin temel amacı, zihinselleştirme kapasitesinin gelişimini sağlamak, böylece hastanın güvenlik hissi, kendini tutma/kapsama [self-containment: bir kişinin duygusal olarak kendi kendine yeterli olması, dışsal faktörlerden çok fazla etkilenmeden içsel dengeyi koruması] ve yakınlık [intimacy] deneyimleyebilmesine olanak tanımaktır; bu da dissosiyasyonun ve onun yol açtığı sonuçların artık gerekli olmamasını sağlar. Bu tedavinin bir diğer hedefi ise epistemik güvenin [epistemic trust: bir bireyin başkalarına bilgi verme ve onlardan bilgi alma konusunda güven inşa etme süreci] geliştirilmesidir; yani, bireyin başkalarının kendisi için anlamlı, genellenebilir ve faydalı bilgilere sahip olabileceğine duyduğu inanç.

    Zihinselleştirme temelli terapi, hem bilişsel hem de duygusal süreçlere odaklanarak algısal bozuklukları ve bunlara eşlik eden duyguları düzeltmeyi amaçlar. Bu yaklaşım, spesifik teknik müdahalelerden çok, terapötik ilişkiyi zihinselleştirme kapasitesinin gelişimi için bir araç olarak görmeye daha fazla önem verir. Terapi sürecinde gelişen yeni anlatı, öznel deneyimler etrafında şekillenir ve danışanın hem kendisinin hem de yaşamındaki diğer insanların neden belirli şekillerde hissettiğini ve davrandığını anlamasına yardımcı olacak şekilde örgütlenir.

    Zihinselleştirme
    Bireyin kendi öznel deneyimini ve başkalarının öznel deneyimlerini anlama kapasitesi
    Travma tarafından sekteye uğrayabilen bir gelişimsel kazanım, dissosiyasyon ve eyleme dökme [acting out] ile sonuçlanabilir
    Zihinselleştirme temelli terapi, hastanın zihinselleştirme kapasitesini geliştirmeyi amaçlar ve bunu, hastanın kendilik ve ötekilere dair mevcut deneyimlerinin açıkça geçerli kılınması ve doğrulanması yoluyla destekler

    İLİŞKİSEL PSİKANALİZ

    İlişkisel psikanaliz [relational psychoanalysis], 1980’lerde ilişkili ancak birbirinden farklı iki terapötik bakış açısını bir araya getirme çabası olarak gelişmiştir. Bu yaklaşımın erken savunucuları Greenberg ve Mitchell (1983) olmuş, ardından Aron, Renik, Stolorow ve Benjamin gibi yazarlar katkıda bulunmuştur. Şimdi ve burada gerçekleşen etkileşime gösterilen ayrıntılı dikkat, Harry Stack Sullivan, Frieda Fromm-Reichmann ve diğerleri tarafından temsil edilen kişilerarası psikanaliz [interpersonal psychoanalysis] geleneğinin bir parçasıdır ve terapötik ilişkinin kendine özgü doğasını, ayrıca hem analistin hem de hastanın kişisel katkısını vurgular. Bu perspektif, Freudyen “tek kişilik psikolojisinin” [one-person psychology] yalnızca hastanın intrapsişik yaşamına odaklanarak analistin kişiliğini, geçmişini ve hastayla etkileşim biçimini göz ardı ettiği algısına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlişkisel psikanaliz, kişilerarası okulun analistin kişiliğine verdiği önemi, nesne ilişkileri modelinin içsel ilişki temsillerine odaklanmasıyla birleştirmeyi amaçlar ve hastanın zihinsel yaşamında ilişkilerin nasıl temsil edildiğine odaklanır.

    İlişkisel psikanaliz, terapötik ilişkinin birlikte inşa edilen [co-constructed] doğasına gösterilen dikkati, danışanın içselleştirilmiş nesne ilişkilerine verilen önemle birleştirerek “iki kişilik psikoloji [two-person psychology]” kavramı aracılığıyla bu sentezi gerçekleştirir. Terapötik ilişkide meydana gelen her şey, hastanın içselleştirilmiş nesne ilişkileri ile analistin içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin etkileşiminin bir ürünü olarak görülür. Bu ilişkinin tüm karmaşıklığıyla anlaşılması, terapinin temel odağıdır ve anlama ve değişimin yolunu açar.

    İlişkisel analistler, serbest çağrışımdan çok etkileşimin canlı deneyimine odaklanırlar; çünkü serbest çağrışım, analistin hem güçlü hem de ketum bir figür olduğu terapötik ilişkilerde iyatrojenik [iatrogenic: hekimin tedavisi sonucu, kazara ortaya çıkan] bir sonuç olabilir. Aron (1990) bu konuya ilişkin olarak şunları yazmıştır:

    İlişkisel, iki kişilik modelde merkezî olan kavram, hastanın çağrışımlarında ortaya çıkan görünüşte infantil isteklerin ve çatışmaların yalnızca ya da esas olarak geçmişten kalan izler olmadığı, bunların terapötik alana yapay bir şekilde dayatılmadığı, aksine, danışanın benzersiz, bireysel analistiyle – onun tüm kendine özgü, bireysel nitelikleriyle – yaşadığı gerçek etkileşimlerin ve karşılaşmaların yansımaları olduğu fikridir. (s. 475)

    Bu nedenle, ilişkisel analistler, dürtüler ve savunmalar arasındaki çatışmalardan ziyade ilişkilerdeki çatışmalara odaklanırlar. Teknik, terapötik süreçte her iki tarafın katkılarını ve hastanın önceki travmatik deneyimlerine yanıt olarak ortaya çıkan ince dissosiyatif belirtileri belirlemek amacıyla, an be an gerçekleşen etkileşime titizlikle odaklanmayı gerektirir. Danışanın analisti tanımaya ve onun öznelliğini keşfetmeye duyduğu ilgi, özel bir aktarım belirtisi olarak değil, terapötik sürecin doğal bir parçası olarak görülür (Aron, 1991).

    İlişkisel psikanalizin en önemli katkılarından biri, psikanalizde kendini açmanın [self-disclosure] rolüne duyduğu ilgi ve bu konudaki düşünsel yaklaşımıdır. Geleneksel olarak, aktarımı bozma potansiyeli taşıdığı ve hastaya duygusal bir yük getirebileceği gerekçesiyle kaçınılan kendini açma, ilişkisel psikanalizde uygun şekilde düzenlenmiş ve ölçülü biçimde kullanıldığında, gerçek ve anlamlı bir terapötik ilişkiyi teşvik etmek için gerekli bir unsur olarak görülmektedir.

    İlişkisel Psikanaliz
    Hastanın deneyimini anlamaya yönelik bir paradigma olarak iki kişilik psikoloji
    Terapötik ilişkinin, her iki tarafın katkısının anlaşılması yoluyla iyileştirici bir ilişkiye dönüşmesi
    Hastanın, analistin öznelliğine yönelik sağlıklı ilgisi, belirli bir düzeyde kendini açmayı uygun ve önemli kılar

    Beş temel psikanalitik kuram (Table 3.1’de özetlenen), geçmişte psikanaliz ve psikodinamik terapi hakkında bilgi edinmenin ana yollarıydı. Psikanaliz ve psikodinamik terapiyi öğrenmek, esas olarak bu kuramları öğrenmek anlamına geliyordu.

    Biz, kuramlar için daha sınırlı bir rol önermekteyiz. Her bir kuramın zihnin ve psikopatolojinin doğasını betimlemedeki derinliğini, karmaşıklığını ve zenginliğini kabul etmekle birlikte, her birini bireylerin sorunlarını ifade etmek için kullanılabilecek birer dil olarak görmekteyiz. Her kuram, belirli temel psikodinamik sorunları tanımlamada özellikle değerli bir işleve sahiptir. Örneğin, nesne ilişkileri ve ilişkisel modeller, terk edilme korkusunu yaşayan bireylerin deneyimlerini açıklamada uygun bir çerçeve sunarken, ego psikolojisi panik ve obsesyonelliği anlamada özellikle yararlıdır. Kendilik psikolojisi, düşük kendilik değerini açıklamada etkili bir model sunarken, zihinselleştirme, terk edilme korkusu ve travmanın tedavisinde özel bir role sahip olabilir.

    Tablo 3.1. Psikanalitik Teoriler

    Ego psikolojisiNesne ilişkileriKendilik psikolojisiZihinselleştirmeİlişkisel
    Anahtar
    terimler
    dürtü, süperego, savunma, ego işlevi, uzlaşma oluşumuözdeşim, içeatım, kendilik ve nesne temsillerikendiliknesnesi, kendilik değeri, narsisizm, görkemlilikzihinselleştirme, travma, dissosiyasyoniki kişi psikolojisi, terapötik ilişkinin birlikte inşası, kendini açma
    Çatışma modelidürtü-savunma çatışması, türevler, uzlaşma oluşumuiçselleştirilmiş nesne temsilleri arasındaki çatışma; bölme, yansıtma, içeatım gibi karakteristik savunmaların kullanımısağlıklı kendilik değeri elde etme mücadelesi, kayıp, bakımverenlerle yaşanan hayal kırıklığıdissosiye olmuş öfke duygusuyla mücadele, hüzün/keder, hayal kırıklığıhem hastanın hem de terapistin çatışmalarının terapötik ilişkide ortaya çıkması; hastanın çatışmalarının izole bir şekilde ele alınmaması
    Gelişimsel açıPsikoseksüel gelişimNesne değişmezliğiSağlıklı kendilikZihinselleştirme kapasitesiÖzgün kendiliği deneyimleme kapasitesi ve terapistin öznelliğinin farkında olma
    PsikopatolojiDürtüler arasında çatışma, süperego; işlevi sınırlayan uzlaşma oluşumlarının gelişimiBölünmüş kendilik ve nesne temsilleri, ilişkilerde kronik çatışma ve anksiyete, içsel çatışmayı yönetmek için ilkel savunmaların kullanımı, ilişkisel çatışmayı çözmeye yönelik işlevsiz girişimlerİlişkilerde büyüklük, idealleştirme ve değersizleştirme ile dönüşümlü olarak yoğun aşağılık ve kusurluluk duyguları; hayal kırıklığına tahammül edememeYeterince onaylanmayan ve geçerli kılınmayan erken dönem ilişkiler ve/veya travmalar, kişinin zihinselleştirme kapasitesinde bozulmaya yol açar; bunun sonucu olarak dissosiyasyon ve eyleme dökme ortaya çıkarKişilerarası ilişkiyi bozan acı verici duygulanımlar karşısında dissosiyasyon yaşanır
    Sağlık kavramıAnksiyeteyi en aza indiren, esnek işleyişe ve ihtiyaçların karşılanmasına olanak tanıyan etkili uzlaşma oluşumlarıNesne sürekliliği, çok yönlü kendilik ve nesne temsili, istikrarlı ve tatmin edici nesne ilişkileri, daha az çatışmalı özdeşleşmelerİyi öz-değer, güçlü bir atılganlık ve hayal kırıklığına karşı toleransKişinin kendi öznel deneyimini ve başkalarının deneyimlerini anlama kapasitesiBağlanma ihtiyaçlarının anlaşılmasıyla ilişkili, tatmin edici ve doyum sağlayıcı başkalarıyla ilişkiler, bilinçdışı kişiler arası örüntüler
    Psikoterapinin odak noktalarıÇatışmaların, savunmaların, uzlaşmaların açıklanması, daha etkili savunmaların ve uzlaşmaların geliştirilmesiKendilik ve nesne temsillerinin ve bunların çatışmalarının farkındalığı, bölünmüş nesnelerin artan entegrasyonu, daha tatmin edici ilişkiler ve daha az çatışmalı özdeşleşmelerTerapist ile kendilik-nesne ilişkisinin geliştirilmesi, öz saygının onarılmasına ve optimal empatik ilişki bağlamında yakınlık kapasitesinin artmasına olanak tanırHastanın şu andaki kendilik ve öteki deneyimlerinin açıkça doğrulanması ve onaylanmasıyla, terapötik ilişki de dahil olmak üzere ilişkisel deneyimlere odaklanmakBelirli içgörülere dikkat etmekten ziyade hasta ile gerçek anlamda iyileştirici bir ilişkinin geliştirilmesi

    KISA-SÜRELİ DİNAMİK PSİKOTERAPİ

    Psikanalizin en erken dönemlerinden itibaren, daha karmaşık kuramsal anlayışlara ve uzun süreli tedavilere karşılık olarak psikanalitik esinli psikoterapinin kısa ve öz tutulmasını savunan bir hareket ortaya çıkmıştır. Ferenczi (1926), Rank (1929) ve Alexander ile French (1946), bilinçdışı malzemenin keşfini hızlandırmak amacıyla terapide daha etkin bir duruş benimsenmesini öneren öncüler olmuşlardır. Ancak onların çabalarına rağmen, çoğu psikanalist ve psikodinamik klinisyen bu yaklaşımlara, kısa süreli dinamik terapileri daha uzun süreli psikanalitik tedavilere kıyasla aşağı görerek tepki göstermiştir.

    Malan (1976a, 1976b), Mann (1973), Sifneos (1979) ve Davanloo’nun (1980) çalışmalarıyla birlikte, kısa süreli psikodinamik psikoterapi değerli bir tedavi seçeneği olarak kabul görmeye başlamıştır. Malan, uygun olmayan yönlendirmelerin elenmesi ve deneme yorumları [trial interpretation] yoluyla dikkatli hasta seçiminin önemine vurgu yaparak, kısa dinamik terapinin belirli bir hasta alt grubu için etkili olabileceğini göstermiş ve terapistlerin bu yönteme ilgisini artırmıştır. Malan ve Sifneos, terapötik odağın [therapeutic focus] tanımlanması ve sürdürülmesinin önemini vurgulayan ilk isimler arasında yer almıştır.

    Sıklıkla kuramsal olarak karmaşık ve belirsiz biçimde tanımlanan psikanalitik modeli sadeleştiren Malan, iki üçgenle psikodinamik tedavinin özünü açık biçimde tanımlamıştır. “Çatışma üçgeni [triangle of conflict]”, savunma [defense], anksiyete [anxiety] ve altta yatan bir his [feeling] ya da dürtüye [impulse] karşılık gelen üç köşeden oluşur. İkinci üçgen olan “kişi üçgeni [triangle of person]” ise, bir köşesinde güncel kişilerle olan ilişkileri [relationship], diğer köşesinde terapistle olan ilişkiyi (aktarımın temsili olarak), üçüncü köşesinde ise geçmişteki önemli kişilerle (örneğin ebeveynlerle) olan ilişkileri barındırır.

    Malan’a (1979) göre terapistin görevi, hastanın savunma mekanizmaları aracılığıyla korumaya çalıştığı altta yatan his ve dürtüleri açığa çıkarmak ve bu savunmaların, bu hislerin yarattığı anksiyeteyi azaltmadaki işlevini açıklığa kavuşturmaktır. Malan, hastanın bastırılmış hislerinin ilk olarak geçmişte ebeveyn figürleriyle yaşanan ilişkiler bağlamında ortaya çıktığını ve o zamandan beri hastanın yaşamındaki diğer önemli kişilerle, terapist dâhil olmak üzere, ilişkilerinde sıkça yeniden yaşandığını ileri sürmüştür. Terapi sürecinde, hasta, kişi üçgeninde tanımlanan her bir ilişkide altta yatan dürtüleri ve hisleri anlamalıdır. Tipik olarak, içgörü [insight] önce güncel bir ilişki bağlamında (ya terapist ya da başka bir önemli kişiyle) kazanılır ve ardından bu içgörü, ebeveyn figürleriyle olan ilişkiye bağlanır. Crits-Christoph ve çalışma arkadaşları (1991), Malan (1976a, 1976b), Mann (1973), Sifneos (1979) ve Davanloo’nun (1980) çalışmalarını “geleneksel” kısa süreli dinamik terapi yaklaşımları olarak değerlendirmişlerdir.

    Abbass ve çalışma arkadaşları, Davanloo’nun (1980) çalışmalarını temel alarak geliştirdikleri yoğun kısa-süreli psikodinamik terapi [intensive short-term psychodynamic therapy] yaklaşımını çok çeşitli ve titizlikle tasarlanmış klinik çalışmalarda incelemişlerdir; bu çalışmalar tedaviye dirençli depresyon gibi alanları da kapsamaktadır (Town, Abbass, Stride ve Bernier, 2017; Town ve diğerleri, 2020). Bu kuşağın uzman klinisyen-araştırmacıları arasında yer alan diğer katkılar arasında, Diana Fosha’nın (2021) hızlandırılmış deneyimsel dinamik psikoterapisi [accelerated experiential dynamic psychotherapy], Hana Levenson’ın Hans Strupp ve Jeff Binder’ın (1984) çalışmalarını sürdürmesi ve George Silberschatz’ın Weiss ve çalışma arkadaşlarının (1986) geleneğine yaptığı katkılar bulunmaktadır.

    TEMEL ÇATIŞMALI İLİŞKİ TEMASI

    Temel Çatışmalı İlişki Teması – TÇİT [Core Conflictual Relationship Theme – CCRT] yöntemi, çalışmalarına anlamlı düzeyde araştırma desteği sağlanmış olan üçüncü kuşak klinisyen ve araştırmacılardan Lester Luborsky (1977) tarafından geliştirilmiştir (örneğin bkz. Leichsenring & Leibing, 2007). TÇİT yöntemi, hastanın sorunlarına ilişkin temel çatışmaları veya merkezi meseleleri formüle etmenin ve sistematikleştirmenin bir yoludur ve daha kapsamlı bir dinamik formülasyonun içine dahil edilebilir. TÇİT yaklaşımı, literatürde önemli ölçüde araştırma ilgisi görmüştür (bkz. Luborsky & Crits-Christoph, 1998).

    TÇİT merkezinde, hastaların diğer insanlarla olan etkileşimlerine dair kendiliğinden anlattıkları anlatılardan elde edilen veriler yer alır. TÇİT’nin üç bileşeni vardır: hastanın diğer kişiden ne istediği ya da arzuladığı (istek[wish]); diğer kişilerin buna nasıl tepki verdiği (başkalarının tepkisi [response of other] [BT-RO]); ve hastanın, yani “kendiliğin [self]” bu tepkilere nasıl karşılık verdiği (kendiliğin tepkisi [response of self] [KT-RS]). McAdams (1990) tarafından sunulan aşağıdaki TÇİT formülasyonu buna örnek olarak verilebilir:

    Bir adamın ilk anısı, annesinin kucağındayken, annesinin onu yere bırakıp küçük kardeşini kucağına almasıydı. Yetişkin yaşamı, başkalarının kendisine tercih edileceğine dair sürekli korkularla şekillenmişti; bu durum, nişanlısına duyduğu yoğun güvensizliği de içeriyordu.

    (s. 441)

    Bu adamın annesiyle yaşadığı erken dönem bir etkileşime dair öyküsel hatırasında [narrative recollection], ifade edilen istek “annenin sevgisini güvenli bir şekilde hissetmek istemek”tir; annenin tepkisi (ÖT) “reddetme”dir ve çocuğun bu redde verdiği tepki (KT) ise “güvensizlik”tir (Thorne & Klohnen, 1993).

    Not: Narrative Recollection ifadesi, özellikle psikodinamik terapilerde ve travma terapilerinde önemlidir. Danışanın yaşantılarını sadece bilgi olarak değil, anlamlandırarak ve anlatı kurgusu içinde yeniden yapılandırarak hatırlaması, içgörü kazanımı ve duygusal işlemleme açısından değerlidir.

    Hayatın en erken yıllarında ebeveyn figürleriyle yaşanan duygusal olarak yüklü etkileşimler (Bowlby, 1988) nedeniyle, TÇİT’ler dinamik karakter yapısının bileşenleri olarak kabul edilebilir (Wiseman & Barber, 2008; Wiseman & Tishby, 2021) ve formülasyon açısından oldukça önemlidir.

    TÇİT ve diğer kısa-süreli dinamik psikoterapiler, pragmatik yaklaşımımız üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir çünkü psikanalitik geleneğin temel özelliklerini damıtarak tedavinin bilişsel ve duygusal yönleri arasında bir denge kurar, hem teknikle hem de hastaya yönelik yeni bir ilişkisel deneyimle ilgilenirler ve açıkça yeni bir anlatının gelişimini önemserler (bkz. örn. Strupp & Binder, 1984). Kısa-süreli dinamik psikoterapiler ayrıca, en çok dikkat gerektiren problemlere odaklanmayı amaçlar; çünkü bu temel sorunlar üzerinde etkili bir şekilde çalışmanın bireyin daha sağlıklı bir gelişimsel yola geri dönmesini sağlayacağı anlaşılmaktadır.

    BİLİŞSEL-DAVRANIŞÇI TERAPİ

    BDT, hem davranışçı hem de bilişsel terapi yaklaşımlarını birleştirir ve hem biliş [cognition] hem de davranışta [behavior] değişimi vurgular. Skinneryen ve Pavlovcu davranış modelleri ile öğrenme kuramları, davranış terapisinin kuramsal temelini oluşturur; bu yaklaşım, anksiyete ve diğer hoş olmayan deneyimlerle başa çıkmak için kullanılan işlevsiz davranışsal stratejileri tanımlar. Bu modele göre, tedavinin odağı altta yatan bir durum ya da “hastalık [disease]” değil, semptomun kendisidir. Tedavi, bu işlevsiz davranışların sistematik olarak sökülmesini ve yerlerine daha etkili ve uyumlu davranışların konulmasını içerir. Öznel deneyimlerin ve davranışların ayrıntılı biçimde incelenmesi, yeni davranışların denenebileceği, öğrenilebileceği ve düzenli olarak uygulanabileceği tedavilerin tasarlanması için temel oluşturur.

    Davranış terapisi [behavior therapy], deneyim temelli bir tedavinin özüdür; çünkü değişimi mümkün kılan şey, bizzat yeni deneyimin kendisidir. Bu yaklaşımda yeni bir anlatı geliştirilmez; çünkü tedavi, düşünce ve hislerin anlamına odaklanmaz. Bu modele göre, yeni davranış, yeni düşünce ve duygudan önce gelir. Dolayısıyla davranış terapisi hem tekniğe hem de tedavi deneyimine vurgu yapar ve anlatı yoluyla anlama sürecini ikincil önemde görür.

    Davranış terapisi davranışın birincilliğini vurgularken, bilişsel terapi [cognitive therapy] bilişi merkeze alır. Psikodinamik bir bakış açısından bakıldığında, Aaron Beck ve arkadaşlarının (1979) bilişsel terapisi, ego psikolojisi geleneğini sürdürüyormuş gibi görünmektedir; çünkü insan doğasının “rasyonel” yönünü daha da vurgular ve “irrasyonel” karşıtını ikinci plana iter. Ancak Beck’e göre irrasyonellik bilinçdışı güçler tarafından motive edilmez; hatalı düşünmenin bir sonucudur ve düzeltilebilir. Ayrıca Beck, terapiye oldukça amaç odaklı bir yapı ve danışana yönelik açık iletişim gibi etkinlik ve şeffaflık unsurlarını eklemiştir. Terapi seanslarında ne yapmayı amaçladığını açıkça belirtir. Başlangıçta yalnızca depresyonun tedavisine odaklanmış ve hastaları aktif hale getirmek için keyifli etkinliklerin planlanması gibi çeşitli yararlı davranışçı müdahaleler içermiştir. Beck’in önemli katkılarından biri, kuramını sistematik araştırmalarla desteklemesi ve müdahalelerinin etkinliğini değerlendirmesidir. Günümüzde Beck’in bilişsel terapisi anksiyete bozuklukları, kişilik bozuklukları ve hatta şizofreni gibi alanlara da başarıyla uygulanmaktadır (Rathod, Kingdon, Weiden ve Turkington, 2008). Erken dönem psikanalizde olduğu gibi, bilişsel terapinin kapsamı da genişlemekte ve artık daha karmaşık ve zorlayıcı vakaları da içermektedir (J. S. Beck, 2005). Bu nedenle, tedaviler her zaman kısa sürmeyebilir.

    Bilişsel terapi, hislerin ve davranışların oluşumunda bilişlerin ve tutumların rolünü vurgulayarak psikodinamik gelenekten ayrılmıştır. Dahası, Beck bilişsel değişimin en iyi yolunun bireye yeni veriler sunmak olduğunu öne sürmüştür. Bilişsel terapinin standartlaştırılmış değerlendirme, sonuç ölçme ve eğitim teknikleri, psikoterapi alanında modern ampirizme öncülük etmiştir. Ampirik doğrulamaya verdiği önem sayesinde, bilişsel terapi hedefini ve yöntemlerini açık biçimde tanımlayabilmiş ve bu sayede çok çeşitli ruhsal durumlarda etkinliğini gösterebilmiştir. Psikodinamik psikoterapiyle karşılaştırıldığında, isminin de işaret ettiği üzere, bilişsel terapi psikoterapi sürecine daha bilişsel ve daha az duygusal bir anlayışla yaklaşır. Teknik odaklıdır; terapötik ilişki deneyimine daha az önem verir ve yeni bir anlatının gelişimiyle pek ilgilenmez.

    Eğer BDT’nin “birinci dalgası” Skinner ve davranışçılar, “ikinci dalgası” ise Beck ve onun bilişsel terapi formülasyonuysa, “üçüncü dalga” BDT; farkındalık, kabul odağı ve semptom azaltımının ötesinde, daha kapsamlı bir yaşantı zenginliği arayışını içeren daha geniş bir müdahale yelpazesini kapsar. Kabul ve kararlılık terapisi [Acceptance and Commitment Therapy] (Hayes, 2004), acı verici ve hoş olmayan duygularla yüzleşmeye, onları kabul etmeye ve yaşantıyı daha uyumlu ve tatmin edici kılacak biçimde işlevsel hale getirmeye sistematik olarak odaklanır. Diyalektik davranış terapisi [Dialectical Behavior Therapy] (Linehan, 2014), bireysel ve grup bileşenlerini içeren, akut sıkıntı ve intihar davranışlarına yönelik çeşitli teknikler sunar. Son olarak, şema terapisi [schema therapy]; BDT, psikodinamik ve Gestalt terapilerinin entegrasyonu olarak gelişmiş ve tedaviye dirençli hastaları hedeflemeyi amaçlamıştır (Young ve ark., 2006).

    Bu kitap boyunca BDT terimini, bilişsel terapi, davranışçı terapi, diyalektik davranış terapisi veya kabul ve kararlılık terapisi gibi alt başlıklar yerine bir şemsiye terim olarak kullanıyoruz; zira bu alandaki çalışmalar giderek bu yaklaşımların birleşimini içeren bir yapı halini almıştır. Örneğin, bazı çağdaş davranışçılar (bkz. Foa, 2011) maruz bırakma temelli müdahalelerini daha bilişsel bir dille yeniden formüle etmişlerdir. Dikkat çekicidir ki, bu daha geniş anlamdaki BDT hem bilişe hem de duyguya odaklanır; hem süreci hem de yeni yaşantıları vurgular; buna karşın, yeni bir anlatı geliştirme hâlâ bu tedavi modelinde büyük bir önem taşımaz.

    PSİKODİNAMİK PSİKOTERAPİNİN BİLİŞSEL TERAPİYLE KARŞILAŞTIRILMASI

    BDT, dinamik terapinin başlıca alternatifi olduğundan, iki yaklaşım arasındaki farkları ve benzerlikleri anlamak özellikle önemlidir. Ancak BDT çok çeşitli kuramları ve teknikleri kapsadığı için, dinamik terapiyi yalnızca bir BDT modeliyle -yani bilişsel terapiyle- karşılaştırmayı tercih ettik. Hem psikodinamik terapi hem de bilişsel terapi, acı verici duygulanımları azaltmayı, danışanın deneyiminde önceden belirsiz kalan yönleri ortaya çıkarmayı ve algıları daha doğru hale getirmeyi amaçlar. Ancak bu hedeflere ulaşma biçimleri oldukça farklıdır. Bu iki tekniği çeşitli alanlarda karşılaştırmaktayız (bkz. Tablo 3.2).

    TABLO 3.2. Psikodinamik ve Bilişsel Terapiler Arasındaki Karşılaştırma

    Bilişsel terapiPsikodinamik terapi
    Terapötik ilişki• İlişki nadiren tartışma odağıdır
    • Öğrenmeyi mümkün kılmak için ilişki gereklidir
    • İlişki, tartışmanın önemli bir odağı olabilir
    • Öğrenmeyi mümkün kılmak için ilişki gereklidir
    • Aktarımdaki örüntüler gözlemlenebilir
    • İlişki, düzeltici bir duygusal deneyimdir
    Odak• Otomatik düşünceler
    • Düşünceler ve bilişsel süreçler
    • Kendiliğe ve dünyaya dair temel inançlar
    • Şemalar
    • Semptomlar
    • Başkalarına ilişkin inançlar
    • Çağrışımlar
    • Hisler, motivasyon
    • İstekler ve korkular
    • Fanteziler, travmatik senaryolar, savunma mekanizmaları
    • Şimdiki ve geçmiş deneyimler, karakter ya da uzun süredir süregelen özellikler
    • Kişilerarası ilişki örüntüleri
    Ana teknikler• Otomatik düşünce ve şemaların belirlenmesi
    • Maruz bırakma (exposure)
    • İnançlara dair kanıtların değerlendirilmesi, ev ödevleri
    • Problem çözme, beceri geliştirme
    • Tekrarlayan örüntülerin araştırılması
    • Anlamın açığa çıkarılması
    • Savunmaların, dirençlerin, aktarımın yorumlanması
    • Anlama, derinlemesine çalışma
    Tedavi süreci• Odağı korumak için yüksek derecede yapılandırılmıştır
    • Şeffaf
    • Eğitici olup terapist açıktır
    • Daha az bilinçli materyale erişmek için daha az yapılandırılmıştır
    • Çekimserdir [abstinent]
    • Tedaviye dair minimal bilgilendirme yapılır
    Değişim mekanizmaları• Temel inançları değiştirme
    • Telafi edici beceri ya da stratejiler öğretme
    • Davranışları değiştirme
    • Öz-farkındalığı artırma
    • Derinlemesine çalışma, yeni algılar geliştirme
    • İlişkileri iyileştirme, yeni davranışları deneme
    Temel varsayımlar• Problemler = semptomlar
    • Semptomları ortadan kaldırmak = problemi ortadan kaldırmak
    • Bazen temel inançları değiştirmek gerekir.
    • Problemler her zaman semptomlar değildir
    • Çatışmaya uyumu geliştirmek çözümdür

    Hem psikodinamik hem de bilişsel terapilerde hastaların durumlarını nasıl anladıkları temel veriler olarak kabul edilir. Hastaların deneyimlerini nasıl algıladıkları, bu deneyimleri nasıl işledikleri ve onlara nasıl anlamlar yükledikleri, her iki yaklaşım için de merkezî önemdedir. Bilişsel terapist, temel inançların, bilişsel kuralların ve varsayımların tanımlanmasına ve bunların ürettiği tekrarlayıcı olumsuz otomatik düşüncelere odaklanır. Geleneksel psikodinamik terapist ise çağrışımlar, duygular, arzular, korkular ve fantezilerle çalışır; düşünceleri de dikkate alır fakat onları genellikle duygulara kıyasla ikincil olarak görür. Psikodinamik terapist için ilişkiler ve ilişkilere dair duygular en önemli unsurdur. Bununla birlikte, yukarıda da belirtildiği gibi, bazı dinamik modeller (örneğin kontrol-ustalık kuramı [control–mastery theory]) diğerlerine göre daha bilişseldir ve bazı terapistler bilişlere daha fazla vurgu yapar.

    Bilişsel terapide, terapötik ilişki hastanın öğrenmesini kolaylaştırmak için bir araçtır; başlı başına önemli bir odak değildir. “Bozuk değilse, onarma” ilkesine uygun olarak, bilişsel terapist terapötik ilişkiye fazla odaklanmaz, ancak ilişki tehdit altındaysa ya da patojenik inançlar bir kopmaya neden oluyorsa ilişkiyi ele alır. Beck, “işbirlikçi deneycilik” [collaborative empiricism] adını verdiği, iyi işleyen sürekli bir işbirliği sürecini önerir (Tee & Kazantzis, 2011). Psikodinamik terapist ise terapötik ilişkiye aktif bir ilgi duyar ve bu ilişkiyi merkeze alır. Terapötik ilişki, tekrarlayıcı ilişki örüntülerini gözlemlemek için bir fırsat sunduğu gibi, hastaya yeni bir ilişki deneyimi yaşama olanağı da sağlar.

    Bilişsel ve psikodinamik bakış açıları zihinsel yaşamın farklı yönlerine odaklanır. Bilişsel terapist otomatik düşünceler, bilişsel yapılar ve temel inançları görürken, dinamik terapist çağrışımları, duyguları, güdülenmeyi, istekleri ve korkuları görür. Bilişsel davranışçı terapide şemalar geçmişin mirasıdır ve algılar ile mevcut düşünceleri yönlendirerek semptomlara ve başkalarına dair inançlara neden olur. Buna paralel şekilde, psikodinamik terapide geçmişin bugünü etkileme aracı olarak fanteziler, çatışmalar ve savunmalar öne çıkar; bunlar karakter özelliklerini, tutumları ve ilişkileri belirler. Beth’in terapisti onun çağrışım yapmasına izin verir ve seansların yapısını hastanın duygu ve düşünce akışı belirler. Oysa bilişsel bir terapist zamanı daha yapılandırılmış biçimde organize edebilir, hastayı patojenik şemaları ve bunların otomatik düşüncelerdeki yansımalarını ortaya koymaya yardımcı olacak bir dizi etkinlikten geçirerek ona bu düşünceleri düzeltme becerisi kazandırmaya çalışırdı.

    Başlıca bilişsel teknikler, seans içeriğinde yansımasını bulan otomatik düşünceleri ve patojenik düşünce kalıplarını tanımlamak, davranışsal ödevler vermek ve üç sütunlu düşünce kaydı gibi özel anket formlarını kullanmaktır. Düşünce kalıplarının açığa çıkarılması, bunların doğruluğu ve gerçekliğinin değerlendirilmesini sağlar ve böylece etkilerini azaltır. Otomatik düşünce açığa çıktığında, bilişsel terapistler üç temel soruyu sorar: (1) Bu inancın kanıtı nedir?, (2) Duruma farklı bir açıdan bakmanın bir yolu var mı?, (3) Bu inancın olası sonuçları nelerdir? Bilişsel terapi aynı zamanda davranışsal teknikleri de içerdiğinden, davranışsal etkinleştirme görevlerinin verilmesi depresyonu azaltmaya yardımcı olurken, korkulan uyaranlara maruz bırakma teknikleri (duyarsızlaştırma, alışma ya da bilişsel yeniden yapılandırma yoluyla) anksiyeteyi azaltmak için kullanılır. Psikodinamik terapist ise acı veren duyguları araştırır ve bu duygulara eşlik eden düşünce, duygu, anı ve çağrışımları ortaya çıkarır; tekrar eden örüntüleri arar, bu örüntülerin anlamlarını ve tarihsel kökenlerini ortaya koyar. Terapötik çalışmanın amacı, tekrar eden patojenik bir senaryoyu direnç, savunma ve aktarımı yorumlayarak bilinçli farkındalığa çıkarmak ve böylece hastanın eski deneyimleriyle yüzleşmesini sağlayarak duygu, algı ve davranışta değişim yaratmaktır. Beth’in terapisi, tekrarlayan tehlikeli erkekler ve istismar deneyimleri içeren bir senaryoyu fark etmesi etrafında şekillenmiştir. Bu tekrar eden örüntünün farkına varmış ve bunun ilişkilerinde nasıl tekrarlandığını görmüştür. Bu farkındalık, Beth’in çağrışım ve anılarının gözlemlenmesiyle ve acı veren anılarını minimize etmeye yönelik savunma stratejilerini birlikte değerlendirmesi yoluyla elde edilmiştir. Bilişsel terapistler de bu tekrar eden örüntüyü hedef alabilir, ancak buna düşünce çarpıtmaları üzerinden ulaşır ve hatalı düşünceleri düzeltmek için bilişsel teknikler uygularlar.

    Bilişsel terapi, pragmatik psikodinamik psikoterapiye (PPP) kıyasla, görece daha yapılandırılmıştır ve terapötik süreç şeffaftır; tedaviye ilişkin açık bir eğitim içerir. Psikodinamik terapistler ise aşırı yapılandırmadan kaçınma eğilimindedir; bunun yerine, hastaların daha az bilinçli materyale ulaşmasını kolaylaştırmak amacıyla destek, empati, zaman ve alan sunmayı tercih ederler. Terapistin geleneksel çekimserliği [abstinence] ve tarafsızlığı [neutrality] bu süreci destekler. Psikodinamik tedavinin yöntem ve işleyişine dair çok az açıklama yapılmasının nedeni de budur. Beth’in terapisti, onun daha derin ve daha az rasyonel duygularını ifade edebilmesi için yeterince destek sağlamış; terapi açık uçlu ve yapılandırılmamış bir şekilde yürütülmüş, bu da bir miktar regresyona olanak tanımış ve aktarımın gözlemlenmesini kolaylaştırmıştır. Tedaviye ve kullanılan tekniklerin nedenlerine ilişkin daha az eğitim ve açıklama yapılmıştır -terapist ilişkinin doğal akışı içinde şekillenmesini istemiştir. Eğer Beth bilişsel terapide olsaydı, terapinin görevleri ve bunların gerekçeleri çok daha açık ve şeffaf biçimde belirlenmiş olurdu.

    Bilişsel terapide varsayılan birincil değişim mekanizması, temel inançların ve varsayımların değiştirilmesidir. Temel ya da yüzeysel inançlardaki değişikliklerin, duygularda ve bireyin kendisine ve başkalarına dair algılarında değişikliklere yol açtığı düşünülür. Bu inançları desteklemek amacıyla telafi edici beceri ve stratejiler de öğretilir (Barber & DeRubeis, 1989, 2001; Bruijniks, Los & Huibers, 2020) ve amaç, daha uyumlu ve doğru inançları güçlendirmektir. Genel olarak BDT’de semptomlar doğrudan problem olarak görülür ve bu semptomlar ortadan kalktığında ya da azaldığında problemin çözüldüğü kabul edilir. Ancak bazı BDT türlerinde ve bilişsel terapinin çoğu yorumunda (örneğin bkz. J. S. Beck, 2005), nüksü önlemek için altta yatan şemaların değiştirilmesi gerektiği savunulmaktadır. Psikodinamik psikoterapide değişimin temel mekanizması ise, kendilik ve başkalarıyla ilgili tekrarlayan örüntülere dair farkındalığın artırılmasıdır; bu da daha az acı veren duygulanımlara, daha uyumlu algılara ve başkalarıyla kurulan ilişkilerde yeni davranışlara (özellikle ilişkilerdeki iyileşmeye) yol açar. Buradaki problem, semptomlara yansıyan eski, kısmen bilinçdışı, tekrarlayıcı örüntülerin gücüdür ve bu örüntülerin uyumsuz etkisi azaldığında sorun çözülmüş olur; sadece semptomların azalması yeterli değildir. Dikkat çekici olan nokta, bilişsel terapideki değişimin şema değişimine bağlı olduğuna dair çok fazla ampirik kanıtın bulunmayışıdır (örneğin bkz. Barber & DeRubeis, 1989). Bilişsel terapide Beth büyük olasılıkla depresyon tanısı almış olurdu. Oysa psikodinamik terapide onun asıl problemi, yakın ilişkilerde tetiklenen, travmatik geçmişine dayalı yıkıcı duygulardı; bu duyguların çalışılması hem ilişkilerde iyileşmeyi sağlar hem de depresyondan kurtulmasına katkı sunar.

    KİŞİLERARASI PSİKOTERAPİ

    Kökenlerini Harry Stack Sullivan’ın (1947) kişilerarası psikanalitik perspektifinden [interpersonal psychoanalytic perspective] alan kişilerarası psikoterapi (KP) [interpersonal psychotherapy (IPT)] (Klerman, Weissman, Rounsaville ve Chevron, 1984), depresyonun psikoterapiyle başarılı bir şekilde çözülmesini öngören etkenlerin incelenmesiyle ampirik olarak geliştirilmiştir. KP, depresyonu nörobiyolojik bir yatkınlıkla birlikte yaşamsal rollerdeki geçişlerin esneklik ve uyum gerektirmesi sonucunda ortaya çıkan bir durum olarak kavramsallaştırır. Bu terapi yaklaşımı, depresyona dair psiko-eğitimi içerir ve başlangıçta depresyon için özel olarak tasarlanmıştır. Sonraki çalışmalar, kişilerarası terapinin travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), özellikle cinsel travma öyküsü bulunan bireylerde etkili olduğunu göstermiştir (Markowitz et al., 2015; Markowitz, Neria, Lovell, Van Meter ve Petkova, 2017).

    Bazı yaklaşımlar kişilerarası psikoterapiyi odaklı psikodinamik psikoterapinin [focused psychodynamic psychotherapy] değiştirilmiş bir biçimi olarak görürken, diğerleri onu özgün bir terapi formatı olarak değerlendirmektedir. Bu terapi biçiminin güçlü bir anlatı bileşeni vardır ve tüm hastalara aynı özgül anlatıyı sunar: Hasta bir hastalık (depresyon) yaşamaktadır ve bu durum hayatını pek çok olumsuz biçimde etkilemiştir. Hasta, yeni koşullara uyum sağlayabilmek için yasını tutması gereken kayıplar yaşamıştır. Kişilerarası psikoterapi, hem bilişsel hem de duygusal öğeleri içermekle birlikte, yeni deneyimsel yaşantılardan ziyade teknik unsurlara daha fazla vurgu yapar. Kişilerarası psikoterapi çerçevesinde Beth, depresyonunun nedenini biyolojik yatkınlığına ve erkek arkadaşıyla yaşadığı ayrılığa bağlayacak, yalnız kalmaya yönelik yeni bir uyum geliştirme süreci ise tedavinin temel odağı olacaktır.

    HÜMANİSTİK PSİKOTERAPİ

    Carl Rogers’ın (1959, 1961) geliştirdiği danışan-merkezli terapi [client-centered therapy], Milton Erickson’un kendine özgü psikoterapi tekniği (Erickson & Rossi, 1981), Gestalt terapisi [Gestalt therapy] (Greenberg & Watson, 2005; Perls, Hefferline & Goodman, 1951), yaşantısal terapi [experiential therapy] (Elliot, 2001) ve varoluşçu psikoterapiler [existential psychotherapies] (May, 1969a, 1969b; Yalom, 1980) gibi bireysel psikoterapötik tedavinin diğer modaliteleri önemli ilgi ve etkinlik üretmiştir. Duygu-odaklı terapi [Emotion-focused therapy] (Greenberg & Iwakabe, 2011), koşulsuz olumlu kabul, içtenlik ve empati gibi danışan merkezli ögeleri, duygusal süreci kolaylaştırmayı ve derinleştirmeyi amaçlayan yaşantısal müdahalelerle birleştiren süre sınırlı bir terapidir. Bu yaklaşımın amacı, hastaların duygusal yaşantılarının farkına varmalarını, bu yaşantıları kabul etmelerini ve anlamlandırmalarını sağlamaktır.

    Bu yaklaşımlar birçok uygulayıcıyı etkilemiş olmakla birlikte, kendi başlarına baskın yönelimler hâline gelmiş gibi görünmemektedir. Bazı fikirleri ise eklektik uygulamalara entegre edilmiş görünmektedir. Örneğin, terapistin empatisinin önemi ile hastaya içtenlik ve kabulle yaklaşma gerekliliği, danışan-merkezli terapinin önemli ve kalıcı bir mirasıdır. Esneklik ile etkin, ilgili ve neredeyse oyunbaz bir tutum ise Ericksoncu geleneğin teşvik ettiği bir yaklaşımdır. Benzer şekilde, Gestalt terapisi gibi yaşantısal terapiler, şu anda yaşanan deneyimin yoğunluğuna vurgu yapmış ve bazı terapistler tarafından terapide danışanın yaşantısına odaklanma biçiminde benimsenmiştir.

    SİSTEMLER KURAMI, ÇİFT TERAPİSİ VE AİLE TERAPİSİ: TEDAVİLERİN BİRLEŞTİRİLMESİ

    Sistem kuramı [systems theory] ve bu kuramın evlilik, çift ve aile terapisi üzerindeki etkisi, modern dönemde psikoterapideki önemli gelişmelerden birini temsil eder (Becvar & Becvar, 2017; Glick, Rait, Heru & Ascher, 2015). İşlevsizlik ve patolojinin yalnızca bireylerin içinde değil, insanlar arasındaki ilişkilerde yer aldığına dair farkındalık; tedavi yaklaşımlarının ailenin iç bağlantılarına ve ilişkilerine odaklanacak şekilde gelişmesine yol açmıştır: karşılıklı bağlanma stilleri (Johnson, 2017), iletişim biçimleri ve davranışların geri bildirim döngüleri (Gottman, 2016b). Bu yaklaşımlar, birincil tedavi yöntemi olarak ya da bireysel psikoterapilerle birlikte kullanılabilecek yeni ve güçlü araçlar sunar. Kültür, aileleri ve sistemleri anlamada kritik bir etkendir; bireyin yer aldığı daha geniş sisteme dikkatlice odaklanmak, iş birliği için daha geniş olasılıkları ve daha yaratıcı tedavi yollarını mümkün kılar. Tercih edilen aile/sistem yaklaşımına bağlı olarak, biliş ve duygunun her biri birincil odak noktası olabilir; hastanın tedavi deneyimi kadar, kullanılan özgül tekniksel yöntemler de önem taşır. Bu tedavilerde amaçlardan biri, aile sistemine dair yeni bir anlatı yapısı oluşturmaktır.

    GÜNCEL EĞİLİMLER

    Geçtiğimiz 100 yıl içinde psikoterapilerin geçirdiği evrimsel sürecin tarihçesi, psikodinamik terapinin konumunu anlamamıza yardımcı olur. Peki, gelecekte psikodinamik terapiyi şekillendirecek eğilimler nelerdir?

    Tanıya özgü psikoterapilere yönelik on yılı aşkın süredir devam eden eğilimin ardından -ki bu eğilim psikodinamik terapi (Keefe, McCarthy, Dinger, Zilcha-Mano & Barber, 2014), BDT (Foa & Rothbaum, 1998), depresyon için kişilerarası terapi (Markowitz ve ark., 2015), kronik depresyon için bilişsel-davranışçı analiz sistemi terapisi (CBASP) ve bütünleştirici bir bilişsel terapi (McCullough, 1999) gibi yaklaşımlar için güçlü sonuçların ortaya konmasına yol açmıştır- alan yeniden yön değiştirmiş ve tanılar arası [transdiagnostic thinking] düşünmeye daha fazla ilgi göstermeye başlamıştır. Gündemdeki temel sorular şunlardır: Psikoterapide değişimin mekanizmaları nelerdir ve bu mekanizmalar daha etkili tedavilerin geliştirilmesi ve hastaların uygun tedavilere daha iyi eşleştirilmesi amacıyla nasıl kullanılabilir? Bu sorular, “kişiselleştirilmiş tıp [personalized medicine]” ya da “bireye özgü psikoterapi [individually tailored psychotherapy]” kavramıyla da yakından ilişkilidir. Bu sorulara 10. Bölümde ayrıntılı biçimde değinilmektedir.

    Rutin sonuç izlemi [routine outcome monitoring], bir diğer önemli eğilimdir. Hastaların her seans öncesinde terapistlere kontrol listesi biçiminde geribildirim sunması, terapi sonuçları üzerinde belirgin düzeyde olumlu bir etki yaratıyor gibi görünmektedir. Bu durum, belirli tekniklerin belirli anlarda hastaların yaşantılarına uyarlanmasının terapi etkinliğini artırabileceğini düşündürmektedir. Bu heyecan verici bulgunun farklı tanılar arasında geçerli olması, psikoterapi teknikleri ve sonuçlarında transteorik [transtheoretical] ve tanılararası [transdiagnostic] etkenlere artan ilgiyi desteklemektedir.

    Pandemiyle ivme kazanan ve artık hem hastalar hem de terapistler tarafından coşkuyla benimsenen telepsikoterapinin [telepsychotherapy] yükselişi, bir zorunluluğun ürünüydü ve artık bu uygulamayla yaşamaya devam edeceğiz. Bu gelişme; terapiye erişim, güçlü bir terapötik ilişki kurmak için gerekli koşullar, beden dilinin önemi ve hem hastanın hem de belki de terapistin kişisel değil profesyonel alanlarda bulunmasının sınırları gibi pek çok ilginç soruyu gündeme getirmiştir. Bu sorular 13. Bölümde ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

    Günümüz psikoterapisini tartışırken psikofarmakolojinin rolünü göz ardı etmek mümkün değildir. Her yeni psikofarmakolojik gelişme, zihne ve psikoterapiye dair düşünme biçimimizi ileri taşımıştır. Psikofarmakolojinin etkinliği ve sık kullanımı, psikopatolojinin temel doğası, hangi müdahale biçimlerinin daha etkili olduğu ve psikoterapi ile psikofarmakolojinin nasıl ve ne zaman birleştirilmesi gerektiği gibi soruları gündeme getirerek psikoterapi kuramı ve tekniğini sorgulamaya açmaktadır. Bu iki yaklaşımın nasıl entegre edilerek her birinin etkinliğinin en üst düzeye çıkarılabileceği konusunda hem pratik hem de kuramsal sorular hâlâ netliğe kavuşmamıştır (Guidi & Fava, 2021). Psikofarmakolojik etkinliği artırmaya yönelik yeni psikodinamik teknikler ve kavramsallaştırmalar önerilmiştir, ancak henüz test edilmemiştir (Mintz, 2022; bkz. Bölüm 14). Birleşik tedavi [combined treatment] kullanımını destekleyen şaşırtıcı derecede az sayıda kanıt bulunmaktadır (Barber et al., 2021; Keller et al., 2000; Thase et al., 1997). Nitekim, anksiyete bozukluklarında, bilişsel davranışçı terapinin birleşik tedavi içinde verildiğinde, tek başına uygulandığı durumlara kıyasla daha az kalıcı etki yarattığına dair bulgular mevcuttur (Barlow, Gorman, Shear ve Woods, 2000).

    ÖZET

    Özetle, psikodinamik terapi modern tıbbî ve psikolojik dönemin ilk psikoterapisi olmuştur ve çok çeşitli uygulama alanlarına sahip geniş bir tedavi yelpazesinin doğmasına öncülük etmiştir. Psikoterapiler, duygu ve biliş, öznel deneyimin iyileştirilmesi ile teknik odaklılık arasındaki temel gerilimleri yansıttıkları için birbirlerinden farklılaşırlar; ayrıca yeni anlatılara odaklanma dereceleri de değişkenlik gösterir (bkz. Tablo 3.3). Psikoterapi alanı, özgül tanılara odaklanmaktan uzaklaşıp bireysel olarak uyarlanmış terapilere, telepsikoterapiye ve gerçek zamanlı sonuç izlemeye doğru yönelerek daha bütünleşik ve transteorik bir tedavi modeline doğru ilerliyor olabilir.

  • Bir Odak Tanımlama ve Hedefler Belirleme (8. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 8. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Hiçbir şeye nişan almayan biri, onu vuracağından emin olabilir.

    -Anonim

    İlk seanslarda toplanan veriler ve yapılan formülasyon, tedavi için bir odak [focus] önerir. Bu odak, terapötik süreci başlatmaya yardımcı olurken aynı zamanda terapötik ittifakı da güçlendirebilir. Açıkça tanımlanmış bir odak ile tedavi süresi kısaltılabilir, danışanın getirdikleriyle daha tutarlı bir şekilde çalışılabilir ve terapötik ilişki pekiştirilebilir. Ancak, bir formülasyona ulaşırken aceleci davranmaktan ve bir odağı belirlerken hızlı kararlar vermekten kaçınılmalıdır. Problemin önemli bir yönü henüz fark edilmemiş olabilir ya da hasta henüz hikâyesinin tamamını paylaşmak konusunda kendini rahat hissetmiyor olabilir. Yine de, erken dönemde bir odak belirlemenin avantajları risklerinden fazladır ve bizim klinik uygulamalarımızda, iyi geçen hiçbir gün, bir konuda yanıldığımız için özür dilemeden ve ardından yön değişikliği yapmadan tamamlanmaz. Odağı erkenden tanımlarız ve gerekirse değiştiririz.

    Bir odak tanımlamak, hastayla birlikte problemin nasıl tanımlanacağı ve dolayısıyla bu problemin birlikte nasıl ele alınacağı konusunda uzlaşmak anlamına gelir. Bu işlem, temel problemler anlaşıldıktan ve formülasyon gelişmeye başladıktan sonra, ilk iki ila altı seans içinde gerçekleştirilebilir. Odak, terapistin neyi keşfedeceği, neyi soracağı ve müdahaleleri nasıl çerçeveleyeceği ya da nasıl ifade edeceği konusunda bir düşünce biçimi sunar. Bu, hastayla birlikte üzerinde uzlaşılan ve iş birliği gerektiren bir süreçtir. Odak, terapideki son noktayı temsil eden bir hedeften [goal] farklıdır. Hedef, hasta ve terapist odaklanmayı başarıyla sürdürürse, ulaşılması umulan durumdur.

    Odak ve amaca ilişkin bu işlevsel tanımlar, terapistlerin tedavi süreci hakkında düşünme biçimini yansıtır; ancak hastaların sezgisel olarak düşündüğü şekilde değildir. Hasta açısından hedef her şeydir. Hedef, ne istedikleri, neyi umdukları ve neyi başarmayı arzuladıklarıdır. Genellikle hasta, amaca dair düşünce ve duygularını dile getirir; terapist ise bu noktadan geriye doğru giderek bir odak tanımlar.

    Örneğin, terapiye pasif, depresif ve duyarsız olduğunu düşündüğü kocasından şikayet ederek gelen bir hasta, kocasının değişmesini ve onu daha çok sevmesini arzuluyordu; bu durumda, terapistin hastaya terapisi için işlevsel bir odak kazandırmasına yardımcı olması gerekiyordu. Elbette bu terapi, kocasını değiştirmeyecekti. Terapist, hastanın neden kocası içe dönük ve sessiz olduğunda kendini bu kadar reddedilmiş hissettiğini anlamaya odaklandı. Neden onu bu kadar çok önemseyip onunla ilgilenmeye mecbur hissediyor, ardından da bu durumdan dolayı öfke duyuyordu? Onun öfkesi ve incinmişliği, kocasına nasıl davrandığını ve ilişkilerini nasıl etkiliyordu? Terapinin odağı, hastanın ihtiyaçları [needs] ve çatışmaları [conflicts] -bağımlılık, bakım verme eğilimi, özveri, öfke, terk edilme korkuları- ve bunlarla ilgili olarak ne yapabileceği üzerine kuruldu. Odağın yöneldiği şey, hastanın kendi içinde olup da değiştirebileceği şeylerdi. Hedef ise, geçmişten gelen hislerin, ihtiyaçların ve savunmaların mevcut duruma müdahalesini azaltmak, böylece hastanın evliliğinde kalıp kalmamaya ve olabilecek en iyi ilişkiyi kurup kuramayacağına karar verebilmesini sağlamaktı.

    Tedavinin odağı netleştiğinde terapistin içinde belirli bir his oluşur. Etkileşime dair bir açıklık ve gaye hissi [a sense of seclarity and purpose] vardır; bu, adeta sıkı çalıştırılmış bir kası kullanmak gibidir. Terapötik ittifak açısından bakıldığında, belirlenmiş bir odak, hedefler ve görevler konusunda bir uzlaşıyı yansıtır ve muhtemelen terapist ile hasta arasındaki bağı da güçlendirir. Ancak, bir odak tanımlamak terapistin çabasını gerektirir; çünkü bu odak kendiliğinden ortaya çıkmaz.

    HASTA HEDEFLERİ

    Hastalar bir şekilde kendilerini daha iyi hissetmek istedikleri için yardım ararlar, ancak tedaviden beklentileri oldukça farklılık gösterebilir. Bazı hastalar içsel durumlarında bir değişiklik isterler -örneğin daha az anksiyete hissetmek ya da daha fazla doyum ve haz yaşamak gibi. Bazıları ise işlevselliklerinin bir yönünü değiştirmek isterler -dikkatlerini toplama becerilerini geliştirmek ya da belirli bir alanda kendilerini daha iyi organize etme kapasitesi gibi. Kimi hastalar evlenmek ya da ayrılmak, çocuk sahibi olmak, kariyer değiştirmek ya da ebeveynleri veya kardeşleriyle olan ilişkileri dönüştürmek gibi önemli dışsal yaşam değişiklikleri yapmak ister. Bazıları ise yaşlanma, kayıp ya da ailedeki değişim gibi yaşam döngüsüne dair gelişimsel sorunlarla başa çıkmak ister. Bazı hastalar ise başka birini değiştirmek ister ki bu tür bir hedef yeniden çerçevelendirmeyi [reframed] gerektirir.

    Bazı hastalar oldukça hırslıdır ve belirgin ve dramatik değişimler arzu ederler. Diğerleri ise daha kademeli hedeflere sahiptir. Kimi hastalar daha dar bir odakla gelir; yalnızca değiştirmek istedikleri tek bir konu vardır ve bu hedefle doğrudan ilişkili olmayan başka herhangi bir şey üzerinde çalışmaya istekli değildirler. Gerçekçi olsun ya da olmasın, bazıları köklü bir kişilik değişimi istemektedir.

    Bazen hedefler, hastanın probleme ilişkin “kuramı” içinde ifade edilir. Her hasta (ve her insan), neden böyle olduklarına dair bir kurama sahiptir. Bu kuram genellikle gerçekçi, isabetli algıların bir karışımıdır; ancak çoğu zaman rasyonalizasyonlar içerir, hasta tarafından tam olarak anlaşılamayan şeyleri açıklama girişimleri barındırır ve problemin rahatsız edici ve acı verici yönlerini kabul etmekten kaçınır. Hastaların hedefleri genellikle kendi kuramlarından türetilir. Örneğin: “Anksiyetem kötü ve ayıplanacak düşüncelerimden kaynaklanıyor, bu düşünceleri kontrol etmeliyim, o zaman kendimi daha iyi hissedeceğim.” Bu durumda hastanın örtük hedefi, uyarıcı durumlardan kaçınılması ile dikkat dağıtma ve düşünce bastırmadır. Ya da: “Kötü davrandım ve şimdi suçluyum, eleştiriyi ve cezayı hak ediyorum.” Bu kurama dayalı hasta hedefi ise, kendini suçsuz ve iyi biri olarak kanıtlamak ve cezayı hak etmediğini göstermektir. Bir diğeri ise: “Benim sevilmeyen bir yönüm var; öfkeliyim ve kötüyüm, bu yüzden insanlar beni terk ediyor.” Bu kuram, kişinin itici olduğudur ve yalnızlığının nedeni budur; bu durumda hastanın amacı ise öfke hissetmemektir.

    AÇIKÇA BELİRTİLMEMİŞ HEDEFLER

    Hastaya mutlaka hedeflerini sormalı, bu hedefleri keşfetmeli ve tartışmalısınız. Bu, başlangıçtaki terapötik ilişkiyi güçlendirir ve terapötik ittifakın gelişimi için temel bir zemindir. Ancak dikkatli bir terapist, her hastanın önemli, ifade edilmemiş, özel amaçlar ve tedaviye ilişkin bilinçdışı arzularla geldiğini fark edecektir. Bu arzulara örnek olarak korunma isteği, bir güç mücadelesine girme ve zafer kazanma arzusu, hayran olunma ya da idealleştirilme arzusu ya da sevilme isteği verilebilir. Daha önce tartışılan “kuramlar” genellikle bilinçdışıdır. Hastaların çoğu bu amaçların farkında değildir ya da bunları ciddi biçimde hiç düşünmemiştir. Bazen dinamik terapi, kişilerin kendilik farkındalıkları [self-aware] arttıkça, söylenmemiş hedeflerini netleştirmelerine yardımcı olur.

    Bazı hastalar psikoterapi hakkında çok az bilgi sahibidirler ve hedeflere dair başlangıçtaki ifadeleri, bilinçli ve bilinçdışı hedeflerine dair önemli fikirlerden ziyade, deneyim ve bilgi eksikliğini yansıtır. Terapide daha fazla deneyim kazandıkça, düşüncelerini daha açık bir şekilde ifade edebilir hale gelirler. Bazı hastalar ise amaçlar hakkında konuşmaktan, bunlara ulaşamamaktan korktukları ya da terapiste yönelik bağımlılık veya sevgi gibi rahatsız edici duygulara temas edeceği için çekinirler. Bazen de terapiye gelme nedenlerini oluşturan sorunlar, bu konuda açık bir şekilde iletişim kurmalarını zorlaştırır.

    Danielle, 22 yaşında, cisgender, beyaz bir kadındı ve tedaviye, reçetesiz satılan ilaçlarla gerçekleştirdiği bir doz aşımının ardından başladı. Bu doz aşımını izleyen hastaneye yatış sürecinde, yalnızlık ve başarısızlıklarla dolu yaşam öyküsünü anlattı.

