Özdeşimi Değerlendirme (7. Bölüm)


Okuyacağınız metin Nancy McWilliams’ın Psychoanalytic
Case Formulation
adlı kitabının 8. Bölümünün çevirisidir -çeviri için ChatCPT kullanılmıştır. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

Bir kişinin psikolojisinin merkezi bir yönünün, hayatındaki önemli sevgi nesneleri [love object] ve modelleri [model] olduğunu anlamak için ruh sağlığı uzmanı olmak gerekmez. Ön görüşme [intake interview] sırasında, danışanlar genellikle kendilerini benzer hissettikleri, örnek almak istedikleri ya da her ne pahasına olursa olsun benzememeye çalıştıkları kişiler hakkında açıkça konuşurlar. Standart betimleyici tanı sisteminin en büyük sınırlılıklarından biri, herhangi bir davranışın psikolojik anlamının, bireyin bilinçli ya da bilinçdışı olarak kendisini özdeşleştirdiği kişiye bağlı olarak son derece farklı olabilmesidir.

Muhtemelen hiçbir davranış veya tutum, özdeşimlerden [identification] bağımsız değildir ve bu özdeşimlerin içeriği büyük ölçüde değişebilir. Örneğin, sürekli eleştiren ve şikâyet eden bir kadın, bilinçdışı düzeyde hem çok sevdiği ama aşırı kontrolcü büyükannesine benzemeye çalışıyor, hem de başkalarının onu ezmesine göz yuman pasif ve ihmalkâr annesine benzemediğini kendine kanıtlamak istiyor olabilir. Ya da her ikisi birden. Duygusal yoğunluğu yüksek durumlarda rahatsız edici derecede “rasyonel” davranan bir adam, bilinçdışı olarak hiper-entellektüelleşmiş bir babayla özdeşim kuruyor olabilir ya da küçük meseleler yüzünden öfkelenen babasına karşı bilinçli veya bilinçdışı olarak ilham verici bir karşı örnek oluşturan, zihinsel gücüyle öne çıkan lise öğretmeniyle özdeşim kuruyor olabilir. Ayrıca, duygusallıkları çocuksu olarak etiketlenen küçük kardeşleriyle özdeşleşmemek için belirgin bir karşıt özdeşim [counteridentification] geliştirmiş de olabilir. Eğer ailesinde duygusal olan kişi annesi idiyse, bilinçdışı düzeyde kadınsı olmamak için kendini bu özellikten uzaklaştırıyor olabilir. Terapinin en etkili şekilde ilerleyebilmesi için, terapistin danışanlarının tutum ve davranışlarının arkasındaki özdeşimsel anlamları anlaması gerekir.

Genellikle, ilk görüşmelerde danışana annesi, babası veya diğer birincil bakımverenleri hakkında sorular yöneltilir: Hayatta mı? Eğer değilse, ne zaman ve hangi sebeple vefat etti? Hayattaysa, kaç yaşında? Meslekleri nedir (veya neydi)? Kişilikleri nasıldı ve ebeveyn olarak nasıl davrandılar? Danışanın hangi ebeveyne benzediği ve hangi yönlerden benzerlik taşıdığı sorulduğunda, bazen oldukça fazla bilgi edinilebilir. Ayrıca, danışanın büyürken üzerinde etkili olan diğer önemli kişiler olup olmadığını sormak da önemlidir. Bazen, bir öğretmen, din adamı, kamp lideri, terapist veya arkadaş, danışanın o kişiyle özdeşim kurması nedeniyle güçlü bir etki bırakmış olabilir. İnsanlar, özdeşimlerinin birçok yönünün farkındadır; ancak bireyin içselleştirdiği unsurlara dair çok daha farklı ve derin bir bilgi düzeyi, daha az bilinçli ve daha az sözel yollarla da ortaya çıkabilir.

AKTARIM TEPKİLERİNİN İŞARET ETTİĞİ ÖZDEŞİMLER

Bir klinik görüşmede, bir kişinin temel özdeşimlerini en hızlı şekilde değerlendirmek, aktarımın [transference] genel tonunu hissetmekle mümkündür. Bazen aktarımın dışavurumu oldukça ince ve dolaylı olabilir. Örneğin, sevgi dolu ebeveynler tarafından yetiştirilmiş ve onların cömert ruhunu içselleştirmiş bir danışanın yaydığı iyi niyetli bağlılık hissi, ilk görüşme sürecine yansıyabilir. Benzer şekilde, daha az tatmin edici ama yine de ince bir aktarım tonu, terapistin kendini belirsiz bir şekilde değersizleştirilmiş hissetmesiyle ortaya çıkabilir. Örneğin, danışan, terapistin eğitim geçmişi hakkında ortalamadan fazla soru sorduğunda, bu durum şüpheci veya güvensiz bir figürle özdeşim kurmuş olabileceği yönünde bir ön hipotez geliştirmeye neden olabilir.

Bazen ilk aktarım daha çarpıcı ve keskin olabilir. Bir meslektaşım, yakın zamanda, öfkesini yönetme sorunuyla başa çıkmak için birçok terapist görmüş bir kadın danışanı değerlendirdiğini aktardı. Danışan, önceki terapistlerinin onu yeterince anlayamaması nedeniyle hata yaptıklarını ve bu yüzden hayal kırıklığına uğradığını anlatmıştı. Benzer bir hayal kırıklığı yaşamaktan endişeliydi ve meslektaşımın da onu anlamakta başarısız olacağından korkuyordu. Meslektaşım, danışanın anlaşılmamaya karşı hassasiyetini fark ederek, ilk görüşmede erken ve aceleci çıkarımlardan kaçınmaya özellikle özen gösterdi. Ancak, görüşmenin sonunda şunları söyledi: “Genellikle birini ön değerlendirmek için birkaç seansa ihtiyacım olur. Sizinle bu biraz daha uzun sürebilir, çünkü psikolojiniz oldukça karmaşık görünüyor.” Bunun üzerine danışan, “karmaşık” kelimesinin aslında dolaylı bir şekilde onu delilikle suçlamak anlamına geldiğini öne sürerek şiddetli bir öfke patlaması yaşadı. Burada tanıdık bir dinamik görüyoruz: Keskin bir algı ile (danışanın, terapistin onun sorunlarını ciddi gördüğünü fark etmesi) çarpıtılmış bir yorumun (terapistin eleştirel veya küçümseyici bir tutum içinde olduğu düşüncesi) birleşimi. Bu tepki, terapistin, danışanın en az bir otorite figürünü yoğun şekilde eleştirel ve yargılayıcı bir tutumla içselleştirmiş [internalized] olabileceği sonucuna varmasına yol açtı.

Bazen insanlar, erken dönem sevgi nesnelerine olan benzerliklerinin tamamen farkında olmayabilirler. Görüştüğüm bir kadın danışan, ilk seansın büyük bir bölümünü, annesinin müdahaleci, kontrolcü ve gereksiz yere titiz tutumundan şikâyet ederek geçirdi. Onu memnun etmenin ne kadar zor olduğu göz önüne alındığında, kendimi danışanın durumuna karşı oldukça empatik hissettim. Zor bir ebeveynin çocuğu olmanın güçlüklerine duyduğum anlayış, terapötik ilişkiye olumlu yansımış ve onunla iyi bir bağ kurduğumuzu düşünmeme neden olmuştu. Seans boyunca danışana yönelik karşı aktarımım [countertransference] sıcak ve olumlu bir tondaydı, ta ki odadan ayrılmadan hemen önce duvardaki tablolara bakana kadar. Yüzünde açık bir rahatsızlık ifadesiyle resimlerin düzgün asılmadığını fark etti ve hepsini düzeltti. Ardından şöyle dedi: “İşte, şimdi ofisinizin görünümü konusunda utanmak zorunda kalmayacaksınız.” Bu anlık davranış, onun aslında eleştirdiği ve rahatsızlık duyduğu titiz, müdahaleci ve kontrolcü tutumu kendisinin de bilinçdışı olarak sergilediğini gösteriyordu.