    Kırılgan bir şekilde çekici ve son derece utangaç olan hasta, çocukluk döneminden itibaren belirgin bir sosyal anksiyete ve sosyal kaçınma eğilimi göstermekteydi. Danielle, dışarıdan bakıldığında ilgili ve özenli ebeveynlere sahip, üst-orta sınıf beyaz bir ailede büyüdü. Ağabeyi, ciddi öğrenme güçlükleri yaşıyordu ve erken dönemden itibaren ailenin dikkati büyük ölçüde ona yönelmişti. Sevgi dolu ve sosyal açıdan kaygılı annesi, Danielle’in kaygısına sempatiyle ve hoşgörülü bir tutumla karşılık verdi. Danielle mahalledeki çocuklarla oynamak istemediğinde annesi bunu kabul etti ve ona keyifli yalnız aktiviteler ayarlamada yardımcı oldu. Okula gitmek istemediğinde ise buna izin verildi.

    Zaman zaman ebeveynleri, Danielle’in aile dışındaki çevreyle daha fazla bağlantı kurması için onu teşvik ettiler; ancak Danielle kesin bir biçimde kaçınmacıydı. Okul, yaz kampı, tatil gibi kararlarda yaşanan kontrol mücadelelerinde genellikle üstün tarafın kendisi olduğunu hissediyordu. Danielle ve ebeveynleri, bu çatışmalardan genellikle tamamen kaçınarak hoş ama yüzeysel etkileşimlerle ilişkilerini sürdürdüler. İronik bir şekilde, annesini bu kadar kolay kontrol edebildiği için ona olan saygısını kaybetti.

    Danielle’in sözel öğrenme güçlüğü vardı ve zamanla mükemmeliyetçilik, obsesiflik ve kilo ile dış görünüşe yönelik yoğun bir zihinsel meşguliyet geliştirdi. Yıllar geçtikçe daha da içine kapanarak, lise yıllarında okul dışındaki sosyal temasları neredeyse tamamen ortadan kalktı. Evinden çok uzakta, küçük bir üniversiteye gitti ve yaşıtlarına hiç olmadığı kadar yakın bir şekilde temas etmek zorunda kaldı. Gelecek olasılıkları karşısında heyecan duysa da yoğun bir anksiyete yaşadı; “normal” olmaya çalışıyor, ama kendini sürekli olarak kafası karışmış ve yabancılaşmış hissediyordu. Gizliden gizliye, akran ilişkilerinin getirdiği taleplerden kaçmayı umuyordu. İlk yılının sonunda ya insanlarla “gerçek ilişkiler” kurması ya da okuldan ayrılması gerektiğini düşündü. Ne yazık ki, diğer öğrencilere yakınlaşmak onu bunaltmıştı ve okulu bıraktı.

    Kısa bir süre ailesinin yanında kaldıktan sonra Danielle, kendini yeniden hayata katmaya çalıştı. İzole bir kırsal bölgede yürütülen ekolojik bir araştırma projesinde yer alan başka genç yetişkinlerle birlikte yaşamaya başladı. Sosyal bağlar kurmayı isteyip ardından onlardan kaçma biçimindeki tekrar eden örüntüyü sürdüren Danielle, kısa süre içinde ayrılması gerektiğini hissetti ve eve geri döndü. Ancak akranlarının getirdiği taleplerden ve beklentilerden bu kaçışı sonrasında, keskin bir depresyona girdi, intihar düşünceleri geliştirdi ve aşırı dozda ilaç alarak hastaneye yatırılmasına neden olan bir girişimde bulundu.

    Danielle’in temel psikodinamik sorunu [core psychodynamic problem], terk edilme korkusuydu [fear of abandonment]. Tedaviye başladığında dile getirdiği amaçları; önemseyeceği bir şey, ona ilham verecek ve motive edecek bir etkinlik ya da bir yer bulmaktı. Umutsuz hissediyor, bir şeye ait olmayı ve geleceğe dair umut hissetmeyi istiyordu. Değerlendirme, yönlendirme, ne yapması gerektiğine dair tavsiye ve bunları sürdürmesine destek talep ediyordu. Temelde şöyle diyordu: “Bir hayat istiyorum ve bunu gerçekleştirmem için bana tavsiye, destek ve itici güç vermenizi istiyorum.” Zamanla şöyle bir yorumda bulundu: “Bana bir hayat vermeniz gerekiyor.”

    Zamanla, Danielle terapide düşüncelerinden, duygularından ve fantezilerinden daha fazla söz ettikçe, terapiye ve terapiste dair yoğun bir şekilde benimsediği bir fantezisi olduğu ortaya çıktı. Kendini küçük, savunmasız bir bebek olarak görüyor ve büyük, güçlü ve sevecen bir anneden korunma bekliyordu. Terapistin rahminde bir bebek olma fantezileri kuruyor, terapistin omzunda duran ve gün boyunca onu takip eden küçük bir kuş olduğunu hayal ediyor ya da terapistin hemen arkasında, “onun gölgesinde” duran küçük bir çocuk olduğunu düşlüyordu.

    Bu örnek, hastanın ifade ettiği amaçlarla ifade etmediği amaçlar arasındaki oldukça dramatik bir karşıtlığı göstermektedir -Danielle terapiye, kişisel anlam ve kimlik duygusu bulmak istediğini söyleyerek gelmişti; ancak neredeyse simbiyotik bir ilişki arzuluyordu. Her zaman bir hastanın ifade ettiği ve etmediği amaçlar arasında bir fark olsa da, tedavi sürecinde bu iki düzeyin zamanla birbirine yaklaşması gerekir. Danielle’in ifade etmediği amacı bir aktarım fantezisini [transference fantasy] yansıtmaktadır ve tüm aktarım fantezilerinde olduğu gibi hasta bu fanteziye kısmen inanır ve onu yaşamak ister. Açığa çıkarma süreci [uncovering process] bilinçdışı amaçlara dair farkındalığın gelişmesini kolaylaştırır, ve bir süre sonra Danielle, bir bebek olma yönündeki fantezilerinin farkına varabildi. Arzuladığı ve her zaman arzulayacağı şeyle daha gerçekçi ve ulaşılabilir olan şey arasındaki farkı, yasını tutarak, kabullendi.

    Terapistin, ifade edilmeyen amaçları açıklığa kavuşturması her zaman kolay değildir ve hastanın bunları fark etmesini sağlamak daha da zordur. Ancak bu gerçekleştiğinde, daha derin ve güçlü bir içgörüye yol açar; çünkü hasta, ifade edilmeyen amacın genellikle sadece terapiste değil, hayatındaki diğer önemli figürlere de uygulanabilir olduğunu görmeye başlar.

    HASTANIN BİLİNÇLİ HEDEFLERİ NE KADAR ÖNEMLİDİR?

    İyi bir antrenör, bir oyuncunun beceri ve yetkinlik düzeyine saygı göstermesi, özgüven inşa etmesi, gelişimi desteklemesi ve teşvik etmesi, aynı zamanda yüksek beklenti standardı koyması gerektiğini bilir. Benzer şekilde, iyi bir psikoterapist de hastayı bulunduğu noktada kabul etmeli, ifade edilen amaçlarına saygı göstermeli, ifade edilmeyenleri dikkatle dinlemeli ve mümkün olan en fazla büyümeyi ve değişimi beklemelidir.

    Hastaların ifade ettikleri amaçlar, siz onları birlikte yeniden şekillendirebilecek konuma gelene kadar, başlangıçtaki terapötik ilişki kurulumunun temelini oluşturmalıdır. Bu yaklaşım, hastanın becerilerine, güçlü yönlerine, başardıklarına ve yaşadıkları zorluklarla verdikleri mücadeleye duyulan saygının bir göstergesidir; ayrıca, hastanın kendisini terapistten daha iyi tanıdığı gerçeğinin kabulüdür. Aksi bir tutum sergilemek, terapötik ittifakın temel bir bileşenini zayıflatmak anlamına gelir.

    Eğer hastanın amaçlarının değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorsanız, bunu önermek elbette makuldür. Örneğin şöyle diyebilirsiniz: “İlişkinin tüm doğasını değiştirmeye çalışmaktansa, babanızın kişiliğine uyum sağlamak ve iyi bir uzlaşma noktası bulmak daha gerçekçi olmaz mıydı?” ya da “Belki de mesele eski ilişkiyi canlandırmak değil, yeni bir ilişkiye başlama yolunu bulmaktır.”

    Başarılı bir terapi, makul ve ulaşılabilir amaçlar belirlemeyi ve bazı amaçlara ulaşılamayacağını kabul etmeyi içerir. Terapi için gerçekçi olmayan amaçlar belirlemek, danışanın potansiyeline dair cömert bir takdirden kaynaklanabilir; ancak bu durum büyük olasılıkla hayal kırıklığına, başarısızlığın yeniden yaşanmasına ve hayal kırıcı bir süreçte engellenmişlik hissine yol açacaktır.

    KULLANIŞLI BİR ODAK BELİRLEMEK

    Tedavinin nihai amacına karar vermek terapistin sorumluluğunda değildir, ancak makul ve uygun bir odak önerisinde bulunmak terapistin temel sorumluluklarından biridir. Bir odak tanımlama sürecine aşağıdaki beş faktörün değerlendirmesiyle başlıyoruz: formülasyon, geniş ya da dar bir odak tercihi, hırs ve motivasyon, soruna bakış açısı ve hastanın kişilik özellikleri (bkz. Tablo 8.1).

    TABLO 8.1. Tedavi Odağını Belirlemede İlgili Faktörler

    • Hastanın sorununun formülasyonu
    • Geniş ya da dar odak
    • Motivasyon
    • Bakış açısı
       • İçsel-psişik
       • İlişkisel/sistemik
       • Yaşam döngüsü/gelişimsel
       • Nörobiyolojiye uyum
    • Hasta özellikleri

    Hastanın Sorununun Formülasyonu

    Tedavi, temel psikodinamik probleme ve bu probleme karşılık gelen hastaya özgü çatışmalara odaklanmalıdır. Temel problemin ne olduğunu sade bir dille açıklamalısınız. Bu, hem bilişsel hem de duygusal düzeyde anlamayı kolaylaştırır.

    Peter örneğinde (Bölüm 5 ve 7), depresyon; suçluluk, kimlik sorunları, düşük benlik saygısı, kadınlarla ilgili çatışmalar ve erteleme örüntüsünü içermekteydi. Formülasyon, bu çatışmaları tarihsel kökenleriyle birlikte birbirine bağlar ve sürece dâhil olan önemli dinamik olmayan [nondynamic] etkenleri tanımlar. Bu formülasyonun özü, Peter’ın yakın olmaya duyduğu ihtiyaç ve yakın ilişkilerde ortaya çıkan rahatsız edici duygularıdır. Tedavinin odağı, bu temel çatışmayı içermelidir.

    Geniş ya da Dar Odak

    Tedavinin ne kadar geniş ya da dar odaklı olacağı, sorunun ne kadar genel ya da ne kadar sınırlı olduğuna bağlıdır. Bazı hastalar, şiddetli olsa da yaşamlarının diğer alanlarına daha az etki eden, görece sınırlı sorunlar sunarlar. Diğerleri ise, yaşamlarının çoğu ya da tüm önemli alanlarını kapsayan, daha yaygın zorluklardan oluşan bir tablo aktarırlar.

    Psikoterapi için amaçları tanımlarken tutumlu olmak, yalnızca tedavi edilmesi gereken alanlara odaklanılmak istenir. Bu yaklaşım verimlilik açısından mantıklıdır; ancak aynı zamanda işlev bozukluğunun bir alanda ortaya çıkmasının, diğer alanlarda da olumsuz etkiler ve zorluklar yaratabileceği gerçeği açısından da önemlidir. Eğer temel zorluk alanı iyileştirilirse, diğer alanlarda da özel bir terapötik müdahaleye gerek kalmaksızın gelişme sağlanabilir. Örneğin, yakın ilişkilerde güçlük yaşayan bir kişi, işlevsel yaşam alanlarında nispeten daha az çatışma ve minimum düzeyde semptom yaşayabilir; ancak kişisel yaşamındaki çatışmalardan kaynaklanan sıkıntı ve zihinsel meşguliyet, işini ve iş ilişkilerini olumsuz etkileyebilir. Kişisel ilişkilere yönelik dikkat ve bu alanda sağlanacak iyileşme, işle ilgili herhangi bir doğrudan terapötik müdahale olmadan da iş yaşamında gelişmelere yol açabilir (Zilcha-Mano, Dinger, McCarthy ve Barber, 2014).

    Bazı hastalar yalnızca tek bir alana odaklanma eğilimindedirler; yalnızca aile yaşamlarından ya da yalnızca bedensel semptomlarından söz ederler. Bu noktada klinik olarak vermeniz gereken karar, bunun daha derine bakmaktan kaçınan bir anksiyete ve direnç belirtisi mi, yoksa yalnızca daha odaklı bir sorunun yansıması mı olduğudur. Bazı hastalar düşünce, duygu ve işlevselliğin farklı alanları arasında sezgisel bir şekilde bağlantı kurarlar; onlar için her şey her şeyle ilişkilidir. Bu, kapsamlı ve derinlemesine bir yaklaşım mıdır, yoksa verimsiz, dağınık ve sonuçsuz bir dolaşma mı? Bu ayrımı net bir şekilde yapmanın bir yolu olmaması, terapist adayları için hayal kırıcı olabilir. Ancak tanımladığınız odağın işe yarayıp yaramadığını değerlendirirken rehber ilke, hastanın kendilik farkındalığının gelişip gelişmediği ve daha netleşip netleşmediğidir. İlerleme kaydedildiğinin bazen ancak sonradan anlaşıldığı ve klinik yargıların doğrulandığı görülmektedir.

    Motivasyon

    Tanımlanması zor olan bu özellik, terapistin ne kadar iddialı olması gerektiğini düşünürken oldukça önemlidir. Bazı hastalar, iyileşmek için mücadele etmeye, düşünmeye ve iş birliği yapmaya gerçekten istekli görünürler. Bazıları ise şüphesiz acı çekmektedirler ancak psikoterapinin zorluklarına ve çetin süreçlerine katlanma konusunda daha az sebat ve odaklanma gösterirler. Terapistler bazen hastanın motivasyon düzeyini, hastanın patolojisine indirger (örneğin, savunmaların katılığı nedeniyle daha az motive), ancak deneyimli uygulayıcıların çoğu, hastanın sorunlarından bağımsız bir motivasyonel faktör olduğunu kabul ederler. Bu faktör, insanların haz alımını ertelemelerini, işe ve spora odaklanıp sebat etmelerini ve fiziksel sorunların üstesinden gelmelerini sağlayan nitelikle aynı olabilir.

    Hangi Bakış Açısına Odaklanmalı?

    Her hasta ve onun temel sorunu, bireysel, ilişkisel, gelişimsel ve nörobiyolojik gibi çeşitli bakış açılarından ele alınabilir. Bir odağın tanımlanması, hangi bakış açısının en faydalı olduğunun seçilmesi anlamına gelir. Aynı anda çok fazla şeyi yapmaya çalışırsanız, işler hastalar için fazlasıyla karmaşık hâle gelir. Genellikle odaklandığımız dört bakış açısı vardır:

    1 . İntrapsişik [intrapsychic]: Bu, hastanın sorunlarının kendi zihni içindeki çatışmalara dayandığı ve ardından gelişen uzlaşma oluşumları ve davranışlarla sürdüğü geleneksel psikodinamik bireysel psikoterapi modelidir. Sorun, çatışmaya işlevsiz bir uyum sağlanmasının bir sonucu olarak görülür ve terapinin amacı, bu çatışmayı oluşturan bileşenleri anlamak ve böylece ona daha sağlıklı bir uyum geliştirmektir. Terapist, deneyim, algı ve davranış değişimini sağlayabilmek için hastanın intrapsişik çatışmayı anlamaya çalışmasını önerir.

    2. İlişkisel/sistemik [relational/systemic]: Burada hastanın sorununun ilişkisel boyutuna odaklanılmaktadır. Odağın hâlâ hastanın kendi psişesinde olmasıyla birlikte, esas olarak önemli bir ilişkinin onu nasıl etkilediği üzerinde durulur. Hastanın tepkilerini ne belirler ve ardından bu tepkiler ilişkileri nasıl etkiler? Temelde terapist, hastaya bir ilişkiye ya da sisteme uyumunu geliştirmede yardımcı olmayı ve bu yolla onun öznel yaşantısında ve davranışlarında iyileşme sağlamayı önerir.

    3. Yaşam döngüsü/gelişimsel [life cycle/developmental]: Bu bakış açısı, yaşamın olağan gelişim evrelerine, beklenen geçiş ve krizlere ve ebeveyn kaybı, hastalık, çocukların büyümesi, ilişkilerin olgunlaşması ve değişmesi gibi evrensel yaşam döngüsü olaylarına odaklanır. Bu perspektifte hastanın problemi, normal yaşam döngüsü olaylarına ve bu olaylara uyum sağlama güçlüklerine bağlı olarak görülür. Bu yaklaşımı psikodinamik kılan şey ise, içsel çatışmaların ve uzlaşma oluşumlarının, bu yaşam döngüsü zorluklarıyla etkili biçimde başa çıkmanın önünde engel oluşturabileceği inancıdır. Psikoterapinin itici gücü, hastanın bu normatif gelişimsel meselelerle en etkili şekilde başa çıkmasını sağlamaktır.

    4. Nörobiyolojiye uyum [adaptation to neurobiology]: Bu dördüncü bakış açısı, hastanın nörobiyolojik sınırlılıklarına uyumunu merkeze alır. Bu sınırlılıklar, utangaçlık ve sosyal hassasiyet gibi mizaçsal kırılganlıkları ya da öfkeye ve dürtüselliğe yatkınlığı içerebilir. Aynı zamanda, duygudurum bozuklukları veya anksiyete bozuklukları gibi psikiyatrik hastalıklara yönelik genetik yatkınlığa uyumu da kapsayabilir. Bu odak noktası, hastanın yaşantılarına neden olan beyin temelli etkenleri anlamasına, tepkilerine atfettiği anlamları fark etmesine ve daha uygun bir uyum yanıtı geliştirmeye çalışmasına yardımcı olur. Örneğin, bir hasta kendi mizacının dengeli olduğunu, düşük tepkisellik gösterdiğini, stres altındayken kuşkuculuğa eğilimli olduğunu ya da yoğun duygular yaşadığını ve duygulanıma yatkın olduğunu fark edebilir.

    Bu dört farklı bakış açısı -içsel çatışmalar, ilişkisel/sistemik, yaşam döngüsü/gelişimsel ve nörobiyolojiye uyum- her bireyde bir şekilde mevcuttur. Buradaki esas soru, odak belirlerken diğer faktörlerde olduğu gibi, hangisinin hasta açısından kolay erişilebilir [accessible], açıklayıcı [revelatory] ve potansiyel olarak mutasyonla ilgili [mutative] olacağıdır.

    İçsel çatışmalar perspektifi, tedavi için açık bir odak ve bireysel çalışmanın gerekçesi konusunda netlik sağlar; ancak bu yaklaşım, hastada daha fazla anksiyete yaratabilir, hastanın direnç geliştirme olasılığını artırabilir ve kişinin kendisini “patolojikleştirilmiş” hissetmesine neden olabilir. İlişkisel/sistemik düzeydeki açıklamalar, hastanın şikayetleriyle genellikle daha iyi örtüşür; fakat tedavinin odağını yalnızca belirli bir ilişki ya da sistemle sınırlandırır. Yaşam döngüsü/gelişimsel bakış açısı, ergenlik ve yetişkinlik gelişiminin yaygın problemlerine destek ve geçerlilik sağlar, hastanın kendisini daha geniş bir bağlamda görmesine yardımcı olur. Ancak, problemi “normalleştirerek,” hastanın yaşadığı sorunun arkasındaki bireysel çatışmalı geçmişin araştırılması ve anlaşılması potansiyelini azaltabilir. Son olarak, nörobiyolojiye uyum perspektifi, ciddi nörobiyolojik hastalık yatkınlığı bulunan bir hastaya yardım etmek açısından vazgeçilmezdir; ancak nörobiyolojik ve psikodinamik katkıların derecesi her zaman net değildir. Bu odaklanma, dinamik konular üzerinde yeterince çalışamama veya biyolojiyi değiştirmeye çalışma riskini taşır ki bu da oldukça zor olabilir.

    Hasta Özellikleri

    Psikodinamik psikoterapiye (ve genel olarak psikoterapiye) iyi yanıt verme potansiyelini öngören hasta özelliklerini değerlendirmek, kapsamlı araştırmalara konu olmuştur. Bu bölümde ayrıntılı tartışılmamakla birlikte, bulgular özetlenmektedir. Aşağıdaki özellikler, psikodinamik tedaviye yanıt verme kapasitesiyle ilişkilendirilmiştir: psikolojik farkındalık, merak, içgözlem, metafor ve sembol kullanabilme yetisi, sözel ifade becerisi, zeka ve ilişkilerde yakınlık kurabilme kolaylığı ya da kapasitesi (Beutel, Stern ve Silbersweig, 2003; Gabbard, 2000; Ursano, Sonnenberg ve Lazar, 1998). Güncel derlemeler, işlevsellikte bozulma, kroniklik ve çok yüksek ya da çok düşük semptom şiddetinin daha kötü sonuçlarla ilişkili olduğunu, buna karşılık içselleştiren başa çıkma tarzının daha iyi sonuçlarla ilişkili olduğunu ortaya koymuştur (Constantino, Vîslă, Coyne ve Boswell, 2018). Psikoterapiye ilişkin olumlu beklentiler, daha iyi sonuçlarla ilişkili bulunmuştur (Constantino ve ark., 2018). Ancak bu noktada, psikodinamik psikoterapinin yalnızca “endişeli ama işlevsel bireyler” için uygun bir tedavi olduğu izlenimini vermek istemeyiz. Burada tartışılan hasta özellikleri iyi sonuçlarla ilişkili olabilir, ancak iyi bir sonuç için zorunlu değildir. Örneğin, Milrod, Leon, Barber ve çalışma arkadaşları (2007), panik bozukluğunun psikodinamik tedavisinde C Kümesi kişilik bozukluğunun varlığının (kişilik bozukluğu olmamasına kıyasla) daha iyi bir tedavi yanıtı öngördüğünü bildirmişlerdir.

    Geleneksel olarak psikoterapiye yanıt verme potansiyelini öngören hasta özelliklerine ek olarak, hastanın tedaviye başlarken sahip olduğu kaynaklar da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu kaynaklar arasında terapiye zaman ayırabilme, sürece duygusal enerji katabilme kapasitesi, finansal olanaklar ve çevresindeki kişilerin terapi sürecine verdiği destek yer alır.

    FAKTÖRLERİ BİR ARAYA GETİRMEK

    Tüm bu faktörlerin bir araya getirilme sürecinde terapist, temel sorun/formülasyon, hastanın motivasyonu ve kaynakları, yararlı olabilecek odaklanmanın genişliği ya da darlığı, hasta özellikleri ve soruna en uygun bakış açısını sentezlemeye çalışır. Bu odak, hastanın sorunlarıyla çalışmak için en yalın ve işlevsel yolu sunmalıdır. Ayrıca, hastanın bilinçli amaçları, bilinçdışı amaçlarına dair izlenimler ve terapist ile hasta arasındaki ilk etkileşime dair sezgiler de odak formülasyonuna dâhil edilmelidir.

    Elbette, burada tanımladığımız süreç, doğası gereği oldukça bireyselleştirilmiş bir süreçtir. Bu faktörlerin tümünün envanterini çıkararak, terapist tedavinin başlangıcındaki bu temel aşamayı etkin bir şekilde yönetebilir. Hastanın odağı tanımlamasını pasif bir şekilde beklemek yerine, daha aktif bir yaklaşım benimseyebilirsiniz. Bu sentetik süreci [synthetic process], hastayı ve sorunlarını tanımlayan, faktörlerin envanterini sunan ve önerilen odağı ortaya koyan iki örnekle açıklayacağız. Bunlardan biri başarılı bir şekilde tanımlanmış bir odak örneği, diğeri ise çok da başarılı olmayan bir örnek olacak.

    Carrie, depresyon ve üniversite çağındaki kızının duygusallığına dair endişeleri nedeniyle değerlendirme amacıyla başvuran 53 yaşında, cisgender, beyaz bir kadındı. Kızının bir kişilik bozukluğu olabileceğinden ve bunun kendi suçu olduğundan endişeleniyordu. Uzun boylu, kahverengi at kuyruğu saçlı ve kolayca gülümseyen çekici bir kadındı. Terapiye ihtiyaç duyuyor olmaktan ötürü utanıyor, kibar, memnun etmeye istekli ve itaatkâr bir tutum sergiliyordu.

    Carrie’nin kızı başka bir yerde terapi görmekteydi ve oldukça yoğun bir akademik yükü başarıyla götürmesine rağmen, temel yaşam kararlarında şaşırtıcı derecede annesinin yardım ve rehberliğine bağımlıydı. Annesine karşı öfkeli ve eleştireldi. Carrie, kızına bakmaktan ötürü kendini yük altında hissediyor ve kızının sorunlarının bir şekilde kendi anneliğiyle ilgili olduğuna dair yoğun bir suçluluk duyuyordu. Bu son noktada oldukça ısrarcıydı; sonuçta, kendi ifadesiyle, kızının sorunlarını açıklayabilecek başka ne sebep olabilirdi ki? Ailenin iki küçük çocuğu daha vardı ve her ikisi de oldukça iyi uyum sağlamış görünüyordu.

    Carrie, yakışıklı ama sadakatsiz bir avukat ile güzel fakat eleştirel ve güvensiz bir annenin ikinci evliliğinden doğan iki çocuğun küçüğüydü. Annesi, babasının ilk evliliğinden olan büyük oğlunu hiç sevmezken, akademik açıdan ileri fakat sosyal becerileri zayıf olan büyük kızına aşırı derecede bağlıydı. Carrie’nin babası, onun tedaviye başlamasından bir yıl önce vefat etmişti ve bu, Carrie için büyük bir kayıptı. Büyürken babasını cana yakın, canlı, sevecen ve yargılayıcı olmayan biri olarak görürken; annesini ise güvensiz ve öfkeli olarak deneyimlemişti. Yetişkinlik dönemindeyse annesini rekabetçi ve aksi biri olarak algılıyordu.

    Oldukça kısa bir sürede, görüşmelerdeki konu akışı annesiyle ilgili anekdotlara kaymaya başladı. Neredeyse her telefon görüşmesi, ziyaret ya da etkileşim, Carrie için sinir bozucu ve reddedici hissettiriyordu. Annesi hiçbir zaman doğru şeyi söylemiyordu; konuşmaların sonunda mutlaka son sözü söyleme ihtiyacı duyuyor ya da telefonda onaylamadığını belli etmek istercesine uzun duraksamalar yapıyordu. Sürekli kendisinden, sağlığından ve yalnızlığından bahsediyordu. Ancak Carrie, tüm bunlara rağmen annesini dinlemek ve ona yardımcı olmak zorundaymış gibi hissediyordu.

    Üçüncü seansa gelindiğinde terapist, formülasyonu depresyonun temel sorun olduğu ekseninde şekillendirmeye başlamıştı; özellikle belirgin öz-eleştiri, suçluluk duygusu ve Carrie’nin hem annesine hem de kızına yönelik güçlü ambivalansı dikkat çekmekteydi. Ayrıca, kızının bazı zorluklar yaşadığı ve belki de anne-kız bağında geçmişte bazı bozulmalar olmuş olabileceği açık hale gelmişti, ancak Carrie’nin gerçekten çok çaba gösterdiği ve bir anne olarak oldukça iyi bir iş çıkardığı da ortadaydı. Terapistin izlenimi, Carrie’nin kızına dair bu yoğun endişesinin, gerçekçi bir sorumluluk değerlendirmesinden ziyade depresyonun belirti niteliğinde bir yansıması olduğuydu.

    Carrie’nin mevcut yaşamına dair daha derinlemesine bir inceleme, kocasıyla sevgi dolu bir ilişkisi olduğunu ortaya koydu; eşi neşeli ve hayat doluydu fakat sorumsuzdu. Çocukların sorumluluğunu üstlenme, mali işlerle ilgilenme ve ev işlerine katkıda bulunma konularında yeterince çaba göstermiyor gibiydi. Carrie, bunun aslında dört çocuğa sahip olmak gibi olduğunu gülerek ifade etti.

    Çocukluk öyküsüne dair daha fazla bilgi de ortaya çıktı. Carrie, kendisini ailede bir “sonradan düşünülmüş” gibi hissettiğini belirtti. Annesi, akademik başarısı nedeniyle ablasını gözdesi olarak görüyordu; abisi ise ona karşı sevecen olsa da yaşça büyüktü ve başka şeylerle meşguldü. Annesi onun her zaman hazır ve ilgi gösteren biri olmasını bekliyor, duygusal olarak “karmaşık” ya da “dağınık” olan her şeye karşı eleştirel bir tutum sergiliyordu. Carrie erken yaşlarda güçlü bir arkadaş grubu oluşturmuş ve yaşamının büyük kısmını o arkadaş çevresiyle geçirmiş gibi hissetmişti. Annesinin sevgisini ve ilgisini kazanmak için elinden geleni yapmış, ancak çoğu zaman en iyi ihtimalle aşırı eleştiriden kaçınabilmişti.

    Bu aşamaya gelindiğinde formülasyon daha da netleşmişti. Carrie’nin depresyonu, annesiyle yaşadığı erken dönem bağlanma sorununa dayanıyordu; bu durum öfke, öz-eleştiri ve suçluluk duygularına yol açmıştı. Carrie ise bu duygularla başa çıkmak için başkalarına bakma yolunu seçmişti: annesi, eşi, çocukları ve özellikle sorunlu olan kızı.

    Carrie’nin terapötik ilgisi, kızı ve annesiyle yaşadığı sorunlar üzerindeydi. Eşiyle ilgili bazı meseleleri olmasına rağmen, genel olarak ilişkilerinden memnun olduğunu hissediyordu. Diğer iki çocuğu ise onun için büyük bir neşe kaynağıydı. Mesleğinde başarılıydı ve işinden keyif alıyordu. En büyük arzusu, kendisiyle ilgili daha iyi hissetmek ve özellikle bu iki sorunlu ilişkiyi yönetmenin bir yolunu bulmaktı. Değiştirmek istediği konuya dair nispeten dar bir odağa sahipti; işlevselliğinde daha genel bir değişim hedeflemiyordu. Güçlü bir motivasyona sahipti ve eğer ilerleme kaydettiğini hissederse, seanslara bağlı kalacağını ve çok çalışmaya istekli olduğunu açıkça ifade etmişti.

    Carrie’nin yaşadığı zorluklar en iyi biçimde intrapsişik bir bakış açısından kavramsallaştırılabilirdi. Sorunlarına ilişkisel/sistemik düzeyde yaklaşmak da mümkündü, ancak meseleler yalnızca tek bir ilişkiyle ya da tek bir kuşakla sınırlı değildi; aksine, Carrie’nin her ilişkiye beraberinde getirdiği bir örüntünün parçası gibi görünüyordu. Nitekim, kamu hizmeti ile müşteri memnuniyetini birleştiren bir meslek seçmişti. Sorunların yaşam döngüsü düzeyiyle ilişkili yönleri de vardı -çocukları büyümüş ve evden ayrılmak üzereydi, annesi ise hastaydı- ancak sorunlara bu açıdan yaklaşmak, yaşam kalitesini etkileyen güçlü içsel dinamiği anlaması açısından ona yeterince yardımcı olmayacak gibi görünüyordu.

    Bu hasta, terapiden iyi fayda sağlayacak klasik özelliklere sahipti. Carrie sözel ifade becerisi yüksek, zeki, esnek düşünebilen ve doğal olarak içgörüsel biriydi. İçselleştirilmiş bir başa çıkma tarzına [an internalizing coping style] sahipti ve semptomları ne çok hafif ne de çok şiddetliydi. Ayrıca terapiye zaman ayırabilecek kaynaklara, duygusal kapasiteye ve eşinden aldığı desteğe sahipti. Psikoterapi açısından ilginç ve belki de talihsiz bir gözlem, en çok psikolojik sağlığa sahip olanların tedaviden en fazla faydayı sağladıklarıdır. “Zengin daha da zenginleşir” şeklinde özetlenebilecek bu fikir, psikolojik kaynakları sınırlı olan kişilerin tedaviden fayda görmeyeceği anlamına gelmez; bunun yerine, bu kişilere yönelik tedavilerin özellikle iyi yapılandırılmış, odaklanmış ve etkili olması gerektiğini vurgular.

    Dördüncü seansta terapist, temel sorunla ilgili izlenimini dile getirdi: depresyon, öz-eleştiri ve suçluluk duyguları; ve bu duyguların Carrie’nin annesine dair hisleri etrafında örgütlendiği düşüncesi. Terapist, bu terapötik sürecin annesine yönelik ambivalansını anlamak ve çözümlemek üzerine odaklanmasını önerdi; böylelikle Carrie’nin bu ilişkiden alabileceği en iyi şeyi alması ve annesinin nihai ölümüyle başa çıkmaya hazırlanması sağlanabilecekti. Bu yaklaşım terapinin sınırlarını belirginleştirecek ve seanslardaki çalışmanın faydaları diğer ilişkilerine de yansıyacaktı. Carrie bunu duyduğunda gözyaşlarına boğuldu ve duygusal olarak sarsıldı. Annesiyle yaşadığı sorunun ne denli merkezi bir yer tuttuğunu fark etmek onu üzdü; ancak bu sorunun açıkça ortaya konmuş olması bir nebze de olsa rahatlama getirdi. Ayrıca, bu açıklama sayesinde esas mücadelesinin annesiyle olduğunu görmesi onu rahatlattı; kızına dair hissettiği suçluluğun da bu dinamiğin bir yansıması olduğunu fark etti -belki anneliğinde bazı problemler olmuştu ama eğer olmuşsa, bu onun kötü bir anne olmasından değil, kendi çocukluk deneyimlerinden kaynaklanıyordu.

    Odak noktası hasta ile terapist arasında iş birliğiyle belirlendi ve bu, terapistin hastayı duygularını daha enerjik ve aktif bir şekilde keşfetmeye teşvik etmesini sağladı. Hasta, ne üzerinde çalıştığını ve neden çalıştığını bildiğini hissetti. Tedavi, haftalık seanslarla yaklaşık bir yıl sürdü. Sonlandırma sürecinde Carrie, annesine daha tarafsız bir şekilde bakabiliyor, daha fazla empati kurabiliyor ve aynı zamanda kendini daha iyi savunup koruyabiliyordu. Kocasının ev işlerinde daha fazla sorumluluk alması için onu teşvik etmişti ve üniversiteden mezun olduktan sonra kızının daha bağımsız bir şekilde yaşamasına izin verebilmişti.

    Ancak bir odak tanımlamak her zaman bu kadar iyi sonuç vermez! Psikoterapötik tedaviler çok başarılı olmadığında, genellikle bu durumu açıklamak için hastaya ait özellikler, sorunun inatçılığı ya da ilerleme kaydedilebilmesi için daha fazla zamana ihtiyaç olduğu gibi nedenler öne sürülür. Ancak tedavinin başarısız olmasının nedeni, uygun bir odak noktasının belirlenmemiş olması da olabilir. Bir sonraki vaka örneği bunu göstermekte ve neyin daha yardımcı olabileceğine dair bazı spekülasyonlar içermektedir.

    Margaret, 30’larının sonlarında, cisgender ve iki ırklı bir avukattı; depresyon ve anksiyete nedeniyle tedaviye yönlendirilmişti. Daha önce uzun süreli bir psikoterapi süreci geçirmişti; ancak bu süreç pek verimli olmamıştı.

    Seçtiği kariyerde başarılı olan Margaret, ne yazık ki yirmili yaşlarının sonlarında romatoid artrit [iltihaplı romatizma] geliştirmişti ve bu durum son zamanlarda ilerleyerek özellikle egzersiz rutini açısından bazı fiziksel kısıtlamalara yol açmıştı. Erkeklerle yaşadığı uzun bir flört geçmişi ve çatışmalı ilişkileri vardı; bu ilişkilerde, erkeklerin dürüst olmayan, güvenilmez ve bencil kişiler olarak ortaya çıktıkları yönünde tekrar eden deneyimler yaşamıştı. Bir ilişkide olması gerektiğine dair güçlü bir inancı varmış gibi görünüyordu.

    Farklı terapistlerle görüşmesi ve “alışveriş yapması [shop around]” yönünde cesaretlendirilmesinin ardından Margaret, en çok hoşlandığı terapisti seçti; bu kişi, ellili yaşlarında bir kadındı. İlk seanslar, erkeklerle geçmişte yaşadığı çok sayıda ilişkiye dair acı verici duygusal ayrıntıları içeriyordu; bunların arasında, en son yaşadığı ihanet ve incinme deneyimi de yer alıyordu.

    Margaret’ın önceki öyküsündeki kritik unsur, Beyaz bir anne ile Siyah bir babanın çocuğu olarak, her ikisinin de sevgi dolu ve destekleyici olduğunu hissetmesine karşın, annesinin, kendisine yönelik gerçekdışı ve ayrım gözetmeyen bir olumlu tutum sergilemesiydi. Annesinin, başına kötü bir şey geldiğinde korkup endişelendiğini ve Margaret’ın adeta annenin “doğmamış arzularını” yaşamak zorunda olduğunu düşündüğünü ifade etti. Sınırsız desteği sevmesine rağmen, bu durumun kendisini boğduğunu hissetti. Danışan, çift ırklı kimliği hakkında konuşurken rahatsızdı ve annesinin ve babasının ırklarıyla ilgili düşüncelerini dile getirmekte zorlanıyordu. Tepkileri oldukça donuktu ve Beyaz bir terapistle görüşmenin kendisi için nasıl bir deneyim olduğu sorusunu geçiştirerek yanıtladı.

    Terapist, bir odak tanımlarken dikkate alınması gereken etmenlerin envanterini çıkararak ilerledi. Temel psikodinamik sorun ve formülasyon, benlik saygısı ile ilgili problemleri düşündürüyordu. Çatışmalar, bağımlılık ve bağımsızlık arasındaki gerilimlerin yanı sıra başkalarını memnun etme ihtiyacı etrafında dönüyordu. Kronik hastalığı bu durumu şüphesiz daha da pekiştirmişti. Margaret’ın sorunları kişisel ilişkilerle sınırlı görünüyordu ve psikoterapötik yanıta ilişkin olumlu sonuçları öngören birçok özelliğe sahipti. Erkeklerle yaşadığı yoğun zorluklar göz önüne alındığında, ilişkisel/sistemik bakış açısı faydalı görünüyordu. Tedavinin odağı, yakın ilişkilerde rol oynayan meselelerin daha iyi anlaşılması olacaktı. Margaret’ın amacı bir erkekle sağlıklı bir ilişki kurabilmekti. Terapiden beklentisi, potansiyel bir partner seçme becerisini artırması, çatışma ve sıkıntıya katkıda bulunabilecek davranışları azaltması ve karşılaşılabilecek sorunları ifade etme ve çözme becerilerini geliştirmesiydi.

    Önerilen odak, hastanın ruh halinde başlangıçta bir yükselme sağladı ve Margaret’ın meselelerini ele alma konusunda daha fazla motivasyon kazandırdı. Ancak aynı dönemde yapılan bir ilaç değişikliği de söz konusuydu; bu nedenle kendini daha iyi hissetmesinin asıl nedeni net değildi. Bunu, erkeklerle yaşadığı hayal kırıklıklarıyla ilgili acı verici ve çelişkili duygular üzerine kapsamlı bir tartışma izledi. Margaret, bencil davranabilen erkekleri seçme eğilimindeydi ve ardından onları sınamakta, neredeyse kışkırtmakta, böylece onların sınırlılıklarını açığa çıkarmaktaydı. Bu durumla bağlantılı olarak yaşadığı incinme, reddedilme ve terk edilme deneyimlerini anlattıkça öfkesi arttı ve terapiste karşı daha da hayal kırıklığı yaşamaya başladı. Terapist, onun öfkesini anlamaya çalıştı ve bunu aktarım tepkisi olarak yorumladı -yani, Margaret’ın terapistten annesinin sunduğu türden bir teşvik ve destek hissettiğini, bunun başlangıçta umut verici bir iyimserlik yarattığını, ancak sonrasında hayal kırıklığına ve reddedilmeye yol açtığını ifade etti.

    Hasta, yapılan yorumları doğru bulmakla birlikte, bunların kendisini daha da depresif ve reddedilmiş hissettirmesi için bir sebep daha oluşturduğunu ifade etti. Margaret’a yönelik destekleyici yaklaşımlar ve tedaviye dair hayal kırıklığını bu bağlamda anlamasına yardımcı olma yönündeki devam eden çabalar ile birlikte ilaç değişikliği de sonuç vermedi. [Margaret], terapiste, yakın ilişkiler üzerine çalışmaya odaklanmanın mantıklı olduğunu ve iyi bir ilişki kurmasına yardımcı olma amacının kesinlikle onun da istediği bir şey olduğunu söyledi. Ancak bu odağın, onunla ilgili bir sorun olduğu anlamına geldiğini düşündüğünü belirtti; bu da onu çok rahatsız etti ve kendisini değersiz hissetmesine neden oldu. Bu durum, onun için anne babasının yalnızca mutlu olmasını istemesini ve mutsuzluğuna çözüm bulmasını arzulamalarını hatırlattı; oysa kendisi yalnızca olduğu kişi olarak kabul edilmek istiyordu.

    Margaret, tedavinin başlarında aldığı yardım için gözyaşları içinde bir takdir ifade etti, ancak sadece erkeklerden bahsetmenin kendisini kötü hissettirdiğini açıkça belirtti. Terapistlerin neden her zaman bir kadının tek ihtiyacının bir erkekle ilişki olduğunu düşündüğünü sorguladı. Terapiyi bırakacağını dile getirdi [ve bıraktı].

    Yaklaşık üç yıl sonra Margaret, terapisti kamusal bir ortamda tesadüfen gördüğünde, kendiliğinden artık çok daha iyi hissettiğini, kendisini göreceli olarak mutlu hissettiği bir erkekle tanıştığını ve yakın zamanda evlendiğini söyledi; fiziksel hastalığında bir miktar ilerleme olmasına rağmen, genel olarak işlerin oldukça iyi gittiğini belirtti.

    Daha fazlası yapılabilir miydi? Sınırlılıklar psikodinamik psikoterapi tekniğinin doğasında mıydı, yoksa hastanın öyküsünün, sorunlarının niteliğinin, karakterinin bazı yönlerinin ya da nörobiyolojik katkılarının bir sonucu muydu? Terapist neyi görememişti? Hasta, beyaz bir terapistle görüşmek hakkında ne hissediyordu ve bunu konuşmak neden bu kadar zordu? İlerlemiş hastalığı, tedaviye bakışını nasıl etkilemişti? Gerçekten en faydalı çekirdek problem üzerinde mi çalışıyorlardı? Sonradan söylediği kadar mutlu muydu? Tedavi yardımcı olmuş muydu? Bu soruların net yanıtları yok, ancak tedavinin sona erdiği sırada hastanın, tedavinin odak noktası ve üzerinde karşılıklı olarak uzlaşılmış olan amaçla ilgili belirli bir eleştirisi vardı. Bu ciddiyetle ele alınmalıdır ve tedavi amacının “ilişkisel” olarak (iyi bir eş bulmak) tanımlanmasının en yardımcı yaklaşım olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bu yaklaşım, hastanın annesinin onun “normal, mutlu ve sağlıklı” olmasına duyduğu ihtiyaçla ilgili konuşmaların ve tedavi ilişkisinin içinde bir yinelemenin oluşmasına mı neden oldu? Hasta eleştiriye karşı son derece hassastı.

    Odak, onun bağımsızlık, öz-farkındalık ve öz-kabul kapasitesinin gelişimi üzerine mi olmalıydı? -yani, belki de terapist, yakın bir ilişkiyi sürdürme kapasitesinin geliştirilmesinden ziyade, yaşam döngüsü/gelişimsel bakış açısıyla daha ilişkili olan, bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik gelişimine dair bir odak tanımlamalıydı.

    TEDAVİ İÇİN SÖZLEŞME YAPMAK

    Tedavi için sözleşme yapmak, Bordin’in (1979) görev ve amaç kavramları (Bkz. Bölüm 4) kapsamında yer alır. Belirli amaçların tanımlanması ve hasta ile terapistin belirli görevlerinin farkına varılması, terapötik ittifakın temel unsurları olarak görülmektedir. Nitekim, bir odak tanımlamak bir tür terapötik sözleşme oluşturur. Hasta, başarmaya çalıştığı şeyi önerir; terapist ise neyin iyi bir odak olabileceğini belirtir. Sonra bu konu birlikte tartışılır. Terapide ilerleme ancak belli bir düzeyde uzlaşma sağlanırsa mümkündür. Terapist ile hasta arasındaki bu uzlaşma, terapötik ittifakın temel yapı taşlarından birini oluşturur.

    Pratik bir bakış açısından, temel problemi [core problem] özetlemenizi ve üçüncü ya da dördüncü seansa kadar tedaviye yönelik bir odak önermenizi tavsiye ederiz. Bu noktaya gelindiğinde, formülasyon tam anlamıyla netleşmemiş olsa bile temel problemi büyük olasılıkla anlamış olursunuz. Bu kısa sunum netlik, canlılık ve güvenle yapılmalı, ancak hastanın tepkilerine ve sürecin nasıl ilerleyeceğine dair fikirlerine karşı açık ve meraklı bir tutumla sunulmalıdır. Elbette, zamanla bu odağı muhtemelen değiştireceksiniz.

    KAÇINILMAZ GERİLİM

    Bir sözleşme yapılmış olması, her iki tarafın da ona uyacağı anlamına gelmez. Hasta açısından, karakteristik savunmaları kullanma, geçmişteki kişilerarası senaryoları yeniden sahneleme ve söz verildiği gibi davranmama yönünde kaçınılmaz bir eğilim vardır. Bilinçli ve bilinçdışı nedenlerle, hasta, üzerinde uzlaşılan odağa yönelik çalışmayabilir ya da bu odağı daha derin bir anlayışa katkı sağlamayacak şekilde yorumlayıp bu bakış açısında ısrar edebilir. İlerleme sağlanamadığı yönünde çaresiz bir hayal kırıklığıyla ellerini havaya kaldırabilir. Alternatif bir odak önerilebilir.

    Problemi ele alma konusunda yaşanan bu zorluk, daha önce 4. Bölüm’de tartıştığımız direnç [resistance] terimiyle ifade edilir. Hasta, kendi sorununu kolayca ve rahatlıkla düşünebilseydi, zaten tedaviye gelmeden önce bu süreci başlatmış olurdu. Pragmatik psikoterapist, hastanın yürütülen çalışmaya, odak noktasına ve amaca dair geri bildirimlerini dinler, bunları yansıtır ve önerilen odağı ve amacı yapıcı bir şekilde yeniden değerlendirir. İlerlemenin önündeki güçlük sadece kaçınılmaz bir direnç mi, yoksa belirlenen hedefin çok yüksek ya da yetersiz tanımlanmış olmasının bir yansıması mı? Odak çok mu geniş, yoksa fazla mı dar? Yapılan formülasyon isabetli mi? Yeniden ele alınabilir mi? Örneğin, sorun intrapsişik düzeyde mi tanımlandı, oysa yaşam döngüsüne odaklanan bir yaklaşım daha mı etkili olurdu? Terapi sözleşmesi [therapeutic contract] değişmez bir yapı değildir; tekrar değerlendirme [reevaluation] ve onaylama [affirmation] ya da değişiklik [modification] gerektirir.

    Terapist de belirlenen odaktan sapabilir. Dikkat eksikliği, kişisel meselelerin araya girmesi, hasta ile yaşanan sahnelemeler ya da pratik sorunlar, terapistin odağını kaybetmesine neden olabilir. Odağın bir miktar kayması esnekliğe ve kimi zaman yaratıcılığa yol açabilir; ancak fazla sapma, dikkatsizlik, dağınıklık ya da sınır ihlalleriyle sonuçlanabilir.

    ŞEFFAFLIK

    Yaklaşımımız, terapötik ittifakın kurulması ve psikoterapinin odak ve amaçlarının tanımlanması sürecine dair doğrudanlık ve şeffaflığı içerir. Bu meseleler, terapist tarafından doğrudan ama sadece dürüst olunabilecek ölçüde bir ayrıntıyla hasta ile konuşulmalıdır. Ne kadar değişim gerçekleşeceğini öngöremeyiz, çünkü bunu bilmemiz imkânsızdır. Hastalar da bu belirsizliklerin farkındadır ve terapistin odak ve amaca dair gerçekçi fikirlerini güven verici bir açıklıkla paylaşmasını genellikle takdir ederler. Değişimin ne kadar zor olduğuna dair gerçekçi bir kabulle iyimserlik arasında denge kurmak zordur, özellikle psikoterapötik ilişkinin yüksek duygusal yük taşıyan alanında. Ancak hastaların ihtiyaç duyduğu tam olarak budur.

    ÖZET

    Hastanın terapiye dair dile getirdiği amaçlar, terapist ile hasta arasında tedavinin odağına ilişkin bir tartışmayı başlatır. Terapist, psikodinamik formülasyona dair farkındalığı, hastanın açık ve örtük amaçlarını, hastanın tedaviden etkili biçimde yararlanma kapasitesini ve değişim arzusunun derecesini kullanarak bir tedavi odağı önerir. Bu odak, terapötik ilişki içerisinde tartışma ve uzlaşının konusu hâline gelir. Ortaya çıkan tedavi planı, problemi intrapsişik, ilişkisel, yaşam döngüsüyle ilişkili ya da nörobiyolojik sınırlılıklara uyum bağlamında tanımlayabilir.

  • Kişilik Organizasyonları Envanteri (KOREN)

    Kişilik Organizasyonları Envanteri, bireyin kişilik örgütlenmesini değerlendirmek hedefiyle primitif savunmaları, kimlik difüzyonu ve gerçeklik testi alt boyutlarıyla toplam 31 maddeden oluşan bir öz-bildirim ölçeğidir. Primitif savunmalar alt boyutu 9 madde (5, 7, 9, 12, 13, 15, 19, 22,30), Kimlik difüzyonu alt boyutu 10 madde (3,4, 6, 8, 11, 14, 16, 24, 26, 28), ve Gerçeklik testi alt boyutu 12 madde (1, 2, 10, 17, 18, 20, 21, 23, 25, 27, 29, 31) bulunmaktadır.

    5’li Likert tipi puanlama sistemi kullanılan ölçekte, 1-Doğru değil, 2-Nadiren Doğru, 3-Bazen Doğru, 4-Sıklıkla Doğru ve 5-Her zaman doğruyu ifade etmektedir. Alt boyutlardan alınan yüksek puanlar sırayla primitif savunmaların sıklığının arttığını, kimlik difüzyonu deneyimlediğini ve gerçeklik algısında bozulmaların arttığını belirtmektedir. Ters puanlanan bir madde bulunmamaktadır.

    Envanterin orijinali, psikodinamik alana objektif bir ölçek sunmak için Kernberg ve Clarkin tarafından 1995’te geliştirilmiştir. Hem Türkçe ‘ye çeviren ve kültürümüze uyarlayan hem de ölçeğin geçerlilik ve güvenirlik çalışması Ceran Yıldırım ve Yüksel tarafından 2021 yılında yapılmıştır. Alt boyutlar için Cronbach alfa güvenirlik değerleri primitif savunmalar için 0.77, kimlik difüzyonu için 0.82 ve gerçeklik testi 0.85’tir. Ölçeğin tamamının alfa katsayısı 0.91’dir.

    Primitif savunmalar alt boyutu maddeleri:

    5. Yakın bir ilişki içindeyken benlik duygumu yitirmekten korkarım.

    7. Sıcakkanlı ve fedakâr olmak ile soğuk ve ilgisiz biri olmak arasında gidip gelirim.

    9. İnsanlar hayran olduğum kişilerin eksik yönlerini görmekte zorluk çektiğimi söyler.

    12. Benim için önemli olan insanların benimle ilgili duygu ve düşünceleri aniden değişecek diye korkarım.

    13. İnsanlar bana o kadar çok ihanet eder ve düşman olur ki insanlara güvenmekte zorluk çekerim.

    15. İnsanlar bana ya sevgiye boğarak ya da terk ederek karşılık verme eğilimindeler.

    19. Yanıldığım sonradan ortaya çıksa bile, insanlara taparcasına hayranlık duymaya devam ederim.

    22. Güvende hissedebilmem için birisine hayranlık duymam gerekir.

    30. Duygularımı aşırı uçlarda ya çok mutlu olarak ya da derin bir kederle yaşama eğilimindeyim.

    Kimlik difüzyonu alt boyutu maddeleri:

    3. Kaygılıyken ya da aklım karışık olduğunda, dış dünyadaki şeyler de bana anlamsız gelir.

    4. Çevremdeki her şey belirsizleştiyse ve karıştıysa iç dünyam da belirsiz ve karışık bir hal alır.

    6. İnsanlar beni başarılı bulduğunda çok mutlu, başarısız bulduğunda ise mahvolmuş hissederim.

    8. İşte ya da okuldaki halime kıyasla evde daha farklı bir kişiymişim gibi hissederim.

    11. Her nasılsa insanlarla ilişkilerimi nasıl yürüteceğimi asla tam olarak bilemem.

    14. Bir hevesle hobiler ve ilgi alanlarına yönelip sonra onlardan kolaylıkla vazgeçerim.

    16. Kendimi farklı zamanlarda tamamen farklı huyları olabilen bir insan olarak görüyorum.

    24. Beni çok iyi tanıyan insanlar da dahil olmak üzere, insanların benimle ilgili düşüncelerinden emin olmam zordur.

    25. Kendimi, neredeyse bir başkasıymışım, tanıdığım (arkadaş, akraba gibi) hatta tanımadığım birisiymişim gibi hissederim.

    28. Davranışlarımdaki değişimlere bir anlam veremem.

    Gerçeklik testi alt boyutu maddeleri:

    1. İnsanları üzen şeyler yaptığımı; ancak bunların insanları neden üzdüğünü anlayamadığımı fark ederim.

    2. İnsanları üzen şeyler yaptığımı; ancak bunların insanları neden üzdüğünü anlayamadığımı fark ederim.

    10. Duyduğum bir sesin ya da gördüğüm bir şeyin hayal dünyamın ürünü olup olmadığından emin olamam.

    17. Mantıklı bir açıklaması olmayan şeyler duyduğum veya gördüğüm olur.

    18. Bazı fiziksel duyumlar bedenimde gerçekten var mı yoksa hayal ürünü mü söyleyemem.

    20. Bir şeyi sadece gerçek olarak algılamayı mı istiyorum yoksa o şey sahiden gerçek mi söyleyemem.

    21. Gerçekte var olmayan şeyleri gördüğüm olur.

    23. Beni iyi tanıyan kişiler bile nasıl davranacağımı tahmin edemez.

    25. Hiç kimsenin göremeyeceği ya da duyamayacağı şeyleri görebilirim ya da duyabilirim.

    27. Hiç kimsenin anlayamayacağı ya da bilemeyeceği şeyleri anlarım ya da bilirim.

    29. Başkalarının gerçekte var olmadığını iddia ettiği şeylerin seslerini duyduğum olur.

    31. Gördüğüm şeylerin, onlara yakından baktığımda başka şeylere dönüştüklerini düşünürüm.

    Kaynak

    AKBOĞA, B. (2024). Kişilik organizasyonları ve mizah stillerinin psikodinamik bağlamda incelenmesi [Yüksek Lisans Tezi, Antalya Bilim Üniversitesi]. YÖK Tez Merkezi. https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/giris.jsp

  • Terapötik İttifak: Amaç, Görev ve Bağ (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    “Seninle konuşmak bana sığınak gibi geldi.”

    -Emily Dickinson

    Terapötik ittifak [therapeutic alliance], psikoterapinin etkinliği açısından kutsal bir kavramdır; çünkü hem sonuçlara ilişkin ampirik literatürdeki özel rolü hem de uygulayıcılar için sezgisel olarak taşıdığı anlam nedeniyle büyük önem taşır. Terapötik ittifak, hasta ve terapist tarafından birlikte oluşturulan ve birçok farklı psikoterapi türünü kapsayan bir ilişkidir. İlk temas gerçekleşmeden önce bile, hasta ve terapistin birbirleri hakkındaki his ve fantezileriyle başlar.

    Biz klinisyenler, terapötik ittifak kurma becerimizde ortalamanın üzerinde olduğumuzu düşünmeye eğilimliyiz; sonuçta, çoğumuz yıllarca terapist olmadan önce bile “insanlarla iyi anlaştığımız” söylenerek yetiştirildik. Peki, bu genel kişilerarası beceri nedir? Öğretilebilen bir şey midir, yoksa doğuştan mı gelir?

    Nasıl ki ötücü kuşlar şarkı söyleme yetilerini geliştirebilmek için kritik dönemlerde şarkıları duymaya ihtiyaç duyuyorsa, biz de bu yetimizi geliştirmek ve keskinleştirmek için erken dönem ilişki uyumu ve ardından zengin kişilerarası deneyimlere ihtiyaç duyarız. Terapötik ittifak kurma becerisinin nörobiyolojik bir bileşeni vardır. Yüz tanıma, başkalarını düşünme, problem çözme ve başkalarını duygusal varlıklar olarak kavramsallaştırma kapasitesi, beynin doğuştan gelen işlevlerindendir (Baron-Cohen, 1997). Ayna nöronlar [mirror neuron], empati kurduğumuz kişilerin beyinlerinde ateşlenen nöronların bulunduğu aynı bölgelerde aktif hale gelir ve bu sinirsel yapı, bizim önemli verilere erişmemizi sağlar (Rizzolatti, 2005). Sosyal ve duygusal zeka [social and emotional intelligence], bu kapasitelere dayanarak gelişir. Eğer psikoterapi, duygusal öğrenmeyi teşvik etmek için tasarlanmış son derece özel bir sosyal etkileşim biçimiyse, nöronal plastisiteyi [neuronal plasticity] kolaylaştırdığı gösterilen sosyal etkileşim becerileri (Shamay-Tsoory, 2022), terapötik ittifakın iyileştirici olmasını sağlayan temel unsurlardan biri olmalıdır.

    Ancak, kişinin yeni tanıştığı insanlarla rahat bir şekilde iletişim kurmayı, sevdiklerine karşı sağduyulu ve makul olmayı ya da sosyal açıdan başarılı olmayı sağlayan beceriler, terapötik bir ittifak geliştirmeye yeterli değildir. Yakınlık ve ayrılığı, besleyicilik ve düşünsel derinliği, hırs ve kabullenmeyi dengede tutabilme yetisi, hasta ile güçlü bir terapötik ittifak kurabilen bir terapistin duyarlılığını belirler. Terapötik ittifak geliştirmeyi öğrenmek, bir spor dalında ustalaşmaya benzer: Temel bileşenler mevcut olmalıdır, ancak bu yeti zamanla dikkat ve pratikle geliştirilebilir.

    Güçlü bir terapötik ittifakın gelişmediği genellikle terapist için açıktır. Etkileşimde bir şeyler eksik kalır ve hasta ile birbirinizi kaçırıyormuşsunuz gibi bir his oluşur. Hastaya ulaşamadığınızı ve onun ihtiyaçlarını karşılayamadığınızı hissedersiniz; ya da hasta memnun görünebilir, ancak bunun nedenini anlayamazsınız ve gerçekten bir katkıda bulunmadığınızı düşünürsünüz. Öte yandan, ittifak güçlü olduğunda, hasta ve terapistin birlikte olabileceği güvenli bir alan oluşur; hasta rahatsız edici veya utanç verici düşünce ve duygularını paylaşabilir, terapist ise gözlemlerini formüle etmek ve kendi tepkilerini fark etmek için zaman ve alan bulabilir. Ayrıca, her yakın ve uyumlu ilişkide gerekli olan esneklik de mevcuttur.

    Bu bölüm, terapötik ittifak kavramını incelemekte, klinik örnekler sunmakta, terapötik ittifak geliştirmeyi öğrenme üzerine literatürü gözden geçirmekte, etkili terapistlerin bazı özelliklerini ele almakta ve ittifakı güçlendirmek için kullanılabilecek belirli teknikler ve yaklaşımlar ile sonlanmaktadır.

    TERAPÖTİK İTTİFAK KAVRAMI

    Terapötik, çalışma veya yardım ittifakı olarak farklı şekillerde adlandırılan bu kavram, terapötik ilişkinin tedavi başarısı için önemli olduğu fikrini içerir ve ilk olarak Freud’un (1912) doktor ile hasta arasında gelişen olumlu duygulara dair yorumlarında öngörülmüştür. Daha sonraki psikanalitik yazarlar, Greenson (1967) ve Zetzel (1956), bu kavramı daha ayrıntılı şekilde ele alarak, tedavi ilişkisinin “gerçek” ve uyum sağlayıcı boyutunu, aktarım ve fantezi yüklü yönünden ayırmışlardır. Rogers (1965), danışan merkezli terapisinde, hasta ve terapist arasındaki empatik bağın tedavinin temel terapötik unsuru olduğunu belirtmiştir.

    Terapötik ittifak kavramı tarihsel olarak psikodinamik literatürde ortaya çıkmış olsa da, hasta ve terapist arasındaki işbirlikçi ilişkinin gücü, farklı kuramsal yaklaşımlardan gelen terapistler tarafından da kritik bir unsur olarak kabul edilmiştir. Beck ve çalışma arkadaşları (1979) da dahil olmak üzere çoğu kuramcı, hasta-terapist ilişkisinin kurulmasını tedavinin ilk önemli adımı olarak vurgulamaktadırlar. Araştırmalar, ittifakın kişilik özelliği gibi sabit bir bileşeninin olduğunu ve bu bileşenin farklı psikoterapi türlerinde benzer şekilde ortaya çıktığını, ancak terapiye özgü değişkenlik gösterebilen durumsal bir boyutunun da bulunduğunu göstermektedir (Zilcha-Mano, 2017).

    Terapötik ittifak ile tedavi sonucu arasındaki korelasyon kapsamlı bir şekilde incelenmiş olup, en güncel ve kapsamlı derlemede bu ilişkinin .275 olduğu tahmin edilmiştir (Flückiger et al., 2018). “Tavuk mu, yumurta mı?” sorusuna benzeyen, daha iyi bir ittifakın mı daha iyi bir sonuca yol açtığı yoksa erken gelişimin [early improvement] mi ittifakı güçlendirdiği konusundaki tartışma, erken dönemde kurulan ittifakın depresyonda sonraki değişimi öngördüğünü gösteren bulgularla büyük ölçüde çözülmüştür (Barber et al., 2000).

    Amaç, Görev ve Bağ

    Bu kavramı operasyonelleştirmek ve farklı psikoterapi türlerine daha geniş bir şekilde uygulamak amacıyla, Bordin (1979) terapötik ittifakın üç bileşenini tanımlamıştır: amaç [goal], görev [task] ve bağ [bond]. Bordin, terapötik ittifakı, hasta ve terapistin ortaklaşa oluşturduğu ve paylaşılan amaçları, ilişkide her bireyin yerine getireceği görevlerin tanınmasını ve bir bağlanma ilişkisini içeren bir yapı olarak görmüştür. Onun, terapötik ilişkinin bileşenlerine getirdiği netlik, terapistlerin, terapötik ittifakı geliştirerek becerilerini nasıl güçlendirebileceklerini düşünmelerine yardımcı olmaktadır.

    George, 42 yaşında, evli, cisgender, beyaz bir heteroseksüel erkekti ve bir kriz anında danışmanlık almak için başvurdu. Eşi kendisinden 3 yaş büyüktü ve 15 yıldır evlilerdi. Eşi, uzun süredir yakın bir iş ilişkisi içinde olduğu bir meslektaşıyla ilişki yaşadığını yeni açıklamıştı. İkisi birlikte toplantılara seyahat etmiş, sık sık geç saatlere kadar çalışmışlardı. George, bu ilişkiden uzun süredir rahatsızdı ve endişeliydi; son birkaç yıldır eşiyle bu konuda sıkça konuşmuştu. Ancak eşi, bu ilişkinin tamamen platonik olduğunu söyleyerek onu hep temin etmişti. Fakat şimdi, ilişkinin cinsel bir boyut kazandığını ve evliliği bitirmek istediğini açıklamıştı. George ve eşi, üç küçük [preteenage] kızlarını birlikte uyum içinde büyütüyorlardı ve ebeveynlik konusunda birbirlerine bağlıydılar.

    George, ilk görüşmede dürüst ve sempatik bir izlenim bırakıyordu. Onun yaşadığı duruma empatiyle yaklaşmak kolaydı. Göz yaşları içindeydi, öfkeli ve şok içindeydi. Eşinin ihanetine karşı haklı bir öfke duyuyordu ve evliliğini kaybetmeye karşı gerçekçi ve cesur bir tavır sergiliyordu. Çok öfkeliydi ve evliliğin sona ermesi kaçınılmaz görünüyordu. Çocukları ve bu durumun onlara olan etkisi konusunda perişan haldeydi. Babası, George 10 yaşındayken vefat etmişti ve annesi tarafından, tek ebeveynli olarak, yetiştirilmişti.

    George oldukça açıktı ve ilk iki ya da üç seans bilgi ve duygularla doluydu. Terapinin aktif ve katılımcı bir şekilde başladığı hissi vardı, ancak her defasında o bir konuyu bitirdiğinde uzun bir sessizlik oluyor ve ben bir soru sorana kadar devam etmiyordu. Ona ne hakkında soru sormam ve hangi konuları derinlemesine keşfetmem gerektiğinden emin olamıyordum.

    George, hayatı boyunca çok yakın olduğu bir arkadaşı olduğunu ve onunla sık sık konuştuğunu, yaşadıklarını ona anlattığını söyledi. Sadece hislerini yaşamak ve kendini ifade etmek için terapiye gelmeye ihtiyacı olup olmadığından emin değildi; zaten bunu fazlasıyla yapıyordu. Evliliğinin onarılabileceğini düşünmüyordu ve onarılabilir olsa bile eşinin bunu istemediğinin oldukça açık olduğunu söylüyordu. Elinden gelenin en iyisini yaparak çocukları üzerindeki etkiyi en aza indirmeye ve ayrı yaşarken birlikte ebeveynlik yapabilmek için bir plan geliştirmeye çalışacağını hissediyordu.

    Kendi kendime sürekli, “Seanslarda birlikte ne yapıyoruz?” diye soruyordum. George, kayıplarını kabul ediyordu, güçlü bir destek sistemine sahipti, işlevselliği yerindeydi ve kızlarına nasıl birlikte ebeveynlik yapacakları konusunda eşiyle iş birliği yapmaya dair pratik ve gerçekçi bir yaklaşım sergiliyordu. Tüm bunları konuşuyordu. Acaba terapiye gerçekten ihtiyacı olmayacak kadar iyi uyum sağlamış mıydı, yoksa gözden kaçırdığımız bir şey mi vardı?

    Sizce hasta ve terapist iyi bir başlangıç ​​yaptı mı? Terapistin sessizliklerde bir şeyler olup bittiğini hissetmesi ve tam olarak ne üzerinde çalıştıklarını bilememe hissinin anlamı nedir? Bordin’in (1979) bakış açısı, bunu daha iyi anlamaya yardımcı olabilir. Terapötik ilişkide amaç, görev ve bağ açısından neler oluyordu? Görev, terapötik ikilide [therapeutic
    dyad
    ] her kişinin rolünü ifade eder. Hastanın görevi, seanslara düzenli olarak katılmak, düşüncelerini ve duygularını dürüst ve açık bir şekilde ifade etmek, terapistin gözlemlerini dinlemeye, anlamaya ve kabul etmeye çalışmak ve aktif, işbirlikçi bir tutum sergilemektir. Zamanı geldiğinde, elde ettiği anlayışı kullanmaya, değişimi nasıl gerçekleştirebileceğini düşünmeye ve bu değişimi hayata geçirmek için çaba göstermeye çalışmalıdır. Terapistin görevi ise, dikkatle dinlemek, tüm kaynaklarını kullanarak anlamaya çalışmak, önyargılarının farkına varmak ve bunları yönetmek, hasta hakkında derin bir anlayış geliştirmek ve bu anlayışı etkili bir şekilde paylaşmaktır (Luborsky, 1984). Terapist, hastanın yeni bakış açıları kazanmasını, sorunları çözmeye yönelik yeni yaklaşımlar geliştirmesini ve yeni olası davranışları keşfetmesini kolaylaştırmalıdır. Terapist, hastaya açık olmalı, ancak aynı zamanda ona girdi [input] ve destek [assistance] sağlamalıdır.

    George ile terapötik ilişkinin görev bileşeni iyi gidiyordu. Beklenebilecek her şeyi yapıyordu: Hayatını ve deneyimlerini hem duygusal hem de pratik açıdan anlatıyor, olayları anlamaya çalışıyor ve terapistin söylediklerine karşı açık bir ilgi sürdürüyordu.

    Bağ, hasta ve terapist arasındaki bağlanmayı [attachment] ifade eder. Bu, duygusal bağlantıdır [emotional link]. Hasta, terapide kendini güvende hissediyor mu ve terapistten sıcaklık ve empati algılıyor mu? Terapist açısından bakıldığında, duygusal olarak sürece dahil olma ve aynı zamanda en iyi şekilde çalışmayı sağlayan belirli bir mesafeyle ilgilenme hissi var mı? Burada da George ve terapist iyi bir ilerleme kaydediyor gibi görünüyordu. George, terapistle rahat ve güven içinde olduğunu ifade etti; terapistin onu sevdiğini, durumuyla ilgilendiğini ve yaşadığı zorluklara dahil olduğunu hissettiği anlaşılıyordu.

    Amaç, terapist ve hastanın paylaştığı amçları ifade eder. Hasta ne üzerine çalışıyor, neyi anlamak veya değiştirmek istiyor? Terapideki hedefi nedir? Hayatının hangi alanında bir şeyleri değiştirmek istiyor? Terapist, hastanın hedeflerini anlamalı ve bu hedefler doğrultusunda çalışmalıdır. Örneğin, terapist sorunu depresyon ve yakınlık kurmada zorluk olarak görürken, hasta bunu zor bir çocukla ebeveynlikle ve destekleyici olmayan bir eşle ilişkili olarak algılıyorsa, yalnızca sorunun tanımı değil, terapinin hedefleri de farklı olacaktır. Terapist depresyonu ele alarak diğer sorunların dolaylı olarak düzeleceğini düşünebilir, ancak hasta kendini suçlanmış ve yanlış anlaşılmış hissedebilir.

    Gelişmekte olan terapötik ittifakta eksik olan şeyin, George’un terapi hedefleri konusundaki netlik olduğunu fark ettim. Onun hedefleri neydi ve benim aklımdan ne geçiyordu? İlk seansta ona terapiden ne beklediğini sormuştum ve o, “bunu konuşmaya” ve bu zorlu süreci atlatmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti. Bu hedefin makul ve mantıklı olduğunu kabul etmiştim, ancak şimdi ikimizin bu ifadeyle farklı şeyler kastedip kastetmediğini merak ediyordum.

    İkinci seansın sonlarına doğru ve ardından takip eden iki seansta birkaç kez George’un uzun bir süre boyunca eşiyle ilgili çok fazla şeye katlanmış gibi göründüğüne dikkat çektim. Evliliklerinde bir sorun olduğunu biliyordu ve eşinin meslektaşıyla olan yakın ilişkisinin bunun bir belirtisi olduğunu hissetmişti. Eşi, onun defalarca dile getirdiği endişelere rağmen bu ilişkiye devam etmişti. George’un bu durum karşısında üzgün ve hayal kırıklığına uğramış hissetmesine rağmen yıllarca evliliği olduğu gibi sürdürmesinin dikkat çekici olduğunu söyledim. Neden böyle olmuştu? Bunu görmezden gelmeye çalışırken aslında neyi biliyor veya ne konusunda endişeleniyordu? Eşiyle ilgili hayal kırıklıkları nelerdi? İlişkideki mutsuzluğa katkısı neydi? Sorunlarını hafifletmek için neler yapılabileceğini ya da yapılması gerektiğini düşünüyordu?

    Bunu öne sürdüğümde, George aniden daha dikkatli hale geldi ve doğrudan gözlerimin içine baktı. Şimdiye kadar seanslarda konuşuyordu, ancak aslında benimle konuşmadığını fark ettim. Evliliğinin sona ermesiyle ilgili duygularını ve bu süreçteki rolünü yüksek sesle düşündüğümde, tam olarak ne demek istediğimi bilmediğini ama bunda bir doğruluk payı olduğunu düşündüğünü söyledi. Her zaman uyumlu biri olmuştu ve belki de çoğu insandan daha fazla çaba göstererek eşinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştı. Belki de genel olarak böyle bir eğilimi vardı, ancak bunda yanlış olan neydi? O ana kadar bana karşı da oldukça uyumlu davrandığını ve aslında aramızda gerçek bir bağ oluşmadığını fark ettim.

    Dördüncü seansa gelindiğinde, terapötik ittifak daha sağlam görünüyordu. Bu ittifakın pekişmesi, ortak hedeflerimizin daha net hale gelmesiyle gerçekleşti. Terapi kısmen, George’un yaşadığı incinme, kayıp ve korkuyu ifade etmesiyle ilgili olacaktı, ancak aynı zamanda ilişkileri deneyimleme biçimine, üzücü duygularını ele alma tarzına ve belki de tüm bunların kendi çocukluğu ile nasıl bağlantılı olduğuna odaklanacaktı. Evliliğinde bu kadar ciddi sorunlar olduğunu bildiği halde neden aynı şekilde devam ettiğini anlamaya çalışmak, yeni bir ortak hedef haline gelmişti.

    Bu örnek, terapötik ittifakın yalnızca hasta ile bir ilişki kurmaktan ibaret olmadığını göstermektedir. Üç bileşenin (amaç, görev ve bağ) yakın ilişkisini ve hedef netleştiğinde terapötik ittifakın nasıl sağlamlaştığını ortaya koymaktadır. Görevlerin etkili bir şekilde yerine getirilmesi ve ortak hedefler, bağı güçlendirir; çünkü hasta, terapötik süreç iyi ilerlediğinde kendini terapiste daha yakın hisseder. Aynı şekilde, bağ da görevlerin ve hedeflerin gelişimini destekler; çünkü hasta, daha derin kaygılarını paylaşabilecek kadar kendini güvende hisseder. Bu döngü, daha iddialı terapötik hedeflerin belirlenmesini de mümkün kılar, çünkü güçlü bir bağ, hastanın duygusal olarak zorlayıcı ve sarsıcı dönemlerde terapiye devam etmesine yardımcı olur.

    Diğer bir kısa örnek, terapötik ittifakın görev bileşenini ve hastanın aklındakileri ifade etmesine yardımcı olmanın önemini göstermektedir.

    Jen, 29 yaşında, uzun koyu saçlı ve hafif dağınık görünümlü bir cisgender kadındı. İlk randevusunda, sabah dersine yetişmeye çalışan bir üniversite öğrencisi gibi görünüyordu, ancak aslında dört yıl önce hukuk fakültesinden mezun olmuştu.

    Jen, prestijli bir hukuk firmasında avukat olarak çalışıyordu ancak firmanın mali baskılarla karşı karşıya kalması nedeniyle işten çıkarılmıştı. Kısa bir süre sonra, ciddi bir trafik kazası geçirmiş ve uzun bir rehabilitasyon süreci gerektiren çoklu yaralanmalar yaşamıştı. İyileşme süreci depresyon, tıkınırcasına alkol tüketimi ve moral bozukluğu ile karmaşık bir hal almıştı. Üç yıl önceki başarılı genç avukat imajından oldukça uzak görünüyordu ve onu, düşüp kendini yeniden toparlayamayan Humpty Dumpty’ye benzettim.

    İşten çıkarılma, kaza ve rehabilitasyon sürecinin ardından Jen, hayatını yeniden düzene koyamamıştı. Eski arkadaşlarından uzaklaşmıştı ve artık onların gerçekten arkadaş olup olmadığını sorguluyordu. Emekli olan teyzesinin yanında yaşıyor, geçimini sağlamak için ailesinden bir miktar maddi destek alıyordu. Hukuk alanından ve iş hayatından uzun süre uzak kalmasının ardından yeniden işe alınabileceğini hayal edemiyordu. Hem benim hem de onun zihninde, kazanın neredeyse kendi iç çöküşüne bir örtü sağladığına dair rahatsız edici bir his vardı. Eğer bu kaza olmasaydı, başka bir şeyin bu çöküşü tetikleyeceğini ima etti. Ancak, madde kötüye kullanımı olmadığını belirtti.

    Hedeflerini tartıştığımızda, Jen hızlıca ayağa kalkması gerektiğini söyledi. Bunun zor olacağını fark ediyordu, ancak üniversite yıllarında kıdemli ve tanınmış bir terapistten terapi görmüştü ve bu terapistin ona, doğru karışımda tavsiye ve içgörü sunarak büyük ölçüde yardımcı olduğunu düşündü. Terapi sürecinin yine kendisine yardımcı olacağını umuyordu. Nazikçe, sorumluluğun kendisinde olduğunu, toparlanıp işe geri dönmenin onun elinde olduğunu söyledim, her ne kadar bunun zor olacağını kabul etsem de. Onun hareketsizliği ve benim ona rehberlik edeceğime ve yön göstereceğime dair büyüsel bir beklenti içinde olabileceği düşüncesi beni endişelendirdi; henüz aramızda duygusal bir bağlantı [connection] (bond) oluşup oluşmayacağını kestiremiyordum.

    İlk randevuda, yani genişletilmiş değerlendirme seansında, yalnızca kendi görevlerime odaklandım: sorular sormak, anlamaya çalışmak, açık fikirli olmak ve kendi değer yargılarımı ya da görüşlerimi sürece dahil etmemek. Jen de kendi görevlerini yerine getiriyor gibiydi: konuşkan, kendini açmaya istekli ve dikkat çekici derecede yüksek bir öz-farkındalığa sahipti. Çalışmaya geri dönmesi gerektiğini biliyordu, ancak kendisine sunulan herhangi bir işi kabul etmeyecekti; işin oldukça iyi olması gerekiyordu. İnsanlarla iyi anlaştığını düşünüyordu, ancak “aptallara tahammül edemediğini” söylüyordu; eğer birinin yeterince zeki ya da mantıklı olmadığını hissederse çabucak sinirlenip eleştirel hale gelebiliyordu. Kendisini yüksek performanslı bir spor arabaya benzetiyordu: doğru yakıtı ve uygun koşulları sağladığınızda harika çalışırdı. Ancak iyi muamele görmezse, çalışamazdı.

    Bir saat on beş dakika sonra, Jen bana bakarak, “Peki, dürüst ve zeki biri gibi görünüyorsun, o yüzden sana geri kalanını da anlatabilirim. Bunun hakkında hemen bir yargıya varmanı istemiyorum ve belki de varırsın, ama öyle yapmayacak biri gibi görünüyorsun,” dedi. Daha önce paylaşmadığı, kritik bir geçmiş bilgisini açıkladı. İyileşme sürecinde, kendini hasta ve bitkin hissederken, ağrı kesici ve sakinleştirici ilaçlar kullanırken, teyzesinin mücevherlerini çalmış, bunları önemli bir meblağa satmış ve izlerini ustaca gizlemeyi başarmıştı.

    Jen, hastanın görevi olan süreci yerine getirmeye karar vermişti: geçmişi ve yaşamının detayları hakkında, utanç verici, mahcup edici ve acı verici unsurlar da dahil olmak üzere dürüstçe açılmak. Elbette, bu durum onun suçluluk, haklılık duygusu ve özsaygı meselelerini gündeme getirdi. Aynı zamanda, bu açıklama benim onun sorunları, yıkıcı davranışlara yatkınlığı ve madde kullanımı konusundaki endişemi daha da artırdı.

    Jen hakkında ne hissediyorsunuz? Önceki örnek, ortak hedeflerin gelişimini göstermişti -bu vaka ise antisosyal özellikler taşıyan bir hastada, terapötik ittifakın görev bileşeninin nasıl geliştiğini ortaya koymaktadır. Peki ya bağ bileşeni? Deneyimlerimize göre, psikoterapi eğitimi alan kişiler genellikle terapötik ittifakın bağ bileşenine, özellikle de başlangıç aşamasında, daha fazla odaklanmaktadırlar. Hastanın kendilerini iyi hissetmesini isterler ve özellikle “hastanın kendilerini sevip sevmediği” veya “kendilerinin hastayı sevip sevmedikleri” konusunda kaygılıdırlar. Bağın güçlü olduğu hastalar konusunda daha hevesli olma eğilimindedirler ve “Her şey gerçekten iyi gidiyor.” şeklinde geri bildirimde bulunurlar. Bu durum, evrensel olarak beğenilme ve sevilme arzusunu yansıtıyor olabilir. Ancak, eğitim sürecindeki terapistler ayrıca teknik beceri geliştirmekten daha kolay olduğu için terapötik ittifaka odaklanıyor olabilirler.

    Terapötik ittifak, özellikle de bağ bileşeni güçlü olduğunda, terapistin hasta karşısında deneyimlediği kendine özgü bir duygusal nitelik vardır. Terapist, hastayla derin bir şekilde ilgilenir ve onun başına gelenler konusunda büyük bir özen hisseder. Hastanın güçlü yanlarına, zorluklara dayanma ve uyum sağlama becerisine, yeteneklerine karşı bir hayranlık ve saygı hissi gelişir. Hastanın zayıflıkları, kırılganlıkları, sınırlılıkları ve rahatsız edici alışkanlıkları da vardır, ancak bunlar terapisti rahatsız etmez. Terapist, hastanın başkaları tarafından nasıl deneyimlendiğini kolayca hayal edebilir -örneğin, arkadaşları, ailesi veya eşiyle olan ilişkilerini gözünde canlandırabilir. Ancak, bu bağlantı ve yakınlık hissine rağmen, terapist hastayla ofis dışında sohbet etmeyi arzulamaz, hastanın evinde bulunmaktan özellikle heyecan duymaz ve bir aile düğününe katılmayı doğal bir tercih olarak görmez.

    Terapötik ilişkinin tek taraflı doğası ve onun ayrışmış yapısı, terapistin hastaya bu kadar yakın ve olumlu hissetmesini mümkün kılar. Eğer bu, ofis dışında gerçek bir ilişki olsaydı, terapist kendi ihtiyaçlarıyla da başa çıkmak zorunda kalırdı. Bu durumda, hastanın sınırlılıkları terapist için hayal kırıklığı yaratabilir ya da hastanın güçlü yanları rekabet duygularını tetikleyebilir.

    Terapist olmanın en harika yanlarından biri, günlük yaşamda karşılaşacağınız insanlardan çok farklı olan birçok kişiyi tanıma fırsatına sahip olmaktır. Terapist olarak, onları belirli bir şekilde o kadar iyi tanırsınız ki, en iyi hallerini görebilir ve aynı zamanda onlarla ilişki kurarken kendinizin de en iyi yönlerini ortaya koyabilirsiniz. Dışarıdan biri, terapist olmanın insanların sorunlarına odaklanmak olduğunu düşünebilir; ancak terapistler, bu işin aslında hastaların dayanıklılığını, sabrını, uyum sağlama yeteneğini ve metanetini fark etmek olduğunu bilirler.

    Bağ nasıl gelişir? Sadece zamanın geçmesiyle oluşmaz. Bağın oluşması, hastanın güvene dayalı ilişkiler kurabilme kapasitesine ve terapistin sıcaklık ve şefkat gösterebilme yetisine bağlıdır. Bağ, hasta ve terapistin görevleri etkili bir şekilde yerine getirip ortak hedefler üzerinde birlikte çalıştıkları ölçüde güçlenir. Hastanın bu bağı deneyimlemesi güçlü bir terapötik unsur olabilir -yani, bir “düzeltici duygusal deneyim [corrective emotional experience]” sağlayabilir (Alexander & French, 1946; Sharpless & Barber, 2012). Bağ, terapötik ittifakın kendi başına iyileştirici olma potansiyelini yansıtır ve terapötik ittifakı bir değişim mekanizması olarak daha ayrıntılı şekilde 10. Bölüm’de ele alacağız.

    Aynı zamanda, terapistlerin hastalarına karşı beslediği olumlu duygular elbette tabu bir konu olabilir, çünkü şefkat, sınır ihlallerine yol açabilir ve bu tür ihlaller ne yazık ki oldukça yaygın ve yıkıcıdır. Ancak, başka bir insana karşı sıcak ve şefkatli bir ilgi duymak, beraberinde gelen kabul ve empati ile birlikte, bağın terapist açısından olmazsa olmazıdır.

    TERAPÖTİK İTTİFAK VE PSİKODİNAMİK PSİKOTERAPİ

    Şu ana kadar yapılan tartışma, psikodinamik psikoterapiye özel bir vurgu yapmadan, hastalarla bir ittifak geliştirmeye odaklandı. Bordin’in (1979) fikirleri psikanalitik kavramlara dayanmasına rağmen, daha geniş bir uygulama alanı olacak şekilde tasarlanmıştı. Verilen örnekler de uzun vadeli bir tedavinin ilerleyen aşamalarından ziyade, ilk birkaç seanstan alınmıştı. Peki, psikodinamik terapiye özgü olan ek bileşenler -hem kuramsal hem de kavramsal açıdan- nelerdir?

    Greenson (1967), hastanın terapistle olan ilişkisini üç boyutta ele alır: terapötik ittifak [therapeutic alliance], aktarım [transference] ve gerçek ilişki [real relationship]. Bu bölüm boyunca tartışılan terapötik ittifak, bu üç boyuttan biridir. Aktarım , hastanın terapiste yönelik duygularını, düşüncelerini, algılarını ve fantezilerini ifade eder; bunlar, özellikle çocukluk dönemindeki birincil bakımverenlerle yaşanan erken deneyimlere dayanır. Aktarım genellikle önce eylem, beden dili ve odadaki atmosfer aracılığıyla kendini gösterir; ancak ancak daha sonra kelimelere dökülebilir ve ifade edilebilir hale gelir. Psikodinamik terapide aktarımı anlamak büyük bir fırsattır, çünkü bu, hasta ve terapistin geçmişteki tepkileri doğrudan seans içinde görmesini ve deneyimlemesini sağlar. Terapötik ittifak, hasta ve terapist tarafından “şimdi ve burada” inşa edilen bir yapıdır ve yetişkin düzeyinde hedefler, görevler ve bağ üzerine kurulur. Buna karşılık, aktarım “şu ana” ait değildir ve gerçekçi değildir; geçmiş ilişkiler temelinde oluşan duyguların, inançların ve algıların ifadesidir.

    Greenson’un (1967) modelinde son bileşen, gerçek ilişkidir. Bu, belirli bir terapist ile belirli bir hasta arasındaki gerçek etkileşimi ifade eder ve doğrudan terapötik görevle ilgili olmak zorunda değildir. Gerçek ilişkiye bir örnek, hem terapistin hem de hastanın aksanlı İngilizce konuşması olabilir. Aynı şekilde, terapist ve hastanın ırksal, etnik ve cinsiyet/kimlik ile ilgili tüm özellikleri de gerçek ilişkinin bir parçasıdır. Gerçek ilişki, terapötik ittifaka katkıda bulunabilir (veya onu engelleyebilir) ve aktarım tepkisini şekillendirmeye yardımcı olabilir, ancak doğrudan bu iki süreçten birine ait değildir. Başka örnekler arasında terapistin çalışma veya tatil programı, terapistin ofisinin (veya evinin) hastanın evine olan yakınlığı ve hasta ile terapistin birlikte geçirdiği zamanın somut gerçekliği yer alabilir.

    Gerçek ilişki açıkça ortadadır, terapötik ittifakın gelişimi için bir kaynak sağlar ve aktarım sürecine kesinlikle katkıda bulunur. Yeni terapistler için büyük bir endişe kaynağı olabilir; örneğin, bir hastayla asansörde, bir restoranda veya (JPB’nin [kitabın yazarlarından biri] deneyimlediği gibi) yabancı bir ülkede bir gençlik yurdunda aynı odada karşılaşırlarsa ne yapmaları gerektiği konusunda kaygı duyabilirler. Telepsikoterapi ise hasta ve terapistin, birbirlerinin özel alanlarına dair küçük kesitler görmelerine neden olabilir.

    Terapötik ittifakın gelişimine karşı çalışan bazı dinamikler vardır. Hastanın, yaşamının erken dönemlerindeki deneyimleri tekrar etme ve yeniden sahneleme dürtüsü, terapötik ittifakın oluşumu ile çatışacaktır. Bu çatışma, direnç [resistance] kavramının ortaya çıkmasına neden olur. Direnç terimi talihsizdir, çünkü hastanın tedaviye karşı bilinçli bir olumsuz tutumu olduğunu ima eder, oysa direnç büyük ölçüde bilinçdışıdır. Hasta gerçekten terapötik ittifak kurmaya çalışıyor olabilir, ancak aynı zamanda, geçmiş deneyimlere dayalı duygular, algılar ve düşünceler ittifakı engelleyebilir. Örneğin, bir hasta terapisti en başından itibaren müdahaleci, talepkâr ve bencil biri olarak deneyimleyebilir, oysa terapist gerçekte oldukça empatik ve saygılıdır. Bu hasta için, başka bir kişinin ona soru sorması, geçmişteki güçlü müdahaleci deneyimleri tetikleyerek, terapötik ittifakın temel bir bileşenini kabul etmeyi zorlaştırabilir.

    Tedavinin erken aşamasında, terapötik ittifak özel bir dikkat gerektirir. Daha sonra, ittifak sağlam bir şekilde kurulduğunda, aktarımı keşfetmek için uygun bir zemin oluşur. Gözlemlerimize göre, bazı terapist adayları yeterli bir terapötik ittifak oluşmadan önce aktarım üzerine yorum yapma hatasına düşmektedir. Bu durum, erken dönemde terapiden ayrılmalara [dropout] katkıda bulunabilir. Öte yandan, birçok terapist adayı, hastaların kendilerini benmerkezci ve egoist olarak algılamasından korkarak aktarımı dile getirmekte tereddüt eder. Bu da terapötik süreci yavaşlatabilir, çünkü aktarımın tezahürleri -olumlu ya da olumsuz, sevgi dolu ya da öfkeli- danışma odasında mevcut olabilir ve eğer terapist bunları görmezden gelirse, hasta bunları yalnızca eyleme dökerek ifade edebilir.

    Direnç kavramı, aktarımı düşünmenin başka bir yoludur, çünkü her ikisi de terapötik ilişkideki çatışmaların tezahürüdür. Direnç terimi, geçmiş çatışmaların hastanın tedaviye gelmesine yol açan sorunları açıkça tartışmasını nasıl engellediğini vurgular. Aynı soruna işaret eden aktarım ise, bu dirençlerin tarihsel arka planını ve kaynaklarını ön plana çıkarır.

    Terapötik ittifak ve aktarım her zaman bir arada bulunur. Etkili bir terapist, her ikisinin de dinamiklerini gözlemleyerek bunların tezahürlerini takip eder. 1. Bölüm‘de ele alınan, babası tarafından kaçırılmış olan Beth’in örneğinde, terapötik ittifak ilk birkaç ay içinde yavaş ama istikrarlı bir şekilde gelişmiştir. Beth, terapistiyle iş birliği içinde çalışmış, ancak terapiste karşı, onu eski erkek arkadaşına dönmekten caydırdığında, şüphe duymaya başlamıştır. Bu noktada, babasıyla olan ilişkisine dayalı olarak gelişen olumsuz bir aktarım tepkisi gösterdiği netleşmiştir. Bundan önce, çocukluk döneminde güvenilir ilişkiler kurduğu kişilerle -belki de annesiyle- bağlantılı olarak fark edilmemiş bir olumlu aktarım mevcut olabilir. Direnç ve aktarımın tedavi ilişkisi içinde kaçınılmaz olarak ortaya çıktığı varsayımı, dinamik psikoterapinin ayırt edici bir özelliğidir ve bu süreç, hastanın kendini anlamasına yardımcı olan önemli bir araç haline gelir.

    Sahneleme [enactment] kavramı, önceki deneyimlerin terapötik ilişkide yeniden canlandırılmasını (yeniden sahneleme [reenacting]) ifade eder ve aktarım ile karşıaktarımın ince fakat önemli tezahürlerini tespit etmeye yardımcı olmak amacıyla ortaya atılmıştır. Aktarım, hastanın geçmiş ilişkiler ve deneyimlere yanıt olarak hissettikleri ve yaptıklarıyla ilgiliyken, karşıaktarım, terapistin bu eski senaryoya nasıl dahil olduğunu yansıtır. Bazen hasta ve terapistin söylenmemiş varsayımları ve bilinçdışı tepkileri birleşerek, her iki taraf için de doğrudan gözlemlenmesi kolay olmayan bir ilişki biçimi yaratır. Eyleme dökme örnekleri arasında, terapistin bir sorgucu, hastanın ise bir kurban gibi hissetmesi ya da hastanın kendini özel ve ayrıcalıklı görüp, terapistin onu hayranlıkla izleyen kişi olarak konumlanması yer alabilir. Bu süreçte, aktarım ve karşıaktarım, rollerin oynanması yoluyla görünür hale gelir.

    Seans sırasında terapistin neden belirli bir şekilde hissettiğini ya da bir hasta ile neden rahatsız edici veya alışılmadık bir şekilde ilişki kurduğunu anlamaya yardımcı olmak için, hangi tür bir sahneleme yaşanıyor olabileceğini düşünmek özellikle faydalı bir yaklaşımdır. Sahneleme kavramı, terapistin yalnızca hastanın kendisine tepki vermediğini, aynı zamanda kendi bilinçdışı ve açık tepkilerini, hatta farkında olmadığı duygularını da sürece getirdiğini hatırlatır. Terapötik ilişkide ortaya çıkan dinamikler, bu iki tarafın iç içe geçen duygularından doğar ve kendi başına bir varlık kazanır. Psikoterapi, iki insanın ve onların tüm geçmiş yüklerinin karşılaşmasıdır. Bu karşılaşma, aktarım, terapötik ittifak ve gerçek ilişkinin bu iki unsuru nasıl etkilediğini içeren karmaşık bir süreçtir.

    Bir örnek, terapötik ittifakın ve aktarımın (direnç [resistance] ve sahneleme [enactment] dahil) farklı yönlerini ayırt etmeye yardımcı olacaktır. Terapötik ittifak ile aktarımı kavramsal olarak birbirinden ayırmak pratikte olduğu kadar net olmasa da, terapötik ilişkide her birinin nasıl geliştiğini gözlemlemeye çalışmak oldukça önemlidir.

    Juan, danışmaya gelen, hoş ve sempatik bir genç cisgender heteroseksüel Latin cerrahtı. Evliliğini onarmaya çalışıyordu, çünkü evlilik dışı bir ilişki yaşadığı ortaya çıkmıştı. Diğer bir sorunu ise, gerçekleştirdiği cerrahi işlemler sonucunda hastalarının komplikasyon yaşamasından büyük bir kaygı duymasıydı.

    Juan, sıcak ve sevgi dolu bir babayla güçlü ve hırslı bir annenin üç çocuğunun ortancasıydı. Çocukluk deneyimi karmaşıktı -çok fazla sevgi ve destek görmüştü, ancak aile içindeki konumunun güvensiz olduğunu daima hissetmişti. Özellikle annesinden kabul ve ilgi görmek için yoğun bir rekabet içinde olması gerektiğini düşünüyordu. Annesi, oğullarının toplumda kusursuz birer başarı örneği olmasını bekliyordu. Juan mükemmel bir sporcuydu ve futbol liginde kazanmayı o kadar çok istiyordu ki, agresif ve sportmenlik dışı davranışlarıyla kendini herkesin önünde küçük düşürdüğünü hatırlıyordu. Akademik olarak da son derece başarılıydı ve mikro agresyonlar ile ayrımcılık deneyimlerini, öfkesini bastırarak ve başarısına daha da odaklanarak yönetmeyi başardı. Hastalar ve aileleri onu hastanede destek personeli sandığında, bunu neşeli bir tavırla düzeltiyordu; eğitim programında haksız yere baş asistanlık pozisyonuna seçilmediğinde ise yeteneklerini kanıtlamak için bir araştırma projesi geliştirmeye yöneldi.

    Bu genç hekim, kadınlar tarafından çekici bulunmayı her zaman önemsemiş ve birçok duygusal ve cinsel ilişki yaşamıştı. Kadınlar Juan’ı çok arzulanır buluyordu ve o da çoğu zaman kendini bir ilişkinin içinde buluyor, sanki bu konuda pek seçeneği yokmuş gibi hissediyordu. Başarılı bir Beyaz kadınla evlenmişti, ancak evliliğin birkaç yılı içinde, oldukça muhtaç ve talepkâr bir Latin meslektaşına karşı büyük bir tutku hissetmeye başladı. Hayır diyemedi ve kısa süreli bir ilişki yaşadılar. İlişkiyi bitirdi, ancak reddedilmiş olan kadın, olanları Juan’ın eşine anlattı. Juan’ın eşi onu seviyordu ve evliliği onarmak istiyordu; Juan da aynı şekilde evliliğini kurtarmaya çalışıyordu.

    Juan’ın terapisi, onu ilişkiye sürükleyen dinamikleri anlamaya ve hastalarının cerrahi komplikasyonlar yaşamasıyla ilgili yoğun kaygısı üzerine çalışmaya odaklanıyordu. Mesleki pratiğinde sık sık yoğun bir endişe ve suçluluk duygusuna kapılıyor, dikkatsizce hatalar yaptığına ya da tamamen yetersiz olduğuna inanıyordu. Kendisine dava açılacağından, suçlu bulunacağından ve meslektaşlarının ve diğer hastalarının önünde küçük düşeceğinden emindi. Bu konudaki takıntılı düşünceleri tüm zihinsel enerjisini tüketebiliyordu. Juan, hem saygı görmek hem de sevilen biri olmak istiyordu.

    Değerlendirme sürecinde ve sonrasında yürütülen terapide Juan konuşkan, iş birliğine açık, motive ve geri bildirim ile gözlemlere karşı ilgiliydi. Ancak, dürtülerinden (başarı, zafer, hayranlık) çok, korkularından (dava edilmek veya başının belaya girmesi) bahsetmeyi tercih ediyordu. Aramızda belirgin bir çatışma ya da yanlış anlama yoktu; beni olumlu, yardımsever ve nazik biri olarak görüyordu. Terapi kolay ve verimli görünüyordu. Ancak, terapinin hiçbir zaman tamamen sorunsuz ilerlemediğine dair içimde sürekli bir his vardı -eğer öyle görünüyorsa, bunun muhtemelen bir nedeni olmalıydı. Juan, Latin bir erkek olarak Beyaz bir terapistle terapiye gelmenin kendisi için ne anlama geldiğine dair soruları hem dostane bir şekilde yanıtlıyor hem de bu konuyu geçiştiriyordu.

    Juan’ın temel sorunu düşük benlik saygısıydı ve terapide birbiriyle bağlantılı iki tema ortaya çıktı. Her durumda sevilmeye ihtiyaç duyuyor ve özellikle kadınlar olmak üzere başkalarından ilgi ve sevgi almak için büyük çaba harcıyordu. Bu eğilim, romantik ilişkilerinde, iş yerindeki kadınlarla olan ilişkilerinde ve elbette annesiyle olan dinamiğinde belirgindi. Aynı zamanda yoğun bir rekabet duygusu taşıyor, diğer erkeklerden daha başarılı olmak istiyor, ancak zaman zaman yetersiz olduğunu hissediyordu. Ortaya çıkıp gerçek yüzünün anlaşılacağından, yetersiz görülerek dışlanıp cezalandırılacağından korkuyordu. Hem yaşadığı ilişki hem de mesleki hırsları, sevilmeye ve değerli olduğunu kanıtlamaya yönelik ihtiyacının bir yansımasıydı. Juan, romantik ve kariyer başarısı konusundaki yoğun arzusundan dolayı suçluluk duyuyor ve bu arzularının başkalarına zarar verdiğinden (eşi, sevgilisi ve hastaları) endişe ediyordu.

    Buradaki terapötik ittifakı nasıl değerlendiriyorsunuz? Juan’ın terapiste karşı tutumu, aktarımı, terapötik ittifakı ve gerçek ilişkiyi nasıl yansıtıyor? Ne tür dirençler gözlemlenebilir? O kesinlikle etkili bir terapötik ittifak kurmuştu -terapilere düzenli ve istikrarlı bir şekilde katılıyor, belirlenen hedeflere bağlı kalıyor, görevlerini yerine getiriyor ve terapistle güçlü bir bağ kuruyordu. Annesi, eşi, sevgilisi, babası, meslektaşları ve terapisti tarafından sevilmek ve hayranlık duyulmak istediğini biliyordu. Ancak, erkeklerle olan ilişkilerinde var olan rekabet teması da ince bir şekilde kendini gösteriyordu.

    Juan’ın tutumu terapide bir direnç oluşturuyordu çünkü temel çatışmalarından bazılarını doğrudan tartışmasını engelliyordu; korkularından kolaylıkla bahsediyor, ancak rekabetçi hislerini gizleme eğiliminde oluyordu. Aynı zamanda, babasıyla olan ilişkisinde yer alan temaları (çatışmadan kaçınma) içerdiği için aktarımın bir ifadesiydi. Terapistle doğrudan rekabete girmemişti, ancak aşırı bir saygı gösteriyor ve birçok hastada görülen iş birliğine dayalı karşılıklı alışverişi daha az sergiliyordu. Bu bir sahneleme idi. Terapist bunu fark edip Juan’a dile getirdiğinde, Juan kendisini terapistin sadık bir öğrencisi olarak görmek istediğini kabul etti. Ayrıca, zaman zaman rekabetçi hissettiğini ve tıpkı meslektaşlarından daha iyi olmak istediği gibi, terapistten de daha iyi biri olarak görülmek istediğini itiraf etti.

    Juan’ın uyumlu ve hoşnut edici tutumu, rekabetçi hisleri ile beğenilme ihtiyacı arasındaki çatışmayla başa çıkma tekniğiydi -eğer sempatik olursa saldırgan biri olarak görülmeyecek, saldırgan olmadığı takdirde ise sevilecek ve hayranlık duyulacaktı. Gerçek ilişki, birçok unsuru içermekle birlikte, özellikle hastanın ve terapistin etnik kimlikleri gibi faktörler, ancak tedavinin ilerleyen aşamalarında açıkça konuşuldu. Juan’ın, terapistin kendisini yargılamasına ve onunla rekabet etmesine dair süregelen endişesi, hem ayrımcılıkla ilgili kaygılarından hem de aktarım dinamiklerinden etkileniyordu.

    Direnç, sahneleme ve aktarımın, hastanın birçok gücüyle birlikte var olduğunu kabul etmek önemlidir. Juan çatışmalar yaşıyordu, ancak aynı zamanda sağlıklı, olgun bir yetişkin olarak gerçekçi ve güncel bir bakış açısına sahipti -yani, doğru algılama yetisine ve iyi problem çözme becerilerine de sahipti.

    İTTİFAK KOPMASI VE ONARIM

    Terapötik ittifak, hastanın terapistle olan ilişki deneyiminin durumsal olarak güçlenmesiyle kendi başına terapötik bir etki yaratabilir. Bu tür bir güçlenme, destekleyici müdahaleler yoluyla sağlanan düzeltici bir ilişki deneyimi sonucunda ortaya çıkabileceği gibi, terapötik ittifakta bir kopma [rupture] yaşanmasının ardından onarım [repair] süreciyle de gerçekleşebilir. İttifaktaki kopma genellikle, terapötik ittifakta bir bozulma ya da gerilim olarak tanımlanır (Safran & Muran, 2000) ve hasta ile terapist arasındaki ittifakın bileşenleri (bağ, görevler, hedefler) üzerinde hafif bir gerilim olarak ortaya çıkabileceği gibi, terapide daha ciddi bir kopma şeklinde de kendini gösterebilir.

    Terapötik ittifaktaki kopmalar, tedavi sürecinin kaçınılmaz bir parçasıdır ve seansların %91–100’ünde gözlemlenmiştir (Muran, 2019). Aynı zamanda, terapötik ittifakı terapötik kılan temel unsurlardan biri olabilir, çünkü çözümlenen ittifak kopmaları, önemli ölçüde daha iyi tedavi sonuçlarıyla ilişkilidir (Eubanks, Muran & Safran, 2018). İki ana ittifak kopuş türü vardır: geri çekilme [withdrawal] ve çatışma [confrontation] (Safran & Muran, 2000). Geri çekilme kopmalarında, hastalar ya teslimiyetçi bir tutumla terapistten ve tedaviden uzaklaşır ya da deneyimlerinin belirli bir yönünü inkâr eden bir şekilde terapistle ilişki kurarlar. Örneğin, bir geri çekilme kopmasında, hasta bir yoruma “Bilmiyorum. Belki.” diyerek yanıt verebilir ve ardından uzun bir sessizlik yaşayabilir. Çatışma kopmalarında ise hastalar öfkelerini doğrudan ifade ederler. Örneğin, terapistin “Bu durumda olmak sizin için çok zor olmalı.” gibi empatik bir yorumuna hasta, “Hayır, değil. Az önce söylediklerimi hiç anlamadınız. Bu terapi bana hiç yardımcı olmuyor.” gibi düşmanca ve çatışmacı bir yanıt verebilir.

    Kopuşun çözümüne yönelik stratejiler, karmaşıklık ve temel düzey açısından farklılık gösterir. Bazı çözüm stratejileri, kopmayı derhal onarmaya çalışır (örneğin, tedavinin belirli bir yönünün veya terapistin müdahalesinin gerekçesini açıklamak ya da müdahaleyi değiştirmek), diğerleri ise kopmayı ve altında yatan dinamikleri keşfetmeye odaklanır (Eubanks et al., 2018). Çözüm süreci, hasta ve terapistin güçlü bir duygusal bağ ile terapi sürecinde iş birliği yapmaya devam etmeleriyle başarılı kabul edilir (Safran & Muran, 2000).

    POİZİTİF VE NEGATİF DUYGULAR

    Pozitif ve negatif duygular, psikoterapide terapötik ittifak içinde bir araya gelir. Temel olarak, ittifak, eski ve acı verici duyguların yeni ve olumlu duygularla bir arada var olduğu yeni bir ilişki türünü temsil eder. İttifak, terapistten gelen saygı, şefkat ve ilgiyi yansıtır ve hastanın kendisine karşı da bu duyguları geliştirmesine olanak tanır. 1990’ların sonlarında ortaya çıkan pozitif psikoloji alanı, pozitif duyguları doğrudan inceleme konusu yapar. Fredrickson’un (2001) genişletme ve inşa etme teorisi [broaden-and-build theory], pozitif duyguların değerini evrimsel bir bağlamda ele alır. Fredrickson, pozitif duyguların neden var olduğunu ve hangi hayatta kalma değerine sahip olabileceklerini açıklamaya çalışır. Eğer kaygı tetikte olmayı ve hayatta kalmayı destekliyorsa ve depresyon kayıp ve bağlanmayı yansıtıyorsa, mutluluk ve neşenin amacı nedir? Fredrickson’un teorisine göre, pozitif duygular ilişkileri güçlendirir, dayanıklılığı ve problem çözme kapasitesini artırır. Daha spesifik olarak, Fredrickson, pozitif duygunun değerli olduğunu çünkü pozitif duygulanım durumlarının problem çözme kapasitesini geliştirdiğini, önceki pozitif duygusal deneyimlerin yeni bir problemle karşılaşıldığında dayanıklılığı artırdığını ve sosyal bağlantıları güçlendiren pozitif duygusal deneyimlerin sosyal kaynakları artırdığını göstermektedir. Dolayısıyla, pozitif duygu, başa çıkma stratejilerinin genişlemesine ve bir soruna yönelik daha fazla çözüm seçeneğinin ortaya çıkmasına neden olur (Fredrickson, 2001).

    Terapötik ittifaktaki bağın temel bir parçası, hastanın problemleriyle ilişkili negatif duygularla aynı anda pozitif duyguların da deneyimlenmesini içerir. Belki de terapötik ilişkiyi diğer ilişkilerden bu kadar farklı kılan şey, negatif ve pozitif duyguların bu karışımıdır. Tüm bağlanma ilişkilerinde olduğu gibi, bu yeni ilişkinin de olumlu bir yönü olmalıdır. Genişletme ve inşa etme teorisi, terapötik ittifakın açıkça hissedilen ancak çok az tartışılan bu yönünü anlamak için kavramsal bir çerçeve sunar.

    Geleneksel psikodinamik literatürde, destekleyici müdahaleler keşif odaklı müdahalelerle karşılaştırılmıştır. Destekleyici, onaylayıcı ve teşvik edici yorumlar faydalı görülmüş, ancak keşfi ve daha derin bir anlayışı engellediği düşünülmüştür. Ancak biz, olumlu ve teşvik edici yorumların, paylaşılan mizahın, doğrudan övgünün, hastanın güçlü yönlerinin tanınmasının ve iyimserlik ifadelerinin hastada olumlu duyguları ortaya çıkarmaya hizmet ettiğini öne sürüyoruz. Bu olumlu duygular, negatif duyguları bastırmaz ya da çatışma alanlarını keşfetmeyi zorlaştırmaz; aksine, hastayı tedaviye getiren negatif duygularla birlikte var olur ve hatta pozitif ve negatif duyguların birbirleriyle yüksek oranda ilişkili olmadığına dair kanıtlar bulunmaktadır (Watson, Clark & Tellegan, 1988). Olumlu duygusal deneyimler terapötik ittifakı güçlendirir ve böylece hastanın problem çözme kapasitesini, Fredrickson’un genişletme ve inşa etme teorisinin öne sürdüğü şekilde artırır. Daha fazla olumlu duyguya sahip bir hasta, kendisini acı verici duygularından daha kolay ayırabilir, onlara dair düşünce üretebilir ve onlarla daha yaratıcı bir şekilde başa çıkabilir. Bu tür başarılı kendi üzerine düşünme [self-reflection] deneyimleri tekrarlandıkça, terapötik ilişkide daha büyük bir dayanıklılık gelişir ve bu da hastayı daha fazla cesaretlendirerek onun rahatsız edici ve zor konular hakkında konuşmasını kolaylaştırır.

    Örneğin, empatiyi doğrudan ifade etmenin geleneksel olarak hastanın terapötik ortamda güvenlik ve rahatlık duygusunu artırdığı, gözlemci egoyu [observing ego] güçlendirdiği ve terapötik ilişkiyi derinleştirdiği düşünülmektedir. Ancak, bu aynı zamanda hasta için iyi hissettiren bir deneyimdir. Anlaşıldığını hissettiğinde, hastada genellikle terapiste karşı güçlü bir olumlu duygu oluşur. Bu, terapistin hastayı sevdiği ve ona önem verdiği duygusunu yaratır.

    Terapötik ittifakta olumlu duygunun kritik bir bileşeni olduğuna dair bir diğer örnek, terapistin hastanın güçlü yönlerini tanımlamasına yardımcı olmasıdır. Hastaların psikolojik farkındalığını, dayanıklılığını veya metanetini fark etmek, onların bu güçlü yönlerini takdir etmelerini sağlar ve genellikle oldukça teşvik edicidir. Cesaret, alçakgönüllülük, yerinde bir gurur duygusu ve diğer güçlü yanlar, sıkıntı çeken hastalarımızda sıklıkla bulunur.

    TERAPÖTİK İTTİFAK, BECERİ GELİŞİMİ, TERAPİST ÖZELLİKLERİ VE SONUÇ

    Terapötik ittifakın gelişimi nasıl kolaylaştırılır ve bunu öğrenmenin en iyi yolu nedir? Hangi terapist özellikleri daha iyi tedavi sonuçlarını öngörüyor gibi görünmektedir? Bu kritik sorulara dair bazı veriler mevcut olsa da, bu konuda çok daha fazlasını bilmeye ihtiyacımız var. Terapötik ittifakın gelişimini etkilediği düşünülen geniş faktör kategorileri arasında hasta özellikleri, terapist özellikleri ve terapistin “teknik müdahale etkinliği” yer almaktadır.

    Moras ve Strupp (1982), hastanın terapiye iş birliği içinde katılımındaki varyansın %25’inin, hastanın diğer kişilerle olan ilişkilerinin doğası ve kalitesi gibi hasta özellikleriyle bağlantılı olduğunu belirtmiştir. Buna paralel olarak, Satterfield ve Lyddon (1995), terapistlerin geçmişte yaşadıkları bağımlı ilişkilerin, terapötik ilişkiye dair olumsuz bir bakış açısını öngördüğünü bulmuştur.

    Hastaların iyileşme beklentileri, terapinin erken döneminde daha iyi bir terapötik ittifakın göstergesi olurken, geçmişte yaşanan düşmanca ilişkiler daha zayıf bir ittifakla ilişkili bulunmuştur (Connolly-Gibbons et al., 2003). Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, aynı durum terapistler için de geçerlidir. Dunkle ve Friedlander (1996), terapistte daha az kendine yönelik düşmanlık, daha fazla algılanan sosyal destek ve yakınlıkla rahat hissetmenin, terapötik ittifakın bağ bileşenini güçlendirdiğini bulmuştur.

    Terapistin “teknik etkinliği [technical activity]” yani terapistin ne yaptığı, terapötik ittifakın belki de en öğretilebilir bileşenini temsil eder. Grace, Kivlighan ve Kunce (1995), hastanın sözel olmayan iletişimini açıkça tartışmayı öğrenen psikolojik danışmanlık öğrencilerinin [counselor
    trainees
    ], yalnızca empati ifade eden stajyerlere kıyasla terapötik ittifak puanlarında iyileşme olduğunu gösterdi.Weiden ve Havens (1994), ağır ruhsal bozukluğu olan hastalarla terapötik ilişkiyi geliştirmek için belirli davranışsal teknikler tanımlamıştır. Crits-Christoph, Barber ve Kurcias (1993), tedavinin erken aşamalarında hastaların temel çatışmalarının doğru bir şekilde yorumlanmasının, ilerleyen süreçte terapötik ittifakı artırdığını bildirmiştir.

    Kaçınılmaz kopmaları onarma becerisi, terapötik ilişkiyi güçlendirmek için esastır (Eubanks et al., 2018) ve çalışmalar, terapistlere ittifakı güçlendirme, ittifaktaki kopmaları tanımlama ve bunları çözme konusunda eğitim verilmesinin, terapötik ittifakın güçlenmesine ve terapiyi yarıda bırakma [dropout] oranlarının azalmasına katkı sağlayabileceğini göstermektedir (Crits-Christoph et al., 2006; Muran, Safran, Samstag & Winston, 2005). Bulgular ayrıca, farklı hastaların, tedavi öncesindeki içgörü düzeylerine bağlı olarak, terapötik ittifakı güçlendirmek için farklı tekniklerden fayda sağlayabileceğini öne sürmektedir (Yaffe-Herbst, Krapf, Forteza-Rey, Peysachov & Zilcha-Mano, 2023).

    Terapötik ittifak becerileri, klinik deneyim ve eğitim süresiyle gelişebilir. Mallinckrodt ve Nelson (1991), Bordin’in (1979) modeline dayanarak eğitim ile ölçülebilir terapötik ittifak arasındaki ilişkiyi inceledi. Daha fazla deneyimin, amaç puanlarının daha yüksek olmasıyla ilişkili olduğunu, görev puanlarında daha zayıf bir iyileşme ile bağlantılı olduğunu ve bağ puanlarıyla ise korelasyon göstermediğini buldular. Dunkle ve Friedlander (1996), eğitim deneyimlerinin amaç ve görev puanlarını artırmadığını tespit etti. Crits-Christoph ve meslektaşları (2006), görece deneyimsiz bir grup terapiste ittifak geliştiren terapi [alliance-fostering therapy] olarak adlandırdıkları bir eğitim verdiler ve bu eğitimin, hastaların terapötik ittifak puanlarında en azından orta düzeyde bir iyileşme sağladığını gösterdiler

    Kurcias’ın (2000) psikoloji stajyerleri [trainee] ve onların süpervizörleri üzerine yaptığı nitel çalışma, eğitim süreci boyunca stajyerlerin hasta ve terapötik ittifak kavramsallaştırmalarında daha fazla derinlik, karmaşıklık ve odaklanma geliştirdiğini; hasta-terapist ilişkisindeki konuları tartışmada daha rahat hale geldiklerini; değişimin yavaş temposuna karşı daha fazla sabır gösterdiklerini; ilişki kopuşlarını daha iyi tanıyıp daha ustaca yönetebildiklerini ortaya koymuştur.

    Muran ve meslektaşları (2005), kısa süreli ilişkisel terapi, kısa süreli psikodinamik terapi ve BDT’yi karşılaştırarak, kısa süreli ilişkisel terapinin daha az terapiyi yarıda bırakma vakasıyla sonuçlandığını bulmuşlardır. Araştırmacılar, terapötik ittifakta durum benzeri [state-like] değişiklikleri kolaylaştırmaya odaklanmanın -yani ilişkinin anlık deneyiminde meydana gelen değişikliklerin- tedaviye daha güçlü bir bağlılık sağladığını öne sürmektedirler.

    Terapistin terapötik ittifaka katkısı ile genel terapist etkinliği farklı kavramlar olmakla birlikte, muhtemelen birbiriyle ilişkilidir ve terapistin etkisine dair tahminlere bakmak oldukça mütevazı bir perspektif gerektirir. Baldwin ve Imel (2013), rastgele etkiler kullanan 46 çalışmayı analiz ederek, terapistin terapi sonucuna etkisinin şaşırtıcı derecede düşük, yalnızca %3.0 olduğunu bulmuştur. Daha yakın tarihli bir derleme, terapist etkisinin randomize kontrollü çalışmalarda (RKÇ) ortalama %8.2 ve doğal gözlemsel çalışmalarda %5.0 olduğunu göstermiştir (Johns, Barkham, Kellett & Saxon, 2019). Wampold ve Owen (2021), terapistin kişilerarası becerilerinin ve bu becerileri geliştirmeye yönelik profesyonel bağlılığının terapist etkinliğinde önemli göründüğünü belirtmiş ve “etkili terapistleri tanımlayan kanıtların en iyi ihtimalle gelişmekte olduğu” sonucuna varmıştır (s. 319). Terapötik sürecin sonucunu etkileyen diğer temel değişkenlerin hasta özellikleri, hasta-terapist uyumu ve tedavi yöntemi olduğunu unutmamak gerekir.

    Terapötik ittifakın öğretimiyle ilgili incelememizde (Summers & Barber, 2003), daha odaklı teorik eğitim olanakları, süpervizyonda bu alana daha fazla dikkat verilmesi ve terapist adaylarının, hastalarının kendileri hakkındaki algılarını öğrenmelerine yardımcı olmak amacıyla terapötik ittifak derecelendirme ölçeklerinin kullanımını önerdik. İttifak kopmalarının onarımı, terapötik ittifakta durum benzeri değişikliklere [state-like changes] odaklanma ve ittifak kurma becerilerinin öğrenilebilirliği hakkındaki veriler de bu sonuçlara katkı sağlamaktadır. Ayrıca, rutin sonuç izlemenin, eğitim sürecindeki terapistler için değerli bir öğrenme fırsatı sağlayabileceğini öngörüyoruz.

    Terapötik İttifak: Temel Ampirik Bulgular
    Terapötik ittifak ile tedavi sonucu arasındaki korelasyon en son .275 olarak tahmin edilmiştir (Flückiger ve ark., 2018) ve erken dönemde kurulan ittifakın, kısa süreli dinamik terapide belirti değişimini öngördüğü bulunmuştur (Barber ve ark., 2000).
    Terapötik ittifak becerilerinin öğretilebildiğine dair bazı kanıtlar ve bu becerilerin deneyimle birlikte geliştiğine dair çok sayıda anekdotsal kanıt bulunmaktadır.
    Terapistin terapi sonucuna etkisi, %3 ile %8 arasında tahmin edilmiştir (Johns ve ark., 2019).
    Terapötik ittifakta hastanın durum benzeri değişikliklerine odaklanmak, terapiden erken ayrılma oranını azaltabilir (Muran ve ark., 2005).

    TERAPÖTİK İTTİFAKI KOLAYLAŞTIRMA STRATEJİLERİ

    Bu bölümde terapötik ittifak kavramı ve onun temel bileşenleri ele alındı. Her bir bileşen örneklerle açıklanarak, iyi bir terapötik ittifak geliştirmeyi öğrenmeye dair birçok mesele gözden geçirildi. Şimdi ise terapötik ittifakı kolaylaştırmak için bazı pratik ipuçları sunulmaktadır.

    1. Psikoterapi süreci hakkında kısa bir açıklama yapın. Örneğin: “Her hafta bir araya gelerek neler hissettiğinizi ve neyle mücadele ettiğinizi konuşacağız; böylece neler olup bittiğini daha iyi anlayabilecek, bunun ne kadarının geçmişten getirdiğiniz yüklerle, ne kadarının gerçekten şimdiki zamanda yaşadığınız bir sorunla ilgili olduğunu ayırt edebileceksiniz. Bu da size olan biteni olabildiğince net bir şekilde görme ve ardından bunlarla nasıl başa çıkmak istediğinize karar verme imkânı tanıyacak.”

    2. İlişki içinde merakınızı ve öz-farkındalığınızı koruyun. Kendi kör noktalarınızı ve hastanızın kör noktalarını görmeye yönelik kapasiteniz -ya da en azından bu yöndeki çabanız- hastanın da aynı şeyi yapma cesaretini bulmasını sağlayacaktır.

    3. Hastanın başa çıkma stratejilerine yönelik empatik bir kuşkuculukla birlikte sürece sıcaklık, coşku ve destek kattığınızda, hastanın ilgi göstereceğine ve sorunlar ile örüntülere odaklanacağına dair inancınızı koruyun. Eğer hasta gerçekten odaklanır ve sürece ilgi duymaya başlarsa, etkili bir terapötik ittifak geliştirmişsiniz demektir.