ÖZDEŞİM, İÇEALIM, İÇEATIM VE ÖZNELERARASI ETKİLEŞİM

Freud (1921), iki tür özdeşim süreci tanımlamıştır: Erken ve görece çatışmasız “anaklitik [anaclitic]” nesne sevgisi (Yunanca “lean on” – “dayanmak” kelimesinden türemiştir ve doğrudan bağımlılığı ima eder) ve daha sonraki bir süreç olan “saldırganla özdeşim [identification with the aggressor]”, ki bu terim daha sonra A. Freud (1936) tarafından detaylandırılmıştır. Anaklitik özdeşim, çocuğun (veya yetişkinin) sevdiği bakımverenin sahip olduğu, onu sevilebilir kılan özelliklere sahip olmayı istemesiyle gerçekleşen olumlu bir süreçtir. Bu tür bir özdeşim, çocuklukta kişilik oluşumu açısından daha belirgin ve etkili olmakla birlikte, yetişkinlerde de gözlemlenebilir. Örneğin, küçük bir çocuk “Annem gibi olmak istiyorum, çünkü o çok tatlı” dediğinde, anaklitik bir özdeşim ifade etmektedir. Buna karşılık, saldırganla özdeşim, travmatik veya rahatsız edici durumlarda bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkar ve korku ve güçsüzlük hissine karşı bir koruma işlevi görür. Bu süreç daha otomatik olup, daha az bilinçli ve gönüllü bir şekilde gerçekleşir. Eğer bu sürecin bilinçli olarak ifade edilmesi mümkün olsaydı, şu şekilde özetlenebilirdi: “Annem beni korkutuyor. Bu korkuyu, kendimi korkmuş ve çaresiz bir çocuk olarak görmek yerine, annenin kendisi olduğumu hayal ederek yenebilirim. Bu sahneyi, korkuya neden olan değil, onu başlatan kişi olarak yeniden canlandırırsam, artık kurban olmayacağımı kendime kanıtlamış olurum.” Weiss ve Sampson ile meslektaşları (Weiss, Sampson & Mount Zion Psikoterapi Araştırma Grubu, 1986) bu süreci “pasifin aktife dönüşümü [passive-into-active transformation] olarak adlandırmaktadırlar.

Freud, saldırganla özdeşim süreci üzerine daha fazla yazmış ve bu konu hakkında ayrıntılı spekülasyonlarda bulunmuştur; bunun nedeni, bu tür özdeşimin daha yaygın olması değil, daha bilinçdışı, problematik ve sağduyuya, rasyonalist açıklamalara ve davranışçı yaklaşımlara aykırı olmasıdır. Freud’un ödipal durumdan kaynaklanan özdeşim sürecine ilişkin açıklaması, aslında saldırganla özdeşim modeliyle paralellik göstermektedir, ancak sağlıklı aile ortamlarında, bu süreçteki saldırganlık ebeveynde var olan bir özellikten çok, çocuğun ebeveyne yönelik projeksiyonu sonucu ortaya çıkar. Klasik ödipal üçgende, çocuk bir ebeveyne karşı arzu duyar (örneğin, anneye), diğer ebeveynle rekabet içinde hisseder (örneğin, babayla), henüz duygu ve eylemleri tam olarak ayıramadığı için, kendi saldırganlığının tehlikeli olabileceğinden endişe duyar, saldırganlık yönelttiği ebeveynden misilleme geleceğinden korkar ve bu kaygı yüklü durumu çözmek için korktuğu ebeveyn gibi olmaya karar verir (örneğin, “Babayı ortadan kaldırıp annemi elde edemem, ama babaya benzeyerek annem gibi bir kadına sahip olabilirim.”). Bu senaryo, edebiyatta sürekli tekrarlanan üçgen ilişkileri ve rekabet temaları, kişisel bir başarı elde ettiğinde insanların sıklıkla yaşadığı kaygı ve depresif tepkiler ve üç ila altı yaş arasındaki çocukların, kendi saldırgan hayal güçlerinden kaynaklanan canavarlar tarafından tehdit edildikleri kabuslar görme eğilimleri gibi çeşitli psikolojik fenomenleri anlamlandırmada önemli bir açıklama sunar.

Yirminci yüzyılın ortalarında, ödipal ve saldırganla özdeşim kuramları, özdeşimi anlamanın o kadar popüler bir yolu hâline geldi ki, araştırmacı psikologlar çatışmasız [nonconflictual] bir özdeşim türünün varlığını kanıtlamak için önemli ölçüde çaba harcamaya başladılar. Sears ve meslektaşları (örneğin, Sears, Rau & Alpert, 1965), otomatik ve duygusal olarak karmaşık olmayan bir özdeşim biçimini ortaya çıkaran bir dizi yaratıcı deney tasarladıktan sonra, bu süreci Freud’un kaygı dolu ve savunmaya dayalı ödipal senaryosuna bir karşıtlık oluşturacak şekilde tanımlamak için “modelleme [modeling]” terimini ortaya attılar. İlginç bir şekilde, modelleme kavramı, Freud’un anaklitik bağlanmalar [anaclitic attachment] hakkındaki gözlemleriyle kavramsal olarak büyük benzerlik taşımaktadır.

Okul öncesi çocuklarının oyunlarını izleyen herkes, onların bir ebeveynin ses tonunu ve jestlerini en ince ayrıntısına kadar taklit etmelerinin ne kadar çarpıcı olduğunu fark etmiştir. Bazı özdeşimler, özellikle küçük çocuklarda görülen tür, sanki özdeşim kurulan kişinin “bütünüyle yutulması [swallowing whole]” gibidir. Daha büyük bireylerde bile -örneğin, belirli bir öğretmene hayranlık duyan bir üniversite öğrencisinde ya da kutsal kabul edilen bir guruyu taklit eden bir tarikat üyesinde- bazen o kadar kapsamlı bir içealım/enkorporasyon [incorporation] görülür ki, özdeşim kuran kişinin bireyselliği kaybolmuş gibi görünür ve neredeyse hayran olduğu kişinin bir kopyasına dönüşür. İdealize eden bir hayran, birinin yürüme, konuşma, gülme, iç çekme biçimini ve hatta spagetti yeme tarzını bile benimseyebilir. Ancak bazı durumlarda, özdeşim daha ince ayrıntılara sahip, daha bilinçli ve seçici bir süreç gibi görünür; birey, nesnenin bazı özelliklerini benimserken bazılarını reddeder. Çoğumuz, çocukluk dönemimizde etkisinde kaldığımız bir figüre benzemek istememizi temsil eden yanlarımız ile o tür özdeşimlere direnç gösterdiğimiz yönlerimizi kolayca tanımlayabiliriz.

Freud sonrası psikanalitik yazında, terapistlerin danışanlarının uyumsuz özdeşimleriyle karşılaşırken yaşadıkları sıkıntıdan beslenen ve normal özdeşim süreçlerinin gelişimini anlamaya çalışan uzun bir akademik gelenek vardır. Roy Schafer (1968), çocukların bakımveren kişiyi bütünüyle yutan türde bir içselleştirmeden [swallowing-whole type of assimilation] başlayarak, giderek artan ayırt etme ve refleksiyon [reflection] aşamalarından geçerek nihayetinde daha olgun bir özdeşim [identification] sürecine ulaştıklarını tanımlamıştır (bkz. Jacobson, 1964). Bu son aşamada, çocuk, özdeşim kurduğu nesneyi daha karmaşık, farklılaşmış bir “Öteki [Other]” olarak kavrar ve bu kişinin özelliklerini, daha seçici ve gönüllü hissettiren bir şekilde içselleştirir. Örneğin, iki yaşındaki bir çocuk annesinin çantasını taşıyarak özdeşim kurarken, ödipal dönemdeki çocuklar, hangi ebeveynlerinin hangi özelliklerini benimsemek istediklerine dair daha bilinçli ve anlamlı yorumlar yapabilirler.