    4. Hastanızda sevilebilir nitelikleri, sevilemeyenlerden ziyade, bulmaya çalışın ve bunları zaman zaman dile getirin. Hastanın yaşamında yeterince insan onu sevimsiz bulmuştur zaten.

    5. Kendi hisleriniz üzerine odaklanmayı sürekli kılın; bu duyguları, olası karşıaktarımları ve ortaya çıkan sahnelemeleri anlamak için kullanın. Hissettiğiniz ölçüde içten bir sıcaklık ve ilgiyle bağı kolaylaştırın. Terapötik ilişkinin özsel bir parçası, terapist ve hasta arasında bir tür olumlu duygusal deneyimin gelişmesidir. Bu sürece etkin bir katılımcı olmanız gerekir. Olumlu duygulanım, sunduğunuz empatiyi artıracak ve bu da hasta-terapist bağını güçlendirecektir.

    6. Temel görevlerinize sadık kalın: dinlemek [listening], anlamak [understanding: anlayışlılık], yansıtmak [reflecting], empati kurmak [empathizing]. Hastaya terapideki kendi görevlerinin neler olduğu konusunda nazikçe rehberlik edin: dürüst olmak, aklından geçenleri söze dökmek, kendini üzgün ve kaygılı hissettiğinde sürece devam edebilmek, seanslara düzenli katılmak ve merakı değerli bulmak. Sabırlı olmayı teşvik edin ve bu konuda hastaya rehberlik edin.

    7. Hastanın örtük ve açık hedeflerini anlamaya çalışın ve sizinle onun birlikte hangi konular üzerinde çalışacağınız konusunda net bir anlayış geliştirin (bu konu 8. Bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınmaktadır).

    8. Hastayla gelişmekte olan ilişkinizi kavramsallaştırırken, terapötik ittifakı yansıtan ilişki unsurları ile aktarım ve dirence ilişkin unsurlar arasında ayrım yapın. Aktarım ve direnç kaçınılmazdır; onlara yönelik tutumunuz yargılayıcı ve eleştirel değil, meraklı ve ilgili olmalıdır.

    9. Dirençle ilgili her yorum, danışanın acı içinde olduğunu ima eden empatik bir ifadeyle başlamalıdır -örneğin, “Eşinizle olan tartışmalardan bahsederken, onun sizi nasıl incittiğine ve ne kadar öfkeli olduğuna odaklandığınızı görüyorum. Bu gerçekten anlaşılır bir durum, çünkü yaşananlar çok yıpratıcı olmuş, ama bunu yapmak, bir adım geri çekilip ona nasıl tepki verdiğinizi ve onunla nasıl ilişki kurduğunuzu anlamanızı zorlaştırıyor gibi görünüyor.”

    10. Kendinizde aşırı haz/mutluluk ya da aşırı anksiyete olup olmadığını gözlemleyin. Bunlar, hastanın kendisini ve başkaları üzerindeki etkisini yansıtmasına yardımcı olabilmeniz için anlamanız gereken bir sahneleme durumunun ipuçlarıdır.

    11. Terapeutik ittifakta kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bozulmaları not edin (Muran & Safran, 2002). Böyle bir durum gerçekleştiğinde, hastaya bunu sorun, yaşantısını geçerli kılın, ne olduğunu anlamaya çalışın ve özür dilemekten çekinmeyin. Hastanın incinmeyi hissetmesine ve ifade etmesine bir an için izin verin ve terapist olarak bu duyguyla birlikte kalın. Bu incinme, kayıp ya da gücenme duygusunu, ilerleyen bir zamanda, bu duyguların başka ortamlarda da nasıl ortaya çıktığına bağlayın.

    12. İnsan doğasının en iyi yanını görmeye çalışın; hastanın kendine özgü zorluklarına ve çilelerine empatiyle yaklaşın, ancak başkaları üzerindeki etkileri konusunda sorumluluktan kaçmalarına izin vermeyin. Hastanız gerçeklikle yüzleşmeye ihtiyaç duyar ve bunun farkındadır. Bu konuda onlara dikkatli ve ölçülü bir şekilde gerçeği hatırlatmanız için size başvuracaklardır.

    13. Hastaya yönelik tutumunuz ve yaklaşımınıza dair ipuçları:

    • Genel tavır ve üslubunuzda, hastayla sanki keyifli bir akşam yemeği davetinde yanınızda oturan biriymiş gibi ilgilenerek, açık ve meraklı bir şekilde iletişim kurun.
    • Anksiyete termometresine dikkat edin; anksiyetenin çok az olması sohbeti hoş kılar ancak terapötik sürece fazla katkı sağlamaz, fazla olması ise hastada aşırı rahatsızlık yaratır.
    • Her seansta hastanın duygusal olarak ne aradığını anlayın ve bu ihtiyaçtan az da olsa bir parça almasını sağlayın.
    • Hastanın yaptıkları, hissettikleri ve yaşadıkları karşısında rahatsızlık duyan sağlıklı yanını zihninizde tutun.
    • Uygun düzeyde bir odaklanma sürdürün; bu, kaygılı hastanın seanslardan somut bir şeyler aldığını hissetmesini sağlar, ancak önceden belirlenmiş gündemleri dayatmayacak kadar da esnek olmalıdır.
    • Seans içinde ne çok fazla çaba sarf edin ne de pasif kalıp çok az şey yapın.
    • Hastanın sizi sevmesini değil, size saygı duymasını teşvik edin.
    • Bu süreç sizinle ilgili değil. Haklı olmaya çalışarak değil, yaşananları hastayla birlikte anlamaya çalışarak mesleki bütünlüğünüzü koruyun.

    Bu stratejilerin uygulanması, terapistin gelişmekte olan ilişkiyi gözlemlerken terapötik ittifakı kurmasına yardımcı olur. Temel problemler, çatışmalar, direnç, sahneleme ve aktarım, terapinin en başından itibaren ve tedavi süreci boyunca ifade edilir. Psikodinamik bir terapist olmayı öğrenmek, bu çatışmalarla çalışırken aynı zamanda terapötik ilişkinin sağlıklı yönlerine dikkat etmeyi ve onları pekiştirmeyi gerektiren bir ip cambazlığı dengesi içerir.

    ÖZET

    Terapötik ittifak, etkili psikoterapi için vazgeçilmezdir. İttifakın üç bileşeni -amaç, görev ve bağ- psikodinamik terapistten, özellikle de pragmatik psikodinamik psikoterapistten dikkat ve odaklanma gerektirir. Terapötik ittifakta olası kopmalar kaçınılmazdır, ancak bunların onarılması önemlidir. Terapistin empati, uyum, eğitici yaklaşım, hastanın temel probleminin erken tespiti ve profesyonel bir tutum sergilemesi ittifakın kurulmasına yardımcı olur; ayrıca ittifakı güçlendirecek çok sayıda özgül teknik ve ipucu bulunmaktadır.

  • Müdahaleleri Değerlendirme: Danışanın Tepkisini İzleme (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    “Terapötik olarak yardımcı yorumlar oluşturmanın öğretilebilir bir beceri olduğuna deneyimlerimle ikna oldum.”

    —Paul Wachtel (1993, s. 2)

    İlk psikanalitik süpervizörüm tarafından, danışanlarımın müdahalelerime nasıl yanıt vereceklerini zihinsel olarak öngörmem öğretilmişti. Onun bakış açısına göre, bu öngörüde ne kadar iyi olursam, o kadar iyi bir terapist olurdum. Süpervizyon oturumlarımız sırasında, danışanın seans boyunca ne hissettiği ve düşündüğü hakkında gözlemlediklerimizi ayrıntılı bir şekilde tartışırdık. Müdahalelerimin danışan üzerindeki etkisini, yanıtlarını detaylıca inceleyerek değerlendirirdik. Ayrıca, bu tür durumlar tekrar ortaya çıktığında yanıtlarımı nasıl geliştirebileceğimi konuşurduk. Benim için en iyi haber, önemli meselelerin kaçınılmaz olarak yeniden gündeme geleceğiydi. İlk seferde doğru yanıtı vermek zorunda değildim. Tüm danışanlar, doğru yanıtı vermemiz için bize tekrar tekrar fırsatlar sunarlar. Ancak, danışan tepkilerini ne kadar doğru tahmin edebilirsek, terapi o kadar başarılı olur. Schlessinger (2003), terapistlerin “her hedefe yönelik müdahaleye bir yanıt beklemeleri gerektiğini” (s. 227) belirtir. Ayrıca, Wachtel’in (1993) vurguladığı gibi, etkili müdahaleler oluşturmak öğretilebilir bir beceridir.

    İnsanlar iki önemli şekilde öngörülebilirdir. Birincisi, hepimizin yerleşik tepki kalıpları vardır. İkincisi, danışana yönelik doğru zamanda, empatik ve yerinde bir anlayış gösterildiğinde, bunun olumlu bir yanıt üreteceğini; buna karşın, zamanlaması kötü, duyarsız veya hatalı bir müdahalenin ise ters etki yaratacağını varsaymak makuldür. Evet, zaman zaman beklenmedik şekilde hareket edip tepki verebiliriz; bu da her bireyin kendine özgü gizeminin bir parçasıdır ve değer verdiğimiz bir özelliktir. Ancak, bir terapistin danışanın nasıl tepki vereceğini sürekli olarak öngörememesi veya yapılan bir müdahalenin danışan üzerindeki etkisini doğru bir şekilde değerlendirememesi, bir şeylerin yolunda gitmediğini gösterir. Bu durum, terapistin yetersiz eğitim almış olmasından, karakter olarak bu işe uygun olmamasından ya da terapist ile danışan arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor olabilir.

    Terapistler, bir müdahaleyi kendi doğruluğu ve zamanlaması açısından değerlendirebilecek konumda olduklarına inanmak isteyebilirler. Ancak, terapistin eylemlerinin yararlı olup olmadığı konusunda nihai otorite danışanın kendisidir. İçeriğin doğruluğu, eğer danışan terapistin söylediklerini duyamıyor, anlamlandıramıyor ve bunları üretken bir şekilde kullanamıyorsa, önemsiz hale gelir. Schlessinger’in (2003) de vurguladığı gibi, bu süreçte karar verici olan terapist değil, danışandır; yani, hakem rolünü üstlenen kişi danışanın kendisidir.

    Yeni terapistlerin belki de en çok öğrenmeleri gereken şey, bir müdahalenin terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir etki mi yarattığını savunmacı bir tutum sergilemeden fark edebilmek ve kabul edebilmektir. Bu bölüm, bu tür değerlendirmeleri yapmaya yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bir terapistin ego ideali “her şeyi bilen” biri olmamalıdır; bunun yerine, en uygun şekilde yanıt verebilen (Bacal, 1998), esnek ve müdahalelerinin bazen hedefi ıskalamasının, karşılıklı anlayışa doğru bir adım olduğunu kavrayabilen biri olmalıdır. Deneyimli terapistler bile, kendi narsistik dengelerini koruma adına, bir müdahalenin etkisiz kaldığına dair danışanın verdiği sinyalleri savunmacı bir şekilde görmezden gelme eğilimiyle mücadele etmek zorunda kalabilirler.

    Eğer terapist, herhangi bir müdahaleye danışanın verdiği yanıtı makul bir şekilde değerlendiremezse, bir sonraki müdahalesini nasıl yapması gerektiğine dair sağlam bir temel oluşturamaz. Bir terapi seansını rayından çıkaran en önemli etkenlerden biri, terapistin hata yapmaktan [hata yaptığını kabul etmekten] savunmacı bir şekilde kaçınarak danışanın reddettiği bir konuyu ısrarla sürdürmesi ya da danışanın geri çekildiğini ve artık duygusal olarak erişilebilir olmadığını fark edememesidir.

    Genç terapistler, kapsamlı teorik bilgi ve klinik deneyime sahip olmasalar bile terapötik başarı elde edebilirler. Öncelikli olarak entelektüel işlemeye (proses) vurgu yapan teoriler, terapi sonuçlarına ilişkin araştırmalarla çelişiyor gibi görünmektedir. Hatta ünlü psikanalistler, Stephen Mitchell (1997) gibi, gerçekten terapötik olanın entelektüel anlayıştan çok terapist ile danışan arasındaki duygusal deneyimle ilgili olduğunu kabul etmişlerdir.

    Klinik deneyim, terapötik sonuçlar açısından önemli bir değişken gibi görünmektedir (Luborsky, Auerbach, Chandler, Cohen ve Bachrach, 1971). Ancak yeni terapistler, seanstayken danışanın tepkilerine daha fazla odaklanarak ve entelektüel formülasyonlara daha az takılarak başarılarını en üst düzeye çıkarabilirler. Danışanın durumu ve psikodinamikleri üzerine kapsamlı entelektüel analizler önemlidir, ancak bunlar genellikle seans aralarında daha verimli bir şekilde kullanılabilir. Seansın kendisinde ise, duygusal olarak erişilebilir olmak ve empatik yanıt verebilmek, terapötik sınırları korurken en yüksek öncelik olmalıdır. Sürekli akan bir duygusal bağlam içinde kendiliğinden ortaya çıkan entelektüel içgörüler, daha ilgili ve terapötik olma eğilimindedir.

    DANIŞANIN SEANSA NASIL BAŞLADIĞINA DİKKAT ETMEK

    İlk analitik süpervizörüm, danışanlarımın seansın başında söyledikleri ilk sözleri dikkatle dinlememi öğretti bana. Bu sözlerin çok önemli olduğunu ve danışanların konuşmaya ihtiyaç duyduğu konulara dair ipuçları vereceğini söyledi. Çoğu zaman, ilk kelimeler önceki seansın başarı ya da başarısızlığına, dolaylı da olsa, bir gönderme yapar. Langs’ın (1974) belirttiği gibi, doktorlar veya diğer otorite figürleri hakkında yapılan olumsuz yorumlar, büyük olasılıkla terapiste yönelik üstü kapalı eleştiriler olabilir. Benzer şekilde, olumlu referanslar da terapiste yönelik olabilir.

    Terapistin ofisi, bulunduğu bina, otopark, dekorasyon veya terapistin giyimi hakkındaki olumsuz yorumların da çoğu zaman terapiye dair bir memnuniyetsizliğin ifadesi olabileceğini eklemek istiyorum. Elbette bu her zaman doğru değildir. Örneğin, yaz aylarında binamın karşısındaki parkta her hafta bir müzik etkinliği düzenlenir. Öğleden sonra geç saatlerde sokaktaki otopark kapatılır ve bazen performans sergileyecek gruplar tarafından sinir bozucu “ses kontrolleri” yapılır. Danışanlarım bu koşullardan rahatsız olduklarını dile getirdiğinde, anlayış gösteririm ve bunu kişisel olarak algılamam. Ancak, rahatsızlıktan dolayı özür diledikten sonra danışanım bu konuya takılıp kalıyorsa, asıl rahatsızlığının başka bir şeyle ilgili olduğunu anlarım. Bu genellikle terapiyle bağlantılıdır, ancak kötü geçen bir iş günü gibi başka bir sebebe de dayanıyor olabilir. Her durumda, ısrarlı olumsuz yorumlar, danışanımın öfkesine dair bir gözlem yapmam ve onun bu konuda ne düşündüğünü sormam için bir işaret niteliği taşır.

    Bazı danışanlar terapiye başlamadan önce birkaç dakika küçük bir sohbet yapma ihtiyacı duyarlar. Bu ihtiyacın, toplumsal bir alışkanlığın ötesine geçen bir nedeni olduğu sıklıkla görülür. Gözlemlerime göre, bazı danışanlar en az beş dakika süren bu tür sohbetleri benimle bağlantı kurmanın ve ruh halimi değerlendirmek için bir araç olarak kullanmanın neredeyse bir gereklilik olduğunu düşünürler. Seansa başlamadan önce benim duygusal durumumu ölçmek, kendilerini korumaya yönelik bir stratejidir. Bana ne kadar güvenirlerse güvensinler, bu alışkanlıklarından vazgeçmeyen birçok danışanla çalıştım. Dolayısıyla, ilk analitik süpervizörümün danışanın ilk sözlerini dikkatle dinlemem gerektiği yönündeki tavsiyesine uymak için, bazen bu küçük sohbetin tamamlanmasını beklemek gerekebilir.

    Son olarak, aynı süpervizörüm bana, bir danışanın ofiste her zaman orada olan bir nesneye bakıp “Bu yeni mi?” diye sormasının, içsel bir değişimin gerçekleştiğini gösterdiğini öğretti. Genel fikir, danışanın bilinçdışı düzeyde terapiyle ilgili yeni bir bakış açısına, entegrasyon seviyesine veya içgörüye ulaştığının farkında olması ve bu değişimi spontan bir şekilde terapötik ortama yansıtmasıdır. Terapide ilerleme kaydeden danışanların sıklıkla “Bu sandalye yeni mi?” veya “Bu bitki güzelmiş, hep burada mıydı?” gibi şeyler söylediklerini gözlemledim. Bu tür yorumlar her zaman nötr ya da olumlu olur ve yalnızca ofiste gerçek bir değişiklik yapılmadığında anlam taşır.

    SPESİFİK MÜDAHALELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

    Terapistleri süpervize ettiğimde, her zaman danışanın ne istediğini düşünmelerini, yanıt verme fırsatlarını nasıl kaçırmış olabileceklerini ve bir sonraki sefer nasıl yanıt vereceklerini değerlendirmelerini isterim. Daha sonra, süpervizyonda üzerinde karar verdiğimiz müdahaleye danışanın nasıl tepki vereceğini düşünmelerini ve tahmin etmeye çalışmalarını isterim. Başlangıçta, bu kavramı onlara göstermek için seanslarını ses kaydına almalarını sağlarım (gerçekte neler olup bittiğini bilmenin tek yolu budur) ve özellikle iyi ya da zayıf olduğunu düşündüğüm bir müdahaleden sonra kaydı durdurup onlara bunun hakkında sorular sorarım. Daha sonra, müdahaleyi değerlendirmeme dayanarak danışanın nasıl tepki vereceğini tahmin ederim. Süpervizyon alanlar, tahminlerimin sıklıkla doğru çıktığını gördüklerinde genellikle şaşkınlığa uğrarlar. Bu durum başlangıçta biraz korkutucu ve göz korkutucu olabilir, ancak onlara bunun öğretilebilir bir beceri olduğunu vurgularım. Süreç, sandıkları kadar gizemli değildir.

    Danışanın bir müdahaleye verdiği yanıtın doğrudan okunmasını vurgulayan yaklaşımlara nadiren rastlanır, oysa bence çoğu deneyimli terapist Langs’ın (1973) kriterlerine teorik düzeyde itiraz etmeyecektir. Bununla birlikte, bazı terapistlerin vaka çalışmaları yayımladığını ve bu çalışmalarda danışanın bir müdahaleye yüksek düzeyde belirgin sıkıntı ile tepki verdiğini, terapistin profesyonelliğini veya insanlığını sorguladığını, ancak terapistin müdahalenin olumlu olduğuna inanmaya devam ettiğini görüyoruz. Bu durum hakkında söyleyebileceğim tek şey, pek çok danışanın, terapistinin kendisine incitici veya zarar verici şeyler söylediği bir terapi ilişkisini sürdürmeye devam edebileceğidir. Bunun iki olası nedeni vardır: ya danışan bunun bir istisna olduğunu düşünerek ilişkiyi sürdürmek için büyük bir istek duymaktadır ya da tüm terapötik ilişki, sadomazoşistik tekrarlar üzerine kurulmuştur.

    Kavramları pratik olarak uygulamaya çalışırken bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Örneğin, Langs’ın (1973) “seans sırasında veya sonrasında eyleme dökme (acting out)”ye yaptığı atıf, bu bölümde daha ayrıntılı olarak ele alacağım bir konudur. Günümüzdeki eğilim, bu tür bir değerlendirmenin yapılmasından uzaklaşarak, terapistin böyle bir yargıda bulunmaya yetkili olmadığı yönünde bir yaklaşımı tercih etmektedir. Ben, mutlak yargılardan kaçınmamız gerektiğini düşünmekle birlikte, yine de beceri, eğitim ve deneyimle şekillenen gözlemler yapabileceğimizi ve bunları danışanla paylaşabileceğimizi savunuyorum. Şöyle diyebiliriz: “Az önce söylediklerimden sonra gerginleşmiş, öfkelenmiş ya da içine kapanmış gibi görünüyorsun.” Daha sonra danışanın yanıt vermesine fırsat tanıyabiliriz.

    Bu tür bir etkileşim, Langs’ın önerdiğinin ötesine geçmektedir. Langs, terapistin kendi özel değerlendirmelerini yapmasını ve bu süreçte danışanın açık ve örtük geri bildirimlerine duyarlı olmasını önermektedir. Ancak, benim benimsediğim yaklaşım, danışanla aktif ve sürekli bir etkileşim içinde olmayı içerir. Danışana ne düşündüğünüzü söylemek, benim süregelen iş birliği anlayışımın bir parçasıdır. Buna, gözlemleri kontrol etmek, hedefleri güncellemek ve ortaya çıkan çatışmalar ya da çıkmazlar hakkında danışanla birlikte düşünmek de dahildir. İş birliği ve bilgi paylaşımı, danışanı zayıf, hasta veya gerçeği kaldıramayacak kadar kırılgan biri olarak görmek yerine, ona saygı duyan ilişkisel bir tekniğin merkezinde yer alır. Bu yaklaşım, danışanın yalnızca kendi iç dünyasını keşfetmesini değil, aynı zamanda belirli bir anda terapist ve danışan arasındaki dinamikleri birlikte anlamlandırmasını da sağlar.

    Yakın zamanda potansiyel bir danışan beni arayarak nasıl çalıştığımı anlatmamı istedi. Web sitemi incelediğini ve orada etkileşimsel psikodinamik yaklaşımı (interactive psychodynamic approach) benimsediğimi gördüğünü söyledi. Bunun ne anlama geldiğini sordu. Kendisine karşılıklı etkileşim ve iş birliği konusundaki temel görüşlerimi aktardım. Ancak, bunun her bireysel danışanla nasıl uygulamaya döküleceğinin, danışanın ihtiyaç ve isteklerine bağlı olduğunu da belirttim. Benim terapideki etkileşim düzeyim önceden belirlenmiş değildir; aksine, danışanlarımın gereksinimlerine yanıt veren bir yaklaşımdır. Bir danışanla büyük ölçüde onu dinleyerek, ona doğru sorular sorarak ve empatik tepkiler vererek çalışabilirim. Bazı insanlar içgüdüsel olarak neye ihtiyaç duyduklarını bilirler ve esas olarak, temel becerilere sahip, süreci takip eden ve onların önüne engel koymayan bir terapiste gereksinim duyarlar.

    Diğer danışanlar zaman zaman geri bildirime, tavsiyeye ya da yüzleşmeye ihtiyaç duyarlar. Travma yaşamış, borderline kişilik bozukluğu ya da bipolar bozukluk gibi tanıları olan zorlayıcı danışanlar ise, sürekli olarak çeşitli müdahaleler arasında denge kurulmasını gerektirebilir. Danışanların davranışlarında belirli bir öngörülebilirlik olduğunu savunuyor olsam da, aynı zamanda çok çeşitli davranış biçimlerinin de söz konusu olduğunu ve bunların eşit derecede çeşitli terapötik yaklaşımlar gerektirdiğini kabul ediyorum. Özellikle, anlık olarak neşeden öfkeye geçebilen duygusal olarak değişken danışanlarla çalışan terapistin hem esnek hem de yaratıcı olması gerekir.

    Elbette terapistler bir danışanın seansa nasıl başlayacağını veya o an ne hissedeceğini önceden bilemezler. Ancak, terapistin niyeti doğrultusunda danışanın müdahaleye nasıl yanıt vereceği belirli bir öngörülebilirlik taşımalıdır. Eğer amacım, kontrolünü kaybetmiş bir danışanın seansta duygularını yönetmesine yardımcı olmaksa, o halde müdahalemin bu doğrultuda olması beklenir. Eğer danışan, kontrol sağlamasına yönelik çabama öfkeyle patlayarak yanıt verirse, müdahalemin açıkça başarısız olduğu söylenebilir.

    Eğer bir danışanın deneyiminin derinlerine inmesini istediğimde ona bir soru sorar ve o bunun yerine içine kapanıp bakışlarını benden kaçırırsa, müdahalem başarısız olmuş demektir. Ancak amacım bu tür başarısızlıkları tamamen ortadan kaldırmak değildir; çünkü bunlar kaçınılmazdır ve öğreticidir. Yeni terapistleri denetlerken her zaman onlara, hepimizin her gün küçük şekillerde başarısız olduğunu söylerim. Gerçek başarı, bu günlük başarısızlıkları fark etme ve bunlara uygun şekilde yanıt verme yeteneğimizde yatar. Psikanalist Edgar Levenson (1996), terapistin kusurlarının ve hatalarının terapötik işlevini zarif bir şekilde şu sözlerle açıklar: “Hasta, terapistten ve analizden adım adım hayal kırıklığına uğrayarak kendi iç sesini dinlemeyi öğrenir” (s. 696).

    DOĞRULAYICI TEPKİLER

    Doğrulayıcı tepkiler (confirmatory response), elbette, terapistin müdahalelerinin yardımcı olduğunu doğrulayan tepkilerdir. Langs (1974), en yaygın ve gerçek zamanlı doğrulama biçimlerini şu şekilde sıralar:

    “daha önce bastırılmış düşüncelerin, fantezilerin, deneyimlerin ve çocukluk anılarının hatırlanması; çeşitli türlerde yeni ve taze materyalin eklenmesi; daha önce açıklanamayan sorunların ve semptomların netleşmesi; semptomların hafiflemesi ve rahatsız edici davranışlarda değişiklikler; terapistin anlayışının/anlayışlılığının (perceptiveness) dolaylı olarak kabul edilmesi.

    (s. 81).

    Danışan bilinçli olarak olumlu bir müdahaleyi kabul edip içselleştirmese bile, terapistin doğru olduğunu önceki bir zamana atıfta bulunarak ifade edebilir. Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar: “Bir başka varyasyon, zeki, parlak, uyumlu ya da bir şekilde bilgili birine yapılan bir referanstır” (s. 58).

    Bence, danışanın bir müdahaleye verdiği olumsuz tepkiyi (onaylayıcı olmayan) açıkça ele almak, olumlu tepkisini (onaylayıcı) ele almaktan genellikle daha önemlidir. Olumlu tepkiler terapinin ilerlemesini sağladığından neredeyse fark edilmezler. İdeal olarak, bunlar süregelen küçük olaylardır, dolayısıyla üzerinde durmak gereksiz olur. Danışanın Langs’ın örneğindeki gibi otorite figürüne üstü kapalı olumlu bir referans yapması durumunda, bu referansı danışanın dikkatine sunmada pek başarı elde edemedim.

    Danışanın muhtemelen terapiste yönelik olumlu bir referans yaptığını sözelleştirmek, ironik bir şekilde olumsuz bir müdahaleye dönüşebilir. Bu, danışanda utanç duygusu yaratabilir, terapistin ihtiyaçlı veya aşırı narsistik olduğu şeklinde yorumlanabilir ya da danışanın söylemek üzere olduğu şeyden dikkatinin dağılmasına neden olabilir. Bu tür durumlarda, olumlu referansı sessizce not eder ve bunun, sürecin doğru yönde ilerlediğine dair bir işaret olduğunu varsayarım.

    Eğer danışan, minnettarlık duygularını veya semptomlarında hafifleme yaşadığını doğrudan ifade etmeye eğilimliyse, bunu konuşmaktan memnuniyet duyarım. Danışan iyileşmesi için bana teşekkür ederse, onun terapime yönelik olumlu değerlendirmesini kabul ederim, ancak aynı zamanda elde edilen başarının bizim ortak çabamızın bir sonucu olduğunu vurgularım. Bu yaklaşım, danışanların yalnızca zayıflıkları ve başarısızlıkları için değil, aynı zamanda güçlü yönleri ve başarıları için de sorumluluk almasını ve bunlara sahip çıkmasını teşvik eder.

    Bir terapist için önemli bir diğer bilgi kaynağı da sözsüz iletişimdir. Langs’un yazdığı dönemde bu konu literatürde neredeyse hiç ele alınmamıştı. Ancak danışanın sessiz yüz ifadeleri, beden hareketleri ve hatta mide-bağırsak sistemine ait sesler, onun duygusal durumuna ilişkin zengin bilgiler sağlayabilir. Bu bölümün ilerleyen kısımlarında yer alan vaka örneği, danışanın hem sözel olmayan hem de sözel düzeyde sergilediği doğrulayıcı (confirmatory) ve doğrulamayıcı (nonconfirmatory) tepkilerin geniş bir yelpazesini ele almaktadır.

    DOĞRULAMAYICI TEPKİLER

    Doğrulamayıcı tepkiler (nonconfirmatory response), terapistin müdahalelerinin yararlı olmadığını gösteren olumsuz tepkilerdir. Robert Langs (1974), psikodinamik klinisyenlerin müdahalelerin değerlendirilmesini kabul etmeye hazır olmadığı bir dönemde, 30 yılı aşkın bir süre önce bu konuda temel bir rehberlik sağlamıştır. Schlessinger (2003) gibi, Langs da terapistin, herhangi bir müdahaleye danışanın tepkisini dikkatle izlemesini tavsiye etmektedir. Danışanın terapistin müdahalesini faydasız bulduğunu gösteren doğrulamayıcı tepkileri çeşitli kategorilere ayırmaktadır. Bunlar arasında; seans sırasında veya sonrasında akut semptomların, psikosomatik tepkilerin ortaya çıkması; seans sırasında ya da sonrasında eyleme dökme [acting out] davranışları; ego işlevlerinde bozulma; terapötik ittifakta belirgin aksaklıklar (örneğin, seansa geç kalma, seansı iptal etme, terapiden ayrılmala tehdit etme) gibi durumlar yer almaktadır.

    Seans sırasında veya sonrasında ortaya çıkan akut semptomlar anksiyeteden içe çekilmeye, fiziksel rahatsızlıktan diğerleriyle yaşanan alışılmadık çatışmalara kadar değişebilir. Okuyucu, bir terapistin danışanın sık yaşadığı semptomlar ile terapistin müdahalelerine yanıt olarak gelişen semptomlar arasındaki farkı nasıl ayırt edebileceğini sorabilir. Eğer kronik depresyon, anksiyete veya dissosiyasyon nedeniyle terapiye gelen bir danışanı tedavi ediyorsam, bu semptomların kötü bir müdahalenin sonucu olup olmadığını nasıl bilebilirim? Elbette, danışanın semptomları ne kadar kronik ve şiddetliyse, bu değerlendirme o kadar zorlaşır. Dahası, gerçeği her zaman bilmek mümkün değildir. Ancak, terapist önceki bölümde açıklanan karşılıklı işbirliği ve danışma atmosferini oluşturduysa, müdahaleleri değerlendirmek çok daha kolay hale gelir.

    Üçüncü Bölüm’de terapötik olarak olumlu bir regresyon örneği olarak ele alınan Sally vakasında, kötü müdahalelerimden kaynaklanan semptomlar ile regresyonun semptomlarını ayırt etmek nispeten kolaydı. Eğer bir danışanın neden semptomatik hale geldiğinden emin değilsem, basitçe ona bunun hakkında ne düşündüğünü sorarım. Sally, regresyon yaşadıktan sonra sürekli hareket halinde olmaktan, çocuklarını okula gönderdikten sonra hiçbir şey yapmak istememeye geçti. Sık sık uyukluyor ve kimseyle görüşmeye pek ilgi duymadığını bildiriyordu. Daha önce belirttiğim gibi, eşi bu belirgin davranış değişikliği karşısında oldukça endişelendi ve onun daha da kötüleştiğini düşündü.

    Sally bana bu semptomları bildirdiğinde, bunların terapötik bir regresyondan kaynaklandığını fark ettim. Onun farklı olduğunu hissedebiliyordum. Sadece evde daha az telaşlı olmakla kalmamış, aynı zamanda seanslarda da çok daha sakin ve duygusal olarak ulaşılabilir hale gelmişti. Kaçmaktan vazgeçmiş ve hissetmeye başlamıştı. Üzüntüsü elle tutulur derecede belirgindi, ancak savunmacı konuşmaları ve kendini küçümseyen mizahına kıyasla çok daha tercih edilir bir durumdaydı. İkimiz de önemli ve olumlu bir şeyin gerçekleşmekte olduğunu hissedebiliyorduk.

    Bir danışan, derin duyguların açığa çıkması nedeniyle ortaya çıkan semptomları terapistin hatasından kaynaklanan semptomlardan ayırt ederek bildirdiğinde, genellikle tereddüt etmez, seansında olmaktan memnuniyet duyar, özgürce konuşur ve aşırı kaygılı hissetmez. Sally, haftalar boyunca üzüntü ve halsizlik hissettiğini bildirdikten sonra, ona bu sürecin kendisini yük altında hissettirip hissettirmediğini sordum. Aksine, bu durumun ona özgürleştirici geldiğini söyledi. Daha huzurlu hissetmenin, daha içe dönük ve sakin olmanın ne kadar güzel olduğunu dile getirdi. Ancak, hemen ardından, eşi ve çocuklarının onun içe çekilmesinden -sebebi ne olursa olsun- pek memnun olmadıklarını ekledi.

    Sally’nin tepkisini, kendini yanlış anlaşılmış, ihlal edilmiş, görmezden gelinmiş veya reddedilmiş hisseden bir danışanın deneyimiyle karşılaştırın. Terapist bir hata yaptığında, danışan seansa daha kopuk, içine kapanmış, muhtemelen kontrol dışı veya terapiste ve sürece karşı eleştirel bir tutumla gelir. Odada bir gerginlik atmosferi oluşur ve terapist, önceki seansın iyi geçmediğine dair bilinçli ya da bilinçdışı bir farkındalık nedeniyle savunmacı veya suçlu hissedebilir. (İkinci Bölüm’de anlatılan, Noel hediyelerini kabul edişimdeki soğuk tavrım nedeniyle derinden reddedildiğini hisseden Laura vakasını düşünün.) Terapötik ittifaktaki bu kopmalar, seansların herhangi bir anında meydana gelebilir. Aşılabilir, ancak daha sonra tekrar ortaya çıkabilirler. Daha önce de söylediğim gibi, iyi bir terapistin özelliği mükemmel olması değil, kaçınılmaz hatalardan sonra çabuk toparlanabilme ve onlara karşı esneklik gösterebilme yeteneğidir. Tekrar doğru yola girildiğinde, her zaman yeni bir hata yapma ihtimali vardır. Eğer bu tür kopmalar seans içinde ele alınmazsa, seanslar arasında yüksek anksiyete, intihar düşünceleri, diğer insanlarla tartışmalar veya psikosomatik semptomlar ortaya çıkabilir.

    Şüphe duyduğumda, her zaman danışana yaşadığı deneyim hakkında ne düşündüğünü sorarım. Bazen emin olamadığım durumlar olur, bu yüzden doğrudan sormaktan çekinmem. Yakın zamanda, bir danışanım eşiyle günler süren bir tartışma yaşadı. Daha önce, duygularını kontrol etme becerisi kazandıkça eşinin buna uyum sağlamakta zorlandığını ve onun eskisi gibi eyleme dökmesini özlediğini söylemişti. Ancak haftası çok zor geçtiği ve evlilik çatışması son seansının hemen ardından başladığı için, sıkıntısının terapiyle ilgili olup olmadığını sormakta tereddüt etmedim. Danışan, bunun terapiyle ilgisi olmadığını hemen söyledi. Hızlı ve sakin bir şekilde yanıt verdi, göz teması normaldi; bu da bana sorunun bizim aramızda değil, onun ve eşinin arasında olduğunu gösterdi. Eğer seanslar ve benimle olan ilişkisi hakkında sorgulamaya devam etseydim (kariyerim boyunca birçok kez yaptığım bir hata), muhtemelen netlik kazandırmayan yanıtlar alacaktım.

    Bence bilinemez olana çok fazla vurgu yaptık ve bilinebilir olana yeterince odaklanmadık. Danışanların terapisti memnun etme eğilimine sıkça dikkat çeksek de, benim deneyimime göre, baştan itibaren işbirlikçi bir ilişki kurularak bu eğilim önemli ölçüde azaltılabilir. En korkmuş, onay arayışında olan danışanlar bile yanlış yorumlarımı kabul etmezler. Örneğin, bir danışanın duygularına odaklanmakta zorlandığı bir durumda “Bu seni kızdırdı mı?” diye sorabilirim. Eğer yanlışsam, genellikle başını sallayarak, göz teması keserek ya da “Hayır” diyerek yanıt verir -bunu çoğunlukla kendi düzeltmesi takip eder. Bazen, “Evet, sanırım öyle” gibi bir yanıt alırım (ki bu çoğu zaman “Sen öyle diyorsan” anlamına gelir). Ancak bu zayıf onaylar genellikle sadece göz temasının eksikliğiyle değil, aynı zamanda danışanın bedenini benden uzaklaştırması ya da “Belki, biraz” gibi belirsiz eklemeler yapmasıyla da kendini gösterir. Danışanlar, terapötik olmayan bir ifadeye coşkuyla yanıt vermezler.

    Zayıf, yatıştırıcı tepkiler -terapistle çatışmadan kaçınmak ya da yetersiz öz-farkındalık nedeniyle verilen yanıtlar- genellikle kararlılıktan yoksundur. Danışan, terapistin farkında olmadığı bir şeyi gözlemlediğini düşünebilir ve tam olarak doğru olmayan bir şeye ihtiyatlı bir şekilde katılabilir. Son derece zayıf ve belirsiz yanıtlar genellikle onaylayıcı olmayan beden diliyle birlikte görülür. Dikkatli bir terapist, bu tür durumları fark edebilir ve uygun şekilde müdahale edebilir. Olumlu bir müdahale örneği şu olabilir: “Sanırım burada biraz yanıldım. Bana yaşadığın deneyimi daha iyi anlamam konusunda yardımcı olabilir misin?”

    Terapistler, bu tür bir istişareden ne sıklıkla sadece kendilerini savunmasız hissettirdiği için kaçınıyorlar? Terapinin yolunda gitmesini sağlamak, sürekli izlemeyi, hataları hızla fark etmeyi ve yetersiz hissetmeden yön değiştirme becerisini gerektirir. Yeni terapistler, danışanlarla çalışırken bu tür spesifik yönlendirmeleri genellikle [dikkate] almadıklarını bana sıkça söylüyorlar.

    Sonuç olarak, bu durum onların kendilerini sahtekâr ya da aldatıcı biri gibi hissetmelerine yol açar. Yanlış yolda devam etmek, seansın sonunda hem terapist hem de danışan için bir boşluk ve huzursuzluk hissi bırakır. Danışan hatta şöyle diyebilir: “Biliyor musunuz, bugün gerçekten aklımda olan şeye ulaşamadığımı hissediyorum” veya “Bu seans, nedense son birkaç seans kadar iyi gelmedi.” Elbette, bu tür bir raydan çıkmanın başka nedenleri de vardır, ancak bunların tümü terapistin hatası veya duygusal olarak erişilemezliği kapsamında değerlendirilebilir.

    REBECCA VAKASI

    Birinci Bölüm’de tanıtılan Rebecca, iki yıl önce hukuk fakültesine devam etmek için buraya taşındığında terapiye başladı. Daha önce üç kez terapi görmüş olduğu için sadece bilinçli bir danışan değil, aynı zamanda şüpheci biriydi. Önceki terapilerinde sınırlı ilerleme kaydetmişti ve hala şiddetli depresyon, zaman zaman kendine zarar verme, orta düzeyde bir yeme bozukluğu, belirgin derealizasyon ve dissosiyasyon atakları ile derin bir başkalarına güvenmeme sorunu sergiliyordu. İradesi dışında bir kez hastaneye yatırılmıştı ve bu deneyim onun için travmatik olmuştu. Terapiye başladığı ilk yıl boyunca, onun için endişelendiğimi belirttiğimde veya semptomlarının şiddeti hakkında soru sorduğumda korkuya kapılır ve onu hastaneye yatırmayı düşünüp düşünmediğimi sorardı. Prognozu ve genel olarak terapi konusunda alaycı bir bakış açısına sahipti, ancak yine de yardım almak istiyordu

  • Regresyonu Yeniden Tanımlama: Terapötik Kırılganlığı Kolaylaştırmak (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    Terapist, danışanın duygularından aşırı derecede etkilenip korktuğunda ve bunları engellediğinde ya da danışanı gereksiz yere hastaneye yatırdığında, danışan sadece duygularına katlanmayı başaramamakla kalmaz, aynı zamanda onlara karşı duyduğu korkuyu daha da pekiştirir.

    Henry Krystal (1988, s. 29)

    Terapist ve danışan bir uyum yakalayıp birbirleriyle iyi bir iletişim kurmaya başladığında, ilişki doğal bir evrim sürecine girer. Bu evrimi etkileyen faktörler arasında danışanın ve terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu, terapinin süresine dair beklentiler ve danışanın ele alınması gereken derin meselelerinin olup olmadığı yer alır. Bazı danışanlar daha yüzeysel deneyim seviyelerinde kalırlarken, diğerleri derin ve acı verici duygulara yönelirler. Bu süreç geleneksel olarak “regresyon (regression)” olarak adlandırılmıştır. Regresyon, herhangi bir derin değişimin gerçekleşmesi için gereklidir; çünkü bu süreç sayesinde savunmalar zayıflar ve danışan, terapist ile birlikte yeni deneyimler oluşturabilir.

    Terapist, danışanın derin acılara yöneldiği bir durumda, özellikle de danışan başlangıçta daha belirgin bir durumsal problemle -örneğin işini kaybetme ya da bir ilişkiyi bitirme- gelmişse, doğal olarak hem heyecan hem de bir miktar korku hisseder. Hem terapist hem de danışan atmosferde bir değişim olduğunu fark eder. Önceki baskılı konuşmaların yerini daha uzun sessizlikler alabilir, danışan daha önce kimseyle paylaşmadığı şeylere değinebilir ve önemli bir şeylerin yaşanmakta olduğu hissi belirginleşir.

    Örneğin, 40’lı yaşlarının ortasında bir iş insanı olan Robert, ailesine ait işletmenin kamuoyunda başarısızlıkla anılmasının yarattığı duygusal yükle başa çıkmak için terapiye geldi. Özellikle de babasının kurduğu bu işletmenin başarısızlığının haber medyasında yer alması nedeniyle büyük bir utanç duyuyordu. Robert, işletmeyi genişletmiş ve çok daha başarılı hale getirmiş olsa da, kendi kontrolü dışında gerçekleşen ani piyasa değişimleri nedeniyle iflas kaçınılmaz olmuştu. Terapiye yalnızca depresyonuyla başa çıkmak ve yeni iş girişimi konusunda daha olumlu hissetmek için kısa vadeli bir destek almayı amaçladığını belirtti. Ona inanan yeni iş ortakları edinmişti ve hayatını yeniden inşa etmek istiyordu. Ancak, iflas sürecine dair öfkesini ve yaşadığı kamuoyu önündeki küçük düşmeyi yeterince işlemediğini hissettiğini söyledi. Eşi, iflas sürecinde fazlasıyla yıprandığı için, Robert onun bu duygusal yükü taşımak zorunda kalmasını istemediğinden, kendi sıkıntılarını kimseyle, hatta eşiyle bile paylaşmaktan kaçınıyordu.

    Robert, ilk iki seansı işinin batma sürecini ve bunun kendisi üzerindeki etkisini anlatmaya ayırdı. Hayal kırıklığı, öfke ve utanç duygularının farkındaydı. Duyguları oldukça belirgindi ve durmaksızın, baskılı bir şekilde konuşuyordu. Üçüncü seansta, on yıl önce vefat eden babasından bahsetti. Babasının insanlar tarafından büyük bir saygıyla anıldığını vurguladı. Babasından söz ederken yüzünde yoğun bir acı ifadesi belirdi ve o anda önemli bir karar vermem gerektiğini hissettim. Acısıyla daha derinlemesine çalışmaya mı yönelmeliydim, yoksa yüzeyde kalıp yalnızca Robert’in babasına duyduğu yaşam boyu hayranlığı ifade ettiğini mi not etmeliydim?

    Seans sayısı konusunda herhangi bir kısıtlama olmaması, bir terapistin danışanıyla ne kadar derine inebileceğini belirleyen önemli bir faktördür. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Robert’in derin acısını ele almaya karar verdim. Ona üzgün göründüğünü fark ettiğimi ve babasını çok özlediğini düşündüğümü söyledim. Belki de işini kaybederek babasını hayal kırıklığına uğrattığını hissediyordu. Robert, yüzünü utanarak elleriyle kapatarak ağlamaya başladı. Seansın geri kalanı, Robert’in babasına dair duygularını keşfetmeye ayrıldı ve seanstan hem sarsılmış hem de bu beklenmedik duygu dalgasıyla bir ölçüde rahatlamış olarak ayrıldı.

    Bridges (2005), yoğun duyguların deneyimlenmesinin sıklıkla derin ve çoğu zaman açıklanamaz bir özlem hissiyle birlikte geldiğini belirtir. Daha derin duygular ortaya çıktıkça, bir tür duygusal dengesizlik hali oluşabilir ve bunun yoğunluğuna bağlı olarak danışan kendisini kaygılı hatta panik içinde hissedebilir. Daha önce böyle bir deneyimi yaşamamış olan danışan, delirdiğini ya da terapinin kendisini daha iyi değil, daha kötü hale getirdiğini düşünebilir. (Danışan bu şekilde hissetmese bile, ailesi ve arkadaşları onun daha kötüye gittiğini düşünebilir ve neden böyle göründüğünü sorgulayabilirler.)

    Bu savunmaların zayıflaması ve çoğu zaman daha önce keşfedilmemiş derin üzüntü ve özlem duygularına doğru ilerleyiş, geleneksel olarak “regresyon” olarak adlandırılmıştır. Ne yazık ki, bu terim çoğunlukla yalnızca deneyimli klinisyenler için anlamlıdır; onlar, regresyonu gördüklerinde tanıyabilir ve bununla nasıl başa çıkacaklarını deneme yanılma yoluyla öğrenmişlerdir. Regresyon, literatürde açık bir şekilde tanımlanmamıştır; herkesin ne anlama geldiğini bildiği varsayılmıştır. Analitik dünyada regresyonun kendiliğinden mi yoksa indüklenmiş mi olduğu, terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir süreç mi olduğu, karşılıklı mı yoksa tek taraflı mı olduğu, evrensel mi yoksa daha çok travmatize olmuş danışanlara mı özgü olduğu konusunda birçok tartışma olmuştur. (Bu konuda kapsamlı bir inceleme ve tartışma için bkz. Aron & Bushra, 1998.) Bu bölümün amaçlarından biri, regresyon kavramını anlamlı bir klinik bağlamda ele almaktır.

    Regresyon, özellikle psikanaliz dışındaki alanlarda, artık modası geçmiş bir terim haline gelmiştir; ancak danışanın ve bir dereceye kadar terapistin, daha temel bir duygusal düzeyde iletişim kurmak amacıyla savunmalarını bırakmasını tanımlayan yeni bir terim de oluşturulmamıştır. (Karşılıklı regresyon üzerine tartışmalar için bkz. Aron & Bushra, 1998; Maroda, 1991, 1998a; ve Coen, 2000.) Regresyonu genellikle tetikleyen deneyimler arasında âşık olmak, uzun süreli terapi almak, bir bebek sahibi olmak (kadınlar genellikle bunun da bir tür âşık olma hali olduğunu söyler) ve hastalanmak yer alır. Tüm bu durumlarda bireyin savunmaları bilinçli bir seçim yoluyla değil, bir kişi ya da olayın onun savunma zırhını delmesi sonucunda zayıflar. Bu olduğunda, birey beklenmedik ve kontrol edilmesi zor duygularla kuşatılır. Bazen bu duygular tamamen yeni gibi görünür. İlk kez âşık olan biri, daha önce hiç böyle bir şey hissetmediğini ve varlığından haberdar olmadığı bir yönünü keşfettiğini söyleyebilir. Yeni bir anne de benzer şekilde doğumun kendisini geri dönülmez bir şekilde nasıl değiştirdiğine dair ifadeler kullanabilir. Ciddi bir yaralanma ya da hastalık geçiren kişiler ise daha az hoş, ancak aynı derecede güçlü bir savunmasızlık ve yeni duygusal deneyimlere açıklık hissi tarif edebilirler.

    Regresyon, erken dönem psikoterapistler tarafından danışanın savunmacı bir hamlesi, gelişimin daha önceki bir aşamasına geri çekilme olarak tanımlanmıştır. Zamanla, bunun esasen savunmacı bir süreç olmaktan çok, derin ve ilkel duyguların yüzeye çıkmasını engelleyen duvarların yıkılması veya bir tür “açılma (opening up)” olarak görülmesi gerektiği anlaşılmıştır. Başlangıçta regresyonun olumsuz bir fenomen olarak değerlendirilmesinin kısmen, klinik olarak yönetilmesinin zorluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Ancak zamanla klinisyenler, kişinin duygusal olarak kaybolmuş hissetmesinin sıklıkla önemli değişimlerin öncesinde geldiğini fark etmeye başlamışlardır.

    Peki, “regresyon” terimi neden gözden düştü ve kullanım dışı kaldı? Bunun başlıca nedeninin, hipnozla ve hipnotik durumda “geçmiş yaşamları (past lives)” hatırlama pratiğiyle ilişkilendirilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu sürece haklı olarak şüpheyle yaklaşan birçok kişi, regresyona olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Ayrıca, danışanlarını bebek biberonundan beslenmek gibi infantil durumlara dönmeye teşvik eden, 24/7 yoğun müdahaleler uygulayan terapistler de regresyon teriminin itibarını zedelemiştir. Bu kitapta kullanılan “regresyon” kavramı, savunmaların empatiye ve terapiste bağlanmaya yanıt olarak gevşemesi anlamında ele alınmaktadır. Bu şekilde tanımlanan regresyon, derinlemesine ve başarılı bir terapi süreci için kritik bir unsurdur.

    Yine de regresyonun karanlık bir yönü olduğunun ve terapistin onu yönlendirme becerisine sahip olmaması durumunda kontrolden çıkabileceğinin farkındayım. Derin değişim için belli bir düzeyde regresyon, yani savunmaların gevşemesi gereklidir. Ancak erken dönem travma yaşamış ya da psikoz çekirdeğine sahip olan birçok danışan, savunmaları zayıfladığında yalnızca savunmasız hale gelmekle kalmaz; kolayca dekompanse olabilirler, hatta geçici olarak bile olsa ciddi bir bozulma yaşayabilirler. Dekompansasyon (decompensate) yaşayan bir danışanı görmek, özellikle yeni başlayan bir terapist ya da bu tür durumları yönetme konusunda eğitim almamış herhangi bir terapist için ürkütücü olabilir. Kaygılı bağlanma öyküsü olan danışanlar veya derinlerde gömülü bir psikoz çekirdeğine sahip olanlar, regresyon sürecinde hızla terapi açısından artık faydalı olmayan seviyelere gerileyebilirler.

    Örneğin, bir konferansta dinleyici olarak bulunduğum bir vaka sunumunda, borderline kişilik bozukluğu olan 50’li yaşlarda bir kadın danışan ele alındı. Bu danışan hızla terapistine bağımlı bir bağlanma geliştirdi, terapötik olmayan bir şekilde regresyona uğradı (terapistin ofisinde cenin pozisyonunda yere yatmak gibi) ve giderek daha fazla seans talep etmeye başladı. Maddi olarak bağımsızdı ve daha fazla seans talepleri kabul edildi. Ardından, terapistin tatilde olduğu zamanları da kapsayan, giderek artan sayıda telefon görüşmesi talep etmeye başladı. Bu vakayı sunan terapist iyi niyetli görünüyordu ve gerçekten danışanına yardım ettiğine inanıyordu. Ancak bana göre, danışanın infantil bağımlılık ihtiyaçlarını ve kurtarılma fantezilerini besliyordu. Bu tür aşırı bağımlılığın oluştuğu ve infantil davranışların pekiştirildiği bir noktada, terapistin artık “Hayır” demesi kaçınılmaz hale gelir.

    Terapide regresif deneyimler hakkında eğitim almamış ve/veya kendi terapilerinde benzer deneyimler yaşamamış terapistler, danışanlarının duygusal olarak çözülmesini gördüklerinde korkuya kapılabilir ve şaşkına dönebilirler. Sürecin olumlu bir şey içerdiğini sezebilenler bile bunu nasıl açıklayacaklarını ve en iyi şekilde nasıl yöneteceklerini bilemeyebilirler. Buna ek olarak, terapistin de danışanına tepki olarak belli bir derecede regresyon yaşaması olasılığı eklenirse, her iki taraf da kontrolü kaybettikleri hissine kapılabilir. Robert Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar:

    Çoğu zaman terapist, psikosomatik tepkiler, fobiler, anksiyete atakları ve diğer regresif fenomenler -ani dissosiyatif durumlar, gerçeklik testinde akut başarısızlıklar, paranoid tepkiler, psikoz benzeri dekompansasyonlar- gibi semptomların aniden ortaya çıkmasından korkar ve kendini belirsiz “destekleyici” müdahalelere başvurarak rahatlatmaya çalışır. İçgörü veya anlayış olmadan yapılan bu tür boş sözler veya ilaç teklifleri, danışanın anksiyetesini daha da artırır. Çünkü danışan genellikle bilinçdışı ve hatta bilinçli olarak terapistin korkmuş ve kafası karışmış olduğunu, hatta bir anlamda kendisinin de regresyona uğradığını fark eder. (s. 387)

    İlaç tedavisi, özellikle çocukluk travması yaşamış ve derin regresyon dönemlerinde gerçekliği algılamakta zorlanan danışanlar için gerekli olabilir. Langs, duygusal açıdan ciddi sıkıntı içinde olan danışanlara ilaç verilmesini reddetmemiz gerektiğini söylemiyor. Aksine, terapistlerin danışanlarının veya kendi regresyonlarını nasıl yöneteceklerini bilmediklerinde, panik içinde ve gereksiz yere hızla ilaç tedavisine veya hastaneye yatışa başvurabileceklerini vurguluyor. Oysa bazı durumlarda danışanın tek ihtiyacı, terapistin ona neler olduğunu açıklaması ve duygularını yönetmesine yardımcı olması olabilir.

    REGRESYONUN İŞARET VE BELİRTİLERİ

    Terapötik düzeyde bir regresyonu nasıl kolaylaştıracağını öğrenmenin ilk adımı, terapistin hangi davranışlarının savunmaların düşmesine neden olabileceğini bilmek, danışanın ne zaman regrese olduğunu tanımlayabilmek ve bunun terapötik olup olmadığını ayırt edebilmektir. Bazı danışanlar oldukça hızlı bir şekilde (2-3 ay içinde) regrese olabilirler. Regresyona girecek olanlar genellikle ilk 6-12 ay içinde bunu yaşarlar. Regresyon belirtileri daha geç ortaya çıkabilir, ancak bu genellikle danışanın bu süreçle birlikte gelen duyguları kabul etmekte zorlanmasından kaynaklanır. Utanç duyma korkusu veya incinme endişesi, bu duyguların hem danışan hem de terapist tarafından bastırılmasına neden olabilir.

    Görüşme yaptığım bir danışan, ilk seansın ardından beni bir daha hiç görmezse ölecekmiş gibi hissettiğini hatırladığını söyledi. Doğal olarak, terapi sürecinin başlarında regrese oldu ve bağımlı hale geldi, bu da onunla çalışmayı zorlaştırdı. Ancak, birçok danışan önemli ölçüde regresyona girmez, özellikle de terapiye haftada yalnızca bir kez geliyorlarsa ya da orta yaşlı veya daha ileri yaşlardalarsa.

    Psikanalize yönelik eleştirilerden biri, regresyonun yalnızca haftada birden fazla görülmenin bir yan ürünü olduğu ve gerçek bir terapötik değeri olmadığı yönündedir; çünkü yönetilmesi zor olabilir ve sıklıkla olumsuz sonuçlanabilir. Ancak, semptom giderme odaklı ve kısa vadeli olarak tanımlanan bir terapi uygulayan herhangi bir terapist, danışanlarının haftada yalnızca bir kez terapiye gelmelerine rağmen regresyona girdiklerini ve bunun terapist tarafından teşvik edilmeksizin gerçekleştiğini mutlaka gözlemlemişlerdir. Burada vurgulamak istediğim nokta şu: Bir terapist uzun vadeli çalışmaya veya psikodinamik yaklaşımlara ilgi duymasa bile, hatta danışanlarını haftada yalnızca bir kez görse bile, zaman zaman regresyon yaşayan bir danışanla karşılaşacaktır. Bu nedenle, özellikle yeni terapistlerin bu fenomen hakkında bilgi sahibi olmaları büyük önem taşımaktadır. İşte regresyonu işaret edebilecek bazı danışan davranışları:

    1. Danışan, yaşadığı deneyimler hakkında kafasının karıştığını, bunun kendisi için yeni ve biraz korkutucu olduğunu ifade edebilir.
    2. Danışan “dissosiyasyon” belirtileri gösterebilir -seansın başında derin ve kolayca ağlamaya başlayabilir. Ayrıca, seanstan bağımsız olarak farklı zamanlarda kontrolsüz şekilde ağladığını bildirebilir.
    3. Danışan, aktarım üzerine yoğunlaşabilir ve terapisti bir birey (person) olarak değerlendiren ifadelerde bulunabilir; örneğin, terapistine karşı sevgi, cinsel çekim ve/veya hayranlık duyduğunu söyleyebilir. (Bunun yanı sıra, reddedilme korkuları veya terapistine karşı bir aşağılık duygusu da ortaya çıkabilir.)
    4. Danışan hasta olabilir ancak ciddi bir hastalık yaşamaz. Bir dizi soğuk algınlığı veya grip durumu yaygın görülebilir ve bınlar genellikle terapistin yokluğuyla tetiklenebilir.
    5. Danışan yoğun rüyalar ve kâbuslar görebilir, bir rüyadan ağlayarak uyanabilir veya yoğun anksiyete, hatta bir anksiyete atağı ile uyanabilir.
    6. Danışan daha fazla seans talep edebilir veya terapistine sık sık sesli mesajlar ya da e-postalar göndermeye başlayabilir. Geri dönüş talep edebilir ya da sadece bir mesaj bırakabilir. Bu, bir bağlantı kurma arzusundan kaynaklanır. Nesne sürekliliği (object constancy) ile ilgili daha fazla problemi olan danışanlar, bu ihtiyacı daha yoğun hissedebilirler.
    7. Danışan tedavinin çok acı verici olduğunu söyleyebilir, iyileşemediğinden korkabilir ve terapisti eleştirebilir. Bu durum, terapisti idealize etme ve sevgi gösterme döngüleriyle dönüşümlü olarak yaşanabilir.
    8. Danışan başkalarıyla olan temasını azaltabilir, kendi içsel sürecine ve terapi ilişkisine odaklanmayı tercih edebilir. Aile ve arkadaşlarıyla normal etkileşimleri reddedebilir, bu da çevresindekilerin terapinin onu daha kötü hale getirdiğini düşünmesine yol açabilir.
    9. Danışan terapisti gördüğünde heyecanlanmış görünebilir, bekleme alanında terapistine özlem dolu bakışlar atabilir.

    Bu liste elbette kapsamlı değildir ve terapi yapmanın keyifli yönlerinden biri de her danışanın daha önce hiç deneyimlemediğiniz bir şeyle sizi şaşırtabilmesidir. Ancak bu liste, regresyonu tanımlamak için makul bir başlangıç noktası sunar. Danışan regresyona girdiğinde asıl mesele, kontrolü kaybetme korkusuyla bu süreci tamamen durdurmak ya da danışanın hem terapi içinde hem de dışında işlevsellik göstermekte zorlanacağı bir noktaya kadar teşvik etmek değildir.

    REGRESYONU ANLAMAK

    Regresyonun hangi düzeyinin terapötik olduğunu ve hangisinin olmadığını nasıl anlayabiliriz? Bu zor bir değerlendirme sürecidir, çünkü regresyon statik bir durum değildir; yalnızca seanstan seansa değil, bazen an be an dalgalanabilir. Belki de regresyonun bu akışkan ve yakalanması zor doğası, onu belirli ölçütlerle tanımlama girişimlerinin az olmasına yol açmıştır. Michael Balint (1968), regresyonu klinik açıdan ayrıntılı bir şekilde tanımlamaya cesaret etmiş ve terapötik olanla olmayan regresyon türlerini ayırt etmeye çalışmıştır. Bu amaçla “iyi huylu (benign) regresyon” ve “kötü huylu (malign) regresyon” terimlerini ortaya atmıştır. Her ne kadar bu tür bir “hastalık” kategorilendirmesi günümüzde eskimiş ve birçok kişi için rahatsız edici olsa da, terapötik ve terapötik olmayan regresyonun anlaşılması son derece değerlidir. Aynı zamanda danışanların bu şekilde keskin kategorilere ayrılmasının kolay olmadığını ve bireyin anlık kırılganlığı ile terapistin ona yardımcı olma becerisine bağlı olarak iki tür regresyon arasında gidip gelebileceğini unutmamak gerekir.

    TERAPÖTİK REGRESYON

    Terapötik regresyon, danışanın savunmalarının kırıldığı ve terapiste açıldığı durumlarda meydana gelir. Bu süreç, bağlanma temelli olup bilinçdışıdır. Balint’e göre, terapötik süreci destekleyen bu olumlu regresyon aşağıdaki özelliklerle karakterize edilir:

    1. Danışanın terapistle güvene dayalı bir ilişki kurabilme yetisi.
    2. Danışanın çatışmalarını çözme, içgörü kazanma ve bütünleşme kapasitesi.
    3. Danışanın derin ve ilkel duygularını ifade etme, işleme ve bütünleştirme yeteneği.
    4. Danışanın makul düzeyde yoğun talepler, beklentiler veya ihtiyaçlar göstermesi.
    5. Danışanın ağır histeri belirtileri sergilememesi veya yoğun eyleme dökme davranışlarında bulunmaması.

    Terapötik regresyon yaşayan danışanlar zaman zaman bir telefon görüşmesi talep edebilir, bu sürecin normal olduğuna dair bir güvence arayabilir veya seans sonunda kendiliğinden terapiste sarılabilirler. Bu tür küçük doyumlar, özellikle talep edilme biçimi talepkâr olmadığında, genellikle bir sorun teşkil etmez. Terapötik bir düzeyde doyum sağlamanın anahtarı, danışanın talep etmediği bir şeyi vermemek ve terapistin kendini rahat hissetmediği bir şeyi sunmaktan kaçınmaktır. Ayrıca, bir noktada rahat hissettiğiniz bir davranışın başka bir zamanda sizi rahatsız edebileceğini unutmamak önemlidir.

    Örneğin, Dr. W. bir sunumuma katıldı ve danışanların kendiliğinden sarılma girişimlerinin fiziksel olarak geri çekilme veya kasılma ile karşılanmasının ne kadar küçük düşürücü olabileceğini dile getirdiğimi duydu. Soru-cevap bölümünde, son bir yıl içinde duygusal açıdan yoğun birkaç seansın sonunda kendisine birkaç kez sarılan bir danışanını gündeme getirdi. Dr. W., bu sarılmaların kısa sürdüğünü ve kendisi için bir sorun teşkil etmediğini belirtti. Ancak, son zamanlarda danışanının neredeyse her seans sonunda kendisine sarılmaya başlaması onu hem şaşırtmış hem de rahatsız etmişti. Buna rağmen, danışanını utandırmaktan kaçınarak ona sarılmayı bırakmasını söylemek istemiyordu.

    Bunun hakkında ne düşündüğümü sordu. Dr. W.’ye sarılmaların ne zaman başladığını sordum. Bir süre düşündü ve “Yaklaşık 3 ay önce” dedi. “O dönemde terapide ne değişti?” diye sordum. Bir an duraksadı, sonra o dönemde ailesinde bir kriz yaşandığını ve bu durumun danışanlarına karşı duygusal olarak daha az erişilebilir hale gelmesine neden olduğunu fark etti. Ona, bu konuyu danışanıyla nazikçe açmasını önerdim. Kendi zihninin bir süredir meşgul olduğunu ve bunun farkında olduğunu dile getirebilir, ayrıca danışanının bu dönemde seansların sonunda sarılma ihtiyacı hissetmesinin dikkatini çektiğini söyleyebilirdi. Ardından, danışanına terapi süreci hakkında neler hissettiğini ve neden her seansın sonunda bir sarılma ihtiyacı duyduğunu konuşmak isteyip istemediğini sorabilirdi.

    Ülkenin başka bir bölgesinde konuşma yaptığım için bu durumun nasıl çözüldüğünü bilmiyorum. Ancak kendi deneyimlerime dayanarak, danışanla yapılan bu tür bir danışmanın genellikle karşılıklı bir anlayışa ve durumu açıklığa kavuşturmaya yol açtığını söyleyebilirim. Dr. W.’ye, danışanına sarılmaların kendisine, seanslarda ihtiyaç duyduğu şeyi alamadığını düşündürdüğünü söylemesinin önemli olduğunu belirttim. Bu şekilde, danışan sarılma meselesini gereksiz bir utanç duymadan tartışma fırsatı bulabilirdi. Konunun, birinin yanlış bir şey yapması üzerine değil, terapötik ilişkide neler olup bittiğini anlamaya odaklanması daha uygun olurdu.

    SALLY VAKASI

    Otuzlu yaşlarında bir kadın olan Sally, yıllardır psikanalizden fayda gören bir kardeşinin ısrarı üzerine isteksizce beni arayarak randevu aldı. Sally, çocukluğunda annesinden günlük olarak maruz kaldığı sözlü ve fiziksel istismarla geçen zorlu bir dönem yaşamıştı. Buna rağmen güçlü bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve bununla haklı olarak gurur duyuyordu. Genç yaşta, çalışkan, başarılı ve oldukça içine kapanık bir adamla evlenmişti. Eşi, Sally’nin çocukluk yıllarında eksikliğini hissettiği istikrarı ve güveni ona sağlıyordu. Birlikte iki çocukları olmuş ve maddi durumlarının sağlam olması sayesinde Sally, çocuklarını büyütmek için evde kalabilmişti.

    Sally çocuklarını çok seviyor ve onlara fazlasıyla düşkünlük gösteriyordu, bazen gereğinden fazla. Kendi annesinin ona vermediği sevgiyi ve ilgiyi çocuklarına sunmak isteyen Sally, zaman zaman onları fazlaca şımartıyor, ancak bu durum onların talepkâr ve saygısız tavırlarıyla karşılık bulduğunda hem inciniyor hem de öfkeleniyordu. Evliliğinde ve aile hayatında olgunlaşmış ve istikrar bulmuş olsa da, başlangıçta evlilikten ve küçük çocuk sahibi olmaktan aldığı tatmin duygusu giderek depresyon ve öfkeye dönüşüyordu. Çocuklarının ergenlik çağına girip bağımsızlaşmaya başlamasıyla birlikte kendini yalnız ve mutsuz hissetmeye başlamıştı.

    Kocası, Sally’nin sık sık yaşadığı öfke patlamalarından yorulmuş ve duygusal ve fiziksel yakınlığın eksikliğinden şikâyet etmeye başlamıştı. Sally, evliliğinden kaçmayı sıkça düşündüğünü, ancak kocasının iyi bir adam olduğunu, onu sevdiğini ve ayrılmanın büyük olasılıkla kendisi için yıkıcı olacağını bildiğini söylüyordu. Kendini bir uçurumun kenarında hissediyordu. Bana sordu: “Bana yardım edebilir misiniz?”

    Birkaç seans sonra, Sally’nin yıllarca süren ihmal ve istismarın etkilerini telafi etmek için aşırı çaba gösterdiği anlaşıldı. Yaklaşık 15 yıl boyunca mükemmel eş ve anne olmaya çalışmak onu yıpratmıştı. Çocukları daha bağımsız hale geldikçe, kendini duygusal olarak onlara adama yöntemi artık işe yaramıyordu ve kocasının bir zamanlar cazip gelen istikrarlı ve titiz kişiliği artık onu tatmin etmekten çok rahatsız ediyordu. Çocuklarının notları düştüğünde veya kötü davrandıklarında, kocası onu suçluyor ve durumu düzeltmesini istiyordu. Sally sıkkın, depresif, öfkeli ve suçlu hissediyordu. Kısa sürede evliliğe ve aile hayatına uyum sağlama biçiminin artık işe yaramadığı ortaya çıktı. Çocukluk yıllarındaki boşluk, yetersizlik duyguları ve yalnızlık yüzeye çıkıyordu. Artık kendini görevlerine ve çocuklarının hayatına kaptırarak bu eksiklikleri bastıramıyordu.

    Bana, terapinin ona nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, artan depresyonunun ve öfkesinin aslında üzüntü ve yalnızlığa karşı bir savunma olduğunu söyledim. Konuşacak ve birbirimizi tanıyacaktık. Eğer süreç iyi giderse, savunmalarını gevşetmeye başlayacak, bu duygular yüzeye çıkacak ve kaçırdığı şeyler için yas tutarak daha fazla farkındalık kazanacak ve duygularını daha iyi kontrol edebilecekti. Sally, bunu yapabileceğinden emin olmadığını söyledi ama denemeye istekliydi.

    İlk birkaç ay, çocuklarla ilgili sorunları çözmekle geçti. Sally’nin ergenlik çağındaki kızının bağımsızlık ihtiyacını anlamasına yardımcı oldum. Ona, kızına fazla şey yaptığında bunun minnettarlıkla karşılanmadığını, aksine, kızının kendi hayatı üzerinde özerklik kazanma ve ustalaşma ihtiyacını engellediğini açıkladım. Zorlanarak da olsa, aşırı kontrol etme ve aşırı koruyucu tutumlarını azaltmaya başladı. Sally ile terapi yapmaktan keyif alıyordum, ancak zamanla bu aşamanın ötesine geçerek daha derin konulara ulaşabileceğimizi umuyordum. Bana ihtiyacı olan testleri geçmemi sağladı; yargılayıcı olmamam ve onun davranışlarının çocukları ve eşi üzerindeki etkisini anlamasına yardımcı olmam, güven oluşturdu. Ebeveynlik hatalarını görmeye ve düzeltmeye açıktı; ev hayatındaki iyileşmelere dair haberleriyle beni memnun ederek seanslar arasında büyük bir çaba sarf etti. İçgörülüydü ve davranışlarının altında yatan motivasyonları yalnızca benim önerilerime dayanarak değil, kendi farkındalığıyla kavrama konusunda hızlıydı. Ona, yalnızca kendisi talep ettiğinde ve önce onu, durumu kendi başına düşünmesi için teşvik ettikten sonra tavsiyelerde bulunuyordum. Eğer anlattığı bir durumda önemli bir noktayı gözden kaçırdığını fark edersek, bunu ona açıklıyordum.

    Örneğin, Sally kızının sabahları zamanında kalkmamasından büyük bir şikâyetle bahsetti. Kızının uyanmasını sağlamak için sabahları odasına altı defaya kadar çıkmak zorunda kaldığını ve bundan bıktığını söyledi. Ona bu stratejinin asla başarılı olamayacağını nazikçe belirttim. Aslında kızını, kalkmamak konusunda teşvik ettiğini ona açıkladım. “Neden ona bir çalar saat alıp kendi kendine uyanma ve okula hazırlanma sorumluluğunu ona bırakmıyorsun?” diye sordum. Sally, bu basit çözümün işe yaramasına hayret etti. Bunun sonucunda, diğer bazı aşırı destekleyici davranışlarını da sorgulamaya başladı.

    Yaklaşık altı ay sonra, Sally’nin seanslarına daha erken geldiğini ve bekleme odasında biraz vakit geçirmenin keyfini çıkardığını fark ettim. Kapıyı açıp onu içeri aldığımda, bana gülümsedi ve seansa başlamanın ona rahatlık ve huzur verdiğini hissettim. Daha büyük bir şey yaşanıyordu. Evdeki “yangınlar” artık kontrol altına alındıkça, yavaş yavaş çocukluğundan bahsetmeye başladı. Kendine acımaması, onu sevmemi ve acısını hissetmemi kolaylaştırıyordu, ancak aynı zamanda, acı verici duygular üzerinde durmasını engelleyen “hadi devam edelim” tavrını da körüklüyordu. Geçmişe takılıp kalmak yerine, kendini toparlamaya inanıyordu. Onun azmine hayran kaldım, özellikle de hâlâ annesini sevme becerisine. Onu görmeye devam ediyordu ama mesafeyi koruyordu. Annesinin zihinsel olarak hasta olduğunu ve daha fazlasını yapacak kapasitede olmadığını bildiğini söyledi. Ona kızabilirdi, ama bu kadar zarar görmüş birine nasıl nefret besleyebilirdi ki? İçten içe, kendisi için daha fazla şefkat duymaya ve annesine karşı biraz daha az hoşgörülü olmaya ihtiyacı olduğunu hissediyordum. Ancak bu tutumların onu bir şekilde ayakta tuttuğunu da biliyordum.

    Onun daha derin duygulara ulaşmasını neyin kolaylaştırabileceğini merak ederken, kader devreye girdi. Terapinin ilk yılının sonlarına doğru, yakın bir arkadaşına terminal kanser teşhisi kondu. Bu durum onun için çok üzücüydü, ancak aynı zamanda kendini bırakmasının da tetikleyicisi oldu. Kendisi için hissetmeye cesaret edemediği, çünkü çok korkutucu ve kendine acıma gibi görünen üzüntüyü, arkadaşını kaybetme ihtimali karşısında hissedebildi.

    Bana haberi ilk verdiğinde sadece, “Bu gerçekten berbat,” dedi. Ancak yüzündeki derin üzüntüyü gördüm ve ona bunu söyledim. Aslında, Sally ne zaman alaycı mizahını kullansa -bazen gerçekten komik olup beni güldürse bile- her zaman duygusal dili kullanmaya çalıştım ve yüzündeki ifadeyi fark ederek dile getirdim.

    Arkadaşının hastalığıyla yüzleşen Sally, yas tutmaya başladı ve ilk kez hem seanslarda hem de seans dışında ağladı. Aynı zamanda daha düşünceli ve içine kapanık hale geldi, sürekli hareket halinde olma alışkanlığını bıraktı. Aslında, eş ve ebeveyn olarak yapması gerekenlerin asgarisini yerine getiriyordu. Bunun korkutucu olduğunu, ancak garip bir şekilde iyi hissettirdiğini söyledi. Ona ne oluyordu? Bu normal miydi, yoksa giderek içine kapanarak kimseyi görmek ya da yataktan çıkmak istemeyecek hale mi gelecekti? Çocukları okula gittikten sonra evde boş boş oturmak ya da kestirmek gerçekten kabul edilebilir miydi? Neden kimseyle görüşmek istemiyordu? Yoksa giderek kötüleşiyor muydu?

    Ona sezgilerinin ne söylediğini sordum ve bunun garip ama iyi hissettirdiğini, ayrıca sonsuza kadar sürmeyeceğini düşündüğünü söyledi. Ona haklı olduğunu belirttim ve regresyonun terapötik faydasını açıkladım. Sally, hem gerçekten ilerleme kaydediyor olmaktan hem de deneyimlediği şeyi anladığımı ve kabul ettiğimi bilmekten dolayı rahatladı. Oldukça zeki, sözel becerileri güçlü, içgörülü ve iyi bir mizah anlayışına sahip biri olarak seansları her zaman hızla geçiyordu. Ancak kısa bir süre sonra, seanslarının adeta uçup gittiğini fark etti ve bunu dile getirdi. Ben de aynı şekilde deneyimliyordum. Sally’nin mizahı, krizleri ve stratejileri olmadan, tamamen savunmasız bir halde olması, onunla birlikte olmayı keyifli hale getiriyordu. Sessizce yaptığı konuşmalarda ve hüznünde ikimiz de bir tür huzur hissediyorduk. Diğer bazı terapilerde olduğu gibi dramatik anlar ya da büyük aydınlanmalar yaşanmadı. Sally, konuşmalarının sanki önemli bir şey hakkında olmadığını ama yine de her seans sonrası kendini daha iyi hissettiğini söyledi. Gerçekten verimli bir süreç geçirip geçirmediğini sordu. Onu anladığımı söyledim ve şakayla karışık, seanslarının bana Seinfeld dizisini hatırlattığını söyledim -dışarıdan bakıldığında hiçbir şey hakkında gibi görünse de aslında her şey hakkında olduğunu belirttim. Sally güldü ve benimle aynı fikirde olduğunu söyledi.

    Sally’nin benimle yaşadığı regresyon, Balint’in tanımladığı benign ya da terapötik regresyon tanımına kolayca uyar. Özetlemek gerekirse, başlangıçta olmasa da zamanla güven duydu, çok az talepte bulundu, derin acıyı deneyimlemeye istekli oldu ve bunun değerini fark etti. Sonunda, acısını ifade edebildi ve bu acıyı daha fazla içgörü ve bütünleşme için kullandı. Duygularıyla daha fazla temas kurdukça, dışavurumcu tepkileri de azaldı.

    Sally, regresyonunu yönetebilme konusunda birkaç önemli faktöre sahipti. İlk olarak, sağlıklı bir hak ediş duygusundan yoksundu. Başkalarından beklentileri genellikle çok düşük olup, yüksek taleplerde bulunmaktan ziyade, acı çekmeye alışkındı ve bunu olgunlukla karşılıyordu. İkinci olarak, çocukları ve bir evi yönetme sorumluluğu vardı; bu da belirli bir ego işlevselliğini ve gerçeklikle temasını korumasını sağlıyordu. (Zaten toplumsal olarak izole, işsiz ya da günlük yaşama anlamlı bir katılım beklentisi olmayan birinin regresyonunu kolaylaştırırken dikkatli olunmalıdır.) Üçüncü olarak, terapötik sınırları korudum, bu da onun terapötik regresyonunu güvenli bir şekilde deneyimlemesine yardımcı oldu.

    Örneğin, bir noktada Sally’nin bir arkadaşı benden terapi almak isteyip istemediğini sormuş ve Sally de bunu bana aktarmıştı. Ona, danışanlarımın arkadaşlarını, aile üyelerini veya yakın tanıdıklarını görmediğimi, ancak arkadaşını başka bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı söyledim. Sally bu yanıtı büyük bir rahatlama ile karşıladı ve bunun mantıklı olduğunu belirtti. Ayrıca, bazı seansları hızla geçiyor ve o anki duygusal çekim nedeniyle, eğer bir sonraki saatim boşsa, seansı uzatma isteği duyuyordum. Ancak kariyerimin başlarında, bunu ne kadar istesem de iyi sonuç vermediğini öğrenmiştim. Seansları uzatmak, danışanın anlık tatmin yaşamasına ve kendisini özel hissetmesine neden olduğu için insancıl ve cömert bir davranış gibi görünebilir, ancak genellikle kötü bir fikirdir. Genç bir terapistken bunu birkaç kez yaptığımda, danışanlarımın bu ekstra sürenin her zaman sunulmamasından dolayı haklı olarak kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini fark ettim. Ayrıca, seans uzatmaları, aşk ve bağımlılık içinde olan bir danışan için aşırı uyarıcı olabilir. Eğer terapist seans süresini esnetmeye razı oluyorsa, başka hangi sınırları esnetmeye istekli olabilir?

    Ayrıca, seansları uzatmak, danışanın bilinçdışı olarak seansın sonunda duygusal olarak çözülmesine ve bu ekstra süreyi “hak etmek” için çaba göstermesine yol açabilir. Bence terapistin, regrese olmuş danışanına zorlayıcı bir seansın sonunda kendini toparlaması için yardımcı olması gerekir; hatta bunun için seans bitmeden 5 dakika önce danışanı bilgilendirmek gerekebilir. Nitekim, birçok danışanım benden bunu yapmamı istedi, çünkü yoğun duygular içinde zamanın nasıl geçtiğini takip etmenin onlar için zor olduğunu ifade ettiler. Bu, bana mantıklı gelen bir talep ve seansların sonunda toparlanmayı kolaylaştırarak, seans süresinin yalnızca birkaç dakika aşılmasını sağlamak açısından da oldukça etkili oldu.1

    (1Danışanlarımı art arda seanslara almıyorum, böylece gerekirse bir düşüncelerini tamamlamaları veya duygularını toparlamaları için fazladan bir-iki dakika ayırabiliyorum. Seanslara zamanında başlamaya ve bitirmeye özen gösteriyorum, ancak yalnızca gerçekten gerekliyse bu ek dakikaları kullanıyorum. Seans sürem 50 dakikadır, geriye kalan 10 dakikayı notlarımı yazmak ve telefonlara geri dönüş yapmak için ayırıyorum.)

    Sally oldukça çekingen olduğu ve talepkâr olmadığı için seanslar dışında beni aramadı, ancak regrese olan danışanların çoğu bunu yapar [ararlar]. Ben bunu izin verilen bir alan olarak görsem de teşvik etmem. Telefon görüşmelerini yaklaşık 10 dakika ile sınırlandırıyorum ve danışanlarıma bunun benim politikam olduğunu, çünkü plansız bir telefon seansının yüz yüze bir seansla aynı olmadığını ve kontrolden çıkma potansiyeline sahip olduğunu açıklıyorum. Eğer danışan büyük bir sıkıntı içindeyse, onu ek bir seansa gelmeye teşvik ederim ve gerçekten gerekli olduğunda bu ek seansı ayarlamak için elimden geleni yaparım. İlginç bir şekilde, bu teklif genellikle bir turnusol kâğıdı görevi görür: Telefonda az önce hıçkırarak ağlayan danışan bir dakika içinde, “Ah, hayır, yarın gelemem. İşte çok meşgulüm,” diyebilir. Bunu manipülasyon olarak değil, insan doğasının bir parçası olarak görüyorum. Hepimiz acı çektiğimizde bir miktar rahatlama isteriz. Ancak danışan gerçekten sürekli bir sıkıntı içindeyse, genellikle bir seansa gelmek için zaman yaratabilir.

    TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYON

    Terapi açısından yararlı olmayan regresyon (nontherapeutic regression), genellikle güvensiz bağlanma örüntülerine sahip ve duygulanım düzenleme becerileri yetersiz olan danışanlarda görülür. Bu tür regresyon, danışanın istikrarsız egosu (unstable ego) nedeniyle kendiliğinden ortaya çıkabilse de, sıklıkla terapistin sınır koymada yaşadığı zorluklar ve/veya danışanın yoğun duygusal deneyimine karşı terapistin hissettiği korku ve kafa karışıklığı dolayısıyla daha da kötüleşir. Danışana aşırı güvence vermek ve onu yatıştırmaya çalışmak da bu tür regresyonun sürmesine neden olur. İşlevsiz terapist-danışan bağlanmasının temel özellikleri şunlardır:

    1. Tekrar tekrar kopan bir terapötik ilişki ve aşırı bağımlı bir danışan: Danışan, terapiste güvenmekte zorlanır ve seanslar arasında bağlantıyı sürdüremez.
    2. Keşif için kullanılmayan, düzensiz duygusal deneyimler: Danışan, ortaya çıkan duyguları yeni içgörüler geliştirmek için kullanamaz; bunun yerine, yoğun acıya karşı fobik bir tepki gösterebilir ve huzursuz hale gelebilir.
    3. Terapist ile çatışmaları çözmede zorluk yaşayan, içgörüden çok rahatlatılmaya odaklanan bir danışan: Danışan, içgörü kazanmaktan ziyade yatıştırılmaya yönelik taleplerini artırabilir ve terapistten daha fazla duygusal destek istemeye başlayabilir.
    4. Duygusal krizler ve terapistin desteğiyle bile duygularını düzenleyememe: Danışan, yoğun duygusal patlamalar yaşar ve kendi duygu durumunu düzenleme konusunda ciddi zorluklar çeker.
    5. Terapistin onu yatıştırma veya kurtarma beklentisini karşılamaması durumunda kendine zarar verme tehditleri: Danışan, kaygılı bağlanma biçimi dayanılmaz hale geldiğinde bu tehditleri gerçekleştirebilir.

    Birçok terapist, acı çeken danışanlarına yönelik yatıştırıcı jestlerle farkında olmadan terapötik olmayan bir regresyon biçimini teşvik eder. Danışan, ek seanslar, sık veya uzun telefon görüşmeleri, terapiste dair kişisel bilgiler, ücret indirimi veya fiziksel temas talep edebilir. Terapistler, genellikle küçük taleplerle (örneğin, bir telefon görüşmesi istemek) başlayan bu süreci farkında olmadan destekleyebilirler. Ancak, giderek artan talepler çoğu zaman ne yapacağını bilememekten veya danışanın kendine zarar verme tehditlerini gerçekleştirme ihtimalinden korkulduğu için karşılanmaya devam edilir.

    Danışanın derin bir umutsuzluk içinde olduğu ve genellikle terapistin yeterince çaba göstermediğine dair sert şikayetlerle bu durumu dile getirdiği anlarda, terapist, çocukluk kökenli bir kurtarılma veya sevgiyle iyileşme talebine boyun eğme eğiliminde olabilir. Gabbard (1996b) ve Celenza (2007), bu tür senaryoların en sık rastlanan cinsel sınır ihlallerine yol açan durumlar olduğunu belirtmişlerdir. Balint (1968), regrese olmuş danışanı tedavi ederken, terapistin danışanın bitmek bilmeyen ıstırabına kapılıp, sonunda ona gereksiz acılar yaşatılmayacak bir ortam yaratma sorumluluğunu üstlenme tuzağına düşebileceğini ifade eder. Ancak, Balint’e göre bu yaklaşım ne kadar övgüye değer görünse de, deneyimler bunun nadiren işe yaradığını göstermektedir (s. 111).

    Sandor Ferenczi’nin (1932/1988) kötü huylu (malignant) regresyonla ilgili klasik vaka örneği, Amerikalı psikoterapist Elizabeth Severn (kod adıyla “RN”) ile yaptığı çalışmada görülebilir. Ferenczi, artık ünlü hale gelen deneylerini bu vakada uygulamış ve danışanın taleplerine büyük ölçüde boyun eğmiştir. Bu talepler arasında, kendisini “çok zayıf” hissettiği günlerde seansların onun evinde yapılması ve her seans dönüşümlü olarak divanda yer değiştirilmesini içeren, Ferenczi’nin “karşılıklı analiz” (mutual analysis) olarak adlandırdığı uygulama da bulunuyordu. (Daha fazla tartışma için bkz. Ragen & Aron, 1993; Fortune, 1993). Ancak, bu tür ayrıcalıklar ve sınır ihlalleri devam ettikçe, RN iyileşmek yerine daha da kötüleşti. Seans ilerledikçe dekompanse olmaya devam etti ve Ferenczi’den taleplerini artırdı. Ferenczi, başlangıçtaki duygusal erişilebilirliği ve derin empatisinin terapötik olduğuna inanıyordu; bu, danışanın geçmişte hiç hissetmediği kadar derin duygular hissetmesini sağlamıştı. Ancak terapi ilerledikçe neden kötüleştiğini açıklamakta zorlanıyordu.

    Bu vakayı başka bir yerde (Maroda, 1998a) ayrıntılı olarak ele alıyorum, ancak Ferenczi’nin RN ile yaptığı deneylerden ortaya çıkan en önemli gerçek muhtemelen, danışana karşı giderek artan bir öfke duyduğu bir dönemde onu yatıştırdığını kabul etmesidir.

    MESAİ DIŞI TELEFON GÖRÜŞMELERİ

    Meslek hayatımın başlarında, danışanlardan gelen telefon aramalarına aşırı empatik bir şekilde yanıt veriyordum ve bu yaklaşım genellikle onların daha derin bir acıya sürüklenmesine neden oluyordu. Seanslar sırasında yüksek düzeyde empati göstermenin oldukça etkili olduğunu gözlemlemiştim ve aynı yöntemi, telefonla bana ulaşan sıkıntılı danışanlara da uygulamak gerektiğini düşünüyordum. Bu telefon görüşmeleri genellikle uzun sürüyordu (bazen bir saate kadar uzayabiliyordu) ve danışanlar için hem doğal olarak tatmin edici hem de ücretsiz bir destek kaynağı haline geliyordu. Ancak, zaman içinde bu yöntemin sürdürülebilir olmadığını fark ettim. Özellikle, yoğun telefon görüşmeleri nedeniyle bana ulaşamayan ya da müsait olmadığım zamanlarda yalnızca birkaç dakika konuşabildiğim danışanlar, sıklıkla kendilerini üzgün, hayal kırıklığına uğramış ve öfkeli hissediyorlardı. Terapötik süreçte sınırların net bir şekilde çizilmesi gerektiğini kavramam zaman aldı. Bu süreçte herhangi bir eğitim ya da süpervizyon almamıştım ve telefon görüşmelerini nasıl yönetmem gerektiğini deneme-yanılma yoluyla öğrenmek zorunda kaldım. Sonuç olarak, yalnızca seanslar içinde etkili olan bir yöntemin, seans dışındaki iletişimde aynı şekilde etkili olmayabileceğini anlamış oldum. Bu farkındalık, telefonla danışanlarla yapılan görüşmelerin süresini ve sıklığını sınırlandırmam gerektiğini öğretti. Telefon görüşmelerinin terapötik bir çerçevede ele alınması gerektiğini fark ettiğimde, bu durumu danışanlarla açıkça konuşmaya başladım. Ancak, danışanlarımın bana ulaşamadıklarında ya da başka sorumluluklarım nedeniyle yalnızca birkaç dakika konuşabildiğimizde kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini tekrar tekrar deneyimledikten sonra, bu yaklaşımın uzun vadede işe yaramadığını fark ettim. Danışanların bağımsızlıklarını desteklemek ve terapi sürecini sağlıklı sınırlar içinde sürdürmek adına, telefon görüşmelerini kısa ve yapılandırılmış hale getirmeyi tercih ettim.

    Telefon görüşmelerinin en aza indirilmesi ve teşvik edilmemesi gerektiğini fark ettikten sonra, regresyona giren danışanlarla yürüttüğüm terapiler çok daha sorunsuz ilerledi. Onlara sıkıntı verici duygularını yönetmelerine yardımcı olmayı amaçlayan on dakikalık kısa görüşmeler yapabilirdim ve bunu tutarlı bir şekilde sağlayabilirdim, ancak bu görüşmelerin seanslarda elde ettikleri deneyimle aynı olmadığını açıkça belirttim. Seanslara kıyasla daha az tatmin edici hale gelen telefon görüşmeleri, hem benim hem de danışanlarım için (ve tabii ki ailem ve arkadaşlarım için de) daha seyrek ve yönetilebilir oldu.

    Telefon görüşmeleriyle ilgili davranışımı değiştirmeye karar verdiğimde, bunu bana sıkça telefon eden danışanlarıma açıkça söyledim ve neden böyle bir değişiklik yaptığımı açıkladım. Bazıları bu durumdan pek memnun olmadı, ancak bunun asıl nedeni, kendileri için tatmin edici olan bir şeyden vazgeçmek zorunda kalmalarıydı. Neredeyse hepsi, telefon görüşmelerinin tutarsız olduğu için sürekli faydalı olmadığını kabul etti ve bu değişikliği kabullendi. Ayrıca, önceki politikamın kendilerine verdiği olası zararların sorumluluğunu tamamen üstlendim. Bazı danışanlar için, yanlış bir şey yapmadıklarını ve bu değişikliğin bir ceza değil, daha tutarlı ve etkili bir terapi sunma çabamın bir parçası olduğunu özellikle vurgulamam gerekti.

    Yeni danışanlar sıkıntılı hissettiklerinde beni arayıp arayamayacaklarını sorduklarında, en baştan itibaren telefon görüşmelerini minimumda tuttuğumu ve hafta içi ile hafta sonları hangi saatlerde mesajları kontrol ettiğimi açıkça belirtirim. Bunun dışında, acil bir durum olması halinde 24 saat hizmet veren bir yardım hattını kullanmaları veya acil servise gitmeleri gerektiğini söylerim. Genç bir terapist olarak danışanlarımın gerçekten bana ihtiyaç duyduğuna kendimi inandırmışken, zamanla, en çok regresyon gösteren ve en zor durumdaki danışanların bile minimum telefon iletişimiyle idare edebildiğini görmek beni şaşırttı. (Şimdi e-posta konusu da gündeme geldiği için, danışanlarıma bana e-posta gönderebileceklerini, ancak e-postalara yanıt vermediğimi, yalnızca aldığımı bildiriyorum. Daha acil bir durum varsa beni aramaları gerektiğini belirtiyorum. Bana gönderilen tüm e-postaları okuyorum, yazdırıyorum, bir sonraki seansta yanıtlıyorum ve dosyaya ekliyorum.) Danışanlarımızın bize duyduğu ihtiyacın, bizim onlara duyduğumuz ihtiyaçla orantılı olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, kendi kişisel meseleleriyle (örneğin, ihtiyaç duyulma arzusu) hâlâ uğraşan yeni bir terapistin bu tür katı sınırları koyması zor olabilir. Ancak bunu, yeni terapistlerin ulaşmaya çalışabileceği bir hedef olarak ve kişisel zamanlarında uzun, tatmin edici telefon görüşmeleri yapmanın doğurabileceği risklere dikkat çekmek amacıyla dile getiriyorum. Bu tür bir ilgiyi sürekli sunmak hem pratikte mümkün değildir hem de birçok danışan için bu, derinlemesine kişisel, hatta romantik bir deneyim haline gelebilir. Üstelik, eğer bu görüşmeler için ücret alınmazsa, tıpkı bir yüz yüze seanstan ücret alınmaması gibi, danışanın zihninde şu sorular belirir: “Terapist suçluluk mu hissediyor?”, “Terapist bu ilişkiye kişisel olarak fazla mı yatırım yapıyor?”, “Terapist kendini yetersiz mi hissediyor?”, “Benim için özel bir durum mu var?”

    Tüm bu faktörler, danışan regresyon göstermese bile telefon iletişimi sırasında devreye girer. Ancak, daha önce tanımlandığı gibi, sık sık arama yapan danışanların çoğu regresyon halindedir ve bu sebeple seans dışındaki bu temaslara daha fazla anlam yükleme eğilimindedirler. Buna bir de yorgun bir terapisti eklediğinizde, akşam saatlerinde yapılan telefon görüşmelerinin sınırları bulanıklaştırma olasılığı artar. Telefon görüşmelerinde sınırları korumak, terapi seansları sırasında olduğu kadar hayati öneme sahiptir ve başlangıçta terapistin ekstra farkındalık ve dikkat göstermesini gerektirebilir.

    TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYONUN BİR ÖRNEĞİ

    Terapötik olmayan regresyon vakasını tanımlamak, daha önce bahsedilen terapötik regresyon vakasını (Sally) anlatmaktan daha zordur. Bunun birkaç nedeni vardır; en önemlisi, dürüst bir terapistin, terapötik olmayan bir ortamın oluşmasına ve/veya sürdürülmesine büyük ölçüde katkıda bulunduğunu kabul etmesi gerektiğidir. Bu durumla karşılaşan herhangi bir terapistin ilk adımı kendine şu soruyu sormak olmalıdır: “Şu anda ne yapıyorum ya da geçmişte ne yaptım ki bu tür bir regresyonu teşvik ettim?” Hepimiz zaman zaman regresyon gösteren danışanlarımızın terapötik olmayan bir şekilde bu duruma girip çıktığına tanık olmuşuzdur. Ancak yalnızca bu konumda sıkışıp kalan danışanların tedavileri nihayetinde olumsuz sonuçlanır. Bu tür bir sonucu konuşmak her terapist için, benim için de, zordur.

    Daha önce (1999) uzun uzun yazdığım bir danışanımı burada sunmak istiyorum. Bugün bile onun tedavi edilebilir olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bildiğim şey, benimle olan terapinin hem onun hem de benim için tatmin edici olmayan bir şekilde sona erdiğidir. Önceki kitabımda ona Susan adını vermiştim, bu yüzden burada da aynı takma adla devam edeceğim. Kısaca, Susan son derece zor bir danışandı -belki de şimdiye kadar çalıştığım en zorlu vakaydı. Önceki terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş ve daha sonra terapiste karşı açık bir küçümseme ifadesiyle ilişkiyi sonlandırmıştı. Kendini mağdur olarak sunmak yerine tam tersini yapıyordu. Ona göre terapisti kendisine layık değildi ve bunu fark ettiğinde ilişkiyi bitirdi. Susan’ın çocukluk dönemi duygusal ve fiziksel istismar ile geçmişti ve aleksitimikti (öfke dışında herhangi bir güçlü duyguyu ifade edemiyor ve çok az içgörüye sahipti). Dışarıdan bakıldığında oldukça kontrollü ve “düzenli” bir görüntü sergiliyordu -öyle ki en son görüştüğü terapist, sadece birkaç seansın ardından ona terapiye ihtiyacı olmadığını söyleyerek süreci sonlandırmıştı.

    Susan’ın bana gelmesine neden olan etken, onu çalışamaz ve sürdürülebilir bir ilişki kuramaz hale getiren ağır bir depresyondu. Birkaç arkadaşı vardı, ancak bana geldiğinde ne bir partneri ne de bir işi vardı. Bu yönlendirmeyi kabul ettim çünkü bir terapist arkadaşım tarafından önerilmişti ve o sırada iki danışanımla süreci yeni tamamlamıştım, dolayısıyla boş saatlerim vardı. Ancak en başından beri Susan’ı tedavi etme konusunda karışık duygularım vardı ve bunlara daha fazla dikkat etmeliydim. Susan’ın yalnızca bir travma geçmişine sahip olması değil, aynı zamanda güç odaklı olması, içgörüden yoksun olması ve bilinçli olarak derin duygular hissedememesi, onu tedaviye kabul ederken daha temkinli olmam gerektiğini gösteriyordu. Ve kesinlikle, onu haftada ikiden fazla görmemem gerektiğine dair bir işaret olmalıydı.

    Başlangıçta onu haftada iki kez görüyordum, ancak bana bir mirasla geçindiğini ve çalışmaya ara verdiği bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmek istediğini söyledi. Psikanaliz hakkında okumalar yaptığını ve “gerçek olanı” deneyimlemek istediğini belirtti. Danışanlarımdan sıkça duymadığım bu sözler beni heyecanlandırdı ve Susan’ı analiz etme olasılığı beni cezbetti. Psikanalizde eski bir kural, danışanın kaç seans istediği ve üretken bir şekilde kaç seansa dayanabileceği konusunda söylediklerini takip etmektir. Geçmişte bu yönerge benim için her zaman işe yaramıştı (ki sanırım bu, burada sunduğum yönergeler de dahil olmak üzere, her kuralın istisnaları olabileceğinin bir göstergesidir). Çoğu danışanımın haftada iki veya üç kez gelmesi nedeniyle, bir danışanı haftada dört kez görmek fikri beni ayrıca heyecanlandırmıştı.

    Kısa bir süre içinde Susan’ın analizinde işler ters gitmeye başladı. Divanı kullanmak istedi, ancak hızla dekompansasyon belirtileri göstermeye başladı. Seansları bittiğinde ayrılmak istemiyor, genellikle öfkeyle kapıyı çarparak çıkıyordu. Onu rahatlatmaya ve acısını deneyimlemesine yardımcı olmaya çalıştığımda, bazen gerçeklikten kopuyordu; ona göre ben sadece acısını anlamasına yardımcı olmuyordum, doğrudan ona acı çektiriyordum. Susan için önemli olan, benim sadece çocukluk deneyimlerini sormam değildi; eğer birinin yanında acı hissediyorsa, o kişi doğrudan ona acı veriyor demekti. Daha sakin anlarımızda bu konuyu konuşuyorduk ve ben ona, eğer bu çıkmazdan kurtulamazsak, bu terapinin işe yaramayacağını söylüyordum. Bana, entelektüel düzeyde bunun farkında olduğunu, aslında benim ona zarar vermediğimi bildiğini, ancak o an içinde bunu kaybettiğini söylüyordu. Sabırlı olmamı, zamanla bu durumun düzeleceğini söylüyordu. Ben de sabırlı olmaya çalıştım.

    Bu arada, Susan sık sık beni aramaya başladı; hatta yalnızca acil durumlar için ve belirli saatler içinde kullanabileceğini açıkça belirttiğim ev telefonumu bile kullanıyordu. Belirlediğim saat sınırına uyuyordu, ancak bir keresinde sağlık sigortasıyla ilgili bir konuyu konuşmak için ev telefonumu aradı. O sırada mutfaktaydım ve yanımda misafirlerim vardı. Susan’a kısa bir şekilde konuşamayacağımı ve bu konuyu pazartesi günkü seansında ele alacağımızı söyledim. Pazartesi geldiğinde ona ev telefonumu bu amaçla kullanmaması gerektiğini söyledim. Ancak Susan buna katılmadı ve bana ulaşamamasından dolayı öfkeli olduğunu belirtti. Onunla mantıklı bir şekilde konuşmaya çalıştım, ancak bir noktada fark ettim ki, Susan aslında regresif bir durumda ve bana ihtiyacı olan bir çocuk zihniyetiyle konuşuyordu.

    Bu durumun farkına vardığımda, onu eğitmeye çalışmayı bıraktım ve doğrudan, evimde ne zaman ve hangi koşullarda telefon kabul edip etmeyeceğimi belirlemenin benim hakkım olduğunu söyledim. Sigorta şirketiyle ilgili meselelerin kesinlikle bu kapsamda olmadığını açıkça belirttim. Susan kurala uydu, ancak bana bunun yanlış ve mantıksız olduğunu düşündüğünü bildirdi. Çatışmalarımızın çoğu, ister açık ister örtük olsun, bir güç mücadelesi şeklinde gelişti ve bunu farklı bir dinamiğe dönüştürmenin bir yolunu asla bulamadım. İkimiz de bir güç mücadelesine girdiğimizi kabul ettiğimizde bile, bu farkındalık pek bir değişiklik yaratmadı. Sonunda her şey, onun istediği ve ihtiyacı olduğunu hissettiği şeyler ile benim vermeye istekli ya da yetenekli olduğum şeyler arasındaki dengeye dayanıyordu.

    Susan ayrıca başka zamanlarda da beni arıyordu, özellikle de klinik çalışma saatlerimin bittiği ve bir sonraki pazartesiye kadar seanslarımın olmadığı perşembe akşamları. Başlangıçta, hafta sonlarının genellikle uzun ve yalnız geçtiği bu döneme geçiş yapmasına yardımcı olmam için kısa bir süre konuşmaya razı oluyordu. Ancak zamanla daha talepkâr hale geldi; telefondan ayrılmak istemiyor ve bana, “Eğer intihar etmeyi düşündüğümü söylersem, benimle konuşmak zorunda değil misin?” gibi sorular yöneltiyordu. Elbette, bu tür bir davranışı hoş karşılamadım.

    Ayrıca, Susan’ın mirasından geriye ne kadar parası kaldığı konusunda beni yanılttığını fark ettim. Bir gün bana, ücreti önemli ölçüde düşürmezsem artık terapiye devam edemeyeceğini söyledi. Şaşkına döndüm ve başlangıçta bana çok farklı bir şey söylediğini hatırlattım. Ancak o, benim yanıldığımı ileri sürdü. En başından beri bu tedaviyi uzun bir süre karşılayamayacağını bildiğini ve bunu bana mutlaka söylemiş olması gerektiğini iddia etti. Oysa böyle bir şey söylememişti ve gerçekten bu konuşmayı unutup unutmadığını ya da bana yalan söyleyip söylemediğini hiçbir zaman kesin olarak bilemedim. Ona, düşürebileceğim en düşük ücretle ancak haftada iki kez görüşebileceğimizi söyledim. Bu durum onu bir süre oldukça öfkelendirdi.

    Ancak, mali durumu onu bir iş bulmaya zorladığı için, çalışma programı terapiye bu sıklıkta bile gelmesini zorlaştırdı. Susan, sık sık işten zamanında çıkmakta zorlanıyor ve erken akşam saatlerindeki seanslarına yetişemiyordu. Bunun üzerine, çoğu terapist gibi daha uzun saatler çalışmadığım için bana öfkelendi. Sonunda, bencil olduğuma ve ona ihtiyacı olanı vermeye istekli olmadığıma karar verdi.

    Bu vakada çok daha fazla detay vardı, ancak Susan’ın klinik durumu o kadar karmaşıktı ki, başlı başına bir kitap konusu olabilirdi. Burada vurgulamak istediğim nokta, Susan’ın regresyonunun hızla terapötik olmaktan çıkıp kalıcı olarak terapötik olmayan bir hale gelmesi ve sonunda karşılıklı olarak kararlaştırılan ancak tatmin edici olmayan bir sonlandırmaya yol açmasıdır. Baştan beri Susan, benim sevgilisi olmamı istiyordu; daha uzun seanslar, daha düşük ücretler, daha sık telefon görüşmeleri ve daha uygun seans saatleri talep ediyordu. Ancak en çok istediği şey, onu kollarıma alıp sallamam, yani fiziksel bir bakım ve şefkat sunmamdı. Bu taleplerinin hiçbirine karşılık vermemem, onu öfkelendirdi ve benim hatalı, onun ise haklı olduğuna dair inancını pekiştirdi.

    Benim açımdan, Susan’la çalışırken çoğu zaman kendimi fedakârlık yapıyormuş gibi hissediyordum. Ona yardımcı olmak için çok çaba harcadım. Yorgun ve tükenmiş olduğum zamanlarda bile onun telefonlarını yanıtladım. Onun adına üzülüyordum, ancak çoğu zaman kendisini sevmiyordum. Sürekli olarak bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır içindeydi ve bu, gerçek bir duygusal alışverişin önünde bir engel oluşturuyordu. Seans içinde ya da dışında benimle fiziksel temas kurma takıntısı -ister annesel bir dokunuş, ister cinsel bir temas olsun- beni giderek rahatsız etmeye başladı. Başlangıçta, onu bu fikrinden vazgeçirmeyi başaramadığım için hayal kırıklığına uğradım. Ancak zamanla, bu durum beni öfkelendirmeye, moralimi bozmaya ve hatta depresif hissettirmeye başladı.

    Bir noktada, yanına oturup ağlarken elini tutmayı kabul ettim. Ancak o, bu durumu bir adım ileri taşıyarak başını omzuma koydu. O an büyük bir hata yaptığımı fark ettim ve nazikçe kendimi geri çektim. Bir sonraki seansta neşeliydi ve bunun ne kadar harika bir deneyim olduğunu anlattı. Ancak bana, bu süreci daha rahat yönetmem gerektiğini söyledi. Bir dahaki sefere daha fazla gevşemem gerektiğini belirtti. Benden gelen gerginliği ve çekingenliği hissettiğini, eğer bu süreç işe yarayacaksa benim de kendimi daha fazla bırakmam gerektiğini ifade etti. (O anda, bu sözlerin daha deneyimli bir sevgilinin daha az deneyimli birine verdiği talimatlara ne kadar benzediğini düşündüm.)

    Ona bir hata yaptığımı ve bunun için özür dilediğimi söyledim. Bir sonraki seferin olmayacağını, istediği düzeyde fiziksel teması sağlayamayacağımı belirttim. Beklendiği gibi, bu onu öfkelendirdi.

    Susan hakkında yazarken, onu tedavi ederken hissettiğim tüm duygular beni adeta yeniden sarıyor. Kendimi savunmaya geçerken buluyorum -her şeyin ne kadar zor olduğu ve nasıl sona erdiği konusunda onu suçlamak istiyorum. Ancak aynı zamanda, zorlayıcı ilişkimize benim de katkıda bulunduğumu biliyorum. Susan’a karşı kendimi savunmasız bırakmak benim için zordu, çünkü onun yanında kendimi güvende hissetmiyordum. Terapide genellikle göz ardı edilen konulardan biri de, tıpkı danışan gibi, terapistin de belirli bir güvenlik hissine ihtiyaç duyduğudur.

    Diğer danışanlarla çalışırken, davranışlarıma yönelik bir eleştiri veya yüzleşme geldiğinde ilk tepkim savunmaya geçmek olabilir. Bunun insan doğasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Ancak, içimde bir tür rahatsızlık hissedip hissetmediğime dikkat ederim -eğer içten içe bir sıkıntı duyuyorsam, muhtemelen danışanımın söylediği şeyde doğruluk payı vardır. Kendime gevşememi, dinlememi ve eğer gerçekten hata yaptıysam bunu kabul etmem gerektiğini hatırlatırım. Mükemmel olmaya çalışmayı bırakıp, danışanın bana nasıl hata yaptığımı veya onu nasıl incittiğimi anlatmasını, terapötik olarak son derece değerli bir an olarak görmeye çalışırım. Bu, çoğu ebeveynin yapmadığı bir şeyi yapma fırsatıdır -narsistik bir yaralanmayı kabul etmek, hatayı kabullenmek ve affedilmeyi istemek.

    Susan ile bu süreci yaşamak benim için zor oldu, çünkü onun talepleri son derece mantıksızdı. Bu durum, zaman zaman bazı danışanlarıma söylediğim bir şeyi hatırlatıyor: Eğer biri, davranışları aşırı uçlarda ve mantıksız olan bir insanla ilişkiye girerse, ilişkinin sonucundan her iki taraf da sorumludur. Ancak, açıkça ve utanmadan mantıksız davranan biriyle ilişki yaşamak, kişinin kendi katkısını değerlendirmesini olağanüstü derecede zorlaştırır. Kendi hatalarını ve zayıf yönlerini anlamak neredeyse imkânsız hale gelir, çünkü karşıdaki kişinin aşırı tepkileri ve cezalandırıcı tutumu, iç gözlem yapmayı engeller. Aşırı cezalandırılma, kişinin kendine dönüp hatalarını sorgulamasını teşvik etmez; tam tersine, savunmacı bir tepki geliştirmesine neden olabilir.

    Ve Susan ile olan sürecim de böyleydi. Terapisini sonlandırdıktan kısa bir süre sonra onu bir çalıştayda sundum. Şehirde beden odaklı terapi yapan bir başka psikologla çalışmaya başlamıştı. Çalıştaydaki terapistlerden biri, Susan’a karşı geliştirdiğim karşı aktarımın onun ilerlemesini engellediğinden emin olduğunu söyledi. Buna ne düşündüğümü sordu. Tek söyleyebildiğim, bunun kesinlikle doğru olması gerektiğiydi ama nasıl olduğunu tam olarak belirleyemediğimdi. Bu durumu terapi sürecinde anlamaya çalıştım ama başarılı olamadım. Onun bana, çocukken hoşlanmadığım bir akrabamı hatırlattığını biliyordum. Onu çekici bulmadığımı da biliyordum ve bunun başından itibaren onun için incitici olduğunu hissediyordum. (Bu, onu tedavi etmemem için bir sebep olabilirdi. Susan’ın, hem benim onu sevdiğimi hem de çekici bulduğumu hissetmeye ihtiyacı vardı, böylece ilişkide kendini daha az savunmasız ve daha güçlü hissedebilirdi. Sanırım onun için en iyi terapist, onu benden daha fazla seven ve onu yeterince çekici bulan ama onun fiziksel temas taleplerini teşvik etmeyecek kadar mesafesini koruyabilen biri olurdu.)

    Ayrıca bazen ona karşı fazla öfkeli olduğumu da biliyordum. Ona zaman zaman sadistik bir şekilde geri bildirimde bulunuyordum -örneğin, bana çekici gelip gelmediğini sorduğunda ilgilenmediğimi açıkça söylemek gibi. Onun derin duygularını ifade edememesinden gereğinden fazla hayal kırıklığı duyuyordum. Sürekli eleştirilmekten ve kötü bir terapist, kötü bir insan olduğumun söylenmesinden nefret ediyordum. Dahası, o dönemde kendimi savunmasız hissediyordum çünkü babam hastaydı ve yakında öleceğini biliyordum.

    Belki de bu kadar çok eleştiriyi kaldıramayacak kadar narsisistik biriyim. Çoğu danışanım beni takdir etmiştir, zaman zaman eleştirseler bile. Oysa Susan, beni sevdiğini söylüyordu ama benim hakkımda ya da terapi sürecimiz hakkında olumlu bir şey söylemesi neredeyse hiç olmuyordu. Belki de bu kadar yoğun olumsuz geri bildirimi kaldırabilecek biri değildim.

    Geriye dönüp baktığımda, muhtemelen Susan’ı tedavi etmemeliydim çünkü daha iyi bir sonuç elde etmek için farklı ne yapabileceğimi hâlâ bilmiyorum. Karşı aktarımımın farkındaydım, bunu meslektaşlarımla tartıştım ve danışanın kendisiyle istişare etme konusundaki kendi tavsiyeme uydum. Yine de, kör noktalarımız ve zayıflıklarımız için her zaman uygun bir çözüm bulamayabiliriz. Bazen, yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız, tedavi edebileceklerimiz ve edemeyeceklerimiz konusunda kendi sınırlılıklarımızı kabul etmek zorunda kalırız. Bu terapi süreci Susan için bazı önemli olumlu sonuçlar doğurdu -örneğin, fantezi kurma kapasitesini geliştirdi, duygularını daha iyi tanımlayabildi ve tekrar ilişkilere girebilip çalışabilir hale geldi- ancak deneyim, hem onun hem de benim için stresliydi. Muhtemelen başka bir terapist ile daha iyi bir süreç yaşayabilirdi. Ancak, önceki bir terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş olması ve iki başka terapist tarafından “artık terapiye ihtiyacı yok” diyerek hızla reddedilmesi göz önüne alındığında, bu konuda kesin bir şey söylemek zor.

    TERAPİST GERİLEME YARATABİLİR Mİ?

    Analitik literatürde regresyonun arzu edilirliği ve kaçınılmazlığı konusunda çok fazla tartışma vardır, ancak bu konuda gerçek bir fikir birliği yoktur. Bazı terapistler regresyonu, özellikle de terapötik regresyonu, yaratabileceklerine inanırlar. Ancak ben her zaman regresyon kapasitesini ve isteğini terapistten çok danışanın bir işlevi olarak gördüm. Kuşkusuz, terapist ve danışan arasında iyi bir ilişki kurulması -örneğin, temel güvenin ve olumlu bir ilişkinin oluşturulması- terapötik regresyon için gerekli bir önkoşuldur. Ancak, yıllar içinde en iyi terapötik ilişkinin bile regresyon için gerekli, ancak yeterli olmadığını gözlemledim. Zihinsel sağlık hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle giderek daha fazla varlıklı insanla çalıştıkça, gerçekten derin çalışmalar yapma sıklığımın azaldığını fark ettim. Birçok varlıklı ve başarılı insanın dünyada kendilerini savunmasız hale getirmeyerek varlıklarını sürdürdüğünü gözlemledim. Regrese olmaktan fayda sağlayacak olsalar bile, bunu yapmazlar. Dünyaya uyum sağlama biçimleri bu değildir ve bunu arzu edilebilir bulmazlar. Gerekirse, kendilerini savunmasız ve kontrol dışı hissetmekten kaçınmak için daha az sıklıkla gelirler. Kendi kendini yetiştirmiş bir multimilyoner, bir gün seans sırasında yoğun bir şekilde ağlamaya ve titremeye başladığında şaşkına döndü. Utanmış, belki de aşağılanmıştı. Bir sonraki seansta, “Buraya sadece depresyonum için biraz yardım almaya geldim, sonra da gideceğim. Ağlamak zayıflar içindir,” dedi ve güldü. Ancak, şakasının içinde büyük bir gerçek payı olduğunu biliyordum ve semptomatik rahatlama sağladığında gerçekten de terapiden ayrıldı.

    Terapistler olarak, bir regresyonu yaratmaktan çok, onu önleme konusunda daha fazla güce sahibiz. Aşırı entelektüelleşmek, bir danışan derin duygular ifade ettiğinde fark edilir şekilde geri çekilmek veya gerginleşmek, danışanın gözünden kaçmayacaktır. Bana gelen bir danışan, önceki terapistini on seanstan daha kısa sürede terk ettiğini söyledi. Nedeni, derin bir şekilde ağlamaya başladığında terapistinin ona bir nane şekeri uzatmasıydı. Bu yanlış yönlendirilmiş teselli girişimi onu hem incitmiş hem de öfkelendirmişti ve bu terapistin kendisine yardımcı olamayacağını anlamıştı.

    Son olarak, 1940’lı ve 50’li yıllarda, Amerikan tıbbi psikanaliz modelinin hâkim olduğu döneme ait eski analitik literatür, danışanların terapistlerinin sessizliğine tepki olarak ilkel öfke seviyelerine kadar gerilediği birçok örnek sunmaktadır. Daha önce de belirttiğim gibi, günümüzde çalışan terapistlerin çoğu, kendi kaygılarıyla başa çıkmanın bir yolu olarak fazla konuşma eğiliminde olduğundan, bu tür bir “yoksunluk” öfkesini danışanlarında indüklediklerini sanmıyorum. Ancak, erken dönemde yoksunluk ve ihmal yaşamış danışanların terapistlerinden bekledikleri yanıtı alamadıklarında, bu tür bir öfkenin mikro düzeyde ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. O anlarda, çocukluktan gelen bastırılmış öfke oldukça yoğun bir şekilde harekete geçebilir. Bu gibi durumlarda en iyi yanıt, terapistin aktif sözlü katılım göstermesi ve danışanın ihtiyaçlarına odaklanması olacaktır.

    TRAVMATİZE OLMUŞ DANIŞANLARLA REGRESYONDAKİ RİSKLER

    Son yıllarda literatürde, travma mağdurlarının terapi sırasında travmatik olaylarını yeniden yaşamalarının klinik etkinliği konusunda birçok tartışma yaşanmıştır. Bu tartışma, bu kitabın kapsamını aşmakla birlikte, regresyon ve travmatizasyon arasındaki ilişkiye dair önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Erken dönemde istismara maruz kalmış danışanların daha kolay gerilediğini ve terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılıklarının daha yüksek olduğunu biliyoruz. Nörobilim literatürü de bu sonucu desteklemektedir. Wilkinson (2006), travma mağdurlarının “kindling (tutuşma, yanma)” olarak adlandırılan bir nöronal tepkiye yatkın olduklarını belirtmektedir. Bu durum, içsel uyaranlar tarafından kolayca tetiklenebilen yoğun duygusal tepkiler anlamına gelir ve sonuç olarak, geri dönüşler (flashbacks), epileptik nöbetler ve kâbuslar ortaya çıkabilir.

    Öte yandan, danışanların bilinçdışı olarak terapi ortamında yeniden travmatizasyon arayışına girmelerinden kaçınılmalıdır. Bu tür bir durum, [danışanların] erken dönemde yaşanan ve tekrar eden travmatik deneyimlere bağlı olarak alışkın oldukları endorfin “yükselmesini” yeniden yaşamak amacıyla ortaya çıkabilir.

    (s. 79).

    Bu fenomenden ancak yakın zamanda haberdar oldum ve Susan’ın tedavisinde farkında olmadan bu bağımlılık yaratan ortamı ne ölçüde yeniden yarattığımı merak ediyorum. Buradaki amaç, danışanın geçmişteki duygusal acıyı yeniden deneyimlemesini önlemek değil, aksine bu yeniden travmatizasyon potansiyelinin var olduğunu bilmek ve bunu engellemek için çalışmaktır. Böyle bir yeniden yaşantılama gerçekleştiğinde, danışanı bu olasılık hakkında bilgilendirmek de faydalı olabilir.

    REGRESYON YÖNETİLEBİLİR SEVİYELERDE NASIL TUTULUR?

    Deneyim, terapistlerin kimin terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı taşıdığını belirlemelerine yardımcı olsa da, bu yargıyı tedavinin erken aşamalarında yapmak zor olabilir. Travma ve erken kayıp geçmişi olan danışanların terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı daha yüksek olduğundan, ihtiyatlı bir terapist, sınırları iyi belirleyerek bunu önlemeye çalışır. Bu, telefon görüşmelerini kısa ve seyrek tutmayı, seansları zamanında başlatıp bitirmeyi, özel muameleden kaçınmayı ve danışanı haftada iki kereden fazla görmemeyi içerir. Açıkçası, bu son öneri, danışanların genellikle ayda iki kez görüldüğü günümüz dünyasında daha az geçerli olabilir. Ancak yine de vurgulamaya değer olduğunu düşünüyorum.

    Terapötik olmayan regresyonu tetikleyebilecek diğer faktörler arasında aşırı sorgulayıcı sorular sormak (bu, danışan tarafından müdahaleci veya hatta istilacı olarak algılanabilir); danışanın terapiste yönelik duygularına gereğinden fazla odaklanmak (özellikle danışanın bu konuyu kendiliğinden gündeme getirmediği durumlarda); danışanın cinsel yaşamına aşırı ilgi göstermek (bu, danışan tarafından baştan çıkarıcı olarak deneyimlenebilir) ve terapistin kendisiyle ilgili fazla kişisel bilgi paylaşması (bu, tüm danışanlarla sınırlı tutulmalıdır) yer almaktadır. Bu kitabın geri kalanında, terapötik seviyede regresyonu sürdürebilmek için dikkate alınması gereken birçok konuyu ve danışanın bir müdahalenin faydalı olmadığını belirttiğinde terapötik ilişkiyi yeniden nasıl yoluna koyabileceğimizi ele alacağım. Bununla birlikte, genel olarak, terapötik olmayan regresyonu önlemenin en etkili yolu Gabbard’ın (1994) klinik önerisini takip etmektir ki bunu şu şekilde özetlemeyi seviyorum: “Sınır koymak, sınır koymak ve daha fazla sınır koymak.”

    Danışan gerçekten acı çektiğinde “hayır” demek zor olabilir. Bu tür durumlarda, özel muamele taleplerine boyun eğme eğilimi hissetmemek neredeyse imkansızdır ve bu talepleri reddettiğimizde suçluluk duygusu yaşamamak da pek mümkün değildir. Terapistler için esas zorluk, hem danışanın acısını hem de kendi suçluluk duygularını hissederken, aynı zamanda empatik bir şekilde sınır koymayı sürdürebilmektir. Bu, seansları uzatmamak, geçiş nesneleri sağlamamak veya içten olmayan sevgi ve güvence ifadelerinde bulunmamak anlamına gelir. Bu zor anlar, rahatsız edici semptomları olan danışanlarla yapılan terapötik çalışmanın belirleyici anlarıdır. Bu anlarda taleplere boyun eğmek, anlık olarak kolay ve rahatlatıcı görünse de uzun vadede terapinin bütünlüğünü zedeleyecektir.