Bazı yazarlar “özdeşim” terimini oldukça geniş bir anlamda kullanırken, Schafer gibi bazıları ise erken dönem içealım ile daha sonraki dönemlerde başkalarının niteliklerini içselleştirme süreçleri arasındaki farkı vurgulamaya çalışmıştır. Günümüzdeki ampirik bulgular, bakımverenlere dair içsel temsillerin [internal representation] gelişiminin, kendiliğe dair içsel temsillerin gelişimiyle eş zamanlı olarak ilerlediğini (Bornstein, 1993) ve bu kendilik ve öteki temsillerinin [representations of self and other], hiyerarşik aşamalar boyunca evrildiğini, çocuğun algılarını, beklentilerini ve davranışlarını şekillendirdiğini göstermektedir (Horner, 1991; Schore, 1997; Wilson & Prillaman, 1997). Çağdaş psikanalitik yazında, daha olgun özdeşim süreçlerinden önce gerçekleşen içselleştirme türleri için “içeatım [introjection]” terimi daha yaygın olarak kullanılmaktadır; muhtemelen bu süreç, “yansıtma/projeksiyon” [projection] ile net bir karşıtlık içinde tanımlanabildiği için tercih edilmektedir. Gelişmekte olan çocuk için önemli kişilere dair içselleştirilmiş imgeler, bu bağlamda “içeatımlar [introject]” olarak adlandırılmaktadır. İçselleştirme süreci, bilinçsiz taklitten, belirli özellikleri seçerek ve daha bilinçli, gönüllü bir şekilde içselleştirmeye doğru ilerledikçe, süreç giderek daha az içeatımsal [introjective] ve daha çok bilinçli bir kimlik belirleyici [identificatory] gibi görünmeye başlar.

Özdeşim süreci [identification process], aileler ve kültürler arasında oldukça benzer bir biçimde ilerlemektedir. Ancak, özdeşim içeriği [content] hem olumlu hem de derinlemesine problematik olabilir. Erken dönemde içselleştirilen temsillerin uyumsuz olması, bunların ön-dilsel/sözcük öncesi [preverbal] ve otomatik doğası nedeniyle, daha sonraki terapötik süreçte ciddi zorluklar yaratmaktadır. Doktora araştırmasında, eski öğrencim Ann Rasmussen (1988), partnerleri ve eşleri tarafından sürekli ve acımasızca istismar edilen kadınlarla görüşmeler gerçekleştirdi. Çalışmasına katılan kadınlar, kadın sığınma evlerinde çalışan sosyal hizmet uzmanlarını ve destek ekiplerini en çok zorlayan gruba dahildi; çünkü tekrar tekrar istismarcı partnerlerine geri dönüyorlardı. Bu görüşmelerden birinde, danışanlardan birinin iki yaşındaki oğlu, oyun hamuruyla (Play-Doh) bir yara izi yaptı ve bunu büyük bir gururla yanağına yapıştırarak annesine ve araştırmacıya gösterdi. Çocuğun içeatım süreci olağan bir şekilde işliyordu; ancak, çabanın içeriği, geleceği açısından son derece olumsuz bir tablo çizmekteydi.

Bu konudaki klasik psikanalitik literatür, çocuğun ebeveyn özelliklerini edinmesi üzerine yoğunlaşmış ve bu süreci, çocuğun gelişiminin dinamik, ebeveynin etkisinin ise nispeten statik olduğu bir çerçevede ele almıştır. Ancak, daha güncel psikanalitik araştırmalar ve gelişim kuramları (örneğin, Brazelton, Koslowski & Main, 1974; Brazelton, Yogman, Als & Tronick, 1979; Trevarthan, 1980; Lichtenberg, 1983; Stern, 1985, 1995; Beebe & Lachmann, 1988; Greenspan, 1981, 1989, 1997), özdeşim süreçlerini daha öznelerarası [intersubjective] bir perspektiften ele almakta ve çocuk ile bakımverenin birbirleri üzerindeki karşılıklı etkilerini vurgulamaktadır. Aslında, bireyin bireysel kimliğini nasıl geliştirdiği konusunda bilgi arttıkça, özdeşim sürecinin de giderek daha fazla karşılıklı bir etkileşim olduğu anlaşılmaktadır: Bebek, annesinin belirli özelliklerini içselleştirir; anne, bebeğinin özel ihtiyaçlarına uyum sağlamak için değişir; bebek ise değişmiş olan bu anneyi yeniden içselleştirir ve süreç bu şekilde devam eder.

Bu öznelerarası “dansın” varlığı (bkz. Lerner, 1985, 1989), içselleştirilmiş bir nesnenin gerçek, yaşayan bir kişiyle eşdeğer olmadığını gösteren nedenlerden biridir. Özdeşim kurduğum baba, benim en erken idealleştirilmiş algılarımda her şeyi bilen ve her şeye kadir bir figürdü; ancak yetişkinliğe ulaştığımda, onun aslında özsaygısı kırılgan ve anlayışında zaman zaman belirsizlik yaşayan bir adam olduğunu fark ettim. Tarihsel rastlantılar da içselleştirme süreçlerinin doğasını etkileyebilir. Bir keresinde, yaygın bir duygusal mesafe sorunu olan genç bir adamı tedavi ettim. Tüm ilişkileri, benimle kurduğu bağ da dahil olmak üzere, soğuk ve reddedici bir etkileşimle karakterize ediliyordu. İnsanlardan uzak durma eğilimini açıklarken, annesinin “insan buzdolabı” gibi olduğunu, sıcaklık göstermekten aciz olduğunu öne sürüyordu. İlk görüşmelerimizde, karşılıklı etkileşim kurmaktan tamamen yoksun görünüyordu ve hatta kendi kişisel geçmişini bile anlatmaya isteksizdi, bu da onu çalışılması zor ve kafa karıştırıcı bir danışan hâline getiriyordu. Annesiyle görüşme yapma iznini istediğimde, mekanik, duygusuz bir insanla karşılaşmaya kendimi hazırladım. Ancak, beni şaşırtan bir şekilde, annesi sadece sıcak ve şefkatli değil, aynı zamanda oğlunu derinden seven ve onunla ilgili endişe duyan bir kadındı. Görüşme sırasında, çocuğun yaşamının ilk aylarında, annesinin ciddi ve bulaşıcı bir hastalık geçirdiği, bu yüzden ona dokunmasının veya onu kucağına almasının yasaklandığı ortaya çıktı. Bu süreçte, diğer aile üyeleri ona sadece minimal düzeyde bakım sağlamıştı. Danışanın içselleştirdiği “buz gibi anne” imgesi, aslında kanlı canlı, gözyaşları içinde oğlunun ona mesafeli tavrından ötürü üzülen annesiyle hiç benzerlik göstermiyordu.

Tanısal formülasyonun önemli bir bileşeni, danışanın özdeşim süreçlerinin ne kadar ilkel veya olgun olduğunu değerlendirmektir. Kernberg (1984), erken dönem nesneler hakkında danışana soru sormanın önemini kavrayan uzun bir terapist geleneğinin en yetkin tanı uzmanlarından biri olarak, danışanın ebeveynlerini ve diğer önemli figürleri nasıl tanımladığını sorgulamanın tanısal açıdan özel bir değeri olduğunu savunmuştur. Genel olarak, sınır ve psikotik düzeyde örgütlenmiş bireyler, başkalarını ya tamamen iyi ya da tamamen kötü olarak betimleyen, bütünsel [holistic] ve aşırı uçlarda değerlendiren anlatımlar sunma eğilimindedirler. Buna karşın, nevrotik ve sağlıklı düzeyde işleyen bireyler, insanları daha dengeli ve çok boyutlu bir perspektiften tanımlama eğilimindedirler (bkz. Bretherton, 1998). Bu tür bilgiler, terapistin tedaviyi nasıl bir model doğrultusunda -destekleyici mi [supportive], dışavurumcu mu [expressive] veya açığa çıkarıcı mı [uncovering]- sürdüreceğine karar vermesi açısından kritik bir rol oynar (Kernberg, 1984; Rockland, 1992a, 1992b; McWilliams, 1994; Pinsker, 1997).

Bahsedilen her iki danışan da -öfke sorunu yaşayan kadın ve mesafeli genç adam- ebeveynlerini tek boyutlu bir şekilde tasvir etmişlerdi. Bu tür anlatımları dinlerken, görüşmeci genellikle, anlatılan kişinin gerçekte nasıl biri olduğuna dair net bir fikir edinememe hissine kapılır. Danışanın sunduğu nesne, ya bir aziz ya da bir şeytan gibi görünür; ebeveyn olmanın getirdiği zorluklarla, kendi yaşam öyküsü ve mevcut koşulları içinde başa çıkmaya çalışan bir insan olarak tasvir edilmez. Her iki danışan da gelişimsel olarak borderline örgütlenme düzeyinde tanılanmaya uygundu. Tipolojik olarak, kadın ağırlıklı olarak paranoid bir örgütlenme sergilerken, adam daha çok şizoid özellikler taşıyordu. Kadının sergilediği paranoid ve sınır dinamiklerinin birleşimi, terapistin daha destekleyici bir yaklaşım benimsemesini gerektirirken, adam dışavurumcu terapiye iyi yanıt vermekteydi.

Ancak, psikolojik olarak oldukça olgun bireyler bile, bazı alanlarda belli nesneleri düşünmeden tamamen iyi [all-good] veya tamamen kötü [all-bad] kategorilerine yerleştirebilirler. Örneğin, histerik örgütlenmeye sahip danışanlar, genellikle insanlar hakkında oldukça izlenimci/kolay etkilenen [impressionistic] yargılara sahip olmalarıyla tanınırlar, hatta diğer açılardan keskin ve derin içgörüler geliştirme kapasitesine sahip olsalar bile (Shapiro, 1965). Benzer şekilde, yüksek işlevselliğe sahip depresif bireyler, daha ağır depresyon belirtileri gösteren kişiler gibi, özdeşimlerinde “ya hep ya hiç” yaklaşımı sergileyebilirler. Genellikle kendilerine yönelik tamamen olumsuz bir algıya sahipken, başkaları hakkında yalnızca olumlu şeyler söyleme eğiliminde olabilirler (Jacobson, 1971). Histerik ve histrionik danışanlarda, idealize etme veya değersizleştirme eğilimi, yoğun duygular karşısında bunalmaktan veya incinmekten korkmaya karşı bir savunma mekanizması olarak işlev görür; depresif bireylerde ise, iyi nesnelerle özdeşleşme yoluyla kendi içlerindeki kötülüğün telafi edilebileceğine dair umutlarını koruma işlevi taşır.

ÖZDEŞİMLERİ ANLAMANIN KLİNİK ÇIKARIMLARI

İçselleştirmelere dair veriler, özellikle tamamen iyi veya tamamen kötü temalar taşıyanlar, psikoterapi açısından destekleyici, dışavurumcu/ifade edici veya bilinçdışı süreçleri açığa çıkarıcı tedavi modelleri arasındaki seçimden çok daha derin etkiler taşır. Öncelikle, bu tür bilgiler, terapistin danışanla ilk bağlantıyı nasıl kurması gerektiğine dair önemli ipuçları sağlar. Genel olarak, terapistin, danışanın patojenik içselleştirilmiş nesnelerinden nasıl farklı olduğunu standart mesleki uygulamalar çerçevesinde ortaya koyması iyi bir ilk kuraldır. Örneğin, danışan ebeveyninin son derece bencil ve benmerkezci olduğunu bildirmişse, terapistin özgecil bir duyarlılık sergilemesi faydalıdır. Eğer içselleştirilmiş ebeveyn eleştirel bir figürse, terapötik ilişkinin kabul edici ve onaylayıcı yönleri özellikle vurgulanmalıdır. Eğer içselleştirilmiş nesne baştan çıkarıcı bir özellik taşıyorsa, terapistin mesleki sınırlarını özellikle titizlikle koruması gerekmektedir. Bu tür hassas tepkiler, danışanın terapisti içselleştirilmiş nesneleriyle özdeşleştirmesini (aktarım sürecinde terapisti geçmiş nesnelerle aynı konuma yerleştirmesini) tamamen önlemese de, danışanın, aktarımlar ortaya çıktığında terapistin gerçek özellikleri ile kendi projeksiyonları arasındaki farkı daha iyi fark etmesine olanak tanır.

İkinci olarak, önceki paragrafta ima edildiği gibi, bu veriler terapiste, tedavi sürecinde ortaya çıkacak başlıca aktarımlar hakkında önceden bilgi sağlar. Özdeşimler, güçlü ve yönlendirici psikolojik güçlerdir. Terapistin bilinçli ve kararlı bir şekilde nazik olması, çocuklukta istismara uğramış bir danışanın, terapist tarafından istismar edilmek üzere olduğu (veya zaten istismara uğradığı) hissini yaşamasını önleyemez. Benzer şekilde, danışanın içselleştirilmiş nesnesi reddedici bir figürse, terapistin ne kadar kabul edici bir tutum sergilediği, danışanın yaklaşmakta olan bir reddedilme beklentisini engellemeye yetmeyecektir. Ayrıca, terapistin içselleştirilmiş nesnelerden ayrışma çabalarının uzun vadede tam anlamıyla başarılı olması, çoğu danışan için avantajlı da olmayacaktır. Danışanlar, çocukluklarında şekillenen beklentilerini çürütmesi gereken deneyimlerin bunu başaramadığı için terapiye gelirler. Bu nedenle, terapiste, büyüme ve doyumlarını sürekli olarak sabote eden içselleştirilmiş figürleri yansıtmak ve ardından onlarla çocukluklarında geliştirdiklerinden farklı bir şekilde ilişki kurmayı öğrenmek zorundadırlar. Freud (örneğin, 1912), aktarımın terapötik potansiyeli üzerine düşünürken, düşmanla yokluğunda [in absentia] savaşmanın mümkün olmadığını sıkça vurgulamıştır.

Üçüncü olarak, danışanın zihninde yaşamış olan figürleri ve her birinin onun için ne anlama geldiğini anlamak, etkili bir terapi stratejisi geliştirmek açısından kritik öneme sahiptir. Bazen bu, terapistin danışan üzerinde etkili olabilmesi için ilerleyebileceği tek yol olabilir. Birkaç yıl önce, kronik ve durmaksızın intihara meyilli olan bir danışanla çalıştım. Bipolar hastalığı onu tamamen ele geçirmediği zamanlarda, büyüleyici, yaratıcı ve son derece başarılı bir din adamı, eş ve baba olarak işlev görüyordu. Ağır depresif olmadığı zamanlardaki seanslarımız, hem etkileyici hem de derinden dokunaklıydı. Aynı zamanda son derece verimliydi, çünkü kendisi hakkında öğrendiklerine değer veriyor ve davranışlarında birçok olumlu değişiklik yapabiliyordu.