    Terapistler genellikle suçluluk ve başkalarının acısından sorumluluk hissetmeye yatkın olduklarından, danışanın acısını kendilerinin yaratmadığını ve onu ortadan kaldıramayacaklarını hatırlamaları faydalı olabilir. Bu, danışanın kendi başına üzerinde çalışması ve yönetmeyi öğrenmesi gereken bir şeydir. İkinci olarak, acı çeken bir danışana yardımcı olmak için kullanılabilecek yaratıcı (productive) müdahaleler vardır. Danışana, genellikle birkaç saat içinde kendini daha iyi hissedeceği konusunda güvence verilebilir. Danışan, terapi odasından çıkıp dünyaya döndüğünde, savunmalarını otomatik olarak yeniden inşa etmeye başlar. Bazı durumlarda, bu sürecin bir günü bulabileceği, ancak yoğun acı ve kırılganlık duygularının o zaman diliminde azalacağı söylenebilir. Üçüncü olarak, korkan bir danışan “Ya daha kötü hissedersem?” diye sorarsa, danışana terapistin normalde mesajlarını kontrol ettiği saatlerde arayabileceği ve terapistin geri döneceği söylenebilir.

    Yine de, bu telefon görüşmeleri sınırlı olmalı ve danışana hissettiği acının çocukluktan kaynaklandığını ve bu kadar ezici gelmesinin, çocuklukta gerçekten de öyle olmasından kaynaklandığını anlamasına yardımcı olmaya odaklanmalıdır. Bir yetişkin olarak, bu acıyı yönetmeyi ve anlamayı öğrenme kapasitesine sahiptir ve terapist ona bu süreçte yardımcı olacaktır; ancak bu, terapistin bu işlevi bizzat üstlenmesiyle aynı şey değildir. Danışanın içsel deneyimini anlamaya ve ona uyum sağlamaya dair kapasitesine güven duymak, bunun zaman içinde kademeli olarak gerçekleştiğini kabul ederken, hem acısının gerçekliğini hem de onu yönetme ve hatta aşma potansiyelini kabul etmek anlamına gelir.

    ÖZET

    Regresyon, savunmaların gevşetilme sürecini içeren basit ve doğal bir olgudur. Herhangi bir değişimin gerçekleşmesi için gereklidir. Bir danışanın ne kadar regrese olacağı, hem erken dönem deneyimlerine hem de savunmasız olma isteğine bağlıdır. Aynı zamanda, terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu ve regresif deneyimleri yönetme becerileri de bu süreci belirler. Bu bölümde, regresyonun belirtilerini ana hatlarıyla açıkladım, bir regresyonun terapötik olup olmadığının nasıl anlaşılacağını belirttim ve danışanın derin acısını kabul ederken sınırları korumanın ve sakin, dingin bir tutum sergilemenin önemini vurguladım.

    Terapötik bir regresyon ve terapötik olmayan bir regresyon örneği sundum. Birçok regrese olmuş danışan, belirli bir düzeyde bu iki durum arasında gidip gelir. Travma yaşamış danışanlar, terapötik regresyondan geçmiş travmatik olayların bağımlılık yaratan bir “kindling” sürecine kayabilirler. Diğer bazı danışanlar ise hem terapötik hem de terapötik olmayan regresif deneyimler arasında dalgalanabilirler. Uzun süreli terapiler, belirgin bir regresyon derecesinin ortaya çıkma olasılığını artırır. Ayrıca, borderline kişilik bozukluğu olan danışanlar, tedavinin erken dönemlerinde regresyona daha yatkın olabilirler.

    Sınırlar koymanın ve onları koymanın önemini, en uç durumlarda bile vurguluyorum, çünkü bu yaklaşım danışanın kendi duygulanımını kontrol etmeyi öğrenmesine yardımcı olur ve bu işlevi başkalarına devretmesini engeller. Aynı zamanda, terapistin danışanın acısından sorumlu hissetmediğini ve danışanın bu acıyı yönetmeyi öğrenme kapasitesine inandığını da iletir.

  • Karşılıklılık ve İş Birliği: Birbirini Etkileme (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    Terapistler genellikle hastanın bilinçdışını anlamaya çalışan kişiler olarak kendilerini görürler. Ancak her zaman kabul edilmeyen bir gerçek, hastanın da bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde terapistin bilinçdışını okuduğudur.

    — Patrick Casement (1985, s. 3)

    Çoğu danışan ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmediği için, birçok yeni terapist düzenli olarak seanslara gelen, savunmalarını gevşeten ve değişim sürecini keşfetmeye istekli olan bir danışanla karşılaştığında hem rahatlar hem de kendini doğrulanmış hisseder. Peki, bundan sonra ne olur? Birinci Bölümde, karşılıklı olarak üzerinde anlaşılan hedefler belirlemenin öneminden ve bu hedeflerin zaman içinde nasıl değişip şekilleneceğinden bahsetmiştim. Bazı hedefler, gerçekçi olmadığı ya da artık istenmediği için terk edilecektir. Eğer terapi süreci devam eder ve daha derinleşirse, listeye yeni hedeflerin eklenmesi de muhtemeldir.

    Peki, ya sürecin kendisi? Psikoterapi sürecinde, terapist ve danışan birlikte çalışırken gerçekte neler olur? Yeni terapistler, bir danışanı terapiye kazandıktan ve onun düzenli olarak gelmeye devam ettiğini gördüklerinde genellikle yeniden bir kaygı hissederler. Hem terapist hem de danışan bir heyecan duygusu yaşar, ancak aynı zamanda “Şimdi ne olması gerekiyor?” diye merak ederler. Bu konuda doğrudan verilen bir eğitim neredeyse yoktur. Eğitim süreci tamamlandığında bile birçok yeni terapist, bir danışanı 10–20 seanstan fazla görme deneyimine sahip olmamıştır. Ayrıca, eğitim sırasında görülen danışanlarla yapılan seanslar da gerçeği tam olarak yansıtmaz, çünkü danışan, terapistin değerlendirildiğinin fazlasıyla farkında olabilir. Bu nedenle, özellikle düşük ücretli bir terapi alıyorsa, danışan genellikle terapistin iyi bir performans sergilemesini sağlamak için bilinçli ya da bilinçdışı bir çaba gösterebilir.

    Eğitimlerini tamamladıktan sonra, yeni terapistler bazen süpervizyon desteğiyle, bazen ise tamamen kendi başlarına, gerçek dünyada danışanlarla çalışmanın getirdiği zorluklarla yüzleşirler. Bir noktada, yalnızca danışanlarından gelen değil, aynı zamanda kendi içlerinde de ortaya çıkan güçlü duygusal tepkilerle baş etmek zorunda kalırlar. Hem terapistler hem de danışanlar, bu yoğun duygu akışı karşısında kendilerini kaygı ve kafa karışıklığı içinde bulabilirler. Bu noktada, “Tüm bu hisler neden ortaya çıkıyor?” ve “İlişkinin duygusal akışını belirleyen kim?” gibi sorular gündeme gelir.

    Regrese olmuş danışanlar, özellikle travma geçmişi olanlar, terapiste karşı idealize edilmiş bir sevgi ile yetersizlik ve duyarsızlık suçlamaları arasında keskin geçişler yapabilirler. Terapist, genellikle bir seanstan diğerine danışana karşı hislerinde belirgin bir değişim yaşamaz ve danışanın tutumundaki bu radikal değişimin neyin tetiklediğini anlamakta zorlanabilir. Çoğu zaman, önceki seansta öfkeyle tepki veren aynı danışan, bir sonraki seansa geldiğinde sanki önceki öfke patlaması hiç yaşanmamış gibi davranabilir.

    Danışan, terapistin duygudurumuna ve hatta yaşam koşullarına dair şaşırtıcı bir farkındalık sergileyebilir. Günümüzde terapistler, danışanlarının semptomlarını ele alacak şekilde eğitilmektedir ve çoğu zaman, danışanın geçmiş ilişki kalıplarını terapötik ilişki içinde tekrar etmesinin ne anlama geldiğine dair yalnızca temel bir anlayışa sahiptirler. Ancak, terapistin de kendi geçmişini terapötik ilişki içinde kaçınılmaz olarak yeniden üretmesi meselesi üzerine, hatta psikanalitik eğitimlerde bile derinlemesine bir tartışma nadiren yapılır. Bunun yerine, eğitimlerde daha çok tahmin edilebilir ve belirli karşı aktarım tepkilerine -örneğin iritasyon, sıkıntı, anksiyete veya ilgi duyma gibi- odaklanılır.

    HEM DANIŞAN HEM DE TERAPİST GEÇMİŞİ TEKRARLAR

    Geleneksel yaklaşımdan ayrılarak, her bireyin terapi sürecinde kendi geçmişini bir ölçüde yeniden canlandırdığını vurgulamak istiyorum -hatta kısa süreli terapilerde bile. Tedavi süresi uzadıkça ve derinleştikçe, hem terapistin hem de danışanın geçmişlerindeki dinamikleri yeniden yarattıkları uzun bir dönemden geçmeleri daha olası hale gelir. Bu noktada, terapinin özü, bu iç içe geçmiş dinamikleri çalışmak ve çözümlemektir. Bu sürecin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için, terapi boyunca danışanla sürekli olarak iş birliği içinde olmak, terapistin kendini sorgulaması ve gerekirse terapi dışındaki süpervizyon ya da danışmalara başvurması gerekir. Bu bölümün başındaki Casement alıntısı, karşılıklılığın özünü açıklar: Danışan ve terapist, bilinçdışı düzeyde birbirlerini tanır ve bu bilinçdışı bilgiyle birbirlerine tepki verirler. Bu gerçek, nöropsikoloji literatürü tarafından da doğrulanmaktadır (örneğin, Dimberg, Thunberg & Elmehed, 2000). Bu bilinçdışı bilgi aracılığıyla, karşılıklı olarak birbirlerini etkiler ve terapötik ilişkiyi şekillendirirler.

    Terapistin temel sorumluluklarından biri, danışanın geçmiş deneyimlerinden hareketle nasıl davrandığını ve bunun mevcut durum algısını nasıl şekillendirdiğini fark etmesine ve anlamasına yardımcı olmaktır. Ancak, danışan da aynı süreci terapist üzerinde gerçekleştirir. Terapistin davranışlarını gözlemler ve bunların anlamlarını çıkarır. Bu farkındalığını sözlü olarak ifade edip etmemesi, birçok faktöre bağlıdır; bunlar arasında bu gözlemin bilinçli mi yoksa bilinçdışı mı olduğu da yer alır. Terapistini düzenli olarak gözlemleyen ve bu gözlemlerini açıkça dile getiren danışanlar, genellikle en zorlayıcı danışanlar arasında yer alır. Danışanın bu tür gözlemler yapma motivasyonu ne olursa olsun, özellikle yeni terapistler, danışanın kendilerini bu kadar net bir şekilde okuyabilmesi karşısında şaşkınlık, huzursuzluk ve savunmacı bir tepki gösterebilirler.

    Farklı ekollerdeki eğitim programları, terapi yapmanın duygusal gerçekliklerini ele almakta genellikle yetersiz kalmaktadır. Davranışçı yaklaşımlar, çoğunlukla danışana ödev verme ve onu davranış değişikliği için çalışmaya “ikna etme” üzerine yoğunlaşır. Bu yaklaşım bazı durumlarda işe yarayabilir. Ancak çoğu zaman, danışan ödevlerini yapmadan veya herhangi bir davranış değişikliği gerçekleştirmeden bir sonraki seansa geri döner. Bunun nedeni, danışanın depresyonunun değişim için çok ağır olması olabilir. Ya da danışan, terapistin başarısızlık karşısında nasıl tepki vereceğini görmek istiyor olabilir.

    İlişkisel psikanalitik yaklaşımlar, karşılıklılığı ve her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini vurgular. Teorik olarak, bu yaklaşımlar terapist ve danışanın birlikte yeni, özgün bir ilişki inşa ettiğini öne sürer. Bu nedenle, danışanın eski ilişki kurma biçimlerine odaklanmak, verimsiz ve olumsuz bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Ancak, hem temel davranışçı hem de temel ilişkisel yaklaşımlar, hem terapistin hem de danışanın kaçınılmaz olarak geçmişlerindeki duygu ve davranış kalıplarını tekrar edeceğini yeterince kabul etmemektedir. Ne terapist ne de danışan, kişisel geçmişlerinden ve kimliklerinden bağımsız bir şekilde terapiye gelir. Çoğu zaman danışan, terapiye başlarken değiştirmek istediği eski ve uyumsuz kalıpları olduğunu açıkça belirtir. Danışan, “Ne yapmam gerektiğini biliyorum ama ne kadar uğraşsam da başaramıyorum.” diyebilir. Sonuç olarak, eski alışkanlıklarına geri döner ve kendini başarısız hisseder.

    Bu noktada, her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini reddetmiyorum; aksine, iyi bir terapötik ilişkinin başarılı olmasının, eski duygu ve davranış kalıplarına dokunabilmesi sayesinde gerçekleştiğini vurguluyorum. Duygular üzerine yapılan araştırmalardan biliyoruz ki, duygulanım kalıpları erken yaşta beyinde oluşur ve genellikle sabit kalır (Schore, 1994). Seduction, Surrender, and Transformation (Maroda, 1999) adlı kitabımda, bu duygulanım kalıplarının nasıl oluştuğuna, mevcut uyaranlarla nasıl hızla hatırlandığına ve duyguların uyarılmasının terapötik sürecin temel bir unsuru olduğuna dair uzun bir bölüm ayırıyorum. Ayrıca, orijinal sinir yollarının hiçbir zaman tamamen silinmediğini; bunun yerine, tekrarlayan yeni düşünme, hissetme ve davranma biçimleriyle paralel yeni yolların oluşturulduğunu belirtiyorum. Bu süreç sayesinde, danışan hem aynı kalır hem de değişir.

    Bence, her terapist için en iyi çalışma hipotezi, güçlü ve tekrarlayan her düşünce veya his kalıbının geçmişte kök salmış olduğudur. Ancak, bu yerleşik duygu ve düşünce biçimlerinin ortaya çıkmasını tetikleyen uyarıcı, danışan ile terapist arasındaki mevcut etkileşim içinde gerçekleşir. Bu tetikleyici unsurun, belirli bir an içinde fark edilmesi zor, hatta imkânsız olabilir. Ancak, oradadır. İlişkisel bakış açısı, terapistleri bu yeniden canlandırmalarda kendi rollerini düşünmeye teşvik eder. Ancak, birçok ilişkisel kuramcının, geçmiş kalıpların ne ölçüde tanımlanıp terapötik olarak ele alınabileceğini tam anlamıyla kavramakta yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bu kalıplar, danışanı belli bir kategoriye sıkıştırmak yerine, üretken bir şekilde çalışılabilecek önemli veriler olarak ele alınmalıdır.

    Terapötik ilişkiyi, danışanın yerleşik varoluş biçimleri, terapistin yerleşik varoluş biçimleri ve ikisi arasındaki duygusal etkileşimlerin değişimi tetiklediği dinamik, sürekli değişen organik bir yapı olarak görüyorum. Her ne kadar sözel olarak vurgulanan öncelikli unsur danışanın deneyimi olsa da, ideal olarak terapist de odada olup bitenlere kendi katkıları konusunda açık ve dürüst olmaya istekli olmalıdır.

    İLİŞKİ KALIPLARINI TANIMLAMA

    Hirsch ve Roth (1995), Sullivan’ın (1953) tedavinin amacının, danışanın kendisini başkalarının gördüğü gibi tanımasına ve görmesine yardımcı olmak olduğunu öne süren görüşünü yineler. Wachtel (2007), danışanla içeriden dışarıya ve dışarıdan içeriye çalışmaktan bahseder; bu, danışanın kendisini nasıl gördüğü, dünyanın onu nasıl gördüğü ve ayrıca kendi geçmiş deneyimlerine ve gelecekteki beklentilerine uygun bir dış dünya nasıl inşa ettiği ile ilgilidir. Terapistin sorumluluğu, danışanın başkalarıyla nasıl ilişki kurduğunu anlamak olduğu kadar, kendisinin de danışanlarla ve kişisel hayatında nasıl davrandığını ve hissettiğini fark etmektir. Elbette, terapinin öncelikli hedeflerinden biri, danışanın kendisini net ve gerçekçi bir şekilde görebilmesini sağlamaktır. Ancak, kendi kişisel terapisine katılmamış bir terapistin bu rolü yerine getirmesi son derece zor, hatta imkânsız olabilir.

    Geçmiş ilişkilerinin terk edilme ile sona erdiğini anlatan danışanlar, terapistin de sonunda kendilerini terk edeceğini bekler ve bu yönde onu eğitirler. Bu tür danışanlar, hayal kırıklığı yaratır, eleştirir, umutsuzluk ifade eder ve bazen nankör davranırlar. Sonunda, terapistin ilişkiden çıkmak isteyeceği ve bağlı kalmak için mücadele edeceği bir durum yaratırlar. Eğer terapist de kendi hayatında terk edilme ile ilgili mücadele etmişse, bu tür danışanları hızla reddetme ve onlardan uzaklaşma eğiliminde olabilir ya da suçluluk duygusuyla aşırı telafi etmeye çalışarak, sürekli olarak eleştiriyi ve duygusal darbeleri sessizce göğüsleyebilir. Bu kitapta ilerleyen bölümlerde, bu ikinci tepkinin -yani terapistin kendini tamamen savunmasız hale getirmesinin- aslında danışanı daha da fazla reddedilme ve onaylanmama arayışına ittiğini ve danışanın terapisti daha sert bir şekilde test etmeye yöneldiğini ele alacağım.

    TERAPİSTİN GEÇMİŞİNİN TEKRARI

    Bu süreci daha da karmaşık hale getiren unsur, her terapistin kendi duygusal temalarının olması ve derin terapötik etkileşim sırasında bu temaların danışanlarla birlikte yeniden yaşanmasıdır. Karşı aktarım kalıplarının farkında olmak, iyi bir terapi yapabilmek için kritik öneme sahiptir. Meslek hayatımın başlarında, danışanlarımla derin ilişkiler kurduğumda, sadece onların değil, benim de ilkel korkularımın ve arzularımın yüzeye çıktığını fark etmeye başladım. Gün sonunda ofisten ayrılırken kendimi üzgün, kaygılı, iyimser ya da heyecanlı hissettiğimi fark ediyor, ancak bunun nedenini tam olarak anlayamıyordum. Bazı danışanlara karşı yoğun bir şefkat hissederken, bazılarına karşı öfke duyuyordum. Genel olarak, tüm gün boyunca danışan görmek beni duygusal olarak aşırı uyarılmış hissettiriyordu. Bu yüzden, kendi psikanalizime başlamaya karar verdim. Zamanla, tepkilerimin nedenlerini temel düzeyde, ancak kaçınılmaz olarak eksik bir şekilde anlamaya başladım.

    Bir danışan, benimle eğlenceli ve mizahi bir şekilde etkileşime girerek, beni annem ya da oldukça konuşkan ve esprili olan kız kardeşimle yaşadığım en güzel anlara götürüyordu. Başka bir danışan, yetersizliğim nedeniyle beni sert bir şekilde eleştirerek, gençlik yıllarımdaki güvensizliklerimi tetikliyordu. Bir diğeri ise bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır sergileyerek, beni övüyor ve çekici bulunma ihtiyacımı onaylıyordu. Bazen ise duygularımın kaynağını bulmak daha zor oluyordu. Özellikle, görünüşte sıradan geçen bir seanstan sonra, açıklanamaz bir şekilde derin bir üzüntü hissettiğimde, bilinçdışı düzeyde gerçekleşen iletişimin gerçekliğini daha fazla takdir etmeye başladım.

    Yıllarca terapi yaptıktan ve uygulamalarım hakkında yazmaya başladıktan sonra, vaka örneklerimde tekrar eden temalar olduğunu fark ettim. Aynı şeyi, literatürü okurken de gözlemledim. Özellikle, birden fazla vaka örneği içeren kitaplarda, diğer terapistlerin de kendi tekrarlayan temalarına sahip olduğunu kolayca görebiliyordum. Bunu siz de deneyin; bahsettiğim noktayı fark edeceğinize inanıyorum. Bu fenomenin farkına varmamı sağlayan terapist-yazarlardan biri, kitabındaki baskın ve tek bir odak noktasına sahip yoğun tema nedeniyle dikkatimi çekti. Her ne kadar kitabı erotizm üzerine olmasa da, neredeyse tüm danışanlarını -kadın ya da erkek fark etmeksizin- ona baştan çıkarıcı bir şekilde yaklaşıyor ve onu cinsel olarak çekici buluyormuş gibi tanımlıyordu.

    Bu kitabın yazarını şahsen tanıdığımdan, çarpıcı bir güzelliğe sahip olmadığını biliyordum. Görünümüne özen gösteren biri olsa da, doğal olarak cinsel çekiciliği olan, karşı konulmaz bir aura yayan biri değildi. Bu nedenle, bu kadar çok danışanın, kendi terapötik problemlerinden bağımsız olarak, orta yaşlı bir kadının fiziksel özelliklerine odaklanmasının son derece olasılık dışı olduğunu düşündüm. Ancak o zaman fark ettim ki, bu danışanları bilinçdışı düzeyde kendisi baştan çıkarıyordu. Bu, onun ilişki kurma kalıbıydı. Cinsel olarak çekici bulunarak doğrulanıyor ve bir anlamda, birlikte çalıştığı danışanlardan bunu talep ediyordu. Ne yazık ki, bu durumu danışanların erotik aktarımı olarak yorumladı ve bunu direnç olarak etiketledi. Bana göre, bu durum bir terapistin kendi inkâr ettiği tatmin ve onaylanma ihtiyacını danışanlarla eyleme dökerek onları bilinçdışı bir şekilde manipüle etmesinin bir örneğiydi (Langs, 1973).

    Benzer şekilde, zor danışanlarla çalışma konusundaki ünüyle tanınan bir terapistin yazdığı bir kitapta, farklı ama aynı derecede etkileyici bir kişisel tepki kalıbı gözlemledim. Bu terapistin, danışanlarını öfkelendirme konusunda o kadar şaşırtıcı bir yeteneğe sahip olduğunu fark ettim ki, birkaç danışanı, ona fiziksel zarar vermekle tehdit etmişti onu. Kendi itirafına göre, danışanlarının herhangi bir duygusal tepki alma girişimlerini sürekli olarak engelliyor, ta ki sonunda kendini kaybedip onlara patlayana kadar. İşte o anda, hem danışanlar hem de kendisi rahatlama yaşıyorlardı. Bu durumda, onları gereğinden fazla sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum, ancak nihayetinde onların ihtiyacı olan duygusal geri bildirimi sağladı ve danışanlar iyileşme gösterdi.

    Daha yakın zamanda, zengin ve başarılı erkek danışanlarıyla yaşadığı rekabet duygularını açıkça ele alan bir meslektaşımın kitabını okudum. Bu terapist, bu alandaki kendi hassasiyetinin fazlasıyla farkındaydı ve bu farkındalığını gizli güç dinamiklerini inkâr etmek yerine, mümkün olduğunca verimli bir şekilde çalışmak için kullandı. Danışanlarının başarılarını baltalamak yerine, kendi kıskançlığını ve güvensizliklerini hissetmesine izin verdi ve kendini savunmaya geçerek ya aşağılık ya da üstünlük duygusuna kapıldığı anları bilinçli bir şekilde gözlemlemeye çalıştı.

    Kendi vaka kayıtlarımı incelediğimde, tekrarlayan duygu ve davranış kalıplarımın bazılarını keşfettim. Meslek hayatımın ilk dönemlerinde, terapötik ilişkiyi genellikle, danışanlarımdan daha fazla çaba harcadığım bir yönde eğilimli hale getirdiğimi fark ettim. Seanslarda olup bitenlerden aşırı derecede sorumluluk alıyor, ardından kendimi fedakâr ama değersiz hissediyordum. Kendimi takdir edilmemiş hissettiğimde, kaçınılmaz olarak danışanlarımı suçluluk duygusuna ve kendilerini kötü hissetmeye iten bir yol buluyordum. Bu senaryoyu tekrar tekrar yaşadıktan ve danışanlarımdan, onlara yönelik ince onaylamama ifadelerimin veya daha çok çaba göstermeleri yönündeki teşviklerimin kendilerini incittiğine dair geri bildirim aldıktan sonra, değişmem gerektiğini fark etmeye başladım. Ne kadar ilerleme kaydedilmiş olursa olsun, danışanımla aramızda bir tür başarısızlık hissi paylaşılıyordu. Ve bu sonucu ben yaratıyordum.

    Ayrıca, bana hemen üstünlük kurmaya çalışan danışanlarla çalışmakta zorlandığımı fark ettim. Çocukluk yıllarımda sürekli olarak benden büyük bir kardeşim tarafından domine edildiğim için, bana başlangıçta bu şekilde yaklaşılmasına karşı güçlü bir tepki geliştirmiştim. (Bu kitap boyunca sunacağım vaka örneklerinde, kendi hassasiyetlerimin daha da belirgin hale geleceğini göreceksiniz.)

    Burada anlattıklarım kısa ve genel gözlemler olsa da, ana fikrimi yeterince ortaya koyduğumu umuyorum. Her terapist, kendi geçmişini ve beklentilerini terapi sürecine taşır ve belirli bir ölçüde, terapi boyunca kendi duygu, davranış ve beklenti kalıplarını yeniden canlandırır. Sadece danışanlarımız bizi kendi bakımverenlerinin tepki verdiği şekilde yanıt vermeye yönlendirmez, aynı zamanda biz de danışanlarımızı, farkında olmadan, bize tanıdık gelen biçimlerde yanıt vermeye teşvik ederiz (Wachtel, 1993, 2007). Bu tekrarlayan senaryoları tamamen ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu düşünsem de, onları tanımlamak ve onlarla çalışmak mümkündür. Bu süreci başlatan taraf hem terapist hem de danışan olabilir. Ayrıca, biz terapistler olarak kendi tekrarlayan ilişki kalıplarımızın farkında olduğumuzda, danışanlarımızı dünyaya dair kendi bakış açımıza yanlış bir şekilde yerleştirmeye çalıştığımızda onların reddine daha sağlıklı bir şekilde yanıt verme pozisyonunda oluruz.

    Bence, iyi bir terapist-danışan eşleşmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri, karşılıklı etkileşimin tamamlayıcı ve istenen bir matris oluşturmasıdır. Geniş bir çerçevede, danışan ve terapistin ilişki kurma ve bağlanma biçimlerinin uyumlu olması gerekir. Bazı kritik alanlarda birbirlerine uyum sağlamalı, bazı alanlarda birbirlerini tamamlamalı ve optimum düzeyde birbirlerini zorlamalıdırlar. Örneğin, yakınlığa tahammül edemeyen bir danışan, bu mesleği kendi samimiyet ihtiyacını karşılamak için seçmiş bir terapistle muhtemelen iyi bir eşleşme oluşturamaz. Tıpkı dostluklar ve romantik ilişkilerde olduğu gibi, en başarılı terapist-danışan ilişkilerinde taraflar genellikle aynı temel değerleri paylaşır, benzer bir duygusal yapıya sahiptir, ancak kendilerini farklı şekillerde ifade ederler. Biri içe dönük, diğeri dışa dönük olabilir. Biri sabah insanı, diğeri gece insanı olabilir. Biri çok sosyal, diğeri yalnız kalmayı daha çok seven biri olabilir. Ancak, başarılı bir terapötik ilişkide, taraflar arasında güçlü bir bağ kurulmasını sağlayacak kadar ortak erken deneyim (early experience) bulunur. Eğer bu temel insani bağlantı noktasında taraflardan biri diğerini gereğinden fazla zorlarsa, ilişki başarısız olur.

    Kendi adıma, her yeni terapi sürecinin başında kendime, danışanımla ilgili olarak ne düşündüğümü ve hissettiğimi sorarım. Bu kişiyi neden tedavi etmek istiyorum? Bu süreci potansiyel olarak tatmin edici görmeliyim ki, onunla çalışmayı kabul etmiş olayım. Bu kişinin hisleri veya ihtiyaçları, benim kendi hislerim veya ihtiyaçlarımla, keyif aldığım ya da hoşlanmadığım şeylerle nasıl örtüşüyor? Bu kişiye ne sunabilirim ya da sunamam? Benzer acılar veya korkular yaşamış olabilir miyiz? Aynı hayalleri ve arzuları hangi ölçüde paylaşıyoruz? Bu danışanla birlikteyken kendimi hangi açılardan rahat hissediyorum? Eğer varsa, kaygım nerede? Dışa vurum biçimlerimiz çok farklı olsa bile, ortak bir dil konuşuyor gibi miyiz? Bu kişinin hayatında gerçek bir duygusal fark yaratabileceğimi düşünmemi sağlayan şey nedir ve bunu nasıl yapmayı planlıyorum? (Buechler, 2008). Bir danışanla ilk kez görüşürken, düşünce ve hislerimin serbestçe akmasına izin vermek, onunla iyi bir eşleşme sağlayıp sağlamayacağım konusunda en iyi kararı vermeme yardımcı olur.

    İŞ BİRLİKÇİ İLİŞKİYİ TESİS ETME

    Bir danışan ve ben birlikte çalışmaya karar verdikten sonra, danışana terapi süreci hakkında bilgi vermeye başlarım. Bazen, danışan pratik bir yaklaşıma sahiptir ve hemen kendi tarafından terapinin ilerlemesine nasıl katkıda bulunabileceğini bilmek ister; bu durumda, bu bilgilendirme süreci tek seferde gerçekleşebilir. Diğer durumlarda, danışanın mevcut semptomlarını ve endişelerini ifade etmek için birkaç seansa ihtiyacı olabilir; bu durumda, terapi sürecine dair bilgilendirme daha sonra devreye girer. Bu tür bir konuşmanın zamanlaması kesin değildir ve birkaç seans boyunca küçük parçalar halinde gerçekleşebilir. Ancak, bu bilgilendirmenin terapi sürecinin erken döneminde mutlaka yapılması gerekir.

    Danışanlarıma, terapideki rollerinin pasif olmadığını, aksine terapötik sürecin aktif katılımcıları olduklarını anlatırım. Eğer seansları benim başlatmamı isterlerse, neden bunu kendilerinin yapmalarının önemli olduğunu açıklarım ve özellikle duygu meselesine odaklanırım. Hangi konunun o an için onlar açısından en yüksek duygusal değere sahip olduğunu benim belirlemem mümkün değildir. Geçmişte önemli olan belirli meseleleri gündeme getirebilirim, ancak o an için duygusal olarak neyin en önemli olduğunu bilmek danışanın sorumluluğundadır. Ayrıca, seans içeriklerinin sorumluluğunu üstlenmelerinin önemini vurgularım. Benim rolüm rehberlik etmek ve süreci kolaylaştırmaktır, neyin önemli olduğunu belirlemek değil.

    Eğer danışan kaygılı hissediyor ve hiçbir konu aklına gelmiyorsa, zaman zaman “durgunluk (the lull)” olarak adlandırdığım bu anlarda düşünebileceği bazı olası konular öneririm. Ancak, önerilerim her zaman doğrudan danışanın deneyimine dayalı konulara odaklanır. Bunlar arasında bir önceki seans hakkında herhangi bir düşünce veya his, son seanstan bu yana yaşadığı düşünceler, hisler veya olaylar ve o gün seansa gelme konusundaki hisleri yer alır. Ayrıca, danışanları terapi süreci hakkında bilgilendiririm ve değişimin duygunun deneyimlenmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklarım. Bu nedenle, herhangi bir seansta ne hakkında konuşacaklarına karar verirken, hangi konunun kendilerinde en güçlü hisleri uyandıracağını kendilerine sormalarının önemli olduğunu belirtirim.

    Danışanlarımı, terapi süreci hakkında hem genel hem de özel olarak nasıl hissettiklerini benimle paylaşmaları için cesaretlendiririm. Söylediklerimle ilgili geri bildirimde bulunmalarını, terapinin herhangi bir şekilde raydan çıktığını düşünüyorlarsa bunu bana bildirmelerini isterim. Onlara, terapiyi yönlendirmek ve sınırları korumaktan benim sorumlu olduğumu, ancak bunu en iyi şekilde yapabilmem için birlikte çalışarak en derin hislerini ve kaygılarını ele almamız gerektiğini söylerim. Onların terapi sürecinin doğasını anlamalarına yardımcı olmak için rehberlik etmeye ihtiyacı olduğu gibi, benim de onlardan hangi şeylerin yararlı, hangi şeylerin yararsız olduğu konusunda geri bildirim almaya ihtiyacım var. Ayrıca, onlar üzerindeki etkimi bilmem gerekir, özellikle de bu etki terapötik ilişkiyi herhangi bir şekilde sekteye uğratıyorsa.

    Çoğu danışan, işbirlikçi bir terapötik ilişki fikrini beğenir ve bu yaklaşımın kendilerine güç kattığını hisseder. Terapötik ilişkiye işbirlikçi bir süreç olarak yaklaşmanın, danışanlarda sorumluluk duygusunu pekiştirdiğine ve önemli ölçüde gerileme (regresyon) yaşadıkları durumlarda bile çocukça bağımlılığı en aza indirdiğine inanıyorum. (Bu konuyu bir sonraki bölümde ele alacağım.) Eğitici süreç (educative process), danışanları terapi sürecinde karşılaşacakları deneyimlere hazırlar ve bilinmeyenle karşılaştıklarında yaşadıkları kaygıyı azaltır. Kendilerinde gerçekleşen değişimleri anlamaları, onlara daha büyük bir kontrol ve istikrar duygusu kazandırır.

    Örneğin, hafta sonu anksiyete atağı ve depresyon yaşayan bir danışan, pazartesi günkü seansına gelip şöyle diyebilir: “Geçtiğimiz hafta sonu gerçekten çok kötü hissettim ve korktum. Seni aramayı düşündüm ama sonra neden böyle hissettiğimi fark ettim ve telefonla bana fazla bir şey sağlayamayacağını anladım. Bu yüzden seni rahatsız etmek yerine, seansıma kadar beklemeye karar verdim.” Mesleğe ilk başladığımda, danışanlarımda belirgin regresyon (gerileme) belirtileri gözlemlediğimde bunu onlara açıklamazdım. Sonuç olarak, seans aralarında panikle beni ararlar ve “Neler oluyor? Deliriyor muyum?” diye sorarlardı. Ancak, terapi süreci hakkında içgörü kazanan danışanlar, zor zamanları kendi başlarına daha iyi atlatır. Bu da onların çaresizlik hissini azaltır ve terapiste derin bağımlılık geliştirmelerinin önüne geçer.

    Bazı danışanlar terapi süreci hakkında daha fazla şey bilmek isterler ve buna daha fazla ihtiyaç duyarlar. Genellikle, ilk birkaç seansta hedef belirleme, ücretlerin ödenmesi, seansların sıklığı, duygusal dürüstlüğün gerekliliği gibi temel bilgileri veririm. Ancak, danışanın duygusal durumu ve mevcut ihtiyaçları her zaman önceliklidir. Bu yüzden, bazı durumlarda bu konular ilk seansta ele alınabilirken, bazı durumlarda birkaç seans beklemek gerekebilir. Terapi ilerledikçe, gerekli gördükçe ek bilgiler vermeye devam ederim. Genellikle danışanların sorularına yanıt olarak açıklamalar yaparım, ancak bazen de ortaya çıkan bir durumu ele almak gerektiğini düşünerek eğitici süreci ben başlatırım.

    Örneğin, bir danışan aniden seanslarına geç gelmeye başlarsa, bu durumu onunla konuşurum. Genellikle, ilk tepkisi şu yönde olur: “Bilmiyorum.” “Son zamanlarda işten çıkmakta zorlanıyorum.” Ancak, gecikmenin gerçek nedeni bilinçdışıdır ve keşfedilmesi gerekir. Bu nedenle, sadece danışanı daha fazla düşünmeye zorlamak yerine, bu konuyu birlikte ele almamız gereken bir mesele olarak görürüm. Eğer danışan bir açıklama getirmekte zorlanıyorsa, şöyle bir şey söyleyebilirim: “Bakalım… Son üç seansta geç kaldın. Tahminimce, yaklaşık bir ay önce, ya seans içinde ya da dışında bir şey oldu ve buraya gelmekle ilgili bir iç çatışma yaşamaya başladın. Bunun ne olabileceğini merak ediyorum.”

    Bu noktada, danışanın ne söyleyebileceği hakkında bir fikrim olabilir ya da olmayabilir. Ancak, hangi durumda olursa olsun, öncelikle danışanın meseleyi kendi başına fark etmesine fırsat vermek isterim. Örneğin, basitçe “Bir ay önce ne oldu?” diye sormak bile bir tepkiyi tetikleyebilir. Danışan şunları söyleyebilir: “Aman Tanrım, tamamen unutmuşum! Bir seansta söylediğin bir şeye gerçekten sinirlenmiştim, ama bu tamamen aklımdan çıkmış.” “Anne babama ne kadar öfkeli olduğumdan bahsettiğimi hatırlıyorum. Seansı bitirdiğimde kendimi çok suçlu ve nankör hissettim. Onlara ihanet etmişim gibi geldi ve bir daha bunu yapmak istemedim.” Eğer danışan hiçbir şey hatırlamıyorsa ve benim aklımda birkaç olasılık varsa, bunları ifade eder ve danışanın ne düşündüğünü sorarım. Bazen bu, danışanda bir “Aha!” deneyimi yaratır, bazen ise pek bir fark yaratmaz. Eğer hiçbir sonuca ulaşamazsak, şöyle derim: “Muhtemelen henüz fark edemediğimiz bir şey var, ancak bunun zamanla açığa çıkmasını umuyoruz.”

    ANDREA VAKASI

    Andrea, terapiye yeni başladığı hukuk firmasında işini kaybetmemek için gelen bir avukattı. Terapiye başladığında 30’lu yaşlarının başındaydı ve daha önce iki hukuk firmasından kovulmuştu. Bunun nedeni, meslektaşlarına ve destek personeline karşı sergilediği saldırgan ve kaba davranışlardı. Müvekkilleriyle çoğunlukla iyi çalışıyor ve başarılı bir dava avukatı olarak görülüyordu. Ancak, zamanla yöneticileri, diğer avukatlara ve idari personele karşı sergilediği kavgacı ve kırıcı tavırdan bıktıkları için onunla yollarını ayırıyorlardı.

    Andrea, hem önceki meslektaşlarıyla yaşadığı sorunlu ilişkiler hem de kalıcı bir romantik ilişki sürdürememesi nedeniyle bir şeyleri yanlış yaptığını kabul etti. Çok yalnız olduğunu itiraf etti ve hayatının geri kalanını bu şekilde sürdüremeyeceğini fark etti.

    Andrea’nın birkaç arkadaşı vardı, ancak sıklıkla onların kendisini ihmal ettiklerini ve görmezden geldiklerini hissediyordu. Hayatından umutsuzdu -pek çok yeteneği ve hayata olan tutkusu olmasına rağmen sonunda yalnız ve işsiz kalmaktan korkuyordu. Etrafındaki insanlara öfkeliydi ve onları “aşırı hassas” ve “zayıf” olarak tanımlıyordu. Kimsenin onu doğrudan davranışlarıyla ilgili yüzleştirmediğini, bunun yerine çocuk gibi amirlere/büyük ortaklara (senior partner) şikayet ettiklerini söyledi. “İnsanlar neden bu kadar korkak?” diye sordu ve neden şikayetlerini doğrudan kendisine iletip meseleyi birlikte çözemeyeceklerini merak etti.

    Andrea’nın sorunları için başkalarını suçlamaya olan belirgin eğilimine rağmen, insanların genellikle sağlıklı öfke ifadelerine ve çatışma çözme fırsatlarına dirençli olduğu yönündeki gözlemini anlayabiliyordum ve buna empati duymaktan kendimi alamıyordum. Her ne kadar aşırı saldırgan olduğunu ve bazı iş arkadaşları için korkutucu olabileceğini bilsem de, sorunun tamamen ona ait olmadığını da fark ediyordum. Onun hayal kırıklıklarına karşı içten bir anlayış sergilemem, aramızda bir bağ oluşmasını sağladı ve terapi ilerledikçe Andrea’nın kendi durumundaki sorumluluğunu vurgulamama olanak tanıdı. Andrea, “Eğer sürekli kovuluyorsam ve kimse benimle çıkmak ya da evlenmek istemiyorsa, bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım.” diyerek durumu yineledi. Bu artan öz farkındalık ışığında, hayatının kontrolünü ele alma ve davranışlarını değiştirme potansiyeli olduğunu hissediyordum. Eğer yalnızca başkalarını suçlamaya devam etseydi, onunla çalışmayı kabul etmezdim.

    Andrea’nın semptom profili borderline kişilik bozukluğunun karakteristik özellikleriydi. Kötü huylu narsisist annesi tarafından duygusal ihmal ve istismara maruz kalmıştı. Babası o daha altı yaşındayken evi terk edip başka bir eyalete taşınmıştı. Annesi bir daha hiç evlenmemişti. Bu durum, Andrea 13 yaşına geldiğinde anne-kız arasında hiçbir engel bırakmadı ve bu iki dediğim dedik kadın alabildiğine çatışmaya başladılar. Kısa süre sonra Andrea sokaklarda e…rar içiyor ve onu isteyen herkesle s…ks yapıyordu. Ancak sonunda bu seçimlerin felakete yol açabileceğini fark etti. Bunun olmasına izin vermeyeceğine karar verdi. Lisede daha çok çalıştı, mükemmel bir üniversiteye girdi ve mezun oldu, ardından hukuk fakültesinde de aynısını yaptı.

    Ona hayatını nasıl tersine çevirdiğini sorduğumda, bunu, okuldan sonra garip bir işte çalışırken tanıştığı yaşça büyük bir adama borçlu olduğunu söyledi. Bu adam onunla birlikte olmuştu, ancak aynı zamanda ona karşı oldukça şefkatli ve nazik davranmıştı. Andrea’ya, yüksek zekasını boşa harcadığını ve hayatını mahvetmek üzere olduğunu söylemişti. Ona, kendi hayatı gibi bir sona sürüklenmemesi gerektiğini öğütlemişti: orta yaşlı, hiçbir şey kazanmayan ve bir yere varamayan biri olmaması gerektiğini söylemişti. Andrea onu dinlemişti. Bu, bana onun hakkında iki önemli şey söyledi: Birincisi, birine bağlanabiliyor ve birinin onun için önemli olmasına izin verebiliyordu. İkincisi, eğer kendisi de isterse, dinleyip değişebiliyordu. Bu yüzden ona muhtemelen yardımcı olabileceğime karar verdim.

    Terapinin ilk yılı büyük ölçüde Andrea’nın çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair sıkıntılı hikâyelerini dinlememle geçti. Onun hayal kırıklığını, korkusunu, öfkesini ve yalnızlığını anlayışla dinledim. Yavaş yavaş, tolere edebildiği ölçüde, ona dair gözlemlerimi paylaşmaya başladım. Örneğin birgün, stajyer avukatının kendisine yönelik sözlü tacizden şikâyet etmesi üzerine sinirli bir şekilde seansa geldiğinde, bana aralarındaki etkileşimi ayrıntılı şekilde anlatmasını istedim.Terapide belirlediğimiz hedeflerden biri, onun bu işte kalmasına ve hukuk camiasında dışlanmamasına yardımcı olmaktı, bu yüzden iş yerindeki davranışlarını değiştirmesi konusunda ona yardımcı olma sorumluluğunu fazlasıyla hissettim.

    Öfkesini kontrol edemeyen kişilerde sıklıkla görüldüğü gibi, Andrea’nın öfkelenmesine yol açan somut bir olay vardı. Stajyer avukat, Andrea’nın o gün mahkemeye sunması gereken önemli bir dilekçeyi kötü bir şekilde hazırlamıştı. Üstelik bu, ilk hatası da değildi. Ancak, Andrea onu bir kenara çekip yaptığı işten duyduğu memnuniyetsizliği ifade etmek yerine, diğer çalışanların önünde ona bağırarak hakaret etti. Bunun üzerine stajyer avukat gözyaşlarına boğulup oradan uzaklaştı.

    Andrea, diğer çalışanların davranışına ne kadar şaşırdığını fark etti ve bana, “Anlamıyorum. Bu kadın ofiste aylak aylak dolaşıyor, işini kötü yapıyor, ben de bunu dile getiriyorum ve kötü adam ben oluyorum, öyle mi?” dedi. Bu, ona sosyal olarak kabul edilebilir davranışlar hakkında eğitim verme fırsatı sundu. Andrea’ya, onun kontrolsüz tepkisinin aslında baştaki haklı şikayetini geçersiz hale getirdiğini anlattım. Kim olursa olsun, eğer birini sözlü olarak aşağılar ya da hakaret edersen, karşı tarafın hatası ne olursa olsun otomatik olarak haksız duruma düşersin, diye açıkladım. Andrea’nın cezalandırıcı tepkileri, başkalarının yaptığı hatalardan çok daha ağırdı. Zamanla, çoğu insanın aşırı düzeyde çatışmadan kaçındığını, ancak onun ise tam tersine çatışmayı fazlasıyla körüklediğini görmesine yardımcı oldum. Üretken bir iletişim ve sağlıklı bir çatışma çözümü açısından her iki uç yaklaşımın da işe yaramaz olduğunu tartıştık.

    Andrea’ya duygusal sorunları hakkında da eğitim verdim ve bunun kısmen genetik, kısmen çevresel faktörlerden kaynaklandığını ancak tamamen ortadan kalkmayacağını söyledim. Yoğun duygularını yönetmeyi öğrenmesi, daha az saldırgan ve daha fazla kendini ifade edebilen [girişken] biri haline gelmesi gerektiğini vurguladım. Kendini daha az hayal kırıklığına uğramış hissetmedikçe dürtü kontrolünü geliştiremeyeceğini düşündüğümü belirttim. Eğer davranışları önemli ölçüde düzelecekse, kronik yalnızlık ve reddedilme hislerini azaltması gerektiğini anlattım. Yakın ilişkilerinin olmaması ve diğer insanlarla sık sık çatışma yaşaması, onu günlük yaşamında neredeyse hiçbir duygusal tatmin kaynağı olmadan bırakıyordu. Aşırı duygusal mahrumiyet içindeyken değişim sağlamanın herkes için zor olduğunu açıkladım. Andrea, bu sözlerimi anlaşıldığını hissederek kabul etti. Önceden tahmin ettiğimiz gibi, biriyle çıkmaya başladığında ve bu ilişki birkaç randevudan uzun sürdüğünde, iş yerinde insanlarla daha rahat iletişim kurmaya ve daha az çatışma yaşamaya başladı.

    Birgün seansına oldukça üzgün ve şaşkın bir şekilde geldi. Önceki akşam iş çıkışı bir video mağazasına uğradığını ve kasiyerle olumsuz bir karşılaşma yaşadığını söyledi. Uzun bir kuyrukta beklemişti ve bu durum onu fazlasıyla sinirlendirmişti. Nihayet sırası geldiğinde, kasaya videosunu koyduğunda kasiyer ona bağırarak, “Bana videoyu fırlatma! Kendini ne sanıyorsun? Başka bir yerden kirala!” demişti. Yoğun mağazadan utanç içinde ve öfkeyle ayrıldığını anlattı. Daha sonra ATM sıralarında ve marketlerde de benzer olaylar yaşadığını hatırladı. Hatta bir keresinde bir adamın kendisini dövmekle tehdit ettiğini söyledi.

    Andrea itiraf etti ki durumu bir türlü anlayamıyordu. Önceki gece video mağazasında yaşananları baştan anlatmasını istedim. “Bu adama gerçekten videoyu fırlattın mı?” diye sordum. “Hayır, fırlatmadım,” diye yanıtladı. “Peki, o halde sence neden bu kadar emin bir şekilde sana bağırdı?” Andrea bir an duraksadı, ardından “Aslında gerçekten fırlatmadım. Ama belki biraz sertçe bırakmış olabilirim. Belki de yapmamam gerekiyordu. Uzun süre beklediğim için hayal kırıklığımı gösteriyordum. Ama kesinlikle ona doğru atmadım,” dedi. Ardından, kendi davranışları nispeten kontrol altında olsa bile, başkalarında öfkeyi tetiklemenin kendisi için olağan olduğunu söyledi. Bu kalıbı anlamasına yardımcı olup olamayacağımı sordu.

    Bunu hemen anlayabildim çünkü ben de Andrea ile benzer duyguları deneyimlemiştim. Ofiste kötü bir gün geçirdiğinde, seansa öfkeyle dolu bir yüz ifadesi ve beden diliyle gelirdi: duruşu, yüz ifadesi ve hatta hareketleri ilkel bir öfke taşıyordu. İyi bir gününde bile yüksek bir gerginlik seviyesi hissediliyordu ve öfkesi her an alevlenebilir gibi görünüyordu. Bu yüzden ona, onun sürekli durumu ya da homeostazisinin, savunmacı bir hayal kırıklığı ve öfke düzeyinin yükselmiş bir hali olduğunu açıkladım. Kendini “iyi” hissettiğinde bile, başkalarına öfkeli görünüyordu ve bu durum onların korkmasına ve onun varlığında savunmaya geçmesine neden oluyordu. Bu da duyguların bilinçdışı “bulaşıcılık” faktörünü gözler önüne seriyordu.

    Andrea’nın üstü örtülü öfkesiyle başa çıkmakta sık sık zorlanıyordum çünkü ben de benzer sorunları olan bir kardeşle büyümüştüm. Kardeşim Andrea kadar şiddetli olmasa da, bazı ortak özellikler taşıyordu. Küçüklüğümde onun dünyaya duyduğu öfkenin hedefi gibi hissettiğim zamanlar olmuştu ve bu deneyim, Andrea gibi danışanlarla çalışırken bana hem içgörü hem de bir tür rahatlık sağlıyordu. Ancak bu durum bazen onun eleştirilerine ve sözel saldırılarına karşı aşırı duyarlı olmama da yol açıyordu. Kimi zaman, ona açıklamaya çalıştığım savunmacı tepkiyi bizzat kendimde de gördüğüm oluyordu ve bu anları fark ettiğimizde, açık bir şekilde tartışarak ele alıyorduk.

    Yine de, Andrea’nın bastırılmış öfkesine dair yaptığım açıklamalara ilk tepkisi hayal kırıklığıydı. Farkında bile olmadığı bir şeyi nasıl değiştirebilirdi? Kendi kişiliğinin temel bir yönünü nasıl dönüştürebilirdi? Ona, savaşmaya hazır olma halinin tamamen bilinçdışı olduğundan şüpheli olduğumu söyledim. Evet, bu duruma alışmıştı ve genellikle ne kadar savunmacı ve öfkeli olduğunun farkında değildi. Ama gerçekten tamamen habersiz miydi? Bu fikri onunla daha fazla sorguladığımda, ona kendi gerginliğini hissedip hissetmediğini ve başkalarının tepkilerini sezip sezmediğini sorduğumda, bunu kabul etmek zorunda kaldı. Ama yine de ne yapacağını bilmiyordu. Onunla, kim olduğunu kabul etmesi, hislerinin daha fazla farkına varması ve öfkesini patlama noktasına gelmeden önce uygun şekilde ifade etmesi üzerine çalıştık. Borderline kişilik bozukluğu olan birçok danışan son derece pasif ve bastırılmış olup, yalnızca dayanamayacak duruma geldiklerinde öfkelerini açığa çıkarırlar. Andrea, borderline kişilik bozukluğu olan pek çok danışandan daha az pasifti, ancak yine de çoğu zaman öfkesini ve hayal kırıklığını ifade etmek için çok uzun süre bekliyordu. Ayrıca, kendini yatıştırmayı ve rahatlatmayı öğrenmesinin ne kadar önemli olduğunu da konuştuk.

    Bazen oldukça yoğun duygusal etkileşimlerimizi dışarıda bıraktım çünkü en zor danışanlarla bile terapinin eğitici ve iş birliğine dayalı yönlerini vurgulamak istedim. Andrea’yı, borderline kişilik bozukluğu olan bireylerin tedavisinde karşılaşılan özel sorunlara ayrılmış olan Yedinci Bölüm’de daha ayrıntılı olarak ele alacağım.

    LAURA VAKASI

    Yaklaşık bir buçuk yıldır Laura’yı tedavi ediyordum. O, fizik muayenesi sırasında ağlamaya başlamasının ardından doktoru tarafından yönlendirilmiş, düşük ücretli (low-fee) bir hastaydı. Doktoru, tansiyonunun çok yüksek olduğunu ve kilo vermesi gerektiğini söylemişti. Laura, 50 yaşında, çocuksuz, boşanmış ve yalnız yaşayan bir kadındı. Bir ofis yöneticisi olarak çalışıyordu ve işkolikti. İş dışında yaptığı başlıca aktiviteler yemek yemek ve televizyon izlemekti. Hafta sonları, birkaç mil ötede yaşayan yaşlı ebeveynlerini ziyaret ediyordu. Haftada bir kez, bir kardeşiyle, iş arkadaşıyla veya arkadaşıyla sosyal bir etkinliğe katılıyordu. Boşanmasından beri, yani on yıldır depresyonda olduğunu söylüyordu, ancak belirtileri son birkaç yıl içinde daha da kötüleşmişti. Daha önce hiç terapi almamıştı ama doktorunun terapiyi önermesi ve ona benim adımı vermesi onu rahatlatmıştı.

    Tedavinin yaklaşık altıncı ayında, Laura’nın haftada iki kez gelebilmesi için ücretini düşürmeyi teklif ettim. Bu teklifi kabul etmekte isteksizdi, kendini suçlu ve değersiz hissediyordu, ancak sonunda kabul etti. O zamana kadar bana güçlü bir bağ kurmuş ve belirgin bir semptom iyileşmesi göstermişti. Bu teklifi yapmamın nedeni, beklediğimin aksine gerileme göstermeye başlamasıydı; iyileşmeye devam etmek yerine, gerilemeyle ilişkili aşırı acı çekme ve özlem belirtileri sergilemeye başlamıştı.

    Seanslarını artırdıktan sonra tekrar iyileşmeye başladı. Bana olan bağlılığı giderek güçlendi ve bir gün bana, beni sevdiğini söyledi. Laura’nın terapisi yoğun geçti ve canlı bir diyalog sürecini içeriyordu. Aşağıda, terapisi sırasında aramızda gerçekleşen iki önemli duygusal etkileşimi paylaşıyorum.

    Laura ile ilişkim olumlu olsa da, başlangıçta onu bir danışan olarak kabul ettiğim için büyük bir heyecan duymamıştım. İlk randevuyu almak için aradığında yaşından daha genç bir ses tonuna sahipti, canlı ve samimi bir şekilde konuşuyordu. Bana, psikanalitik bir yaklaşım benimsediğimi duyduğunu ve depresyonunun özüne inmek istediğini söyledi.

    Doğal olarak, bu sözler kulağıma müzik gibi gelmişti ve onunla tanışmayı dört gözle bekliyordum. Bekleme odasının kapısını açtığımda ise karşıma iyi bakımlı olmasına rağmen hiç de şık olmayan, yaşlı ve obez bir kadın çıktı. Terapistler genellikle sofistike, iyi giyimli, varlıklı danışanlarını fark etmeye eğilimlidirler. Ancak işin diğer tarafı pek konuşulmaz -bu durumda, benim için hayal kırıklığı yaratan şey, büyük olasılıkla değişmek için fazla yaşlı olduğunu düşündüğüm, hayal kırıklıklarıyla başa çıkmak için yiyeceklere yönelen, fiziksel olarak hareketsiz ve sağlık sorunları olan, zeki ama herhangi bir akademik eğitimi bulunmayan birini tedavi edecek olmamdı. Daha da kötüsü, maddi durumu hiç iyi değildi. Sağlık sigortası oldukça kısıtlıydı, takvim yılı başına haftada bir seans bile karşılamıyordu ve kredi kartı borçlarıyla boğuşuyordu. Laura, beklediğim harika yeni danışan değildi.

    Onu görmeye devam ettim, büyük ölçüde ilk seansta hıçkıra hıçkıra ağlaması ve büyük bir acı içinde olması nedeniyle. Depresyonunu hafifletmek için çaresiz olduğunu, ancak ilaç kullanmadan psikoterapiyi denemek istediğini söyledi. Ona, yiyeceklerin onun için bir tür ilaç işlevi gördüğünü söyledim ve bunu kabul etti. Özellikle yüksek tansiyonunun bir sorun olması nedeniyle, (doktorunun onayıyla) egzersiz yapmasını önerdim. Yürüyüş yapmaya başlamayı kabul etti. İlk seansın sonunda, onu tedavi etme konusunda kendimi oldukça iyi hissettim. Analitik terapi için uygun bir aday olmasa da, kesinlikle terapiye ihtiyacı olan, makul ve sempatik bir kadındı. Ve hayatını değiştirmek istiyordu.

    Laura’nın terapisine başladıktan birkaç ay sonra, onu görmeyi dört gözle beklediğimi fark ettim. Oyunbaz bir yapıya sahipti ve harika bir mizah anlayışı vardı, ancak bu mizah anlayışını çoğu zaman kendi aleyhine kullanıyordu. Her seansta hem bir yaşam sevinci hem de yoğun bir umutsuzluk hissi sergilemeyi başarıyordu. Son derece konuşkandı ve seansları kolayca doldurabiliyordu. Ayrıca, yaptığım yorumları dinleyip içselleştirebiliyor ve hayatına dair hızla içgörü kazanabiliyordu. Geri bildirim almayı çok seviyordu ve bir memnun edici olarak, bu geri bildirimlerle neler yapabileceğini bana göstermeye bayılıyordu. Onu bekleme odasında karşıladığımda, bana gülümseyerek selam verirdi. Beni görmekten ve seansına katılmaktan büyük bir mutluluk duyuyordu. Kısa süre sonra, ona ne kadar bağlandığımı fark ettim.

    Biz yakınlaştıkça, Laura bana daha fazla acısını gösterdi. Hayatındaki en büyük acının, kimse için önemli olmadığını hissetmek olduğunu sürekli dile getiriyordu. Başka bir insana sunabileceği hiçbir şeyin olmadığını bilmenin katlanılmaz olduğunu söylüyordu. Başka birinin hayatını zenginleştiremeyeceğine inanmayı nefret ettiği bir şey olarak tanımlıyordu. Onun yanıldığını anında biliyordum, çünkü benim hayatımı zenginleştiriyordu. Ayrıca, bu kaygısının doğası beni derinden etkiliyordu. Tedavi ettiğim çok az kişi, başkalarına ve dünyaya olan katkıları konusunda bu kadar endişe duyuyordu. Laura, çaresizce bir fark yaratmak istiyordu ve şimdiye kadar bunu başaramadığına ve asla başaramayacağına emindi.

    Bu beni onunla yaşadığım ilk zor ana getirdi. Bu senaryoyu defalarca bana anlatmıştı ve benden bir tür yanıt beklediğini biliyordum. Ama ne? Ailesinin ve arkadaşlarının sürekli onu teselli etmeye ve kurtarmaya çalıştığını söylüyordu. Kendisinin bu acıma tepkisini tetikleyen bir şey yaptığını bildiğini ama çaresiz ve muhtaç biri olarak görülmekten nefret ettiğini dile getiriyordu. Bu yüzden ona aşırı sempati gösteren ya da boş bir teselli sunan herhangi bir şey söylememem gerektiğini biliyordum. Acısını hafifletmemi istemiyordu ama benden bir şey bekliyordu. Ne? Aklımdan onu kurtarmaya yönelik kısa süreli fanteziler geçti; ona derinden önem verdiğimi söylemek istedim ama bunu yapmamam gerektiğini de biliyordum.

    Bir sonraki seansta, yine kimse için önemli olamayacağını ve başkalarına gerçekten anlamlı bir şey sunamayacağını söylediğinde, “O zaman neden seni görmek için sabırsızlanıyorum?” dedim. Bana baktı, sözlerimi duyduğunu belli etti, sonra gözlerini kaçırıp mırıldandı: “Bilmiyorum.” Söylemeye devam etti ama benim yorumumu doğrudan ele almadı. Yine de yüz ifadesi ve beden dili, sözlerimin onda bir etki yarattığını gösteriyordu. Bir sonraki seansta, benim onu görmek için sabırsızlandığımı söylememin zihnine takıldığını ve onun için çok anlamlı olduğunu söyledi. Ancak hemen ardından, bunun inanılmaz göründüğünü ekledi. Ona, söylediğimi samimiyetsiz bulup bulmadığını sordum. “Hayır, bunu uydurduğunu düşünmedim,” dedi. Sadece kendisiyle ilgili duygu ve düşüncelerini değiştirmenin çok zor olduğunu belirtti. Benim sözlerimi, kendisi hakkındaki yerleşik algısıyla bağdaştıramıyordu: “Sadece senin söylediklerinle değişemem, biliyorsun.” Ona gülümsedim ve bunu tamamen anladığımı söyledim. Kendisini nasıl gördüğünü değiştirmesinin uzun zaman alacağını biliyordum. Hâlâ kendine yönelik nefretini hissetmeye ve ifade etmeye ihtiyacı vardı. Onun da anlaşıldığını bilmekten memnun olduğunu gördüm. Benim sözlerimin ona bir umut verdiğini söyledi. İşte benden ihtiyacı olan şey buydu -ona yeterince önem verdiğimi ve birgün benim için gerçekten önemli olabileceği umudunu hissettirmek.