Ancak, depresif duyguları onu ele geçirdiğinde, onu seven ve ona güvenen birçok insanın tüm yalvarışlarına rağmen yaşamak için hiçbir neden bulamıyordu. Evinde bir intihar kiti vardı -kendini öldürmek için fazlasıyla yeterli bir ilaç stoğu- ve bu kendini yok etme araçlarını ortadan kaldırması için onunla yaptığım tüm pazarlıklar, yalnızca şu yanıtı almama neden oldu: “Eğer bu konuda ısrar ederseniz, sizi memnun etmek için onları attığımı söylemekten mutluluk duyarım, ama bana nihai kontrol ve özerklik hissi veren bu imkândan vazgeçmeye hiç niyetim yok.” Tahmin edilebileceği gibi, bu danışan bana birçok uykusuz gece yaşattı ve birkaç kez, yaşama ilgisinin ölme arzusundan daha zayıf göründüğü anlarda onu hastaneye yatması için cesaretlendirdim.

Bu danışanın intihara yönelik eğilimleri son derece fazla belirleyici faktörle şekillenmişti [overdetermined]. Aile öyküsü, bipolar bozukluğa genetik bir yatkınlığı açıkça ortaya koyuyordu. Bunun yanı sıra, annesi tarafından sürekli eleştirilmiş, kontrol altında tutulmuş ve fiziksel olarak istismar edilmişti, bu da onda cezalandırılmayı hak ettiğine ve kendisinin doğuştan kötü olduğu için onu gerçekten tanıyan herkes tarafından eninde sonunda reddedileceğine dair bir içsel inanç oluşturmuştu. Çocukken, annesinin kötü muamelesinden kaçabilmesinin tek yolu, fiziksel olarak oradan uzaklaşmaktı ve bunu hareket edebildiği andan itibaren, büyük ya da küçük ölçekli kaçışlarla sürekli yapmıştı. Hayat katlanılmaz hale gelirse dünyadan çıkış yapabileceğini bilmek ona rahatlık veriyordu. Zihninde, intihar kiti, çocukken kullandığı kaçış yollarının eşdeğeriydi. Ayrıca, toplum tarafından katı bir şekilde öfkesini asla ifade etmemesi, hatta öfke duygusunun varlığını dahi kabul etmemesi gerektiği yönünde sosyalleştirilmişti. Bunun sonucunda, her türlü saldırgan duyguyu kendisindeki kötülüğün bir parçası olarak deneyimliyor ve en küçük bir farkında olmadan sergilenen düşmanca ya da bencilce davranış için bile kendini acımasızca eleştiriyordu. Öz-değeri [self-esteem], ailesinin, onun içsel olarak nasıl hissettiğinden çok, dışarıdan nasıl göründüğüne önem vermesiyle zarar görmüştü. Özerklik ve etki gücü hissi, annesinin öfkeli tiratlarına ya da babasının pasif-agresif ve alkolle şekillenen tepkilerine karşı hiçbir şekilde etki edememesi nedeniyle neredeyse tamamen yok olmuştu.

Onun inatçı intihar eğilimiyle yüzleşmesini sağlamak için -psikiyatristi, duygusal açıdan sezgisel bazı akrabaları ve arkadaşları gibi- ben de çeşitli yollar denemiştim. Öfkesini daha bilinçli hale getirmeye çalıştım, kendini kötü biri olarak görme konusundaki irrasyonel ama anlaşılabilir inancını analiz ettim, annesinden, yaşattığı istismarın intikamını almak için, onu intiharıyla perişan etmek isteme arzusuna dikkatini çektim, kendini öldürmesinin eşi ve üç çocuğu için ne anlama geleceğini gerçekçi bir şekilde değerlendirdik, ve Tom Sawyervari cenaze fantezilerini -insanların onun ölümü hakkında ne hissedeceği ve ne söyleyeceği üzerine kurduğu hayalleri- keşfetmeye çalıştım. Ayrıca, aktarımı fark etmesini sağlamaya çalıştım, ölümünün beni nasıl etkileyeceğini hayal etmesini istedim, bu senaryodaki düşmanca duygularını görmesini ve bunları kendini yok edici olmayan yollarla ifade etmesini teşvik ettim. Ancak bunların hiçbiri, üzerinde anlamlı bir etki yaratmadı.

Ancak, onunla gerçekten bağlantı kurmamı sağlayan şeylerden biri, babasıyla özdeşim sürecini keşfetmek oldu. Bu danışanın yaşam öyküsündeki kritik bir özellik, babası tarafından gerçekleştirilen intihardı; babası, eşinin özellikle incitici bir sözü sonrasında yaşamına son vermişti. Danışanım, annesinin saldırılarından korunmak ve yetişkinliğe dair alternatif bir model edinmek için çaresizce babasına yönelmişti. Terapide, babasının intiharını derinden hayranlıkla karşıladığı ortaya çıktı, çünkü bu, hayatı boyunca annesinin karşısında ilk ve tek kez birinin son sözü söylediği bir an olarak zihnine kazınmıştı. Babasının intiharını kusursuz, dramatik bir final hareketi olarak görüyor, onu annesine karşı geri alınamaz bir “Siktir git!” mesajı olarak algılıyordu. İntiharın en büyük cazibelerinden biri, onun gözünde eril bir direniş biçimi olarak, kadınsı tahakkümü reddetmenin en kesin yolu olmasıydı.

Bu bağlantıyı kurduktan sonra, babasının intiharının gerçekten bir cesaret eylemi olup olmadığını ya da onun bunu böyle görmek zorunda kalıp kalmadığını birlikte inceleyebildik. Gerçekle yüzleşmek yerine, babasını annesinin kötü muamelesine karşı koyamayacak kadar zayıf ve yılgın biri olarak görmekten kaçınmak için mi bu intiharı kahramanca bir hareket olarak idealize etmişti? Sonunda, danışan bir tür aydınlanma [epiphany] yaşadı ve babası tarafından terk edilmesine karşı aslında büyük bir öfke duyduğunu fark etti. Tam da bu noktada, kendi intiharının çocukları için ne anlama geleceğini yalnızca entelektüel düzeyde değil, duygusal olarak da kavramaya başladı. Bununla birlikte, annesinin davranışlarına karşı başka bir erkeğin nasıl tepki verebileceğini düşünmeye başladı ve erkekliğin çok daha az kendini yok edici, daha sağlıklı bir güç formu olabileceğini hayal edebildi. Babasına olan özdeşim bağı zayıfladı ve başka erkek figürlerinin olumlu niteliklerini içselleştirmeye yönelik duygusal açıklığı arttı.

Son olarak, terapistlerin ilkel ve tek boyutlu içsel temsilleri anlaması büyük önem taşır, çünkü ötekilerde ve kendilikte karmaşıklık ve çelişkileri takdir edebilmek, psikolojik olgunluğun ve içsel huzurun merkezî bir bileşenidir. Bu farkındalığın gelişimi, uzun süreli psikoterapinin temel hedeflerinden biridir. Bu doğrultuda, terapist, danışanın aşırı/tamamen iyi ve aşırı/tamamen kötü imgelerini dengeli hale getirmesine yardımcı olmaya çalışır. Nefret edilen bir nesnenin olumlu yönlerini ve yüceltilen bir figürün olumsuz taraflarını fark etmesini sağlar. Sadece nefret duyulan bir yerde sevgiyi, yalnızca sevgi hissedilen bir noktada ise nefreti keşfetmesine olanak tanır. Etkili bir terapi sürecinde, keskin ve tek boyutlu imgeler, insan doğasının güçlü ve zayıf yönlerini daha gerçekçi bir şekilde kavrayan algılarla yer değiştirir. Başkalarının duygusal ve ahlaki karmaşıklığını daha fazla kabul edebilen bireyler, kendi olumlu ve olumsuz yanlarını, çelişkilerini ve eksikliklerini de daha büyük bir kabulle karşılayabilir hale gelirler.

Bu aşırı kötü ve aşırı iyi içselleştirilmiş imgeleri değiştirme ilkesi, erken dönem otorite figürleri tarafından vahşice kötü muamele görmüş ve terapist tarafından neredeyse canavarca olarak algılanan kişiler için bile geçerlidir. İnsanlar, ne kadar kötü olursa olsun içselleştirilmiş nesnelerine tutunurlar, tıpkı istismara uğramış çocukların, kendilerine zarar veren bakımverenlerine sıkı sıkıya bağlanmaları gibi. Eğer terapist, danışanla birlikte ebeveynini tamamen “kötü” olarak sınıflandırırsa, danışanın o ebeveyni sevmiş olduğu gerçeği bilinç düzeyine çıkamaz ve kendiliğinin bir parçası olarak içselleştirilemez. Böyle bir durumda, terapist, danışanın kişiliğinin önemli bir yönünü inkâr etmesine istemeden de olsa ortak olmuş olur. İstismara uğramış danışanlar, kendilerine zarar verilmiş olmasına duydukları öfkeyi keşfetmeli, travmatik geçmişleri için yas tutabilmeli ve nihayetinde onlara zarar veren kişilerin de genellikle kendi korkunç geçmişleri olan, hasar görmüş insanlar olduğunu fark edebilmelidirler. İstismarcılarını hem sevmiş hem de onlardan nefret etmiş olduklarını hatırlamaları gerekir (Terr, 1992, 1993; Davies & Frawley, 1993).

KARŞIT ÖZDEŞİM BASKIN OLDUĞUNDA ORTAYA ÇIKAN KLİNİK OLASILIKLAR

Kendini yıkıcı bir ebeveynin veya bakımverenin tam zıttı olarak konumlandırmaya kararlı bir danışan, klinik ortamda sıkça karşılaşılan bir olgudur. Hem danışanlarım hem de arkadaşlarım ve meslektaşlarım arasında, karşıt özdeşim [counteridentification] geliştirme kapasitelerinin, zor bir geçmişin en kötü olası sonuçlarından korunmalarını sağladığını gözlemlediğim birçok insan tanıyorum. Çocukluk çağı istismarının etkileri üzerine yapılan araştırmalar (örneğin, Haugaard & Reppucci, 1989), istismarcı ebeveynlerin çoğunun kendilerinin de istismara uğramış olduğunu göstermesine rağmen, acımasız bir çocukluğun, bireyi zorunlu olarak bir zalime dönüştürmediğini ortaya koymuştur. Pek çok kötü muameleye maruz kalmış birey, ebeveynlerinin hatalarını tekrar etmeme konusundaki güçlü içsel kararlılıkları sayesinde, çocuklarını insanca yetiştirmeyi başarmıştır. Karşıt özdeşim, duygusal yıkımla, ailevi bir kendini sabote etme döngüsüne boyun eğmeme ve bunun getirdiği öz-değer arasındaki farkı belirleyebilir.

Karşıt özdeşimle ilgili temel sorunlardan biri, bunun genellikle katı ve ödünsüz bir biçimde gerçekleşmesidir. Örneğin, hipokondriyak annesine büyük bir küçümsemeyle bakan bir arkadaşım, hasta olduğunda bile tıbbi tedaviden kaçınmaktadır. Başka bir tanıdığım ise, alkolik babasına benzememek konusunda o kadar kararlıydı ki, aşırı ahlakçı bir yeşilaycıya/içki karşıtına [teetotaler] dönüştü; bu da çocuklarının, uyuşturucu madde kullanımıyla deneyler yaparak ona karşı isyan etmesine neden oldu. Terapistler sıklıkla, yalnızca karşıt özdeşim kurdukları kişi de bazen benzer şekilde davrandığı için, davranışlarını olumlu yönde değiştirmeyi reddeden danışanlarla karşılaşırlar. Örneğin, tanıdığım bir kadın, babasının ikinci eşini soğuk ve reddedici biri olarak deneyimlediği için, onun titizlik ve düzen tutkusuna karşı çıkarak sürekli bir dağınıklık ve düzensizlik içinde yaşamaktadır. Oldukça başarılı ve entelektüel biri olmasına rağmen, bu kadın kendini toparlamanın üvey annesine fazla benzeyeceğini düşündüğü için bunu yapamadığını açıklamaktadır. Onun için düzenli olmak, soğuk biri olmakla eşdeğerdir. Muhtemelen, bu tür danışanlar, psikoterapide bilişsel boyutun gelişimini teşvik eden davranışçı ekolün ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Çok sayıda insan, geçmişte nefret ettikleri biri gibi hissetmelerine neden olduğu için terapide kendilerine verilen ev ödevlerini yapmayı reddetmiştir -bu kişilere karşı besledikleri güçlü ama irrasyonel duygular, onların değişimi kabullenmelerini zorlaştırmıştır.

Bu dinamikleri anlamak, terapistin, değişim yollarını keşfetmeye çalışırken sürekli inatçı bir dirençle karşılaşıp hayal kırıklığı yaşamasını önlemek açısından kritiktir. Bazen görece hafif bir gözlem (örneğin, “Üvey anneniz hem düzenli hem de soğuktu, bu yüzden düzenli olmanın soğuk olmak anlamına geldiğini varsaymışsınız.”) danışanı, otomatikleşmiş karşıt özdeşim duruşundan özgürleştirebilir. Bazı durumlarda ise, daha güçlü yorumlar yapmak gerekebilir (örneğin, “Üvey annenize benzemekten o kadar korkuyorsunuz ki, onun iyi özelliklerini bile reddediyorsunuz.” veya “Açıkça kendinizi sabote eden bu düzensizliği, sadece artık hayatta bile olmayan üvey annenize en ufak bir şekilde benzememek için tercih ediyorsunuz!”). Genellikle, karşıt özdeşim tarafından belirlenen davranışlarla ilerleme kaydetmek, ancak bu eğilimler aktarımda ortaya çıktığında mümkün olur. Örneğin, “Sırf beni düzenli biri olarak deneyimliyor ve soğuk üvey anneniz gibi algılayarak, ona ne pahasına olursa olsun meydan okumanız gerektiğini hissediyorsunuz diye, seanslara geç geliyorsunuz ve parasını ödediğiniz zamanı kendinizden çalıyorsun. şeklindeki bir yorum, danışanın farkındalığını artırabilir.