    Ve elbette, benim için gerçekten önemli olduğuna dair bilinçdışı bilgisini onaylamama da ihtiyacı vardı. Daha önce de belirttiğim gibi, ona saygı duyuyordum ve zamanla ona ve yaşadıklarına gerçekten önem vermeye başladım. Duygulanım literatüründe okuduğum her şey, klinik deneyimlerimle örtüşüyordu: İnsanlar, bilinçdışı düzeyde de olsa, birbirlerinin ne hissettiğini bilirler. Benim için terapi, onu, her iki tarafın da daima birbirlerinin hislerini bildiği bir süreç olarak gördüğümden beri çok farklı bir boyut kazandı.

    Erken dönem deneyimler, mevcut gerçekleri kabullenmede bir engel oluşturabilir. Wachtel’in (2007) belirttiği gibi, Laura’nın kendine dair algısının, benim ve diğerlerinin ona karşı gerçekten nasıl hissettiği yönünde değişmesi gerekiyordu. Ancak bu değişim yalnızca içgörü yoluyla gerçekleşemezdi. Gerekli olan, duygularında gözle görülür bir değişime yol açacak, bir dizi kademeli duygusal deneyimdi.

    Bir sonraki örneğim, aynı hastaya yaptığım başka bir müdahaleyi içeriyor. Daha önce bahsetmediğim bir konu, onun sık sık arkadaşlarına ve ailesine hediyeler alarak kendini sevdirmeye çalışmasıydı. Terapinin başlarında, sevgiyi satın alma ihtiyacını ve bunun, kendisini sevilmeye değer görmemesinden kaynaklandığını konuştuk. Noel yaklaşırken bana bir hediye vermeyi düşündüğünü söyledi. Büyük ihtimalle el işi yapacağını, çünkü sık sık el sanatlarıyla uğraştığını belirtti. Ben de, “Bana bir şey vermek yerine, bunu konuşmamız daha doğru olmaz mı?” diye sordum. Cevabı netti: Evet, bir şey vermesi gerekiyordu. Bu fikir ona o kadar yabancıydı ki, hediye vermemenin nasıl mümkün olabileceğini hayal bile edemiyordu. Bunun üzerine, hediyenin ucuz olması şartıyla kabul ettim. Laura bunun sorun olmadığını söyledi ve bana kendi yaptığı bir şey vereceğini belirtti.

    Noel’den önceki son seansında, içinde birkaç farklı eşyanın bulunduğu bir hediye çantası getirdi. İçinde paketlenmiş birkaç hediye olduğunu görünce, “Bunları sen mi yaptın?” diye sordum. “Hayır,” dedi. “Satın aldım. Ama çok para harcamadım.”

    “Ne oldu, bana bir şey yapacaktın?”

    “Zamanım olmadı, o yüzden sana bir şeyler satın almaya karar verdim.”

    “Maddi sıkıntılar yaşadığını ve kendini yoksun hissettiğini söylemene rağmen benim için para mı harcadın?”

    “Evet, almak zorundaydım. Sana hiçbir şey vermemek bana çok kötü hissettirirdi.”

    Onun bu zorunluluk hissiyle hareket ettiğini görmek beni üzdü. Paketi elime aldım ama açmadım; hediyelerini açarak bu davranışı pekiştirmek istemedim. Zoraki bir gülümsemeyle teşekkür ettim, fakat memnun görünmediğimi hissettirmeden edemedim. Bir sonraki seansta, tatil arası nedeniyle on gün sonra buluştuk. Seansın başında gözyaşlarına boğuldu ve hediyeleri verirken yüzümde beliren hayal kırıklığı ve onaylamama ifadesinin onu ne kadar incittiğini anlattı. O günden beri kendini berbat hissettiğini söyledi. Sonra kendisini küçümseyerek, ne kadar aptal olduğunu ve benim ne istediğimi bildiği halde neden tersini yaptığını sorguladı. Ona, bu kadar incinmesine üzüldüğümü ve hediye verme isteğinden onu caydırmak istediğimi, ancak bunu bu kadar ağır bir bedelle yapmak istemediğimi söyledim. O ise bunun tamamen kendi hatası olduğunu yineledi. Kendini bile bile incittiğini ve benim suçum olmadığını vurguladı. O anda konuyu daha fazla ilerletemedik ve başka meseleleri konuşmaya devam etti. Ancak ben, bu konunun henüz tamamlanmadığını biliyordum.

    Laura, şehir dışından gelen kız kardeşinin, başka bir kardeşiyle birlikte zaman geçirirken kendisini bilinçli olarak dışladığını düşündüğü için duyduğu öfkeyi dile getirdi. Son ziyaretinde, kız kardeşi kimseye haber vermeden diğer kardeşinin evinde kalmıştı. Laura bunu öğrendiğinde hem incinmiş hem de öfkelenmişti. Kız kardeşlerinin bu davranışı, onun kendini sevilmez ve önemsiz hissetmesine yol açıyordu. Kardeşinin dışlayıcı davranışına karşı çıkması gerektiğini düşündüğünü söyledi, daha önce de bunu benimle konuşmuştu. Ancak çatışmadan ne kadar nefret ettiğini yineledi.

    Ertesi hafta bir rüya gördüğünü anlattı. Rüyasında, büyük bir çeki banka hesabına yatırmayı unuttuğunu fark ediyordu. Çeki bir çekmecede bulduğunda panikliyordu. Bu kadar önemli bir şeyi ertelediğine inanamıyordu. Ona rüyanın ne anlama geldiğini sordum.1 Açıkça halledilmesi gereken bir şeyi gömdüğünü söyledi. Bunun ne olabileceğini sorduğumda, kız kardeşiyle kendisini reddetmesi hakkında konuşmadığını dile getirdi. Konuşmak istediğini ama korktuğunu söyledi.

    (1Bu rüyanın, burada ele aldığım konudan daha derin anlamlar içeren bir içeriği olduğu açık. Ancak, tartışmamı Laura ile terapinin belirli bir aşamasında yaşadıklarımızla sınırlamak istiyorum.)

    Laura’nın benimle her zamanki kadar açık olmadığını fark ettim ve ona yılbaşında aramızda geçen olay hakkında daha fazla düşünüp düşünmediğini sordum. Çok düşündüğünü söyledi. İçimden geldiği gibi, “Beni affettin mi?” diye sordum. O da aynı hızla, “Hayır,” diye yanıtladı. Bu hızlı yanıtı kendisini bile şaşırttı ve hemen geri adım attı, kendisinin gereksiz yere aşırı hassas davrandığını söyledi. Sonuçta, en başından beri hatalı olanın kendisi olduğunu düşündüğünü ekledi. Resmen reddedilmeye davetiye çıkardığını, başka ne beklediğini sorguladı.

    Ona ilginç bir soru sorduğunu söyledim: Ne bekliyordu? Laura, benim için hediye alışverişi yapmaktan ve beğeneceğimi bildiği şeyleri almaktan gerçekten keyif aldığını söyledi. Bu hediyeleri alırken kendini harika hissettiğini, bana çok bağlı hissettiğini ve bunun onu mutlu ettiğini anlattı. “Sana bir şey almam gerekiyordu,” dedi.

    “Bana bir şey alman gerekiyordu çünkü beni seviyorsun ve bu duygularını benim hissetmemi ve kabul etmemi istedin,” dedim.

    “Evet,” diye yanıtladı. “Ama tek aldığım senin onaylamadığındı.”

    “O halde bunu pek de iyi idare edemedim, değil mi?”

    “Hayır, aslında öyle değil. İnsanlara hediye alma ve harcama konularında sorunlarım olduğu konusunda haklıydın.”

    “Peki, eğer haklı olduğuma eminsen, neden beni henüz affetmedin?”

    Bu soru karşısında hoş bir şekilde şaşırmış görünüyordu. Ona belki de ondan çok erken değişmesini beklediğimi söyledim. Onun için beni sevip de bu sevgisini ona göre anlamlı bir hediye vererek ifade etmemesi imkânsızdı. “Sonuçta, senin bakış açına göre bu hediye aslında bana olan sevginin bir ifadesiydi. Ben de bunu nazikçe kabul etmeli ve sana kendi hızında değişmen için zaman tanımalıydım.”

    “Ama bunu yapamadın.”

    “Hayır, yapmadım. Yapabilirdim. Sadece susup teşekkür etmeliydim.”

    Laura kahkaha attı. “Eh, bu benim de hatam,” dedi.

    Laura ile çalışırken, onun için aşırı uyarıcı veya çocuklaştırıcı olabilecek güçlü duygularımı dengelememin ne kadar önemli olduğunu anladım. Aynı zamanda, onun bende uyandırdığı duygulara tepki olarak ona geri bildirim vermem gerektiğini de gördüm. Laura’nın ilişki kurma kalıbı, kendisini çaresiz, muhtaç, sevilmez ve bağımlı biri olarak konumlandırarak tekrar ediyordu. Hayatındaki herkes ona tavsiyeler veriyor ve hayatını kötü yönetmesi ve yanlış kararları nedeniyle onu azarlıyordu. Kardeşlerinin hepsi ona tepeden bakıyor, iki küçük kardeşi de dahil. Laura, insanlarla sınırlı bir etkileşim biçimine sahipti ve bu, alabileceklerini büyük ölçüde kısıtlıyordu. İnsanları kendisini küçümsemeye ve ona yukarıdan konuşmaya yönlendirdiğini biliyor, ancak bunu nasıl değiştireceğini bilmiyordu.

    Benim rolüm, onun uyandırdığı acıma duygusuna ve kurtarma fantezilerine kapılmaktan kaçınmak (geleneksel bilgelik) ve ona, hakkındaki gerçek hislerimle ilgili dürüst geri bildirim vermekti. Laura’nın ihtiyaç duyduğu olumlu geri bildirimi vermek zordu çünkü sürekli olarak acıma ve güvence talep ediyordu. Ancak, onun hakkında ne hissettiğim ve onu nasıl deneyimlediğim konusunda hiçbir şey söylememiş olsaydım, terapi aniden durma noktasına gelirdi.

    Laura reddedilmekten o kadar korkuyordu ki, asla insanların kendi zayıflıklarını veya kötü davranışlarını eleştirmiyordu. Ona, yalnızca terapötik olmayan değil, aynı zamanda bencil ve narsistik bir şekilde davrandığımı bildirmemin özellikle terapötik olduğunu düşünüyorum. Onun değişmesini istememin asıl sebebi, kendimi iyi hissetmekti. Onun ihtiyaçlarına karşı duyarsızdım çünkü Noel’de bana hiçbir şey almak zorunda kalmamasından duyacağım tatmini istiyordum. Sabırsızdım ve onun en iyi çıkarına olacak şekilde hareket etmedim, oysa davranışımı kolayca rasyonelleştirebilirdim. Kendisi de ifade ettiği gibi, hediye verme davranışı “yeterli olmadığı” hissine dayanıyordu ve bu davranışı benim tarafımdan herhangi bir şekilde pekiştirmek de ona faydalı olmayacaktı.

    Tekrarlayan kalıplarıma dönecek olursak, Laura’yı gereksiz yere incittiğim ve reddettiğim, onun kendini kötü hissetmesine neden olduğum açıktı; üstelik bunu, tüm çabalarına ve kaydettiği önemli ilerlemeye rağmen yaptım. Bunu fark ettim, ancak tüm bu içgörülerimi onunla paylaşmadım. Bunun yerine, ona acı veren hatalarım ve olumsuz davranışlarım üzerinde durarak, sorumluluğumu kabul etmeye odaklandım.

    Bu örnekte, hem Laura’nın hem de benim geçmişte hayatımızdaki önemli kişilerin davrandığı şekilde birbirimizi eğittiğimizin açık olduğunu düşünüyorum. Ancak aynı zamanda, ikimiz de yeni bir şey yaratmak için çabalıyorduk. Noel’deki karşılaşmamızdan sonra Laura’nın haftalarca alışılmadık şekilde içine kapanık kaldığını fark ettiğimde bir hata yaptığımı anladım. Kendini her şey için suçlama eğiliminde olan biri olarak, onun benden bu kadar uzaklaşmasının tek nedeninin, hem onu hem de terapötik süreci inciten bir şey yapmış olmam olabileceğini biliyordum.

    KARŞILIKLI ETKİLENİM VE KIRILGAN DANIŞAN MİTİ

    Schlessinger (2003), danışanlarımızı etkileme konusundaki yanılsamalarımıza dair keskin bir gözlemde bulunmuştur. Şöyle der:

    “Eminim tüm analistlere, eğitimlerinin daha aktif anlarında, transferansı bozmamaları konusunda uyarıda bulunulmuştur. Çoğu zaman, eğer transferansı bozmanın kolay bir yolunu bilseydim, bunu şişeleyip satardım ve zengin olurdum diye düşünmüşümdür.” (s. 226).

    Schlessinger’a ek olarak, Lomas (1987) ve birçok diğer yazar, transferansın kaçınılmaz doğasına dair benzer noktalar dile getirmiştir. Buna karşı aktarımı da ekleyebiliriz. Danışanlarımızla etkileşime girdikçe, her iki taraf da kaçınılmaz olarak birbirini etkilemeye çalışır ve bilinçli ya da bilinçdışı yollarla birbirini tanıdık veya tatmin edici olan bir yöne doğru yönlendirir.

    Psikanalistlerin danışanlarına doğrudan ne yapmaları gerektiğini söylememeleri gerektiği düşünülse de, ben bunu sıkça yaptığımı itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum -özellikle de danışanımın açıkça felakete yol açabilecek bir karar almak üzere olduğu durumlarda. Örneğin, maddi sıkıntıları çözmek için kumar oynamaya başlamak, stresli bir olaya tepki olarak kendine zarar vermeyi planlamak veya sınırda diyabet teşhisi almasına rağmen sağlıksız beslenmeye devam etmek gibi. Ehliyeti olmayan bir danışanımla, bağımsızlığın bir parçası olarak ehliyet almanın önemini defalarca konuştum. Yıllar içinde danışanlarımı bilinçli ve açık bir şekilde etkilemeye çalışırken fark ettiğim şey, aslında baştan beri bildiğim ama sınamam gereken bir gerçekti: Danışanlarım yalnızca benim müdahalemden önce de gitmek istedikleri yöne doğru ilerlememe izin verdiler.

    Tıpkı davranışsal planların çoğu zaman işe yaramaması gibi, bir terapistin danışanını gerçekten istemediği bir şeyi yapmaya ikna etme girişimleri de büyük olasılıkla başarısız olacaktır. (Örneğin, önemli ilerlemeler kaydetmiş ve hayatında birçok büyük değişiklik yapmış olmasına rağmen, bahsi geçen danışanım ehliyetini hiçbir zaman almadı. Araba kullanmaktan korkuyordu ve aslında bunu istemiyordu.) Ancak danışanlar genellikle ima yoluyla bazı ipuçları verirler ve hatta doğrudan tavsiye isterler, özellikle de istedikleri bir değişim için destek arıyorlarsa. Bu konuyla ilgili yapılan sınırlı araştırmalar (Curtis, 2004), danışanların talep ettikleri tavsiyeleri genellikle değerli bulduklarını, ancak kendilerine sorulmadan verilen tavsiyeleri faydasız ve terapötik açıdan etkisiz olarak değerlendirdiklerini göstermektedir.

    Bu etki kavramına karşı öne sürülen karşı argüman büyük ölçüde, terapistlerin yıllarca danışanları üzerinde etkili olduğu ancak bunun terapötik bir kazanç sağlamadığı veya hatta zarar verdiğine dair anekdotlardan kaynaklanmaktadır. Yıllar önce psikanalizden geçmiş kişiler, gizemli ve sessiz analistleri hakkında, onları etkilemeye veya memnun etmeye çalıştıkları hikâyeleri gönüllü olarak anlatırlar. Analistleri tarafsız kalma çabaları içinde nadiren duygu veya coşku gösterdiğinden, bu danışanlar en ufak bir yüz ifadesi değişikliğini veya diğer bedensel ipuçlarını gözlemlemeye odaklanmışlardır. “Analistlerini okumak” neredeyse yarı zamanlı bir iş ya da bir takıntı hâline gelmiştir. Bu danışanların, analistlerinin onaylayacağını düşündükleri yönde bazı davranışlarını değiştirmiş olmaları muhtemeldir. Peki, bu durum danışanların terapistlerini memnun etmek için davranışlarını değiştireceğini ve aşırı etkinin gerçekten bir endişe kaynağı olduğunu kanıtlar mı? Hem evet hem hayır.

    Öncelikle, sfenks gibi sessiz kalan terapistlerin danışanlarına çok az geri bildirim sağladıkları, hem sözel hem de sözel olmayan düzeyde iletişimde bir boşluk yarattıkları açıktır. Duygusal olarak mesafeli ve sessiz bir terapist, gerekli duygulanımsal iletişimi kolaylaştırmak yerine, danışanın büyük çaba harcayarak doldurmaya çalıştığı bir boşluk yaratır. Bu tür bir duygusal boşlukta çalışan danışanlar, kendi ihtiyaçlarına odaklanmak yerine, terapistlerinden belirgin bir duygusal tepki almak için fazla çaba sarf edebilirler. Duygularını yüzlerinde göstermeye ve danışanlarının talep ettiği durumlarda geri bildirim vermeye istekli olan terapistlerin (Maroda, 1991, 1999), danışanlarının onları memnun etmeye çalışmak için fazladan çaba harcamasına yol açma olasılığı önemli ölçüde daha düşüktür. Kendi klinik deneyimime göre, seanslarda ne kadar doğrudan ve açık olursam ve danışanlarımı kendilerini ifade etmeye teşvik edersem, zamanla sürekli bir şekilde hürmet görmektense daha fazla eleştiri alıyorum.

    Elbette, terapistin davranışından bağımsız olarak, aşırı derecede memnun etmeye çalışan, itaatkâr danışanlar da vardır. Önceki Laura vakası, etkileme meselesinin her iki yönünü de açıkça göstermektedir. Laura, her zaman beni memnun etmeye aşırı derecede önem veriyor ve en ufak bir reddedilme veya coşku eksikliği algısı karşısında derin bir üzüntü hissediyordu. Ancak terapi ilerledikçe, duygusal olarak evli bir eski sevgilisine hâlâ bağlı olan bir adamla bir ilişkiye girdi. Başlangıçta bu adam, hem Laura hem de eski sevgilisiyle vakit geçiriyor ve cinsel ilişkisinin yalnızca Laura ile olduğunu iddia ediyordu. Ancak eski sevgilisiyle ilişkisini sonlandıracağını söylemesine rağmen, bu durum uzun süre devam etti ve Laura haklı olarak hayal kırıklığına uğramış, incinmiş ve öfkelenmişti.

    Laura kısa süre içinde fark etti ki, eğer bir akşam ondan uzak kalırsa -örneğin arkadaşlarıyla dışarı çıkarsa, ailesini ziyaret ederse ya da spora giderse- sevgilisi o geceyi eski sevgilisiyle geçiriyordu. Adam, herhangi bir cinsel ilişki içinde olduklarını kesin bir dille reddediyor ve sadece “iyi arkadaş” olduklarını söylüyordu. Bir yıldan uzun bir süre birlikte olduktan sonra, Laura bu adamla birlikte yaşamaya başladı. Ne yazık ki, eski sevgili hâlâ sık sık hayatlarında yer alıyordu. Laura, terapi sürecinde üzerinde çalışmak istediği konuyu bana açıkça ifade etti. Bu durumu kabullenmesi, sadece arkadaş olduklarını kabul etmesi ve kıskançlık ve öfkesini kontrol altına alması gerektiğini söyledi. Başta şaka yaptığını sandım. Ancak ciddi olduğunu fark ettiğimde, bu hedefin gerçekçi olmadığını düşündüğümü ona söyledim. Bu kadının hayatında yer almasından rahatsızlık duymasının ve kıskanmasının son derece doğal olduğunu belirttim -özellikle de sevgilisi, bu kadının hayatının aşkı olduğunu, ancak onun kocasını terk edip kendisiyle evlenmeyi reddettiğini söylediği için.

    Laura, ona öfkelenme ve daha fazlasını bekleme hakkı olduğunu söylediğimde gözle görülür şekilde rahatsız oldu. Peki, sevgilisinin bir yıl önce bu ilişkiyi bitirme sözü vermesine ne olmuştu? Laura, onu durumla yüzleştirmemden nefret ettiğini açıkça dile getirdi ve hayatında ilk kez aşık olduğunu, 50 yaşında bunu kaybetmeye niyeti olmadığını söyledi. Eğer başka bir seçeneği yoksa, sevgilisinin eski sevgilisiyle olan ilişkisini kabullenebileceğini ifade etti. Ayrıca, aralarında cinsel bir ilişki olmadığını söylediğinde ona inandığını belirtti.

    Laura’yı daha kararlı olmaya, sevgilisinden daha fazlasını beklemeye ve kendi duygularını kabul etmeye teşvik etme çabalarım tamamen başarısız oldu. Onu etkileme girişimlerim hiçbir işe yaramadı -üstelik bu, benim yönlendirmemle egzersiz yapmaya başlayıp önemli ölçüde kilo veren, kararsız olduğunu fark ettiğimde arkadaşları ve ailesiyle daha kararlı bir duruş sergileyen ve benimle ilgili hoşnutsuzluğunu dile getirmekten çekinmeyen biriyle yaşandı. Laura, başlangıçta etkilenmekten ve desteklenmekten hoşlanıyordu, çünkü yıllardır yapmak istediği şeyleri gerçekleştirmesine yardımcı oluyordum.

    Sevgilisiyle yaşadığı mesele çok daha derin ve önemliydi. Bu durum, onun tüm ilişkilerinde görülen sadomazoşistik eğilimlerinin bir tekrarıydı (bu, Noel hediyeleriyle ilgili etkileşimimizde de görülebilir), hızla kurduğu simbiyotik ilişkilerin, aşırı bağımlılığının ve en makul taleplerinin bile terk edilme ile sonuçlanacağına dair derin korkularının bir yansımasıydı.

    Laura, terapisi boyunca büyük ilerleme kaydetti; kendiliğinden ağlama nöbetlerini, kompulsif yeme davranışını ve diğer depresif semptomlarını ortadan kaldırdı. Ayrıca daha zengin bir sosyal hayat kurdu, iş saatlerini azalttı ve normal bir çalışma düzenine geçti. Ancak, sağlıksız olduğunu düşündüğüm romantik ilişkisi nedeniyle daha fazla ilerleme kaydedemedi. Açık bir şekilde konuştuğumuzda, sevgilisiyle olan ilişkisini “sarsabilecek” herhangi bir değişiklik yapmaya ilgi duymadığını net bir şekilde belirtti. Bunun üzerine, tedavisini bu noktada sonlandırmaya karar verdik. Laura, terapinin sonuçlarından memnun ve minnettar olduğunu söyledi ancak yine de benim için bir hayal kırıklığı olduğunu düşünmeden edemediğini dile getirdi.

    Karşı aktarım kalıplarımı düşündüğümde, Laura’nın sevgilisiyle olan ilişkisi konusunda takılıp kaldığı açık hale geldikten sonra terapinin sonlandırılmasını daha iyi yönetebileceğimi düşünüyorum. Başlangıçta, süreci devam ettirip neler olacağını görmemiz gerektiğini düşündüm. Ancak bir yıl sonra, hala aynı noktadaydı ve herhangi bir değişiklik yapmaya niyetli değildi. Bir süre boyunca, sevgilisinin diğer kadınla ilişkisini bitirme sözünü tutacağı umuduyla bekledi. Ancak bu sınır sürekli yeniden çizildi ve sonunda Laura, sevgilisinin sözünü tutmasını talep etmek yerine, bunu istemekten tamamen vazgeçti.

    Geriye dönüp baktığımda, terapinin büyük ölçüde oldukça iyi geçtiğini düşünüyorum. Ancak sonlandırma sürecini hem onun hem de benim için daha az acı verici ve hayal kırıklığı yaratacak şekilde yönetebilirdim. Bununla birlikte, onay arayan, düşük benlik saygısına sahip ve korkulu biri olan Laura’nın bile beni ancak bir noktaya kadar etkilemesine izin verdiğini belirtmek istiyorum. Daha atılgan olması ve sevgilisiyle ilişkisini riske atması gerektiğini düşündüğümde, buna direndi. Üstelik bunu, ilişkide sürekli aşağıda olma ve incinme ihtiyacını analiz edip anlamaya çalıştığımız tekrar eden çabalarımıza rağmen yaptı. Bana göre bu, geçmişin belirli tekrarlarının ne kadar inatçı olabileceğine dair bir örnekti ve aynı zamanda insanların hem değişip hem de aynı kalabilmesinin bir göstergesiydi.

    Genç terapistler genellikle danışanlarının hayatlarını tamamen dönüştürebilecekleri konusunda umutludurlar. Ancak tedavi sonuçlarının gerçekliği, Laura ile yaşananlara daha yakındır. Belki onu 20’li veya 30’lu yaşlarında tedavi etmiş olsaydım, farklı bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Ancak onun için algılanan son şans olan bu ilişki ve dünyada yalnız kalma korkusu, hem onun hem de benim onun duygusal özgürlüğüne dair taşıdığımız tüm arzularımızdan daha güçlüydü. Tüm danışanların, terapistlerinin değişimin faydalı olacağına ne kadar ikna olursa olsun, aynı kalmayı tercih ettikleri alanlar vardır.

    Bu bölümde sunduğum ilk vaka olan, Andrea adını verdiğim avukat örneğinde de etkinin sonuçlarını gözlemleyebiliriz. Andrea ve ben birkaç aydır birlikte çalıştıktan sonra, süreci hızlandırmak için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Tanısını biliyordu; öfkeli bir doktor arkadaşının ona bağırarak söylediği bir teşhis olmuştu. Ben de borderline kişilik bozukluğunun tedavisine dair araştırmaların haftada iki kez psikoterapi önerdiğini açıkladım. Bunun gereğinden fazla olduğunu, çok pahalıya mal olacağını (ki bunu rahatlıkla karşılayabilirdi) ve fazla zaman alıp zahmetli olacağını düşündüğünü söyledi. Konuyu, elbette, o anda bıraktım. Ancak birkaç ay sonra gerileme belirtileri gösterdiğinde ve doktoru semptomlarının stres kaynaklı olduğunu söylediğinde konuyu yeniden gündeme getirdim.

    Bana fikrimi sorduğunda, gerilemeyi (regresyon) açıkladım ve bir süreliğine haftada iki kez terapiyi denemeye istekli olup olmadığını sordum. Eğer bir faydası olmazsa, bu uygulamayı bırakabileceğimizi belirttim. Bunun üzerine, benden para koparmak istediğimi iddia etti ve fiziksel semptomlarıyla yaşamayı tercih edeceğini söyledi. Bu tür yorumları Andrea’nın başkalarına da sıkça yaptığını bildiğim için bu beni özellikle rahatsız etmedi. Doğal olarak, seans sıklığını artırma önerisinde bulunmayı tamamen bıraktım.

    Andrea, başkaları tarafından kontrol edilmekten kaçınıyor ve herhangi birinin ona bir şey yapmasını önermesine ya da talep etmesine karşı direnç gösteriyordu. Ancak, ona sorunları hakkında bilgi verdiğimde ve gevşemesini artıracak, kendini sakinleştirecek yollar bulmasına yardımcı olacak ve daha atılgan olmasını sağlayacak stratejiler sunduğumda, bunlara büyük bir hevesle katıldı. Danışanlara neyin kendilerini daha iyi hissettirdiğini soruyor ve mevcut kendini sakinleştirme davranışlarından yola çıkarak çalışıyorum. Bir kişi kitap okurken rahatlar, bir diğeri egzersiz yaparken, bir başkası ise yakın bir arkadaşıyla konuştuğunda iyi hisseder. Bir diğer kişi sıcak bir banyo almanın rahatlatıcı olduğunu düşünebilir. Ne kadar geniş ve yapıcı bir kendini sakinleştirme repertuarı olursa, o kadar iyi olduğunu vurguluyorum. (Bu liste, tabii ki, uyuşturucu kullanımı, aşırı alkol tüketimi ve aşırı yemek yemeyi içermez.) Ayrıca danışanlarıma, geçmişte işe yaramış olsa bile, tek bir kendini sakinleştirme yönteminin başarısız olmasının onları cesaretini kırmaması gerektiğini söylüyorum. Tüm aktivitelerin zamanla uyarıcı değerini kaybedebileceğini ve kullanılan yöntemleri çeşitlendirmenin iyi olduğunu belirtiyorum. Bir şey işe yaramazsa, başka bir yönteme geçmelerini ve o an için en etkili olanı bulmalarını öneriyorum.

    Andrea çok çalıştı ve büyük ilerleme kaydetti. Öfkelendiğinde davranışlarını daha iyi kontrol etmeyi öğrendi, daha atılgan hale geldi ve kendini sakinleştirme becerilerini geliştirdi. Hukuk firmasına ortak oldu, birkaç ilişki yaşadı ve sonunda aşık olup evlendi. Terapinin sonunda, terapiye başlarken hedeflediği her şeye ulaştığını söyledi ve karşılıklı olarak minnettarlık ve hüzünle dolu bir veda gerçekleştirdik.

    Andrea bazı konularda etkilenmeye son derece istekliyken, bazılarına karşı dirençliydi. Mahremiyetten korkuyordu ve haftada iki kez terapiye gelme fikri, rahatlatıcı olmaktan çok ürkütücüydü. Ancak kendisini pratik ve gerçekçi biri olarak görüyordu ve sorunları çözme konusunda kararlıydı. Ciddi ruh sağlığı sorunları olduğunu fark etmekten nefret etse de, bunları elinden geldiğince ele almaya istekliydi. Benimle iş birliği içinde çalıştı, tıpkı bir davayı hazırlamak için başka bir avukatla çalışır gibi. Duygusal olarak ona fazla yaklaşmadığım sürece, tutumu “Ne gerekiyorsa yapalım. Hayatımın değişmesini istiyorum.” şeklindeydi.

    Öyleyse, danışanların ya terapiden ayrılacağını ya da terapistin aşırı etkisine direnç göstereceğini mi öne sürüyorum? Eğer böyleyse, onlara zarar vermekten endişe etmemize gerek yok demektir. Elbette, bir danışana zarar vermenin imkânsız olduğunu söylemiyorum. Terapistler tarafından zarar verilmesi mümkündür ve bu, düzenli olarak meydana gelmektedir. Bu zararların büyük bir kısmı etik dışı davranışlardan veya yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Ayrıca, gerçeklik algısı zayıf olan bazı danışanlar, bu kitapta tanımladığım tipik ayakta tedavi gören danışana kıyasla yıkıcı etkilere daha duyarlı olacaktır. Mazohist eğilimleri veya takıntılı bağlanma geçmişi olan danışanlar da, kendileri için yararlı olmayan ya da hatta zararlı olabilecek terapi ilişkilerinde kalmaya daha yatkındırlar.

    Deneyimlerime göre, terapi sürecinde en çok zarar gören danışanlar, uzun süreli terapistlerinin “sevgi nesnesi” haline gelenlerdir. Yıllarca danışanlarını, hayranlık duyulmak, sevilmek ve hatta anlaşılmak gibi kendi ihtiyaçlarını karşılamak için terapiye bağlı tutan terapistler, onlara büyük bir kötülük yapmaktadırlar. Daha önce birçok danışan, farklı terapistlerle birden fazla kez terapiye başlamış, ancak sonuçlardan memnun kalmayarak bana gelmiştir. Çoğu birkaç seans ya da birkaç ay sonra terapiden ayrılmıştır. Bu danışanların büyük bir kısmı yalnızca hayal kırıklığı ya da hoşnutsuzluk dile getirmiştir. Ancak terapi sürecinde gerçekten sömürüldüğünü ya da zarar gördüğünü hisseden danışanların, yıllarca narsistik terapistlerle çalışmış ve onların kırılgan benlik saygılarını desteklemek için kullanılmış kişiler olduğunu fark ettim. Bu tür bir durumun cinsel temasla ilişkilendirildiğini düşünsek de, terapistlerin yaptığı hata ya da ihlal her zaman doğrudan cinsel nitelikte olmak zorunda değildir (Celenza, 2007). Etik olmaya niyetli bir terapist bile, kişisel sorunlarıyla mücadele ederken, sevdiği bir danışandan, doğrudan cinsel sınırı aşmadan büyük ölçüde faydalanabilir.

    Karşı çıktığım şey, danışanlarımızın kırılganlığını ya da onlara karşı olan güvene dayalı sorumluluklarımızı hafife almamız gerektiği düşüncesi değildir. Aksine, tedavi ettiğimiz insanların büyük çoğunluğunun inanılmaz derecede kırılgan olduğu ve ne kendileriyle ne de bizimle ilgili gerçekleri kaldırabilecekleri yönündeki yanlış anlayışa karşı çıkıyorum. Elbette, bu tür gerçekleri danışanlarımıza, iyi bir çalışma ilişkisi kurmadan önce doğrudan sunmayacağız. Ancak, birçok terapi ilişkisinde danışanın ilerlemek istediğini, geri bildirim talep ettiğini, daha derine inmek istediğini, fakat geri adım atan, çatışmadan kaçınan, korkulu terapistin onu geri tuttuğunu gördüm. Danışanlara karşı aşırı temkinli davranmak, onları fazlasıyla koruyucu ve hatta küçümseyici bir tavırla ele almak, faydalı bir tutum değildir. Bu tür bir yaklaşım, güven vermediği gibi, değişimi de teşvik etmez.

    ÖZET

    Terapötik sürecin her iki katılımcısı da, kendilerine ait temel bir kimlik ve yerleşik bir varoluş biçimiyle terapi ilişkisine girer. Ana odak noktası danışan olsa da, gerçek ilerleme genellikle terapistin kendi geçmişini tekrar etme ihtiyacının da farkında olmasını gerektirir. Kaçınılmaz olarak, hem terapist hem de danışan birbirlerini duygusal olarak etkiler ve geçmişten gelen korku, suçluluk, üzüntü, utanç, öfke ve arzu gibi duyguları tetikler. Hiçbir duygu durumunun doğası gereği yıkıcı olmadığını anlamak, hem terapistin hem de danışanın kendilerini oldukları gibi kabul etmelerine yardımcı olabilir. Terapistin, kendine özgü çıkarlarını ve karşılıklı etkileşimi kabul etmesi, sürecin bir parçası olarak kendi rolünü sakin bir şekilde benimsemesine olanak tanır. Dünyada yol almakta zorlanan danışanlar, genellikle kendi gerçekliklerinin ve başkalarına dair gözlemlerinin yeterince tanınmadığı bir geçmişe sahiptir. Terapistin sunduğu en önemli şey, kusursuz bir figür olmak değil; hatalarını ve kendi çıkarlarını kabul etmeye istekli, gerçek bir insan olmaktır. Bunu yapmak, yeni duygu ve ilişki kalıplarını teşvik eder, gelişimi destekler ve kalıcı değişimi mümkün kılar.

  • Duygusal Bağlanma ve Karşılıklı Etkileşim: Terapinin Başlangıcında Temel Konular (1. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    “Tedavi sürecindeki en önemli direnç kaynağı, terapistin hastanın hissettiklerine karşı gösterdiği dirençtir.”

    — Paul Russell (1998, s. 19)

    Danışanlarımızın yanında olmak ve onların acısını hissetmek istesek de, aynı deneyimden doğal olarak korkarız. Danışanlarımızın rahatsız edici duygularını almaya karşı gösterdiğimiz direncin bir kısmı, psikoterapi eğitiminde geleneksel olarak terapistin kendi hislerini nasıl kullanabileceği ve bunları terapötik etkileşimde nasıl yapıcı bir şekilde yönlendirebileceği üzerine yeterince tartışma yapılmamış olmasından kaynaklanır. Son yirmi yılda terapiye bir ilişki olarak yaklaşmaya büyük önem verilmiştir. Başarılı bir tedavinin, büyük ölçüde terapist–danışan ilişkisinin niteliğiyle ilgili olduğu söylenebilir. Derin duyguların ifade edilmesini içeren herhangi bir ilişkiyi yönetmek doğal olarak zorludur. Bu kitabın temel dayanağı, terapistlerin danışanlarına daha etkili şekilde yanıt verebilmeleri için daha fazla içgörüye ve aktif müdahale stratejilerine ihtiyaç duyduklarıdır. Terapistler, terapi süreci ilerledikçe danışanların güçlü duygularını nasıl ve neden ifade ettiğini, aynı şekilde kendi hislerinin nasıl ve neden ortaya çıktığını daha iyi anlamalıdırlar. Ayrıca, günlük uygulamalarında kullanabilecekleri öğretilebilir ve interaktif (interactive) becerilere ihtiyaç duyarlar.

    Duygulanım üzerine yapılan araştırmalar, bir ilişkide bir kişinin duyguyu ne kadar yoğun bir şekilde ifade ederse, diğer kişinin de bu deneyimi bilinçli ve bilinçdışı düzeyde paylaşma olasılığının o kadar yüksek olduğunu doğrulamaktadır (Sullins, 1991). Ayrıca, tedavi ettiğimiz kişiyi ne kadar sever ve onunla özdeşim kurarsak, empatik tepkimizin de o kadar yoğun olacağını göstermektedir (Hess & Kirouac, 2000). Hiçbir şey, bir terapisti yoğun duygusal acı içinde olan bir insanla sessizce oturmanın gerçekliğine tam olarak hazırlayamaz. Terapistin, danışanının hislerine karşı geliştirdiği duygusal ve bedensel tepkiler hem derinden etkileyici hem de rahatsız edici olabilir. Danışanın terapist üzerindeki duygusal etkisi, terapist eğitiminde muhtemelen en fazla ihmal edilen alanlardan biridir.

    Travma danışmanları, muhtemelen terapistler için “duygusal bulaşma faktörünü (emotional contagion factor)” açıkça tartışan ilk terapist grubuydu. Ağır istismara maruz kalmış hastaları tedavi ederken, bu terapistler kısa sürede hastalarının fiziksel ve duygusal semptomlarına benzer belirtiler geliştirdiklerini fark ettiler ve çoğu zaman “dolaylı travmatizasyon (vicarious traumatization)” olarak adlandırılan durumu önlemek için hastalarının duygularına karşı direnç göstermeleri gerekti (Pearlman & Saakvitne, 1995). Travmatize olmamış hastalarla paylaşılan duygulanım deneyimi, yönetilmesi bu kadar zor görünmese de, yine de mevcuttur.

    Onlarca yıl boyunca, çoğu psikanalist danışanın terapisti etkileme ihtiyacını patolojik bir direnç olarak gördü. Ancak Levenson (1972) ve Searles (1979) gibi bazı araştırmacılar, hastaların kendi hislerinin ve niyetlerinin terapist tarafından algılandığını ve işlendiğini fark etmelerinin doğal olduğunu anladılar. Onların sezgisel olarak vardıkları bu anlayış, ancak yakın zamanda duygulanım araştırmaları tarafından doğrulanmıştır. Araştırmalar, duyguların alınmak ve yanıtlanmak üzere (meant to be received and responded to) var olduğunu göstermektedir (Kemper, 2000). Duygulanımın birçok işlevinden biri, başkalarını etkilemek ve onlarda bir tepki uyandırmaktır. Bu kitap, hastanın belirli bir anda neyi talep ettiğini ve neye ihtiyaç duyduğunu anlamaya adanmıştır.

    Freud’un yineleme zorlantısı (repetition compulsion) kavramını yeniden ele alan Greenberg ve Mitchell (1983) ile Mitchell (1988), tüm insanların bakımverenleriyle kurdukları bağlanma ilişkileri doğrultusunda belirli ilişki kalıpları geliştirdiklerini ve bu kalıpları, terapötik ilişki de dahil olmak üzere tüm ilişkilerde bilinçdışı olarak tekrar ettiklerini vurgulamışlardır. Bu kalıplar, erken çocukluk döneminde öğrenilen hisleri, düşünceleri ve beklentileri içerir ve yalnızca tanıdık oldukları için yetişkinlikte de bilinçdışı bir şekilde tekrarlanır. Nörobilim araştırmaları, bu kalıpların gerçekten de erken yaşta beyinde oluştuğunu ve kolayca değişmediğini doğrulamaktadır. Bu nedenle, artık danışanlarımızın bizden bir duygusal yanıt alma ihtiyacını, erken dönem bağlanmalarının kaçınılmaz bir işlevi olarak görüyoruz; çünkü bu bağlanmalar, beyinde kolayca tetiklenebilen duygulanım programları olarak kodlanmıştır (Griffiths, 1997). Ancak çoğu zaman kabul etmediğimiz şey, terapistlerin de her ilişkiye kendi yerleşik ilişki kalıplarını getirdiğidir. Danışanlarımız bizden bir duygusal tepki beklediği gibi, biz de onlarla ilişkiye girerken onların duygulanımsal yanıtlarını ararız. Terapistin sahip olduğu ilişki kurma kalıpları, hangi danışanlarla daha iyi çalışabileceğini, onları nasıl etkileyeceğini ve onlardan nasıl etkileneceğini belirler.

    İYİ BİR UYUMUN ÖNEMİ

    Hem terapistin hem de hastanın bağlanmaya dayalı ilişki kalıplarına sahip olduğunu anlamak, iyi bir uyumun gerekliliğini ve karşılıklı olarak birbirlerini etkileme arzusunun doğal olarak ortaya çıkışını kavramayı kolaylaştırır. Eğer benden çok farklı birini tedavi etmeye çalışırsam ve onunla kolayca bağ kuramazsam, başarılı olma olasılığım azalır. Ancak, bir hastayla fazla özdeşim kurarsam, kolaylıkla onu kendi ihtiyaçları yerine, kendi ihtiyaçlarıma göre yönlendirme hatasına düşebilirim. İdeal olarak, iyi bir uyum (match), ilişkisel tarzların uyumluluğunu içerir—terapist ile danışan arasındaki ayrımı bulanıklaştırmayacak kadar, ancak bir bağlantı kurmaya yetecek kadar erken dönemde paylaşılan duygusal deneyim.

    İyi bir uyum üzerine yapılan entelektüel tartışmalar (Kantrowitz, 1995) temelde bu noktaları vurgular, ancak terapistlerin hangi hastalarla çalışmaları gerektiği ve hangi hastalarla çalışmamaları gerektiği konusunda belirgin bir rehberlik sunamaz. Tanıya dayalı eşleştirmenin tutarlı bir şekilde verimli olduğu kanıtlanmamıştır. Örneğin, bipolar bozukluğu olan danışanlarla başarılı bir şekilde çalışmış olsanız bile, bu durum sizin bipolar bozukluğu olan çoğu danışan için iyi bir eş olacağınız anlamına gelmez. Hastaları terapistlerle tanıya göre eşleştirme konusunda herhangi bir yargıda bulunmak, yalnızca yıllar süren deneyimle kazanılan nüanslara yönelik bir hissiyat gerektirir. Ancak yeni terapistlerin mesleğe başladıklarında kullanabilecekleri belirli kriterlere ihtiyacı vardır.

    Yeni terapistler anksiyete ile mücadele ederken, tedaviye başvuran belirli bir danışanla çalışıp çalışmamaya nasıl doğru bir şekilde karar verebilirler? Bir terapist, ilk bir veya iki seansta bu değerlendirmeyi makul bir şekilde nasıl yapabilir? Ve ilişki kurulduktan sonra, terapistler hastanın rahatsız edici olabilecek derin duygusal deneyimlerine direnmekten nasıl kaçınabilirler?

    Danışan odaya ilk girdiği andan itibaren, ona karşı içgüdüsel tepkimi not ederim. Ona baktığımda ne hissediyorum? Elini sıktığımda bana baktı mı? Fiziksel duruşunda dikkatimi çeken bir şey var mı? Ona karşı çekim hissediyor muyum, nötr müyüm, mesafeli mi hissediyorum yoksa ondan rahatsız mı oluyorum? Konuşmaya başladığında bir duygu hissediyor muyum? Eğer hissediyorsam, bu hangi duygu? İkimiz için de ödüllendirici bir terapötik ilişki hayal edebiliyor muyum? Daha önce de belirttiğim gibi (Maroda, 2005), terapistin belirli bir düzeyde tatmin duygusu yaşaması, özellikle uzun vadeli bir terapi sürecinde, tedavinin başarılı olması için gereklidir. Bir hastayla çalışıp çalışmamaya karar vermek, büyük ölçüde terapistin o anki kendi duygusal deneyimine erişebilmesine bağlıdır.

    Bir kişinin terapiye başvurmuş olması, onunla çalışmanız gerektiği anlamına mı gelir? Çoğu terapistin, bir danışanı almak istemediğini kabul etmekte zorlandığını görüyorum. Ancak, ilginizi çekmeyen veya hoşlanmadığınız biriyle terapi sürecine -hatta kısa vadeli bir çalışmaya bile- girişmek iyi bir fikir değildir (Maroda, 1999). Alan yazınını incelediğimizde, tüm insanların, mekânların ve nesnelerin bizde anında olumlu ya da olumsuz bir tepki uyandırdığını gösteren çalışmalar bulunmaktadır (Andersen, Reznik, & Glassman, 2005; ayrıca bkz. Bargh, Chaiken, Govender, & Pratto, 1992; Fazio, 1986; Russell, 2003). Bu durumda, terapistlerin belirli hastalarla iyi çalışamama potansiyelleri konusunda daha fazla öz-farkındalık geliştirmeleri gerekebilir.

    Bir danışana karşı duydukları anlık hoşnutsuzluğu aşarak gerekli empatiyi sağlayabileceklerine inanan terapistler, neredeyse her zaman yanıldıklarını kanıtlarlar. İşlevsel bir terapötik ittifak kurabilmek için, her iki tarafın da birbirine karşı yeterince meraklı ve ilgili olması gerekir. Eğer terapist ile hasta arasında iyi bir uyum yoksa, hastanın kendi duygularını deneyimlemesine aracılık eden duygusal bağ oluşmayacaktır.

    Bir atölye çalışmasında bu fikirleri sunduğumda, bir katılımcı “Eğer terapistler olarak sevimsiz insanları reddetmeye başlarsak, dünyadaki tüm sevimsiz insanları kim tedavi edecek?” diye sordu. Buna şu şekilde yanıt verdim: Bu, kendisiyle çıkmak istemediğiniz birinin asla bir partner bulamayacağını düşünmek gibidir. Tıpkı sosyal ilişkilerde olduğu gibi, bir danışan yeterince ararsa, muhtemelen kendisiyle iyi bir uyum yakalayacak bir terapist bulacaktır. Bir terapiste itici gelen bir danışan, bir başkası için ilgi çekici olabilir. Terapistler, meraklarını uyandırmayan ve hoşlanmadıkları hastaları kabul ettiklerinde, hem hastaya hem de kendilerine haksızlık yapmış olurlar.

    Ancak bu, olumsuz özelliklere veya davranışlara sahip bir hastayı kabul etmemeniz gerektiği anlamına gelmez. Çoğu hastanın, ilişkilerini zorlaştıran bazı sorunları vardır -hatta bu sorunlar sadece geçici bile olsa- ve bizim görevimiz, onların başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmalarına engel olan bu bariyerleri aşmalarına yardımcı olmaktır. Terapide yeterince uzun süre çalıştığınızda, geçmişte terapi sürecinde iyi sonuç alınamayan birini hatırlatan, ancak aslında çalışmaya uygun olan bir hastayı reddetme eğilimine kapılabilirsiniz.

    Bir keresinde, başka bir şehirde çalışan bir terapist beni arayarak, bölgeye taşınacak olan bir hastasını kabul etmeye istekli olup olmadığımı sordu. Bu hasta hakkında biraz bilgi almak istedim ve terapist, çok fazla ilerleme kaydedemediklerini isteksizce kabul etti. Ancak hemen ardından, bu hastanın -Debra’nın- 20’li yaşlarının başında, zeki ve zaman zaman sevimli biri olduğunu ekledi. Terapist, Debra’nın terapi sürecinde ilerleme kaydetme potansiyeline sahip olduğunu bana güven vermeye çalışarak belirtti. Bu terapistle telefonda konuşurken, bana tam anlamıyla dürüst davranmadığına dair içgüdüsel bir hisse kapıldım. Ancak yine de, Debra ile yüz yüze görüşüp iyi bir uyum sağlayıp sağlayamayacağımızı görmek için bir randevu ayarlamayı kabul ettim.

    İlk seansımız için Debra ile tanışmak üzere bekleme odasına gittiğimde, her zamanki gibi elimi uzatarak kendimi tanıttım. O ise gözlerini yere indirerek utangaç bir şekilde zayıf bir yarım tokalaşma sundu. Onun utangaçlığı benim için bir sorun değildi, ancak olağanüstü zayıf tokalaşması bende olumsuz bir tepki uyandırdı. Terapi sürecinin başlarında yalnızca ilişkisel geçmişe odaklandığım için, geçmişteki ilişkileri hakkında bilgi almak istedim. Ancak aile çevresi dışında neredeyse hiç ilişkisi olmadığını açıkladı. Daha önce üç farklı terapistle çalışmış ve ergenlik yıllarından itibaren sürekli olarak terapi sürecinde olmuştu. Burada terapistlerin onun için bir tür can simidi işlevi gördüğüne dair bir kalıp oluşmaya başladığını fark ettim. Ailesinin mal varlığı sayesinde, temelde terapistleri kendisine eşlik etmeleri için ödeme yapabiliyordu. Her zaman psikanalitik yönelimli bir terapist seçiyor ve görünüşe göre analitik sürece dahil olmak amacıyla hemen haftada birden fazla seans planlıyordu.

    Debra’ya karşı açık ve dürüst oldum. Ona, terapinin, onun kendi başına başarılı bir şekilde yolunu bulmasını kolaylaştırmak yerine, dışarıdaki ilişkilere alternatif olması konusunda endişeli olduğumu söyledim. O ise, bunun böyle olmadığını ve sadece daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Ancak, ilişki geçmişinin zayıf olması ve benim ona karşı gerçek bir ilgi hissetmemem nedeniyle, aslında onu başka bir terapiste yönlendirmeliydim. Buna rağmen, Debra’nın başka terapistlerle görüşmeye isteksiz olması, onu yönlendiren meslektaşımın bir an önce yeni bir terapistle çalışmasını sağlama konusundaki endişesi ve benim boş seans saatlerimin olması gibi faktörlerden etkilenerek, onunla çalışmayı kabul ettim. Kendisine karşı güçlü olumsuz hisler beslemediğim için, tedavisini üstlenmeye karar verdim.

    Debra ile terapi sürecinin ilk yılı oldukça iyi geçti. Kendini aşırı kırılgan bir şekilde ifade ettiğinden, benim ona bu şekilde yaklaşmamam hoşuna gitti. Önceki terapistleri, onun çok sık yaşadığı intihar takıntılarını tetikleme korkusuyla yüzleşmekten kaçınmışlardı. Bana intihar etmeyi düşündüğünü söylediğinde, “Kime öfkelisin?” diye sordum. Yavaş yavaş daha iyi olmaya başladı. Benimle göz teması kurma becerisi arttı, artık sadece benim sorularımı beklemek yerine kendiliğinden daha fazla konuşmaya başladı ve depresif semptomlarında önemli bir azalma yaşadı. Debra, iş yerindeki insanlarla daha fazla konuşmaya başladı, ancak hâlâ hiçbir sosyal ilişkisi yoktu. Buna ek olarak, egzersiz yapmaya başladı, bu da hem duygusal hem de fiziksel olarak kendisini daha iyi hissetmesini sağladı.

    Ancak, terapinin ikinci yılına girdiğimizde, Debra’nın artık iyileşme göstermediğini, hatta yeniden depresyona girmeye başladığını fark ettim. Bu geriye gidişi anlamaya çalışarak Debra ile bu konu hakkında konuşmaya başladım. Hayatında hiçbir şey değişmemişti, ancak yine de kaçınılmaz bir şekilde ilk başladığımız zamanki pasif-bağımlı ve ağır depresif zihniyetine geri dönüyordu. Psikiyatristi antidepresan dozunu artırdı, ancak bu da belirgin bir iyileşme sağlamadı. Debra, her Pazartesi seansına düzenli olarak geliyor ve tuhaf bir gülümsemeyle, hafta sonu boyunca egzersiz yapmadığını ve herhangi bir sosyal temas kurmadığını söylüyordu. Aslında evden hiç çıkmamıştı. Doğal olarak, bu durumu tersine çevirmek için aklıma gelen her müdahaleyi denedim. Ancak hiçbir şey işe yaramadı. Sonunda ona, önceki terapilerinin de benzer bir süreç izleyip izlemediğini sordum. Evet, öyle olduğunu söyledi. Ayrıca, bu terapide diğer tedavilere kıyasla çok daha fazla ilerleme kaydettiğini de belirtti.

    “Yani, ilerleme kaçınılmaz olarak kayboluyor ve başladığın duruma geri mi dönüyorsun?” diye sordum.

    “Evet,” diye yanıtladı. “Belki bu sefer farklı olur diye düşündüm, ama olmadı.”

    Bana özellikle garip gelen şey, Debra’nın bunu herhangi bir duygu veya kaygı belirtisi göstermeden söylemesiydi. Kendi kendini sabote eden davranışlarını anlatırken sürekli hafif bir gülümseme sergiliyordu. Çocukken ağır bir şekilde kontrol altında tutulmuştu, bu yüzden kimsenin ona fazla yaklaşmasına izin vermiyordu. Ve biri üzerinde inkâr edilemez bir şekilde olumlu bir etki yarattığında, bu etkiyi geçersiz kılma ihtiyacı duyuyordu. İkimiz de büyük bir enerji harcamış olmamıza rağmen, Debra’nın aslında gerçekten iyileşmediğini fark ettim. Onu terapiye kabul ettiğim için pişmanlık duydum. Sonunda ona, tedaviye yanıt vermeyen bir hastayı tedavi etmeye devam etmenin etik olmadığını düşündüğüm için yeni bir terapist bulmasının zamanının geldiğini söyledim. Bu durum onu üzse de, çözümü ailesinin yaşadığı şehre geri taşınmakta buldu.

    Bundan sonra, hayatının sorumluluğunu üstlenmeyen ve terapi sürecine gerçekten dahil olamayan bir hastayı asla kabul etmeyeceğime dair kendime söz verdim. Yaklaşık 15 yıl sonra, bu kitap boyunca hakkında konuşacağım Rebecca adını verdiğim bir danışan, terapi için bana geldi. Kısa bir süre önce bölgeye taşınmıştı ve iyi bir terapist bulmak için internet üzerinden araştırma yapmıştı. Önceki terapistiyle kötü bir deneyim yaşadığı için, bir sonraki terapistini dikkatlice seçmek istiyordu. Rebecca, Google’da benim adımı buldu ve yazılarımı, konuşmalarımı inceledi. Yazdıklarımdan bazılarını okuyarak, kendisi için en iyi seçeneğin benim olduğuma karar verdi. Beni arayarak bir randevu aldı. Onunla tanışmak için bekleme odasına girdiğimde, gördüğüm manzara beni şaşkına çevirdi. Karşımda, tıpkı Debra’ya benzeyen 20’li yaşlarında bir kadın duruyordu. Aynı içine kapanık, pasif tavır, benzer ten rengi ve vücut yapısı -ve aynı şekilde göz teması kurmada zorluk yaşıyordu. Ayrıca yavaş, neredeyse sürüklenerek yürüyen depresif bir duruşa sahipti. İlk tepkim şuydu: “Bu kişiyi tedavi etmek istemiyorum. O, Debra’ya fazla benziyor ve aynı deneyimi tekrar yaşamaya hiç niyetim yok.” Oturup neden beni görmek istediği hakkında konuşmaya başladığımızda, Debra ile daha da fazla ortak noktası olduğunu fark ettim. İkisi de birçok farklı terapist ile çalışmıştı ve ikisi de ağır depresyon ve intihar düşünceleri nedeniyle hastaneye yatırılmıştı. Buna ek olarak, Rebecca’nın kendine zarar verme (kesme) geçmişi vardı. Ona, mesai saatleri dışında telefon görüşmeleri ve olası hastaneye yatış gerektiren hastaları kabul etmediğimi söyledim. Bu tür vakaları daha genç meslektaşlarıma bıraktığımı ve isterse onu bu konuda deneyimli bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı belirttim. Ancak Rebecca kararlıydı.

    “Ama sizden hoşlandım ve yazdıklarınızı okuduktan sonra benim için en iyi terapist olacağınızı düşünüyorum. Size fazla yük olmam. Durumumu yönetebilirim, sizi aramam ve kesinlikle tekrar hastaneye yatmak istemiyorum.”

    Ona, beklenmedik duygusal olaylarını gizlemek zorunda kalmasının onun yararına olmadığını ve gelecekte hastaneye yatıp yatmayacağını kontrol edebileceğini düşünmenin kendisine haksızlık olacağını açıkladım. Onun için en iyisinin başka bir terapiste gitmek olacağını söyledim. İlk başta, beni kabul etmem için mücadele etmesinin yalnızca reddedilmek istememesinden kaynaklandığını düşündüm. Ancak zamanla, onun Debra ile tamamen aynı olmadığını fark ettim. Paylaştıkları pek çok ortak nokta olmasına rağmen, aynı zamanda birbirlerinden önemli ölçüde farklıydılar.

    Rebecca’nın kararlılığından etkilendiğim için ona başka tanısal sorular sormaya başladım ve onun ilişkilerini sürdürebildiğini, hatta uzun süredir devam eden birkaç arkadaşı olduğunu keşfettim. Ayrıca ailesine, özellikle de koruyucu hisler beslediği küçük erkek kardeşine oldukça yakındı. Onu Debra’dan en çok farklı kılan şey, benimle etkileşime girmekten çekinmemesi ve tedavi edilebilir olduğunu bana kanıtlamak için çaba göstermesiydi. Bir şeye ihtiyacı olduğunda pasifliği kayboluyordu. Rebecca ayrıca esprili ve eğlenceli bir yan sergiliyordu ve hatta beni, onu tedavi etmekte bu kadar isteksiz olmam konusunda mizahi bir şekilde alaya alacak kadar ileri gitti. Bu hoşuma gitti. Birkaç dakika sonra, ondan hoşlandığımı ve pasif, zayıf görünümünün altında mücadeleci bir ruh taşıdığını fark ettim. Onu tedavi etmeyi kabul ettim ve Debra ile yaşadığım deneyimin aksine, bu terapi süreci kariyerimdeki en başarılı tedavilerden biri oldu.

    Geçmiş deneyimler ve kişisel önyargılar, danışanlara yönelik ilk tepkileri belirgin şekilde etkileyebilir. Ancak, terapistlerin, hakkında iyi hissetmedikleri danışanları kabul etmeye, onları erkenden başka bir terapiste yönlendirmekten daha yatkın olduklarına inanıyorum. Muhtemelen bir danışanı başka bir terapiste yönlendirmenin önündeki en büyük engel, bunu danışana nasıl dile getireceğini bilememektir. Bunu, onun duygularını incitmeden ya da terapiye devam etme isteğini kırmadan ifade etmek zor olabilir. Ancak unutmayın ki, eğer bu kişinin sizinle iyi bir uyum sağlayamayacağını biliyorsanız, danışan da bunu bir düzeyde fark ediyordur.

    Terapist, uyumu değerlendirme konusunda birincil sorumluluğa sahiptir. Eğer terapist emin değilse, doğal olarak bir sonraki seans için randevu verir ve potansiyel uyumu değerlendirmek için biraz zaman tanır. Ancak, eğer daha ilk görüşmede uyum olmadığını fark ediyorsanız -ki çoğu terapistin bunu hemen anladığını düşünüyorum- danışana onun bir meslektaşınızla daha iyi çalışabileceğini basitçe söyleyebilirsiniz. Eğer başka terapistlerle birlikte (group practice) çalışıyorsanız, muhtemelen danışanla daha iyi çalışabilecek bir çalışma arkadaşınız vardır. Eğer özel muayenehanede çalışıyorsanız, yönlendirebileceğiniz birçok farklı seçenek bulunur. Bu süreci kolaylaştırmanın bir yolu, ilk görüşmenin amaçlarından birinin terapist ile danışanın uyumunu değerlendirmek olduğunu en baştan açıklamaktır. Eğer danışan için yanlış kişi olduğumu düşünüyorsam, ona şöyle bir şey söyleyebilirim: “Semptomlarınızı ve yaşadığınız sorunları dinledikten sonra, meslektaşım Dr. A.’nın bu alanda daha deneyimli olduğunu ve sizin için daha uygun bir terapist olabileceğini düşünüyorum.”