Bazen, karşıt özdeşim eğiliminden faydalanarak danışanın istenen yönde değişmesine yardımcı olmak mümkündür. Uyumsuz bir davranışın güçlü bir panzehiri, bu davranışın, danışanın farklı olmaya büyük çaba harcadığı erken dönem bir nesneyle özdeşim kurduğunun fark edilmesi ve açığa çıkarılmasıdır. Örneğin, birlikte çalıştığım bir kadın danışan, babasıyla özdeşim kurmaktan bilinçli olarak kaçınan biri olarak terapiye gelmişti. Babasının büyüklük taslayan, manik ve kontrolcü tarzını dayanılmaz bulmuş, bu nedenle onun tam zıttı gibi davranmaya büyük özen göstermişti. Başkalarına karşı hassas olmaya, onların alanlarına saygı duymaya ve kendi isteklerinin yakın olduğu insanlara baskın gelmemesine dikkat etmeye özen gösteriyordu. Ancak, terapiye başvurma nedenlerinden biri, parayı yönetme konusunda ciddi zorluklar yaşamasıydı. Özellikle, partnerinin bütçelerini aşan harcamalar yapma taleplerine direnemiyor ve bunu genel olarak uyumlu bir insan olmasına, yani kontrolcü babasına karşıt bir kimlik geliştirmiş olmasına bağlıyordu. Ancak, terapide fark ettiğimiz şey, onun finansal alandaki davranışlarının ince ama önemli bir şekilde babasına çok benzediğiydi. Babası gücünü göstermek adına para saçmaktan hiçbir zaman vazgeçememişti ve danışanın, partnerinin harcama taleplerine direnememesi de benzer bir işlev görüyordu. Bu farkındalık, danışanın, babasına benzememe konusundaki güçlü kararlılığını ekonomik davranma yönünde kullanmasını sağladı ve böylece karşıt özdeşim mekanizması, ilk kez kendisini gerçekten koruyacak bir şekilde işlev görmeye başladı.

Özdeşim ve karşıt özdeşim konusuna değinirken, meslektaşım Kathryn Parkerton’ın (1987) doktora araştırmasını anmadan geçemeyeceğim. Parkerton, analistlerin analiz süreçleri sona erdiğinde ya da sonlanma aşamasında danışanları için yas tutup tutmadıklarını merak etmiş ve bu soruya yanıt aramak için kendi alanında on çok deneyimli uygulayıcıyla görüşmeler yapmıştır. Bu bağlamda, terapinin sonlanma süreciyle ilgili pek çok uygulama hakkında bilgi toplamıştır. Son haftalarda kendilerini daha fazla açıyorlar mıydı [self-disclosure]? Tedavi sürecinin sonunda danışanlardan hediye kabul ediyorlar mıydı? Danışanları, tedavi sonlandıktan sonra kendileriyle bir meslektaş ya da arkadaş olarak ilişki kurmaya teşvik ediyorlar mıydı, yoksa onları bundan caydırıyorlar mıydı? Eski analiz danışanlarıyla iletişimde kalıyorlar mıydı? Onlara Noel kartı gönderiyorlar mıydı? Gelecekte “küçük düzeltmeler [tune-ups]” için tekrar gelmelerini teşvik ediyorlar mıydı?

Bu on analistin, bir analiz sürecinin sona ermesiyle ilgili yas tutup tutmadıkları konusunda oldukça farklı görüşlere sahip oldukları ortaya çıktı. Bir kadın analist, herhangi bir üzüntü hissetmediğini belirterek, danışanına “Bon voyage [İyi yolculuklar]” diyerek onu uğurlamanın kendisine coşkulu bir mutluluk verdiğini ve yeni bir danışanla tanışmanın keyifli beklentisi içinde olduğunu açıkladı. Bir erkek analist ise, her “mezun olan [graduated]” danışanı için Kübler-Ross’un yas evrelerinin tamamını yaşadığını ve bu süreçten büyük acı çektiğini itiraf etti. Ayrıca, katılımcılar spesifik sorulara verdikleri yanıtlar açısından da büyük farklılıklar gösterdiler. Sadece çarpıcı biçimde farklı düşünmekle kalmıyorlardı, aynı zamanda -bana en ilginç gelen nokta- her biri kendi kurallarının ve uygulamalarının “klasik” veya “kabul görmüş” psikanalitik standartlar olduğunu düşünüyordu! Ancak gerçekte, bu inançlarının, kendi analistlerinin terapiyi sonlandırma biçimleriyle doğrudan ilişkili olduğu ortaya çıktı. Katılımcılar, ya kendi analistlerinin uygulamalarını birebir benimsemiş ya da tam tersini yaparak karşıt bir yol izlemişlerdi. Teknik seçimlerini destekleyen gerekçeler sunuyorlardı, ancak bu durumda, öncelikle özdeşim sürecinin gerçekleştiği ve açıklamaların sonradan üretildiği izlenimi uyandırıyordu.

ETNİK, DİNİ, IRKSAL, KÜLTÜREL ve ALT KÜLTÜREL ÖZDEŞİMLER

Günümüz kültürel ikliminde, çeşitlilik konularının, benim terapi eğitimi aldığım döneme kıyasla çok daha fazla gündeme getirildiği düşünüldüğünde, terapistlerin danışanlarının etnik, dini, ırksal, sınıfsal, kültürel ve alt kültürel özdeşimlerini anlamalarının gerekliliği vurgulanmaktan kaçınılmamalıdır. Böylesi bir anlayış çağrısı, terapistlerin danışanlarının geldikleri her arka plan hakkında önceden uzman olmaları gerektiği anlamına gelmez (elbette her konuda olduğu gibi, genel bilgiye sahip olmak her zaman faydalıdır); bunun yerine, kendi özdeşimlerimizden çok farklı olabilecek kimliklerin potansiyel etkilerine karşı duyarlı olmamız gerektiğini ifade eder (Sue & Sue, 1990; Comas-Diaz & Greene, 1994; Foster, Moskowitz & Javier, 1996). Hatta Batı’da bireyselleşmiş bir kendiliğin var olduğu fikri, bu kültürde yetişmiş olanlarımız için otomatik bir varsayım gibi görünse de, bu kavram insan psikolojisinin evrensel bir unsuru değildir (Roland, 1988). Bununla birlikte, özdeşim fenomeninin, gelişimsel açıdan kritik bir süreç olarak evrensel olduğu anlaşılmaktadır.

DSM’de, İrlandalı ailelerin bireyleri duygulanımlarını kontrol edecek şekilde sosyalleştirme eğiliminde olmalarının, buna karşın İtalyan ailelerinin duyguları dışa vurmayı teşvik etmelerinin veya insanların kendi kültürel kökenlerinden gelen mesajlara aykırı davrandıklarında hangi türde suçluluk veya utanç duygularına kapılabileceklerinin etkili bir terapötik bağ kurmada ne denli önemli olduğu hakkında hiçbir şey yer almamaktadır. Ethnicity and Family Therapy (McGoldrick, Giordano & Pearce, 1996) adlı kitapta ele alınan konular, aile sistemleri modeliyle çalışıp çalışmadıklarına bakılmaksızın, terapistler için paha biçilmez bir değere sahip olmuştur. Benzer şekilde, Lovinger’in (1984) Working with Religious Issues in Therapy adlı çalışması, terapistlerin, Protestanların kaçınılmaz olarak bencil duygularına göre hareket etmelerinden kaynaklanan suçluluk duygusu ile Katoliklerin bencil duygulara sahip olmaktan dolayı hissettikleri suçluluk arasındaki psikolojik farkları anlamalarını kolaylaştırmıştır. Grier ve Cobbs (1968), Black Rage adlı eserlerinde, bir nesil boyunca beyaz terapistleri Afrika kökenli Amerikalı olmanın psikolojik etkilerine karşı daha duyarlı hale getirmiştir. Daha yakın bir tarihte, Nancy Boyd-Franklin (1989), Black Families in Therapy adlı çalışmasında, siyah alt kültürler üzerine onlarca yıllık birikimi özetleyerek terapistlere önemli bir rehber sunmuştur.