    Böyle bir şey söylemeden önce, zihnimde durumu değerlendirir ve bu danışanla iyi çalışabilecek birini bulmaya çalışırım. Uygun olabilecek bir terapistin adını belirledikten sonra, mümkünse birkaç isim öneririm ve danışana, eğer bu kişilerle uyum sağlayamazsa beni arayabileceğini ve başka isimler bulabileceğimi söylerim. Bazen bu süreç, danışanın ilk kez telefonla ulaştığında gerçekleşir; ya kişiyle ilgili hemen olumsuz bir hisse kapıldığım için ya da onun benim sahip olmadığım özel bir uzmanlık veya deneyim gerektiren bir sorunu olduğu için. Birini terapiye kabul etmemek doğası gereği kaygı yaratabilen bir durumdur, ancak başarılı olma ihtimali düşük bir sürece girmektense, onu uygun bir terapiste yönlendirmek daha iyidir. Başarılı bir terapi süreci yürütmek, terapist ve danışan iyi anlaştığında ve ilişki hakkında iyimser hissettiklerinde bile zorlu bir iştir. Hem terapist hem de danışan, başarısızlığa değil, başarıya ulaşmak için makul bir fırsatı hak eder.

    BAĞ KURAMAMA [Terapötik Sürece Dahil Olamama]

    Barrett, Wee-Jhong, Crits-Cristoph ve Gibbons (2008), bir danışanın terapisti kaç kez gördüğüne dair istatistiklerde gerçek bir değişiklik olmadığını rapor etmektedir. Yapılan bir inceleme sonucunda, danışanların %50’sinin üçüncü seanstan önce terapiyi bıraktığı, %35’inin ise sadece tek bir seanstan sonra süreci sonlandırdığı bulunmuştur. Çoğu danışan altı ila sekiz seanstan fazla devam etmemektedir; bu da temel bir davranışsal müdahale için önerilen 11–13 seanslık sürenin altında kalmaktadır. Bu oranlar, hem kurumsal hem de özel terapi ortamları için geçerlidir ve ücretin bir faktör olmadığı görülmüştür; çünkü tedavinin ücretsiz olduğu durumlarda bile istatistikler değişmemektedir. Görünüşe göre birçok danışan, tek bir seansın ardından ya da ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmek istemediğine karar vermektedir. Yardıma ihtiyacı olduğunu kabul etmenin, bir terapisti aramanın ve ilk seansa endişeyle gelmenin ne kadar zor olabileceği göz önüne alındığında, neden bu kadar az insan terapiye devam etmektedir?

    Danışanlar, bir terapistle uyumsuz olduklarını kendi başlarına belirleyip, ardından başka bir yerde tedavi aramaya mı karar verirler? Bazıları bunu yapabilir, ancak çoğunun yapmadığını düşünüyorum. Bu istatistikler bana, terapistlerin özellikle ilk bir veya iki seansta danışanlarını duygusal olarak sürece daha iyi dahil etme konusunda daha başarılı olmaları gerektiğini göstermektedir.

    Terapistlerin hoşlanmadıkları ve bağ kuramadıkları hastaları tedavi etmemeleri gerektiğini vurgulasam da, bu tür hastaların çoğunluğu oluşturmadığı da bir gerçektir. Peki, yeterince sempatik olan ve terapiye ilgi duyan hastalar ne olacak? Neden tedavide daha uzun süre kalmıyorlar? İlk görüşmede ne oluyor ya da ne eksik kalıyor ki onları terapiye devam etmekten caydırıyor?

    Terapistler, yeni biriyle tanıştıklarında herkes gibi anksiyete yaşarlar. Yeni terapistler, doğal olarak deneyimli terapistlere kıyasla daha fazla anksiyete hissederler. Asıl soru, terapistler yeni bir danışanla tanışma ve onunla çalışıp çalışmamaya karar verme sürecinde kendi anksiyetelerini nasıl yönetirler? Ve kullandıkları duygulanım düzenleme yöntemleri uyumlu mudur -yani gerçekten işe yarar mı? Danışanların terapiyi bırakma oranı göz önüne alındığında, bu yöntemlerin etkinliğini sorgulamak yerinde olacaktır.

    Barrett ve diğerleri (2008), erken sonlandırmanın genellikle ya terapötik sürece dahil olamama ya da terapötik ittifakta meydana gelen bir bozulma veya çatışmanın ele alınmaması nedeniyle gerçekleştiğini öne sürmektedir. Ancak, olumsuz hisleri ele almanın zorluklarını da kabul etmektedirler. Bu konuda şöyle derler:

    “Zayıf terapötik ittifakları fark etmek ve ele almak zor bir süreçtir. Örneğin, Regan ve Hill (1992), hem terapistlerin hem de danışanların özellikle olumsuz hisler olmak üzere, olumsuz şeyleri dile getirmekten kaçındıklarını bulmuştur. Olumsuz şeylerin söylenmeden bırakılması özellikle endişe vericidir, çünkü yapılan bir çalışmada terapistlerin, danışanların dile getirmediği düşüncelerin yalnızca %17’sinin farkında olduğu görülmüştür. Hatta uzun süreli deneyime sahip terapistler bile gizli olumsuz hisleri yalnızca %50’den daha az bir oranda tespit edebilmiştir.” (s. 256)

    Açıkça görülüyor ki, terapistlerin duygulanımı yönetme konusundaki zorlukları, olumsuz hislerle rahat olamamaları ve yeni danışanlarla yapılan nazik yüzleşmelerden kaçınmaları, terapötik ilişkiyi kurmayı daha da zorlaştırmaktadır.

    Terapötik ittifakın en baştan güçlü bir şekilde kurulmasını engelleyebilecek bir diğer olası faktör, aslında ilişki kurmayı zorlaştıran bazı geleneksel terapist davranışlarıdır. Öykü alma süreci bunlardan biri olabilir. Hirsch (2008), danışanın öyküsünün doğal olarak, terapistle kurulan diyalog içinde ortaya çıkmasına izin vermeyi tercih etmektedir. Ben de bu görüşe katılıyorum ve not almanın, belirlenmiş soru listelerine bağlı kalmanın, sigorta formları ve diğer evrak işleriyle uzun süre ilgilenmenin, danışanlarla duygusal bağ kurmaya engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Bir danışan terapiye geldiğinde, genellikle sıkıntı içinde ve gergin olur. Yeni danışanlarla tokalaşmak çoğunlukla terli ve sıcak avuç içlerini ortaya çıkarır. Danışanın kendisi hakkında rahatça konuşmasını sağlamak, ilk hedefimiz olmalıdır. Sunabileceğimiz en iyi şey, onlara mümkün olan en erken aşamada endişelerini dile getirme fırsatı sunmak ve dinleme yeteneğimizi ve empati kurma becerimizi göstermektir. Eğer belirli bir danışanla iyi çalışamayacağımıza karar vermediysek, ona savunmasız, zayıf, utanç verici ya da mahcup hissetme korkularını aşmasında yardımcı olmamız gerekir.

    İlk seanslar terapistler için de zordur, çünkü genellikle yoğun duygusal olaylar içerir ve tanımadığımız bir kişinin üzerimizde yaratacağı etkiye hazır olmayabiliriz. Tıpkı danışanlarımızın bizim onları reddetmemizden ya da anlamamamızdan korkması gibi, bizim de bilinçdışı düzeyde, onların anksiyetesi, acısı veya umutsuzluğu karşısında bunalmaktan korktuğumuzu düşünüyorum. Zamanla, danışanlarımızın duygu ifadelerine uyum sağlamayı öğreniriz. İçsel tepkilerimizi duyma ve düzenleme konusunda bir bağlam geliştiririz. Ancak ilk seanslar kaçınılmaz olarak bilinmezliğin getirdiği korkuyu barındırır. Bu korkunun farkında olmak, ilk görüşmeden önce terapistlerin, yoğun bedensel tepkiler verme olasılığıyla ve duygusal bir danışanın karşısında kendilerini içsel olarak biraz kontrolden çıkmış hissetme riskiyle başa çıkmalarına yardımcı olabilir. Karşı aktarımsal duyguları öngörmek ve bunları doğal bir süreç olarak kabul etmek, terapistlerin dikkatlerini danışanın sunduğu duygulanımla yüklü materyale odaklı tutmalarına yardımcı olabilir. Böylece, aile öyküsü almak gibi dikkat dağıtıcı unsurlara yönelmek yerine, danışanın getirdiği duygusal içeriğe doğrudan temas etmek mümkün hale gelir.

    Not almak, terapötik sürece önemli bir engel oluşturur çünkü yüz yüze teması ve sözsüz duygulanımsal iletişimi kesintiye uğratır; oysa bunlar, terapötik ilişkinin kurulmasında hayati öneme sahiptir. Seans sırasında sürekli not tutan terapistlerin, ne zaman yazmaya karar verdiklerine dikkat etmeleri faydalı olabilir. Bunu yaptıklarında, genellikle danışanın hayatına dair önemli gerçekleri ortaya koyduğu anlara değil, kendi içsel duygusal deneyimlerine yanıt verdiklerini ve bunları düzenlemeye çalıştıklarını fark edeceklerdir.

    DANIŞANIN KENDİSİ HAKKINDA SÖYLEDİKLERİNE DİKKAT ETMEK

    Danışanlar, tıpkı diğer ilişkilerde olduğu gibi, ilk seansta kendileri hakkında esasen önemli bir şey söylerler. Örneğin, biri şaka yollu “Kız arkadaşıma patolojik bir yalancı olduğumu söyledim, ha ha” derse, bu kişiyle çalışırken sıklıkla gerçeği çarpıttığını fark etmeniz muhtemeldir. Başka bir danışan “Ben ilişki kurmada hiç iyi değilim. Hiçbir ilişkim yolunda gitmez” diyebilir. Bu kişinin söylediklerini hemen kesin bir yargıya vararak değerlendirmem, ancak terapötik ilişkinin de sorunlu olacağını ima ettiğini kabul ederim. (Tedaviye yönelik prognozu belirlerken, danışanımın uzun vadede herhangi bir ilişkiyi sürdürebilip sürdüremediğini göz önünde bulundururum. Uzun süreli bir ilişkiyi sürdürememe, kötü bir prognozun göstergesidir.)

    Başka bir danışan, görece sağlıklı ve yüksek işlevselliğe sahip biri gibi görünebilir. İyi giyimli, çekici ve kendini iyi ifade eden biri olabilir. Ancak gayet sıradan bir şekilde, zihinsel olarak ciddi bir sorunu olabileceğini sıkça düşündüğünü dile getirebilir. Muhtemelen haklıdır. Terapistler, danışanlarının en iyi yönlerini görmek ve onlara yardımcı olabileceklerine inanmak isterler. Ancak yine de, danışanların kendileri hakkında söylediklerini ciddiye almalıyız. Onların ifadelerini sadece düşük benlik saygısı ya da depresyonun bir yansıması olarak görme dürtüsüne direnmeliyiz. Bu sözler, aslında danışanın terapist için bir uyarısıdır -terapötik süreçte bizzat deneyimleyeceğiniz şeylerin habercisi olabilir.

    Danışanların terapinin başındaki davranışları, söyledikleri kadar kendilerini açığa vurucu olabilir. Geç gelen, oturma seçeneği sunulduğunda terapiste mümkün olduğunca uzak bir yeri tercih eden, sadece utangaç değil, aynı zamanda kaçınmacı davranan danışanlar -tüm bu davranışlar, terapötik sürecin ilerleyen aşamalarında neler bekleyebileceğinize dair önemli ipuçları sunar.

    Doğrusu, danışanların kendileri hakkında söyledikleri olumlu şeyler de büyük olasılıkla doğrudur. Genellikle insanlarla iyi anlaştığını ve sevilen biri olduğunu söyleyen bir kişi, muhtemelen sizin de seveceğiniz biri olacaktır. Kendisinde yetenek olduğunu ve başarılı olacağını, sadece birkaç şeyi yoluna koyması gerektiğini söyleyen biri de büyük olasılıkla haklıdır. Hepimiz, şu anki durumumuz ve olası geleceğimiz hakkında tahmin ettiğimizden çok daha fazla bilgiye sahibiz.

    TERAPİSTİN DANIŞANIN DENEYİMİNE TAM DAHİL OLUŞU (İMMERSİYONU)

    Mesleğimizin en büyük faydalarından biri, işimizin gereklilikleri nedeniyle kendi günlük sorunlarımızı ve küçük krizlerimizi bir kenara bırakmaya zorlanmamızdır. Ancak, yeni terapistler için bu süreç daha zorlu olabilir; çünkü fazla bilinçli olma ve başarısızlık korkusu, danışanı gerçekten dinleme yetilerini engelleyebilir. Hill, Stahl ve Roffman (2007), yeni terapistlerin genellikle çok fazla kapalı uçlu soru sorduklarını, danışanlarına tavsiye verdiklerini, kişisel bilgilerini paylaştıklarını ve arkadaşlarıyla gayriresmî yardım süreçlerinde olduğu gibi çok fazla konuştuklarını bildirmektedir (s. 365). Günlük tutarak endişelerini paylaşan yeni terapistlerle yapılan araştırmalar, iyi bir terapist olma konusunda yoğun anksiyete yaşadıklarını ortaya koymuştur. Yeni terapistler, danışanla fazla özdeşim kurma ya da tam tersine yeterince bağ kuramama; seansları yönlendirme konusunda aşırı baskıcı olma ya da fazla pasif kalarak danışanı kendi haline bırakma; etkili, kısa müdahaleler formüle etme konusunda güçlük çekme gibi sorunlar bildirmiştir. Yeni terapistlere yönelik bu kapsamlı araştırmalar, onların klinik materyali nasıl ele alacakları konusunda daha fazla yönlendirmeye ve aynı zamanda kendileriyle ilgili farkındalıklarını artırmaya ihtiyaç duyduklarını göstermektedir.

    Peki, ne zaman müdahale etmeli ve ne zaman sessiz kalmalısınız? Genellikle, ilk soruyu sorduktan sonra -“Bugün sizi buraya getiren nedir?” ya da “Size nasıl yardımcı olabilirim?”- mümkün olduğunca sakin ve sessiz kalmam gerektiğini varsayarım. Çoğu danışan, terapistin fazla müdahalesine gerek kalmadan tüm seans boyunca konuşacaktır. Bazen empatik bir yorum veya yönlendirici bir soru, anlatının akışını sürdürmek için gerekli olabilir, ancak genellikle fazlasına gerek yoktur.

    Çok utangaç veya korkmuş bir danışan, daha temkinli olabilir ve daha fazla güvenceye ve yönlendirmeye ihtiyaç duyabilir. Ancak bu tür danışanlar, bunu kısa sürede bize belli ederler. Geçmişte terapötik süreçte sessizliğin fazlasıyla vurgulandığını düşünüyorum, ancak günümüzde birçok eğitim programında yeterince üzerinde durulmadığını görüyorum.

    Eğer bir danışan, söylediklerini ya da hissettiklerini anlayıp anlamadığınızı sorarsa, dürüst olun. Anlamıyorsanız, bunu açıkça ifade edin. Örneğin, “Bunu söylediğinizde tam olarak neyi kastettiğinizden emin değilim…” ya da “Olanlar karşısında daha çok üzüntü mü yoksa daha çok öfke mi hissettiğinizi tam olarak anlayamıyorum” gibi ifadeler, danışanın kendisini daha iyi açıklamasına yardımcı olacaktır. Hiçbir danışan, terapistin mükemmel olmasını beklemez. Dürüst olmak, danışanın deneyimini saygıyla ele alma ve anlamaktan emin olmadığınızda bunu kabul etme isteğinizi gösterir. Eğer danışan, cümlelerini yarım bırakıyorsa ya da kendini o kadar belirsiz ifade ediyorsa ki ne demek istediğini anlayamıyorsanız, bunun farkında olması gerekir. Ona, bu geri bildirimi vermenizin sebebinin, onu anlamanın sizin için önemli olması olduğunu açıklayın.

    Yeni terapistlerin en sık yaptığı hatalardan biri, daha fazla konuşmaları gerektiğini varsaymalarıdır. Bir danışan bir yanıt beklediğinde duraklar, size bakar veya doğrudan bir soru sorar. Bilginizi göstermek için hemen konuşmaya başlamak ya da çok hızlı şekilde peş peşe sorular sormak, danışanın duygularını derinlemesine ifade etmesini teşvik etmek yerine, onu yüzeyde tutma eğilimi yaratacaktır.

    Yeni terapistler genellikle danışanın sorununu çözmeleri gerektiğine inanırlar ve buna göre hareket ederler. Ancak, danışana doğrudan “Sizce burada asıl sorun nedir?” diye sormak ve onun kendi deneyimi üzerine düşünmesini sağlamak, sorunu hızla çözmeye çalışmaktan çok daha terapötik olacaktır.

    Danışanların sadece konuşarak bile ne kadar büyük bir rahatlama yaşadıklarını görmek beni hâlâ şaşırtıyor. Terapistler, sessizce oturup doğal duygusal tepkilerinin yüzlerinde kelimesiz bir şekilde belirmesine izin verdiklerinde, hiçbir şey yapmadıklarını hissedebilirler. Ancak bunun gerçek hayatta ne kadar nadir yaşandığını düşündüğünüzde, sıkıntı içindeki biri için ne kadar değerli olabileceğini anlayabilirsiniz. Çoğu insan, sorunlarını bir arkadaşına veya aile üyesine anlattığında, hızla “Ah evet, bana da benzer bir şey olmuştu.” gibi bir yanıt alır ve dinleyici, o noktada anlatıyı keserek kendi hikâyesine geçer. Oysa sessiz, şefkatli ve gerçekten dahil olan bir dinleyici, terapi arayışındaki biri için oldukça nadir bulunan ve büyük takdir gören bir deneyimdir.

    KAVRAYIŞINIZI DEĞERLENDİRMEK [GAUGING YOUR UNDERSTANDİNG]

    Ne zaman konuşmanız gerektiğine nasıl karar verirsiniz ve nereden başlamak en iyisidir? Danışanlar, bir yanıt beklediklerini konuşmayı durdurarak belli ederler. Yüzlerinde sorgulayıcı bir ifadeyle doğrudan size bakabilirler ya da söylediklerini anladığınızı düşünüp düşünmediklerini doğrudan sorabilirler. Terapinin erken aşamalarında kısa ve empatik ifadeler, danışanın kendini daha derinlemesine keşfetmesini kolaylaştırmada genellikle etkili olur. Uzun zamandır başarılı bir dinleme ölçütü olarak kullandığım şeylerden biri, danışanımın söylediklerini ya da hislerini anladığımı ifade ettiğimde, onun “Kesinlikle” ya da “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı yanıtlar vermesidir.

    Lisansüstü eğitimimdeki ilk teknik dersimde, profesörümüz bizi bir ajansın gönüllü danışanlarıyla röportaj yapmaya ve bu görüşmeleri ses kaydına almaya yönlendirdi. Daha sonra, kayıttan 10 dakikalık bir bölümü seçmemizi ve bunu yazıya dökmemizi istedi. Ayrıca, transkripti iki sütuna ayırmamız gerekiyordu; sol tarafa danışanın ifadelerini, sağ tarafa ise bizim yanıtlarımızı yazacaktık. Bu egzersiz benim için son derece değerliydi, çünkü sadece seansta bulunarak fark edemediğim şeyleri “okuyabilme” fırsatı yakaladım. İçgüdüsel olarak seansın iyi geçtiğini ve danışanımın endişelerini anladığımı düşünmüştüm. Ancak, transkripti okumak benim için adeta bir aydınlanma anıydı. Birdenbire, hangi noktalarda terapötik bir yanıt verdiğimi ve hangi noktalarda hatalı yaklaştığımı açıkça görebiliyordum. Tam olarak yerinde bir yanıt verdiğimde, danışan hemen “Kesinlikle”, “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı ifadeler kullanıyordu. Eğer “Sanırım” ya da “Galiba” gibi belirsiz yanıtlar veriyorsa, biraz hedefin dışında olduğumu anlıyordum. Eğer gözlerini kaçırıyor, sessiz kalıyor ya da konuyu değiştiriyorsa, verdiğim yanıtın hedefi tamamen ıskaladığını biliyordum.

    Özellikle dikkat çekici olan şey, kendi ilgisizliğim veya savunmacı tepkim nedeniyle konuyu değiştirdiğim anlardı. Danışanımın bu duruma verdiği tepki beni şaşırttı: Vazgeçmedi. Birkaç dakika içinde aynı konuya geri döndü ve bana tekrar yanıt verme fırsatı sundu. O dönemde profesörümün söylediği ve sonraki klinik deneyimlerimle de doğrulanan şey şuydu: Bu neredeyse her zaman böyle olur. Danışanlarımız, kendileri için önemli olan bir şeyi aktarma çabalarından genellikle vazgeçmezler. İhtiyaç duydukları tepkiyi almak için denemeye devam ederler. Bu erken dönem eğitim deneyiminden, en ağır psikolojik sıkıntıları yaşayan danışanların bile dirençli olduklarına dair büyük bir saygı kazandım. Danışanlarımın bana her zaman ikinci bir şansı vereceğini anlamak benim için büyük bir rahatlık sağladı. Anksiyetem azaldı, önemli bir şeyi kaçırıp terapinin gidişatını bozma konusundaki kaygım azaldı. Tabii ki, ne kadar az kaygılı ve endişeli olursam, duygusal olarak o kadar daha fazla anda kalabiliyor ve danışanlarıma daha dikkatli şekilde odaklanabiliyordum.

    Yeni terapistlere, seanslarını kaydetmelerini tavsiye ediyorum, çünkü bu süreç son derece öğretici sonuçlar doğurur. Yalnızca yanıtlarımızın hangi noktalarda hedefi ıskaladığını belirlemekle kalmaz, aynı zamanda danışan ve terapist arasındaki etkileşimde bizi konudan uzaklaştıran şeyin ne olduğunu da analiz edebiliriz. Kendime şu soruları sorabilirim: “Neden konuyu değiştirdim? Danışan ne hakkında konuşuyordu ya da ben onunla ilgili ne hissediyordum ki bu beni rahatsız etti ya da ilgimi çekmedi?” Kendi zayıflıklarını görmek konusunda cesur olan bir terapist, bu tür titiz bir öz değerlendirme süreciyle büyük ölçüde gelişim gösterebilir. Kendi acınızla ve zayıflıklarınızla yüzleşmenin sizi yalnızca daha iyi bir terapist yapacağını bilmek, bu sürece motive edici bir anlam kazandırır. Danışanı gerçekten anladığınız ve ona derin bir rahatlama ya da içgörü sunduğunuz anları görmek, öz değerlendirme sürecini hem tatmin edici hem de düşündürücü kılar. Danışanı değil, etkileşimi incelemeye yönelik bir alışkanlık geliştirmek, keşfetmek için yeni bir dünyanın kapısını açar.

    TEMEL EMPATİ

    Psikoterapi öğrencilerinin çoğu, eğitimlerinin erken aşamalarında empati (emphaty) kavramıyla tanışır. Başkalarının ifadelerini yeniden formüle etmeyi ve özellikle doğrudan ya da örtük olarak ifade edilen duygulara odaklanmayı pratik ederler. Ancak daha yüksek düzeyde empati, yeni terapistlerin genellikle papağan gibi tekrar ettiği yüzeysel yanıtları aşmayı, danışanın beden dilini, duygularını yüz ifadesiyle nasıl ortaya koyduğunu ve dile getirdiği düşüncelerin altında yatan anlamları bütüncül bir şekilde gözlemlemeyi gerektirir. Danışanın inkâr içinde olduğu ya da hissettiği duygular nedeniyle suçluluk duyduğu durumlarda, terapistin onun gerçekte ne hissettiğini yansıtabilmesi son derece özgürleştirici olabilir.

    Bazen bazı danışanlar, terapistin empatik ifadelerini reddederler (McWilliams, 2004). Empatinin bazı insanlar tarafından geri çevrilmesi mantıksız gibi görünse de, bu durum terapist için süreci önemli ölçüde zorlaştırabilir. Empati karşısında diken diken olan ve sinirlenen danışanlar, zayıflık veya acıyı kabul edemedikleri için böyle tepki verebilirler; çünkü bu durum onları aşağılanmış hissettirebilir. Bu kişiler için empati, acınmak ile eşdeğer olabilir ve kimse acınmak istemez. Bu nedenle, empatinin dozuna dikakt edilmeli, empati az ve kademeli miktarlarda verilmelidir.

    Rebecca, bu bölümün başlarında tanıttığım danışan, birkaç terapistle görüştükten sonra beni seçtiğini ve bunun nedeninin “terapist sesi”ne sahip olmamam olduğunu söyledi. Ona tam olarak neyi kastettiğini sorduğumda, aşırı müşfik ve yapay bir şekilde yatıştırıcı bir ses tonu kullanan birini taklit etti; bu, açıkça samimiyetsiz bir tavrı yansıtıyordu. Birçok terapistin danışanlarına karşı küçümseyici bir yaklaşım sergilediğini, böylece danışanlarıyla aralarında otomatik olarak bir üstünlük ilişkisi kurduklarını düşündüğünü söyledi. Ona, duygusal tonu “zavallı bebeğim” anlamına gelen bir terapist gerekmiyordu. Daha saygılı ve eşitlikçi bir ilişki arıyordu. Ayrıca, duygularını açıkça ifade etmeyen biri olduğu için, aşırı duygusal tonda olmayan empatik ifadeleri tercih ettiğini belirtti.

    Hangi danışanların terapistin empati ve anlayış gösterme çabalarını reddedeceğini tahmin etmek zor olabilir. Narsisistik ya da borderline özellikler gösteren bazı danışanlar yalnızca empati beklemekle kalmaz, aynı zamanda yeterince empati görmediklerinde bunu sert bir şekilde eleştirebilirler. Tanı, bir danışanın terapistin empatik yanıtlarını kabul edip etmeyeceğini her zaman kesin olarak tahmin etmez. Çoğu danışan, terapistin empati olarak sunduğu ile kendisinin empati olarak deneyimlediği şey arasındaki farkı hızla belli eder.

    Örneğin, Rebecca annesinin kendisini zaman zaman aşağılayıp sözlü olarak istismar ettiğini anlattığında, ona “Bu, hislerini incitmiş olmalı.” dedim. O ise “Evet, sanırım öyle.” diye isteksiz bir yanıt verdi. Ardından “Ve seni öfkelendirmiş olmalı.” dedim. Bu sefer hemen öfkelendiğinin farkında olmadığını söyledi ve vücudunu benden uzaklaştırdı. Ardından, annesinin kendisine sadece onu hayal kırıklığına uğrattığı zamanlarda kötü davrandığını belirtti. Annesinin kendi hislerine hakkı olduğunu söyledi ve ona karşı kesinlikle öfkeli olmadığını ifade etti.

    Konuşmamız ilerledikçe, annesinden gördüğü kötü muamelenin sorumluluğunu tamamen kendisine yüklediği netleşti. Annesini suçlamak, onun annesiyle sevgi dolu bir ilişki kurma konusundaki bitmek bilmeyen özlemiyle çelişirdi. Bu nedenle, annesine yönelik olumsuz hislerini yansıtan herhangi bir empatiyi anında reddediyordu. Yeni bir terapist için, danışanın hislerini doğru bir şekilde anlamanın ve yansıtmanın olumsuz bir tepkiyle karşılanması kafa karıştırıcı olabilir.

    Bir danışan, empatimizi reddedebilir çünkü ya empati yanlış bir noktaya yöneltilmiştir (yanıltıcıdır) ya da doğru bir noktaya temas eder ancak bu durum danışanı rahatsız eder. Daha önce, terapistin yanıtlarının doğru ve yardımcı olup olmadığını anlamak için danışandan onay beklemesi gerektiğini belirtmiştim. Peki, empatiyi reddeden bir danışan bu genel kuralla çelişmez mi? Hem evet hem hayır. Terapist gerçekten hedefi ıskaladığında, danışanın tepkisi genellikle soğuk ya da hafif olumsuz olur. Daha önce belirttiğim gibi, beklediği yanıtı alamayan bazı danışanlar konuyu değiştirebilir ya da sessizce gözlerini kaçırabilirler. Ancak, empati karşısında anksiyete, suçluluk veya aşağılanma hisseden bir danışan güçlü bir savunmaya geçer; bu da terapiste hassas bir noktaya dokunduğunu gösterir -ve bu dokunuş danışan tarafından hoş karşılanmaz.

    Peki, empatiyi bir rahatlatıcı unsurdan çok bir diken gibi hisseden bir danışana terapist ne söylemelidir? Deneyimlerime göre, ne kadar az kelime kullanılırsa o kadar iyi olur ve ifadeler ne kadar az dramatik olursa o kadar etkilidir. “Bu senin için zor olmalı” gibi bir cümle genellikle yeterlidir, hatta danışan ciddi travmalar yaşamış olsa bile. Danışan, sizin onu dinlediğinizi, sorular sorduğunuzu, konuşmasını teşvik ettiğinizi ve empatik yüz ifadeleriyle onun duygularını kayda aldığınızı fark edecektir. Bu tür danışanlar için az söz daha fazla etki yaratır.

    Nadiren de olsa, en minimal empatiyi bile sürekli reddeden bir danışanın prognozu genellikle kötüdür. Tedavi ettiğim bir kadın, öfke dışında herhangi bir gerçek duygu ifade edemiyordu (aleksitimi). “Üzgün görünüyorsun” ya da “Öfkeli görünüyorsun” gibi ifadelerime genellikle alaycı bir şekilde yanıt veriyor, çoğu zaman söylediklerimi bana geri yansıtıp, asıl üzgün ya da öfkeli olanın benim olup olmadığını soruyordu. Bu yaklaşım oldukça tatsızdı ve onun hissettiğini düşündüğüm şeyleri söze dökmeye çalışmaktan giderek yorulmaya başladım. Neredeyse her etkileşimi bir güç mücadelesi olarak algılayan danışanlar, temel güven duygusunda ciddi sorunlar yaşarlar ve kendilerini değişim için yeterince savunmasız hale getirmezler.1

    [1Bu vakayı Seduction, Surrender, and Transformation: Emotional Engagement in the Analytic Process adlı kitabımda (Maroda, 1999) paylaştım. Tedavi kısmen başarılı oldu, ancak sonunda fiziksel temas isteği konusunda yaşanan bir çıkmaz nedeniyle sona erdi.]

    AŞIRI EMPATİ TALEPLERİ

    Birkaç yıldır görüştüğüm bir danışan olan Nancy, sürekli olarak abartılı sempati, hatta acıma ifadeleri talep ediyordu. Bu beklentisi karşılanmadığında ise öfkeleniyor, bana duygularını esirgediğimi ve soğuk davrandığımı söylüyordu. Nancy, çocukken hem duygusal hem de fiziksel olarak travmatize olmuştu ve başkalarıyla sağlıklı bir şekilde nasıl ilişki kuracağını öğrenememişti. Annesi baskıcı ve kontrolcü biriydi. Uzun bir süre boyunca Nancy, kendinde de aynı özelliklerin bulunduğunun farkında değildi. Empati talebi, teselli ve sempati arayışı şeklinde olduğu için, bu beklentisinin tamamen makul olduğuna inanıyordu. İstediği tepkiyi alamadığında ise içerliyor ve kendinden emin bir şekilde öfkeleniyor, durumdan büyük bir haklılık payı çıkarıyordu.

    Nancy, örneğin, sürekli olarak kocasından şikâyet ediyor ve hislerinden onu sorumlu tutuyordu. İş yerinde zor bir gün geçirdiğinde, eve girdiği anda kocasının bunu fark etmesi gerektiğini düşünüyordu. Daha tek kelime etmeden, onun ruh halini hemen sezmesini ve empatik bir şekilde anlamasını bekliyordu. Eğer kocası onun sıkıntısını fark etmez ya da bunu hafifletmeye hemen odaklanmazsa, onu duyarsız ve sevgisiz olmakla suçluyordu.

    Nancy, kocasıyla ilgili şikâyetlerini bitirdiğinde, ona karşı herhangi bir sempati hissetmiyordum. Aslında, genellikle kocası için üzülüyor ve onun Nancy’nin duygularından sorumlu tutulduğu uzun evlilik süresince bunu nasıl tolere edebildiğini merak ediyordum. Nancy, empati eksikliğimi fark ediyordu. Çoğu zaman doğrudan gözlerimin içine bakarak bir şey söylememi bekliyordu. Genellikle, “Gerçekten çok üzgün olduğunu ve kocanın bu acını hafifletmesini dilediğini görüyorum.” gibi bir şey söylüyordum. O ise hemen, “Sadece bunu mu söyleyeceksin? Sana ne kadar korkunç hissettiğimi anlatıyorum ve sen sakince oturup sadece üzgün olduğumu görebildiğini mi söylüyorsun?” diyerek tepki veriyordu. Bunun üzerine ona, “Ne söylememi isterdin?” diye sordum.

    Nancy, tıpkı kocasına yaptığı gibi, benden tam olarak ne beklediğini açıkça gösterdi. Yüzüne abartılı bir sempati ifadesi takındı -tıpkı konuşamayan küçük bir çocuğun yaralandığında annesinin sergileyebileceği bir tavır gibi- ve, “Aaaaa, çok üzgün hissetmene gerçekten çok üzüldüm. Bu korkunç bir şey.” dedi. Bunu söylerken, birini teselli edercesine sırtını sıvazlıyormuş gibi havada bir hareket yaptı. Ona, “Gerçekten duymak ve benim yapmamı istediğin şey bu mu?” diye sordum. O da, “Evet.” diye yanıt verdi.

    Ona, bunu yapamayacağımı söyledim, çünkü bu tutumun küçümseyici olacağını -empati yerine acıma anlamına geleceğini- ve benim açımdan duygusal olarak samimiyetsiz olacağını belirttim. Ancak o, bunun umurunda olmadığını söyledi. Yine de böyle bir tepki istiyordu, çünkü ona göre sevgi ve ilgi böyle gösteriliyordu ve kendisi de kocası ve çocukları üzgün olduğunda bu şekilde tepki veriyordu. Gerçekten de çok şey mi istiyordu?

    Bu danışan, onun hakkında yazmama izin verdi ve bu vakayı kitap boyunca ele almayı planlıyorum, ancak bu örnek, terapi sürecindeki karmaşıklığı ve terapistlerin bazen danışanın istediği şeyi dürüstçe veremediklerinde nasıl bir çıkmazda kalabileceklerini göstermesi açısından önemli. Nancy’nin acısı gerçekti ve benim onu anlamamı istiyordu, ancak ben onun talep ettiği tepkiyi veremezdim. Bunun yerine, ona kendisine acımak gibi bir niyetim olmadığını, ancak sık sık büyük bir acı yaşadığını ve çoğu zaman teselli edilemez bir halde olduğunu anladığımı açıkladım. Zamanla, tolere edebildiği ölçüde, onun birilerinin kendisini kurtarabileceğine ve acısını ortadan kaldırabileceğine inandığını konuştuk. Bu inanç nedeniyle, duygularının sorumluluğunu başkalarına -öncelikle kocasına ve bana- yüklediğini anlamasına yardımcı olmaya çalıştım.

    SORULAR SORMAK2

    (2Casement (1985), Langs (1978), Hedges (1983) ve diğerleri, etkin dinleme konusunu kapsamlı ve oldukça başarılı bir şekilde ele almıştır, bu nedenle burada bu konuya ayrıntılı olarak değinmeyeceğim. Langs’ın açık ve örtük içerik üzerine yaptığı çalışmalar özellikle değerlidir, çünkü terapistlere, danışanın hem kendisine hem de terapistine yönelik bilinçdışı göndermelerini nasıl tespit edebileceklerini öğretir. Stern (1997), McWilliams (2004) ve diğerleri merakın terapötik süreçteki önemi hakkında yazmışlardır ve bu görüşe tamamen katılıyorum.)

    Gerçek anlamda etkileşimli bir terapi süreci, terapistin kendisinden bile sakladığı şeyleri ortaya çıkarmadaki becerisine dayanır. İyi bir terapist, tıpkı bir dedektif gibi, her yerde ipuçları arar ve konu danışan ya da kendisi için utanç verici ya da rahatsız edici olsa bile, daha fazla araştırmaktan çekinmez. Yeni terapistler bu kadar doğrudan olmaktan kaçınabilirler. Kararsız bir terapist, danışanın isteksizliğine kendi isteksizliğiyle yanıt vererek üretken olmayan bir yansıtma süreci yaratabilir. Eğer terapistin soruları görmezden gelinir ya da reddedilirse, terapist basitçe başka bir konuya geçebilir. Ancak, danışanın açığa çıkarmaktan korktuğu bir noktayı yakalayamamak, terapinin tıkanmasına veya eksik kalmasına neden olabilir.

    Farber, Berano ve Capobianco’nun (2004) danışanların, terapi sürecinde açık olmanın kendi rollerinin bir parçası olduğuna dair yeterince farkındalık sahibi olmadıklarını ortaya koyan raporu beni oldukça etkiledi. Kendi deneyimlerime göre, serbest çağrışımın teşvik edildiği psikanaliz sürecinde bile, danışanlar sırlarını ancak buna hazır olduklarında paylaşırlar. Daha şeffaf olmanın önündeki engeller arasında, duyguları ve davranışlarıyla ilgili suçluluk ve utanç duyguları yer alır. Danışanlar, zaman zaman gizledikleri şeylere dair küçük ipuçları verip, terapistin bunu fark etmesini ve gündeme getirmesini bekleyebilirler. Farber ve arkadaşlarının çalışmasında, “katılımcıların yarısından fazlası, terapistlerinin sırlarını daha aktif bir şekilde araştırmalarını istediklerini” bildirmiştir (s. 343).

    Aşağıdaki vaka örneği, danışanın terapiye bir sırla geldiği ve bunun bilincinde olma derecesinin değişkenlik gösterdiği durumları açıklamaktadır. Jennifer, üniversite öğrencisiydi ve lise aşkıyla evlenemeyeceğini fark ettiği için terapiye gelmişti. İlişkiyi bitirme düşüncesi onu suçluluk duygusuna boğmuş ve intihara meyilli hale getirmişti. Birinin, terk edilmekten çok bir ilişkiyi bitirme nedeniyle intihara eğilimli olması, neredeyse her zaman o kişinin ilişki sürdürebilme kapasitesiyle ilgili başka bir sorunun da var olduğuna işaret eder. Daha fazla sorgulama yapıldığında, Jennifer kendini korkunç bir insan gibi hissettiğini söyledi; çünkü yıllarca erkek arkadaşının sevgisi ve kabulüyle mutlu olmuş, ancak şimdi onu “bir çöp gibi atıyordu”. Bunu yaparak gerçekten kötü bir insan değil miydi? Bir daha asla aşkı bulamayacak mıydı? Bay Doğru’yu bulup sonsuza kadar mutlu yaşama hayalleri ne olacaktı?

    Terapinin ilk birkaç ayı, Jennifer’ı dinlemeye ve onun suçluluk ile anksiyetesini yönetmesine yardımcı olmaya odaklandı. Ailesiyle bağımlı bir şekilde iç içe geçmişti ve bu durum, erkek arkadaşından ayrılma sürecinde yaşadığı ayrılık anksiyetesi ve suçluluk duygusunun temel kaynağıydı. Aslında hiçbir zaman ebeveynlerinden tam anlamıyla ayrılmamıştı ve suçluluk duyguları, ayrılmanın terk edilme ve sevgisizlik anlamına geldiğine dair inancından kaynaklanıyordu. Haftada iki kez seansa gelmeye başladı, kendini daha iyi hissetti ve zorlayıcı ve acı verici olmasına rağmen ayrılığı gerçekleştirmeyi başardı. Bu süreci tamamladıktan ve biraz sakinleştikten sonra, içsel duygusal meseleleri üzerine çalışmaya başlayabildik.

    Jennifer’ın yüzleşmediği bazı meseleler olduğu hissine kapılmıştım, ancak ilişkiyi bitirme konusundaki duygusal krizi, başka bir konuya alan bırakmıyordu. Erkek arkadaşıyla arasının nasıl bozulduğunu anlatırken, bir süredir ona olan ilgisinin azaldığını üzülerek belirtti. Bu, danışanın durumunu basitçe yeniden ifade eden ve yüzeysel anlamıyla kabul edilebilecek bir ifadedir. “Ona olan ilgim bir süredir azalıyordu.” Bu ifadenin anlamı bariz görünüyor ve bir anlamda öyle de. Ancak bir terapist, yalnızca yüzeydeki anlamı değil, daha derindeki anlamları da arar. Bizim görevimiz, yalnızca danışanın söylediklerini anlamak değil, aynı zamanda onun için tehdit edici olabilecek, hatta bizim için bile rahatsız edici olabilecek ve yüzeyin hemen altında açığa çıkmayı bekleyen meseleleri keşfetmesine yardımcı olmaktır. Bu tür meseleleri açığa çıkarmanın en etkili yollarından biri, basit ifadelere basit sorularla yanıt vermektir.

    Bu durumda, basit bir ifadeye basit bir soruyla yanıt verdim ve “İlgini kaybettiğini nasıl anladın?” diye sordum. Jennifer, bu soruya karşı canlandı ve konuyu daha ayrıntılı keşfetmeye istekli görünüyordu. (Eğer soruyu geçiştirip konuyu değiştirseydi, devam etmezdim.) Erkek arkadaşına karşı cinsel ilgisinin belirgin şekilde azaldığını ve çoğu zaman onunla aynı saatte yatmak istemediğini söyledi. Bunun yerine, geç saatlere kadar uyanık kalıp internette gezindiğini belirtti. Hangi sitelere girdiğini sordum. Yüzü kızardı ve genellikle soft porno sitelerine girdiğini söyledi. Ona, cinselliğe ilgi duyduğunu ancak erkek arkadaşıyla cinselliğe ilgi duymadığını fark ettiğimi söyledim. Bu yoruma katıldı ve benim çıplak bedenleri izleme ilgisine karşı herhangi bir şaşkınlık ya da yargılayıcı bir tepki göstermemiş olmamdan dolayı rahatlamış göründü. Ardından, ne tür bir çıplaklıkla ilgilendiğini sordum. Çıplak insanların ve bazı cinsel sahnelerin olduğu resimlere baktığını, ancak bunların rahatsız edici ya da sıra dışı içerikler olmadığını söyledi.

    Burada belirtmek isterim ki, Jennifer sorularıma yanıt vermekte isteksiz değildi, ancak kendiliğinden fazla bilgi de paylaşmıyordu. Bu nedenle, bir danışan cinsel içerikli görsellere veya filmlere baktığını ya da cinsel fantezilerden bahsettiğinde neredeyse her zaman sorduğum çok önemli bir soruyu sordum: “Tercih ettiğin senaryo nedir? Bu ‘görüntüde’ kim var ve orada ne oluyor?” Burada odak noktam, grafik cinsel içerik değil, sahnedeki karakterler ve yaşanan duygusal senaryoydu. Jennifer, “Gerçekten güzel vücutlara sahip insanların öpüştüğünü izlemeyi seviyorum.” diye yanıt verdi.

    Jennifer’ın birkaç kez “insanlar” kelimesini kullandığını fark ettim; doğrudan erkekler ya da kadınlar hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Bu yüzden, izlediği sahnelerde kimlerin öpüştüğünü sordum. Yüzü tekrar kızardı ve “Ah, bilirsin, farklı insanlar. Erkekler, kadınlar, bazen gruplar.” dedi, ardından gözlerini kaçırdı. “Bilmem gereken başka bir şey var mı?” diye sordum. “Aslında kadınlara çok bakıyorum.” diye yanıt verdi. Bu, Jennifer’ın kadınlara ilgi duyduğuna dair herhangi bir şey söylediği ilk andı. Kadınlarla ilgili daha fazla soru sorduğumda, isteksizce, kadınlara giderek daha fazla ilgi duyduğunu ve erkek arkadaşı uyuduktan sonra saatlerce çevrimiçi olarak kadınlarla ilgili sahneleri izlediğini itiraf etti. Kadınların öpüştüğü sahneleri izlemekten büyük bir cinsel uyarılma hissettiğini söyledi.

    Yarım saat veya daha fazla süren bu sorgulama sırasında dikkatliydim çünkü onun için hassas bir konu olan bu konuyu derinlemesine araştırarak onu tehdit etmek istemiyordum. Jennifer’ın bu konuda konuşurken kendini güvende hissetmesini ve kadınlara olan ilgisine erkeklere olan ilgisine davrandığım kadar sakin ve gerçekçi davranacağımı bilmesini istiyordum. Ona daha gençken kadınlarla veya kızlarla cinsel deneyim yaşayıp yaşamadığını sordum. Birkaç yıl boyunca başka bir kızla ara sıra birbirlerinin üstüne yattıklarını ve vücutlarını birbirine sürttüklerini söyledi. Bu olaylar dokuz yaşındayken başladı ve diğer kızın annesinin yaklaşık 2 yıl sonra bir gün onları yakalamasıyla sona erdi.

    Birkaç yıl sonra başka bir kız arkadaşıyla da cinsel keşiflerde bulunduğunu anlattı. O dönemde bunun cinsel bir deneyim olduğunu fark edip etmediğini sordum. Bunun farkında olduğunu, ancak bunu sadece erken ergenlik dönemi merakı olarak değerlendirdiğini söyledi. Şu an kadınlara olan ilgisi hakkında ne düşündüğünü sordum. Kesinlikle lezbiyen olmadığını ve bu durumu nasıl yorumlaması gerektiğini bilmediğini ifade etti.

    Jennifer, bana gelmeden önce birkaç yıl terapi almıştı. Daha önceki terapistiyle bu konuyu keşfedip keşfetmediğini sordum. Bunu hiç konuşmadıklarını söyledi. Nedenini sorduğumda, konunun hiç açılmadığını belirtti ve ona inandım. Terapinin başlarında, benimle önceki terapistinden çok daha güvende hissettiğini dile getirdi. Önceki terapistinin, Jennifer üzgün olduğunda seansları uzattığını ve bir cuma gecesi onunla telefonda üç saat boyunca konuştuğunu anlattı. Aslında, önceki terapistin sınırları net bir şekilde koruyamaması Jennifer’ı rahatsız etmişti ve bu durum, terapötik sınırların korunmasının tedavi sürecinin her yönünü nasıl etkilediğinin önemli bir örneğiydi.

    Bence, cinsel yönelim gibi hassas konuların sıklıkla gizlendiğini ve terapist doğru soruları sormazsa tüm terapi süreci boyunca bilinçdışında gömülü kalabileceğini unutmamak önemlidir. Eğer yaptığımız işin bir “sihri” varsa, bu, danışanın anksiyete, utanç, suçluluk ve kafa karışıklığına neden olan önemli meseleleri ve hisleri yüzeye çıkarmamızı sağlayan yeteneğimizdir. Böylesine derin konuları bilinçdışında tutmaya çalışmak yorucu ve ağır bir yüktür. Çoğu insan, bu tür meseleleri kendi başına fark edip derinlemesine inceleyemez. Belki de bu yüzden Freud, psikanalitik keşfi bir arkeolojik kazıya benzetmiştir. (Birgün Jennifer beni şaşırtarak bir kadınla tanıştığını ve onu öptüğünü söyledi. Bu noktadan itibaren, kendi homoseksüelliğini kabul etme sürecindeki zorluklarını ele almaya başladık. Sonunda, başka bir genç kadınla tanışıp âşık oldu ve birlikte yaşamaya başladılar.)

    Terapistin, danışanın kolayca dile getirmediği konuların peşine düşebilmesi için bir anlamda korkusuz olması gerekir. Danışanın rahatsızlığı, özellikle yeni terapistlerin anksiyetesini artırabilir ve her iki tarafın da kendini daha rahat hissetmesi adına konu erken kapatılabilir. Ancak, yeni terapistleri cesur olmaya ve danışanın konuşmaktan çekindiği ancak önemli olduğuna inandıkları konular üzerinde ısrarla durmaya teşvik ediyorum. Eğer danışan tamamen reddeder ya da savunmacı bir şekilde öfkelenirse, bu durumu bir işaret olarak almak ve onun hazır olmasını beklemek en sağlıklı yaklaşımdır.

    AMAÇLARI BELİRLEME

    Davranışçı terapistler, tedavinin amacını belirlemek, terapist ve danışan arasında işbirlikçi ve odaklanmış bir ilişki kurmak ve sürecin sonuçlarını değerlendirmek için amaç belirlemeyi temel bir unsur olarak görürler. Psikodinamik terapistler ise bu konuda daha yavaş hareket etmiş, içgörü ve anlayışın ya tek başına yeterli olacağına ya da doğal olarak gerekli değişimi beraberinde getireceğine inanmayı tercih etmişlerdir. Ancak bu yaklaşım değişmeye başlamıştır ve Renik (2002) gibi analistler, psikanalitik terapistlerin hem amaç belirlemeyi hem de tekniklerin açıklığını benimseemeleri gerektiğini savunmaktadır.

    Amaç belirleme, amaçları yeniden gözden geçirme ve terapist ile danışan arasında paylaşılan amaçların terapötik işlevi konusunda mevcut kanıtlar göz önüne alındığında, amaç belirlememek için mantıklı bir neden yoktur. Danışanlarıyla daha büyük bir içgörü ve anlayış kazanma gibi genel bir amacı paylaşan analistler bile, bu amacı tedavinin başlangıcında açıkça ifade etmekten fayda sağlayacaktır.

    Hedefler, elbette terapinin ilerlemesiyle birlikte değişebilir ve sürenin uzunluğuna bağlıdır. On seanslık bir depresyon tedavisinin hedefleri, birkaç yıl süren psikodinamik bir terapinin hedeflerinden farklı olacaktır. Bazen bir danışan, başlangıçta yalnızca semptomlarının hafiflemesi amacıyla terapiye gelmeyi planlar, ancak sürecin ilerleyişiyle birlikte terapiden daha fazlasını elde edebileceğini fark edip fikrini değiştirebilir. Semptomların hafiflemesi, terapiye başlamak için iyi bir noktadır ve bir terapist, “Şu anda terapiden beklediğiniz şey depresyonunuzu hafifletmek gibi görünüyor.” şeklinde bir ifade kullandığında, çoğu danışan bundan rahatsızlık duymaz. Danışan bu hedefi kabul ederse, terapi genellikle ilaç kullanımının uygunluğu üzerine yapılan bir tartışmanın ardından devam eder.

    Terapinin ilerlemesiyle birlikte yeni hedeflerin ortaya çıkması doğaldır. Yine, tedavinin süresi bu süreci şekillendiren önemli bir faktördür. Danışanın depresyonu hafifledikten sonra, potansiyelini gerçekleştirmek, sosyal becerilerini geliştirmek veya daha sağlıklı ve formda olmak gibi konular üzerinde konuşmaya ilgi duyması mümkündür. (Özellikle depresyon yaşayan danışanlarımı egzersiz yapmaya her zaman teşvik ederim.) Hedef belirlemek, terapötik ittifakı güçlendirir ve hem terapist hem de danışana, belirlenmiş bir proje üzerinde birlikte çalıştıklarını hatırlatır; her biri sürece kendi sorumluluklarıyla katkıda bulunur. Gerçekçi hedeflerin belirlenmesi, terapi sürecini gerçek dünyaya sağlam bir şekilde bağlamaya yardımcı olur.

    Terapinin devam etmesiyle birlikte, genellikle belirlenen hedefleri yeniden gözden geçiririz, özellikle de danışanım kendini daha iyi hissettiğini veya belirlenen bir hedef doğrultusunda önemli bir ilerleme kaydettiğini bildirdiğinde -örneğin, daha girişken hale gelmek, duygularını daha özgürce ifade etmek ya da kendini daha iyi tanımak gibi. Değerlendirmeler resmi ya da gayri resmi olabilir. Benim için, hedeflerin konusu tıpkı diğer önemli konular gibi doğal bir şekilde gündeme gelir. Danışanım, “Bir yere varamıyormuşum gibi hissediyorum, sen ne düşünüyorsun?” diyebilir ya da “İçimde farklı hissediyorum, artık terapiye başladığım zamanki kişi olmadığımı biliyorum.” şeklinde bir içgörü paylaşabilir. Bu noktalar, onun ilerlemesini doğrulayan gözlemlerimi aktarmam için bir fırsat yaratır ve böylece terapinin değerlendirilmesi doğal bir akış içinde gerçekleşir. Ancak, belirli aralıklarla düzenli değerlendirmeler yapmak da aynı derecede faydalıdır ve kesinlikle zararlı değildir. Eğer danışan belirlenen aralıkların çok kısa veya çok uzun olduğunu düşünüyorsa, bunu terapistine bildirerek gerekli değişikliklerin yapılmasını sağlayabilir.

    Daha önce belirttiğim gibi, burada anlattığım genel kuralların her zaman istisnaları vardır. Danışanımın terapiden ne beklediğini netleştirmek ve gerçekçi hedefler belirlemek, şimdiye kadar çalıştığım herkesle iyi sonuç vermiş olsa da, bu hedefleri değerlendirmek farklı bir durum olabilir. Daha önce bahsettiğim, annesine karşı öfkesini kabul etmemi istemeyen danışanım Rebecca, aynı zamanda herhangi bir ilerleme kaydettiğine dair en ufak bir yorumu bile duymaktan hoşlanmıyordu -hatta sadece semptomlarının hafiflemesine yönelik bir değerlendirme bile onu rahatsız ediyordu. Bu yüzden, onunla çalışırken ilerleme hakkında doğrudan herhangi bir şey söylemekten vazgeçip, gözlemlerimi sadece içimde not etmeyi öğrendim.

    Bir gün ona, “Son zamanlarda kendini çok daha iyi hissediyor gibisin. Bu doğru mu?” diye sordum. Bana bakıp, “Kendini övme. Evet, biraz daha iyi hissediyorum ama bunun sebebi sen değilsin, erkek arkadaşım.” dedi. Kontrol, Rebecca için büyük bir meseleydi ve birinin üzerinde herhangi bir güce sahip olma ihtimalinden hem nefret ediyor hem de korkuyordu. Bana karşı herhangi bir bağ hissettiğini ya da benimle çalışmanın ona fayda sağladığını kabul etmeye isteksizdi. Terapide belirlediğimiz hedefler vardı. O da bunları biliyordu, ben de. Bu yüzden düzenli değerlendirmeleri tamamen unuttum, çünkü diğer danışanların aksine, onun için bu süreç faydalı değildi. Oldukça girişken biriydi ve bir seanstan ya da söylediklerimden memnun olmadığı zaman bunu bana açıkça bildirirdi; böylece terapinin gidişatını bu şekilde koruyabiliyorduk. Burada önemli olan, danışanın neye ihtiyacı olduğunu dinlemek ve buna uygun şekilde yanıt vermek, aynı zamanda her bireyin ve her terapötik ilişkinin karmaşıklıklarına uyum sağlayabilecek kadar esnek kalabilmektir.

    SESSİZLİKLE BAŞA ÇIKMAK

    Yeni bir danışan, terapiye yoğun duygular içinde başlamış olabilir ve ilk birkaç seansta bolca gözyaşı dökmüş olabilir. Terapisti, empatik bir yaklaşım sergileyerek onun hikayesini anlatmasını sağlamış ve bu süreç danışana rahatlama hissi kazandırmıştır. Bu rahatlama genellikle kısa bir süre içinde, iki ila on seans arasında gerçekleşir. Birgün seansa, “Kendimi çok daha iyi hissediyorum ve bugün ne hakkında konuşacağımı bilmiyorum. Gerçekten yeni bir şey olmadı. Bana biraz yönlendirme yapabilir misiniz?” diyerek başlayabilir. Bunu her danışan yapmaz, ancak birçok danışan bu noktaya gelir. Duygusal bir kriz baskısı ortadan kalktığında, aniden kendilerini daha bilinçli bir şekilde değerlendirir ve sürecin nasıl ilerlemesi gerektiği konusunda kaygılanabilirler. Aynı konular hakkında konuşmaya devam etmeleri mi gerekir, yoksa bu sıkıcı ve verimsiz mi olur? Birkaç farklı konu hakkında konuşabileceklerini söyleyebilirler, ancak hangisini seçmeleri gerektiğinden emin olmayabilirler. En önemli konunun hangisi olduğunu nasıl bilebilirler?

    Bu durumu ele almak için kesin kurallar yoktur, ancak bir meslektaşımın (Brian Smothers, kişisel iletişim) “durgunluk dönemi” olarak adlandırdığı bu aşamada, danışanlar genellikle terapötik süreç hakkında biraz rehberlik arayışında olurlar ve neye odaklanmaları gerektiğini, sürecin nasıl ilerleyeceğini merak ederler. Bazı danışanlar gerçekten ele almak istedikleri başka bir konu olmadığını fark edip bu noktada terapiden ayrılabilirler. Diğerleri ise kalmak ve daha derine inmek isteyebilirler, ancak nasıl ilerleyeceklerinden emin değildirler.

    Genellikle danışanlarıma, kendilerini tekrar etmekten endişe duymamaları gerektiğini söylerim. Hepimizin sürekli olarak geri döndüğü belirli bir problem seti vardır ve terapötik süreç genişlikten çok derinlikle ilgilidir. Bir konuyu çalışmak, içgörü kazanmak, hisleri yönetmeyi öğrenmek ve yeni davranış stratejileri geliştirmek -bunların hepsi aynı temel meseleleri tekrar tekrar ele almayı gerektirir.

    Eğer danışanım birden fazla konu arasında hangisini ele alması gerektiğini bilemiyorsa, her zaman en fazla his uyandıracak olanı seçmesini tavsiye ederim. Bu konuda ona düzenli olarak rehberlik eder ve sürecin bir parçası haline gelmesini sağlarken, terapinin nasıl işlediği ve neler bekleyebileceği hakkında daha fazla bilgi isterse, hem potansiyel kazanımları hem de olası zorlukları açıkça paylaşırım. Semptomları hafifletmeye yönelik kısa süreli tedaviler bile, kalıcı bir etki bırakabilmek için duyguların deneyimlenmesini gerektirir. Daha uzun vadeli tedaviler ise -başarıya ulaşmadaki engelleri kaldırmak, duygulanım yönetimini önemli ölçüde geliştirmek ve ilişki kalıplarını değiştirmek gibi daha karmaşık hedefler içerdiğinde- zaman zaman derin acı hissedilen dönemleri kaçınılmaz kılar.

    Değişimin, savunmaların gevşetilmesi veya duygusal “teslimiyet” (Maroda, 1999) ile başladığını açıklarım ve ardından, danışanın geçmişine dayanarak terapötik süreçte hangi tür duygusal deneyimleri yeniden yaşayabileceğini tartışırım. Bu konuyu Altıncı Bölümde daha ayrıntılı ele alıyorum, ancak danışanlarıma, hissetmekten kaçındıkları şeyin aslında iyileşmeleri için hissetmeleri gereken şey olduğunu anlatırım. Burada akademik literatürü alıntılamaktan ziyade, terapistlerin deneyimlerinden öğrendikleri bir gerçeği ifade ediyorum. Winnicott’u (1974) serbestçe yorumlayarak, en çok korktuğumuz şeyin aslında daha önce başımıza gelmiş şeyler olduğunu söylerim. Farkında olsak da olmasak da en büyük korkularımız, hayatımızın en acı verici anlarını tekrar yaşama ihtimali etrafında şekillenir.

    “Durgunluk dönemleri” herhangi bir zamanda ortaya çıkabilir ve bazı danışanlarda sıkça görülebilir. Terapistler için önemli olan nokta, sürecin tekrar ilerlemesini sağlamak için aktif olarak çaba göstermektir. Danışanın yön eksikliğine veya destek taleplerine seansı tamamen üstlenerek yanıt vermek cazip gelebilir, ancak bu noktada sorumluluğu danışana bırakmak daha etkili olacaktır. “Hangi konu hakkında konuşursan içinde bir his uyanır?” veya “Son seanstan bu yana seni duygulandıran herhangi bir düşünce, olay ya da rüya oldu mu?” gibi sorular sormak, seansta işlenecek konuların belirlenmesi sorumluluğunu danışana vererek sürecin daha verimli ilerlemesini sağlar.

    ÖZET

    Terapiye başlamak, hem terapist hem de danışan için zorlayıcı bir deneyim olabilir; çünkü her iki taraf da duygusal olarak mevcut ve tepkisel olma çabası içindedir. Terapinin bir ilişki olarak görülmesi, terapistlerin kendi duygusal geçmişlerini ve bağlanma kalıplarını incelemelerini gerektirir. Karşılıklı etkileşimi ve duygulanım iletişiminin önemini anlamak, terapistin kendini daha iyi tanımasına yardımcı olur ve ona anlık olarak doğru klinik kararlar alabilme yetisi kazandırır. İlk değerlendirme, terapist ve danışanın iyi bir eşleşme olup olmadığını belirlemekle başlar. Terapi süreci başladığında, terapist danışanın düşünce ve his akışını dikkatle takip eder. Her müdahalenin etkisini değerlendirmek, terapötik ilişkinin içinde neler olup bittiğine odaklanmayı gerektirir. Danışanı bir danışman gibi kullanmak, terapistin ilişkiyi bağımsız ve otoriter kararlarla yönlendirmeye çalışmasının getirdiği ağır yükten kurtulmasını sağlar. Bunun yerine, terapist terapötik sınırları koruma sorumluluğunu üstlenirken, danışanla birlikte belirlenen bir süreci izleyerek terapötik çalışmayı ortak bir çerçevede ilerletir.