Bazen bir kişinin Ukraynalı olduğunu bilmek, onun distimik bozukluktan muzdarip olduğunu bilmekten daha önemli olabilir. Psikoterapide sağlam bir çalışma ittifakı kurmak zorunlu bir koşuldur ve bu ittifakı mümkün kılan anlayışlar, belirli bir semptomun dinamikleri hakkında terapistin ne kadar yetkin olduğundan daha kritik bir rol oynar. Eğer kendi etnik kökeninden önemli ölçüde farklı bir nüfusun bulunduğu bir bölgede terapi yapılıyorsa, o gruptan bireylerle çalışmaya dair mevcut bilgileri araştırmak büyük önem taşır. Son yirmi yılda yapılan çalışmalar (örneğin, Acosta, 1984; Trevino & Rendon, 1994) göstermektedir ki, nispeten kısa süreli bir eğitimle bile, terapistler, azınlık gruplarına mensup danışanların kendilerini baskın kültüre ait terapistlere anlatma çabaları sırasında yaşadıkları hayal kırıklıklarını azaltabilir ve bunun sonucunda ortaya çıkan erken terapi sonlandırmalarını önleyebilirler.

Eğer bir terapist, danışanın belirli bir etnik, ırksal veya kültürel kökenden gelmesinin psikolojik etkileri hakkında yeterince bilgi sahibi değilse ve bu konuda iyi bir kaynak bulamıyorsa, en basit ve etkili yöntem, danışandan kendi grubunun değerleri ve varsayımları hakkında bilgi istemektir. Böylesi bir soru, yalnızca terapide hiçbir konunun konuşulamaz (tabu) olmadığını göstermekle kalmaz (çoğu sosyal ortamda, insanlar arasındaki ırksal, etnik ve cinsel yönelim farklılıkları özel olarak fark edilse de nadiren açıkça konuşulur), aynı zamanda danışanların, terapistin, miraslarına karşı gösterdiği samimi merakı memnuniyetle karşıladıklarını, bu ilgiyi takdir ettiklerini ve bilgilerini cömertçe paylaştıklarını kendi deneyimlerimden biliyorum. Hatta, danışanın terapistine bir şeyler öğretebilme deneyimi, yardım arayan kişinin, yalnızca bilgisiz olduğu ve terapistin ise uzman olduğu tek yönlü bir konumda bulunduğu hissini dengeleyerek, olumsuz bir alt pozisyonda olma algısına karşı etkili bir karşıt süreç yaratabilir.

Terapi sürecinde, farklı geçmişlerden gelen terapist ve danışan arasında kaçınılmaz olarak ortaya çıkabilecek yanlış anlamalar karşısında, terapistin ders kitaplarında yer alan genellemelere hemen başvurmaması, bunun yerine danışanın deneyimini, beklentilerini ve varsayımlarını açığa çıkarmaya çalışması oldukça önemlidir. Etnik farklılıkların, terapötik olan ile zarar verici olan arasındaki sınırı belirleyebildiği ve hata yapmamanın zor olduğu alanlardan biri, danışanın terapiste hediye getirdiği durumlardır. Kültürler, hediyelere karşı tutumları, hediye vermenin işlevleri ve hediyelerin nasıl karşılanması gerektiğine dair beklentileri açısından büyük farklılıklar gösterir. Standart psikanalitik uygulamada, terapistin hediyeleri reddetmesi -bunu sıcak ve nazik bir şekilde yapması, ancak psikoterapide her türlü etkileşimin eylemlerle değil, sözcüklerle gerçekleşmesi gerektiğini net bir şekilde iletmesi- her zaman temel bir ilke olmuştur. Genel olarak, bir danışan terapistine hediye getirme isteği duyduğunda, bu eylem yoluyla ifade edilen bir anlam olduğu ve bu anlamın söze dökülerek birlikte anlaşılması gerektiği varsayılır. “İncele, tatmin etme (Analyze, don’t gratify)” anlayışı -bu bağlamda, danışanın dışarıdan cömertçe görünen jestini doğrudan kabul etmek yerine, hediyenin neyi ifade ettiğini anlamaya çalışmak- dinamik yönelimli terapistlerin süperegosuna yerleşmiş temel bir prensip haline gelmiştir. Aslında, psikoterapi kuramına dair ateşli tartışmaların, klinisyenin herhangi bir açıklama yapmaksızın yalnızca “Teşekkür ederim” diyerek bir hediyeyi kabul edip edemeyeceği gibi basit bir mesele etrafında döndüğü bilinmektedir (örneğin, Langs & Stone, 1980).

Terapistin, kişisel ve iş ilişkilerinde hediye vermenin beklendiği bir alt kültürde bakımverenlerle güçlü bir özdeşim kurmuş bir danışandan gelen küçük bir hediyeyi -ne kadar nazik bir şekilde olursa olsun- reddetmesi, terapötik bir krize davetiye çıkarabilir. Danışan, cömertliği ile birlikte hediye verebilmenin getirdiği güç ve onuru da temsil eden saygın figürlerle özdeşim kurma çabasındayken, ne kadar incelikle açıklanırsa açıklansın, hediyesinin geri çevrilmesiyle yaralanmış hissetme olasılığı yüksektir. Geleneksel olarak, psikoterapide hediye kabul etmeme tabusunun nihai gerekçesi, danışanın duygu ve düşüncelerini eylemlerle dışavurmak yerine özgürce konuşmasını sağlamaktır. Ancak, terapistin, hediye kabul etmeme “kuralını” katı bir şekilde uygulaması, eğer hediyenin kabul edilmesi danışanın kendini daha rahat ifade etmesini sağlayacaksa ve reddedilmesi onu incinmiş bir şekilde içe çekilmeye itiyorsa, amacın ve aracın tehlikeli bir şekilde birbirine karıştırılması anlamına gelir (bkz. Whitson, 1996).

İnatçı bir dirençle varlığını sürdüren bir mit, yoksul, marjinal, baskın kültüre yabancılaşmış veya önemli bir şekilde alışılmışın dışında olan bireylerin analitik yönelimli terapi için uygun olmadığını öne sürer. Bu gruplara mensup bireylerin, terapi sürecinin ne olduğu konusunda belirli bir eğitim gerektirdiği ve terapistin, onların özel koşullarına duyarlılık ve esneklikle yaklaşmasının önemli olduğu doğrudur. Ancak, sözel ve içgörü odaklı terapilerin bu gruplara uyarlanamayacağına dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Aslında, bir kültürün baskın kesimindeki bireylerin, azınlık mensuplarını işbirliğine dayalı, sözel ve derinlemesine terapiye “uygun değil” olarak nitelendirmesi, kibirli bir önyargının en uç biçimlerinden birini temsil edebilir (bkz. Singer, 1970; Javier, 1990; Altman, 1995; Thompson, 1996). Bununla birlikte, etnik köken, din, ırk, sınıf, kültür ve cinsel yönelim açısından kendilerinden önemli ölçüde farklı bireylerle çalışan terapistlerin, yalnızca danışanlarının özdeşimlerini değil, aynı zamanda kendi sessiz önyargılarını ve varsayımlarını da anlamak için ekstra çaba harcamaları gerektiği kesindir.

ÖZET

Bu bölümde, danışanın bireysel özdeşimlerinin [identification] önemini ve bunların terapi sürecine etkilerini inceledim. İçselleştirme [internalization] süreçlerinin gelişimsel yelpazesine -ilkel içeatım [introjection] fenomenlerinden, öznel olarak gönüllü ve daha incelikli özdeşimlere kadar-değindim ve bir bireyin içselleştirilmiş nesnelerinin [internalized object] doğasının ve gelişimsel tonunun, aktarım [transference] tepkilerinden nasıl çıkarılabileceğini açıkladım. Ayrıca, hem özdeşimlerin hem de karşıt özdeşimlerin [counteridentification] anlaşılmasının bazı klinik sonuçlarını ele aldım ve son olarak, etnisite, ırk, din, sınıf, kültür ve azınlık statüsünün bir bireyin psikolojisine olan katkılarının klinik açıdan önemine dair gözlemlerle bölümü tamamladım.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir