Gelişimsel Sorunları Değerlendirme (4. Bölüm)


Okuyacağınız metin Nancy McWilliams’ın Psychoanalytic
Case Formulation
adlı kitabının 4. Bölümünün çevirisidir -çeviri için ChatCPT kullanılmıştır. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

Bir kişiyle ilgili ön hazırlık niteliğinde ve geçici bir anlayışı içeren vaka formülasyonu (case formulation) oluşturma sürecinde, çoğu terapist, klinik görüşme (clinical interview) sırasında elde edilen gelişimsel bilgilerin (developmental information) değerlendirilmesine özel bir önem verir. Genellikle, danışanın bireysel geçmişinde, şu temel tanısal soruya makul bir yanıt bulunabilir: “Bu kişi neden şu anda yardım arıyor?” Eğer bir terapist, kişinin doğasını (mizaçsal olarak ve diğer sabit özellikler açısından), mevcut stresörlerin (current stressors) doğasını ve bu stresörlerin o kişi için tetiklediği gelişimsel sorunu (developmental issue) ifade edebiliyorsa, iyi bir dinamik formülasyonun (dynamic formulation) ana hatlarını elde etmiş olur.

Terapistlerin danışan adaylarına sormakta faydalı bulduğu pek çok soru, olgunlaşma (maturation) ile ilgilidir. Aslında, bir geçmiş (history) alma sürecinin tamamı, psikopatolojinin gelişimsel temellerine dayandığını varsayar. Örneğin, bir ön görüşmeye genellikle kişinin neden tam da bu dönemde profesyonel yardım aradığını ve benzer sorunların daha önce ortaya çıkıp çıkmadığını sorarak başlarız. Kişinin bebekliği ve erken çocukluğu hakkında neler bildiğini sorarız. İlk hatırasını ve ailesiyle ilgili anlatılan hikayeleri öğrenmek isteyebiliriz. (Alfred Adler, 1931’de, bir kişinin ilk hatırasının bireyin kişiliğinin ana temalarını içerdiğini gözlemlemiştir. Bu görüşü destekleyen pek çok ilk hatıraya rastladım, ancak bu alanda yapılmış bir araştırmadan haberdar değilim. Yine de pek çok terapist, kendi deneyimlerinin bu sorgulama yönteminin zenginliğine işaret etmesi nedeniyle Adler’in bu görüşünü benimsemiştir.) Çocukluk dönemindeki ayrılıklara  -örneğin gündüz bakım evi, anaokulu veya ilkokul gibi durumlara- ve bunlara verilen tepkilere dair bilgi edinmek isteriz. Ayrıca aile içinde yaşanan önemli taşınma ya da bozulma durumlarını ve danışanın bunlara nasıl tepki verdiğini sorarız. Çocukluk hastalıkları ve kazaları, okul geçmişi ve iş geçmişi, ilk cinsel deneyim, cinsel geçmiş ve mevcut cinsel yaşam hakkında da bilgi alırız. Bu sorulara verilen yanıtlar bir araya geldiğinde, üzerinde çalışabileceğimiz önemli bir bilgi birikimine sahip oluruz.

Çoğu analitik uygulayıcı, psikoterapiyi esasen daha önce engellenmiş gelişim süreçlerini yeniden yapılandırmaya yönelik bir çaba olarak gördüğünden (bkz. Emde, 1990), normal gelişimi iyi bir şekilde anlamak oldukça önemlidir. Gertrude ve Rubin Blanck, yıllar önce, terapistlerin tamamlanmamış ya da kötü bir şekilde gerçekleştirilen olgunlaşma görevlerini (maturational tasks) netleştirmelerine yardımcı olmayı amaçlayarak, gelişen psikanalitik gelişim teorisinin kapsamlı bir incelemesini terapötik topluluğa sunmuştur (Blanck & Blanck, 1974, 1979, 1986). Eğer bir terapist, kişinin “doğru rotasına” nasıl geri dönebileceğini anlamak istiyorsa, bu rotanın ne olduğunu bilmesi gereklidir. Daha yakın bir tarihte Greenspan (1997), gelişim psikolojisindeki yeni keşifleri psikoterapi teorisi ile sistematik bir şekilde birleştirmiştir. Analitik terapistlerin, erken bebeklik dönemindeki araştırmalarla ilgili heyecanı, bu çok erken süreçler ile klinik fenomenler arasındaki yakın bağlantıyı görmelerinden kaynaklanmaktadır (bkz. Sander, 1980; Lichtenberg, 1983, 1989; Stern, 1985; Dowling & Rothstein, 1989; Zeanah, Anders, Seifer, & Stern, 1989; Pine, 1990; Slade, 1996; Moskowitz, Monk, Kaye, & Ellman, 1997; Morgan, 1997; Silverman, 1998).

PSİKANALİTİK GELİŞİM TEORİSİ ÜZERİNE BAZI UYARILAR VE YÖNLENDİRİCİ YORUMLAR

Psikanalitik teori, muhtemelen Darwin’in düşüncelerinin Freud üzerindeki derin etkisi nedeniyle, başlangıcından itibaren epigenetik bir yapıya sahip olmuştur. Başka bir deyişle, herhangi bir organizmada, dış etkileri nasıl algılayıp yorumladığını ve ardından şekillendirdiğini belirleyen doğal bir olgunlaşma değişiklikleri dizisinin kendiliğinden ortaya çıktığını varsayar. Darwinci terimlerle ifade edildiğinde, bir sel gibi bir felaket, farklı türler üzerinde, onların önceki evrimsel tarihleri ve benzersiz uyum yeteneklerine bağlı olarak farklı etkiler yaratır. Benzer şekilde, bir bireyin yaşamında meydana gelen aynı “nesnel” olay, bu olayın etkisini gösterdiği gelişimsel evreye bağlı olarak psikolojisi üzerinde tamamen farklı sonuçlar doğurur. Örneğin, bir ebeveynin ölümü, iki yaşındaki bir çocuk için dört, dokuz ya da on beş yaşındaki bir çocuğa kıyasla tamamen farklı anlamlara ve etkilere sahiptir.

Piaget’in özümleme (assimilation) ve uyum sağlama (accommodation) kavramlarıyla uyumlu olarak (Piaget, 1937; Wolff, 1970), analitik gelişim teorisi (analytic developmental theory), bireyin olgunlaşma evresinin, bir stresöre (stressor) verdiği deneyimi belirlediğini ve gelecekteki stresörlerin anlamını ve sonuçlarını yorumlamak için bir şablon oluşturduğunu varsayar. Yetişkinlikte, bireyin hangi olgunlaşma sorunlarının daha iyi veya daha az iyi bir şekilde çözüldüğüne bağlı olarak, belirli stresler kişileri çok farklı şekillerde etkiler, çünkü bu stresler bilinçdışı düzeyde tamamen farklı anlamlar taşır. Bu nedenle, belirli bir stresörün “açık” bağımsız etkisini veya yaşamın belirli bir döneminin stresörlerden bağımsız bir tanımını kesin bir şekilde belirlemek mümkün değildir. Dışsal etkiler (external influences) ve gelişimsel evre (developmental phase), bir bireyin duyusal algıları (sensorium) ile bağlantılı olarak, o kişinin benzersiz insan deneyimi aracılığıyla bir arada anlaşılmalıdır.

Stres altında insanlar, mevcut durumlarına benzer bir şekilde hissedilen önceki bir gelişimsel zorluğa özgü başa çıkma yöntemlerine geri dönme eğilimi gösterirler: Bu durumda, bir “fikse olma” (fixation) noktasına “regresyon” (regression) yaşanır. Psikanalitik teoride, bir kişinin erken dönemde ihmale, istismara veya diğer bunaltıcı deneyimlere maruz kalmasının, o kişiyi daha savunmasız hale getirdiği ve travmatik koşulların etkilerinin daha yıkıcı ve zamanla birikimli olacağına dair örtük bir varsayım bulunmaktadır. Freud’un olgunlaşma (maturation) ve stresin etkileşimini açıklamak için sıkça kullandığı metaforlardan biri, ilerleyen bir ordu imgesiydi (T. Reik, kişisel iletişim, 29 Ocak 1969). Bir ordu, hedeflerine doğru ilerlerken zaferlerle güçlenir, yenilgilerle zayıflar. Bir ordu ne kadar erken bir yenilgi yaşarsa, gelecekteki zorluklarla başa çıkma kapasitesi o kadar zayıflar. Erken dönem kayıplar, yalnızca bir çatışmada yenilgi anlamına gelmez; aynı zamanda, sonraki savaşları kaybetmek için de bir zemin hazırlar.

Bu tür bir düşünce, en yıkıcı psikopatolojilerin  -özellikle bipolar bozukluk (bipolar illness) ve şizofrenik durumların (schizophrenic conditions)- psikolojik bir “oral düzeyde fikse olmayı” (fixation on the oral level) yansıttığı sonucuna varılmasına yol açmıştır. Bu fikse olma, o dönemin beklenen çatışmalarını ustalıkla yönetmede yaşanan başarısızlıklardan kaynaklanmaktadır. Daha hafif düzeydeki patolojilerin ise, kökenlerini oedipal evredeki (oedipal phase) ya da daha sonraki sorunlardan aldığı varsayılmıştır. Bazı akademisyenler (örneğin, Wilson, 1995), “ne kadar erken, o kadar kötü” şeklindeki kolaycı varsayımı eleştirmiş olsa da, bu görüş analistler arasında yaygın bir varsayım olarak varlığını sürdürmektedir. Sass (1992, s. 21), bu varsayımın, fenomenolojik anlayışa -özellikle şizofreninin anlaşılmasına- yanlış bir şekilde uygulanmış olan, eleştirel olmayan bir “Büyük Varoluş Zinciri” (Great Chain of Being) imajını ele verdiğini savunur ve bu kavramın yanlış kullanımını keskin bir şekilde eleştirmiştir.

İlginç bir şekilde, “ilerleyen ordu” metaforuna ve benzer argümanlara rağmen, Freud erken dönem fiksasyonun (early fixation) en büyük sorunlara yol açtığını tutarlı bir şekilde savunmamıştır; aksine, oedipal evreyi (oedipal phase) preoedipal deneyimlerden (preoedipal experience) daha etkili ve önemli olarak yorumlamıştır. Daha ağır psikopatolojilerin daha erken gelişimsel evrelere fikse olmayı yansıttığına dair genel inanç için bir miktar ampirik destek bulunmasına rağmen (örneğin, Silverman, Lachmann, & Milich, 1982), bu varsayım ağır psikopatolojilere genetik katkılar konusundaki araştırmalardan önceye dayanmaktadır ve en az iki açıdan yanıltıcı olabilir: Birincisi, bazı bebeklerin dayanıklılığını (resilience) küçümser; ikincisi ise daha büyük çocukların ve yetişkinlerin dayanıklılığını abartır.

Bebekler üzerine yapılan araştırmalar (örneğin, Tronick, Als, & Brazelton, 1977; Trevarthan, 1980; Fraiberg, 1980; Lichtenberg, 1983; Stern, 1985; Greenspan, 1989; Tyson & Tyson, 1990; Emde, 1991), yaşamın ilk aylarında küçük bebeklerin beklenenden çok daha proaktif ve uyum sağlayıcı problem çözme becerilerine sahip olduğunu belgelemektedir. Yapısal avantajlara (constitutional advantages) ve empatik duyarlılığa (empathic responsiveness) sahip bazı çocuklar, erken dönem yoksunluk (early deprivation) ve travmalara karşı dikkate değer bir şekilde telafi edici uyum gösterebilirler. Fraiberg ve meslektaşlarının öncü çalışmasından (Fraiberg, 1980) bu yana, bir yaşından küçük, ciddi şekilde zarar görmüş bebeklerle yapılan başarılı erken müdahalelere ilişkin klinik raporlar giderek artmıştır.

Daha ileri yaştaki bireyler söz konusu olduğunda, Bettelheim’in (1960) ilk kez belirttiği gibi, Nazi toplama kamplarından en iyi şekilde sağ çıkanlar, psikanalistlerin en sağlıklı olarak nitelendireceği kişiler değildi. Mağduriyet deneyimi, erken dönem çatışmalarını sağlam bir şekilde çözmüş gibi görünen birçok kişi için derin ve kalıcı bir hasara yol açmıştır. Travma, hemen her türlü gelişimsel kazanımı aşabilir (Herman, 1992). Daha az yıkıcı bir düzeyde ise, Wallerstein ve Blakeslee (1989), iyi bir erken ebeveynlik deneyimine sahip, duygusal olarak dayanıklı yetişkinlerin bile boşanmadan ciddi şekilde etkilenebileceğini belirtmiştir. Araştırma tasarımlarında bazı zayıflıklar bulunsa da ve bireylerin boşanmaya verdikleri tepkilerde büyük farklılıklar olsa da, birçok terapist bu yazarların tarif ettiklerini doğrulayan danışanlarla karşılaşmıştır. Zor bir ayrılık, son derece yetkin ve daha önce hiçbir belirti göstermemiş yetişkinlerin ne kadar savunmasız olduğunu ortaya çıkarabilir. Ayrılık, özellikle acı verici bir stres türüdür; kamuya açık (separation in a public ) ve potansiyel olarak küçük düşürücü bir bağlamda gerçekleşen ayrılıklar ise neredeyse herkesin psikolojik sağlığını zedeleyebilir.

Wolff (1996), analitik gelişim teorisinin bebekleri, tedavi sırasında yetişkinlerden türetilen kavramlar aracılığıyla anladığını ve ardından döngüsel bir şekilde, türetilmiş bebeklik kavramlarını yetişkinleri yorumlamak için kullandığını ileri sürer. Bebeklik dönemi araştırmalarının klinik uygulama açısından ne kadar geçerli olduğu konusundaki tartışma, analistler arasında hâlâ hararetli bir konudur ve bu tür bir genel inceleme bölümünde adil bir şekilde temsil edilmesi kolay değildir. Yine de, yaşamın en erken evrelerinde yaşanan hayal kırıklıklarının, bozulmaların, ihmalin ve kötü muamelenin daha sonraki dönemlere göre daha geniş kapsamlı etkiler yarattığına dair sağduyulu fikir, eleştirel olmayan bir şekilde uygulanmadığı sürece yararlı bir yönlendirici varsayım olabilir. Ancak, bilinen bebeklik stresörlerinden ileriye doğru mantık yürütmek, varsayılan nedenlere geriye dönük mantık yürütmekten daha sağlam temellere sahiptir. Örneğin, bir adamın annesinin yaşamının ilk yılının büyük bir kısmında ciddi bir doğum sonrası depresyon geçirmiş olması, bir görüşmecinin adamın ilk yılıyla ilgili güven (trust), kendini yatıştırma kapasitesi (capacity to soothe himself), duygularını düzenleme kapasitesi (capacity to regulate affect) ve yakınlıkla (closeness) ilgili olası çatışmalarını sormasını haklı çıkarabilir. Ancak, bir adamın güven, kendini yatıştırma, duygu düzenleme ve yakınlık konularında sorunlar yaşadığı bilgisinin, otomatik olarak erken dönemdeki annelik bakımının hatalı olduğu sonucunu doğurmaması gerekir. Bu tür varsayımsal atlamalar, gerçek anlamayı engeller ve önemli bilgiler yerine türetilmiş (derived ) bir modeli koyar.

Klinik deneyimlerim, yetişkinlikteki stresin, bebeklik döneminde makul ölçüde çözümlenmiş olsa bile erken dönem sorunları yeniden etkinleştirebileceğine dair Silvan Tomkins’in (örneğin, 1991) gözlemini sık sık desteklemiştir. Preoedipal temaların (preoedipal themes) gözlemlenmesinden, bir kişinin derinlemesine ve karakterolojik olarak ilkel olduğu sonucuna varılmamalıdır. Örneğin, oedipal evrenin (oedipal phase) tüm önemli görevlerini başarıyla tamamlamış bir bireyde bile orallikle (orality) ilgili belirgin sorunlar olabilir. Gelişimsel fikirlerin psikopatolojiye uygulanmasıyla ilgili sorunu aydınlatmak, bilinçdışı bir çatışmayı (unconscious conflict) yansıtan sorun türleri ile bir gelişimsel duraksamayı (developmental arrest) ifade eden sorun türlerini ayırt etmekle mümkün olabilir.

Bir Sorunun Bir Çatışma mı Yoksa Gelişimsel Bir Duraksama mı Olduğunu Değerlendirmek

Freud’un nevrotik semptomların gelişimi modelinin merkezinde, bilinçdışı çatışma (unconscious conflict) kavramı yer alıyordu. Bu tür bir semptom oluşumunun prototipi olarak, Amy adını verdiğim, kurgusal bir Viktorya dönemi kadınını ele alalım. Amy, “iyi kızların” cinsel arzuları olmadığına inanacak şekilde yetiştirilmiştir. Geç ergenlik dönemine geldiğinde, cinsel arzularına dair fiziksel bir ifade bulamadığı için mastürbasyon yapmaya yönelir. Ancak, mastürbasyon ailesi ve altkültürü tarafından ahlaksızlık olarak görüldüğü için, bu düşünceyi bilincine getirmeyi kendisine izin veremez; bu, onun için çok fazla utanç yaratacaktır. Bunun yerine, histerik bir “eldiven felci” (glove paralysis) geliştirir. Sağ eli -mastürbasyon yapmayı kabul edebileceği bir uygulama olsaydı kullanacağı el- işlevsiz hale gelir. “Eldiven felci,” yalnızca elin anestezi ve hareketsizlik durumunu ifade eder; bu, günümüzde ve kültürümüzde sıkça görülmeyen klasik bir konversiyon (conversion) semptomudur, ancak Freud’un döneminde, günümüzde bulimia kadar yaygın bir durumdu. Bu tür bir işlev kaybı, doğrudan histerik bir kökene işaret eder, çünkü nörolojik olarak yalnızca elin felç olması mümkün değildir; kolun da etkilenmesi gereklidir.

Freud, semptomun birincil kazancının (primary gain) mastürbasyonun bir olasılık olarak ortadan kaldırılması olduğunu, dolayısıyla çatışmanın çözüldüğünü gözlemlerdi. Semptomun “ikincil kazancı” (secondary gain) ise, Amy’nin, cinsel doyumun daha tatmin edici bir şekilde karşılayabileceği duygusal ihtiyaçlarını kısmen karşılayabilecek bir miktar sevgi, ilgi ve şefkat (TLC: Tender Loving Care) alması olabilir. Terapinin amacı, Amy’nin bu çatışmanın farkına varmasını sağlamak olacaktır, böylece kendi cinselliğinden keyif alma arzusunu tolere edebilir hale gelir. Mastürbasyon yapıp yapmamaya karar vermek yine Amy’nin elinde olacaktır; terapinin esas amacı, onun özerkliğini (autonomy) genişletmek ve otomatik olarak bilinçdışına itilip utanç ve suçluluk duygularıyla kaplanan bir konuyu kişisel seçim alanına taşımaktır.

Örnek olarak obsesif-kompulsif bir semptomu ele alalım. Hipotetik Freudyen bir danışan olan Herman, orta yaşlı bir muhasebeci olarak, gününü, ocağını kapatmak ve kapısını kilitlemekle ilgili karmaşık ritüeller gerçekleştirmeden tamamlayamaz. Gaz kaçağı olursa (ev havaya uçabilir) ya da bir davetsiz misafir girerse (ev sakinleri öldürülebilir) diye kaygılı bir şekilde düşünceler içinde boğulur. Bu obsesif düşünceler ve kompulsif ritüeller, hasta ve huysuz babasını evine aldıklarından beri Herman’ı rahatsız etmektedir. Baba sevgisi ve ona karşı görev duygusunun tamamen bilincinde olan Herman, ona özenle bakar; ancak obsesyonları ve kompulsiyonları, babasının yanında ya da diğer uğraşlarında geçirebileceği zamanı giderek daha fazla engellemekte. Freud, Herman’ın semptomunun birincil kazancının (primary gain), babasına duyduğu bilinçli sevgisi ile bilinçdışı nefreti ve adamın ölmesini istediğine dair arzu arasındaki çatışmayı yönetmek olduğunu söyleyecektir. Babasının havaya uçması veya bir davetsiz misafir tarafından öldürülmesi korkularını, Herman’ın kabul edilemez ve reddedilmiş bir arzusunu ifade eden bilinçdışı düşünceler olarak anlayacaktır. Herman’ın bu semptomlarının ikincil kazancı (secondary gain), obsesyonları ve kompulsiyonları olmasa hasta odasında yapması gereken bazı görevlerden kurtulmuş olmasıdır. Terapide amaç, Herman’ın babasına yönelik olumsuz düşüncelerinin ve duygularının farkına varmasını sağlamak olacaktır. Böylece, tamamen bilinçli bir şekilde, babasına ne kadar çaba göstereceğine karar verebilir hale gelecektir.

Bu anlatılanlar oldukça temel bilgiler olsa da, Freud’un en basit vakaları bile nadiren bu kadar basitti. Yine de bu kısa öyküleri, bilinçdışı çatışma (unconscious conflict) kökenli etiyolojiler ile gelişimsel bir duraksamayı (developmental arrest) ifade eden etiyolojiler arasındaki farkı göstermek için ele alıyorum. Hem Herman hem de Amy için, belirli bir durum onları psikolojik olarak dengeden çıkarana kadar her şey yolunda gidiyordu. Amy için bu, ergenlik hormonlarının etkisiyle önceki homeostazının bozulmasıydı. Herman için ise hasta babasının onun konforlu rutinlerine müdahalesiydi. Her ikisi de bilinçdışı olarak durumlarına ilişkin hissettikleri bazı yönleri bilmeye tahammül edemedi. Her ikisi de, kültürel olarak tabu olan cinsel ve saldırgan dürtüleri kabul etmenin utancıyla veya suçluluğuyla yüzleşmek yerine semptomatik hale geldi. Onların nevrozları (neuroses), koşullarının doğal olarak ortaya çıkardığı arzu ve hayal kırıklığı duygularını bilinçten uzak tutma ihtiyacından kaynaklanmıştır.

Ancak Amy’nin eldiven felci, histerik rahatsızlıkların uzun bir serisinin yalnızca bir semptomu olsaydı; bu semptomların ergenlikle birlikte kötüleştiği, ancak temelde Amy’nin küçük bir çocukken bile bayılma, belirsiz rahatsızlıklar, duyusal bozukluklar ve fizyolojik olarak açıklanamayan anesteziler gibi durumlara karşı savunmasız olduğu öğrenilseydi; terapisti ilk görüşmede Amy’nin annesiyle her zaman kötü bir ilişki içinde olduğunu ve büyüyüp annesi gibi olma düşüncesinin her zaman dehşetle doldurduğunu fark etseydi, eldiven felci için yapılacak açıklama farklı ve daha karmaşık olurdu. Bu durumda, Amy’nin mevcut sıkıntılarının, onun hiçbir zaman tam anlamıyla “iyi” olmadığı çok daha geniş bir bozulmuş gelişim modelinin bir parçası olduğu kabul edilirdi. Bu nedenle, bu semptomu ele alacak terapi, Amy’nin mevcut acılarının daha büyük bir gelişimsel zorluklar dizisinin parçası olduğunu göz önünde bulundurmalı ve buna uygun bir şekilde tasarlanmalıydı.

Benzer şekilde, Herman’ın hayatı boyunca obsesyonlar ve kompulsiyonlar yaşadığını ve şu anda terapiye başvurmasının tek nedeninin, karısının, Herman’ın ruminasyonları (ruminations) ve ritüelleri (ritualizing) nedeniyle hem onun hem de hasta babasının bakım yükünü tamamen üstlenmek zorunda kaldığı için onu terk etmekle tehdit etmesi olduğunu varsayalım. Ayrıca, Herman’ın en erken hatırasının, babasının bitmek bilmeyen eleştirileri ve adamın sevgisini kazanmak için gösterdiği umutsuz çabalar olduğunu düşünelim. Herman’ın banyo ritüelleri, el yıkama ritüelleri, stereotipik cinsel davranışları, kısıtlanmış sosyal ilişkileri ve kronik batıl inançları olduğunu da ekleyelim. Bu tür bir klinik tablo, Herman’ın kişiliği bir çatışma içinde gibi görünse bile, basit bir çatışmaya indirgenemez. Ve bu tür bir vaka için tedavi, bilinçdışı fantezileri bilinç düzeyine çıkarmaktan çok daha fazlasını içermelidir. Öncelikle, tedavinin amacı, uzun bir zaman dilimi boyunca, Herman’ın eleştirel olmayan (noncritical) olarak deneyimleyebileceği bir terapötik ilişki kurmak olmalıdır.

Bu ikinci hipotetik durumlar, bir görüşmeciye her iki durumda da gelişimsel olarak ciddi bir şeylerin ters gitmiş olduğu sonucunu ilham edecektir. İkinci versiyondaki Amy, her ne sebeple olursa olsun, annesini hayranlık duyulacak kadar değerli biri olarak deneyimleyememiş ve bu nedenle hiçbir açıdan ona benzemek istememiştir. Bir görüşmeci, onun sadece kültürel olarak şartlanmış bir cinsel hazdan kaçınma değil, aynı zamanda derin bir büyüme korkusu taşıdığı sonucuna varabilir. İkinci Herman ise, psikolojik olarak, hâlâ memnun etmeyi arzuladığı bir babadan ayrışmayı ve bireyselleşmeyi başaramamıştır. Her ikisi de olgunlaşma açısından takılıp kalmışlardır. Hayatta makul ölçüde uyum sağlayarak ilerlemeyi başaramamışlardır, çünkü hâlâ yaşamın en erken yıllarındaki sorunları çözmeye çalışmaktadırlar. İlk psikolojik durumlarında, her iki birey de tatmin edici bir şekilde olgunlaşmış ve ardından stres altında regresyon yaşamışken, ikinci versiyonlarında bebeklik döneminden itibaren kötü bir şekilde ele alınmış bir saplantıyı (infantile preoccupation) aşamamışlardır. Her iki senaryoda da belirli semptomları aynı olmasına rağmen, bu semptomların anlamları ve sonuçları oldukça farklıdır.

Psikanalitik literatür, bu yüzyılın ikinci yarısında, bu iki tür sunum (presentation) arasındaki ayrımı yapmaya büyük önem vermeye başlamıştır. Örneğin, Anna Freud, 1970 yılında şunları yazmıştır:

“Günümüzde, analistin terapötik hedefi, çatışmaların çözümü ve yetersiz çatışma çözümlerinin iyileştirilmesinin ötesine geçmiştir. Artık temel kusurları, başarısızlıkları, eksiklikleri ve yoksunlukları da kapsamaktadır; örneğin, olumsuz dışsal ve içsel faktörlerin tüm yelpazesi ve bunların sonuçlarının düzeltilmesini amaçlamaktadır. Şahsen, bu iki terapötik görev arasında önemli farklar olduğuna inanıyorum ve teknik tartışmalarının her birinin bu farkları dikkate alması gerektiğini düşünüyorum.” (s. 203)

Anna Freud’un bahsettiği “temel kusurlar” (basic faults), dürtü (drive) ile engelleme (inhibition) arasındaki çatışmalardan ziyade, temel benlik saygısı (core self-esteem) gibi konuları ele alan ilk analistlerden biri olan Michael Balint’in (örneğin, 1968) çalışmalarına atıfta bulunmaktadır. Stolorow ve Lachmann’ın (1980), savunma süreçleri (defensive processes) ile “savunmanın gelişimsel ön evreleri” (developmental prestages of defense) olarak adlandırdıkları daha yaygın bir olgunlaşma duraksaması arasındaki ayrımı ele aldıkları çalışmaları, bu tür bir ayrım üzerine ufuk açıcı bir makale olarak öne çıkar. Kendilik psikolojisi (self psychology) geleneğinde, iki eşzamanlı gelişim hattına vurgu yapılır: biri dürtüler (drives) ve onların nesneleri (objects) ile ilgili, diğeri ise kendiliğin (self) hissedilen bütünlüğü, iyiliği ve tutarlılığı ile ilgili daha geniş, gelişimsel olarak içsel bir alanı kapsar. Kohut (1971, 1977) ve takipçileri, analistlerin bu ikinci süreci Freud ve erken dönemdeki haleflerinin çoğundan daha iyi anlaması gerektiğini tutarlı bir şekilde savunmuşlardır.

Bu konuyu ayrıntılı olarak ele alıyorum çünkü iyi bir vaka formülasyonu (case formulation) oluşturmak açısından kritik bir öneme sahiptir. Her görüşmeci, her danışan için acılarının ne kadarının bilinçdışı çatışmalı (unconscious, conflicted) materyali tetikleyen bir tür doğrudan uyaranın sonucu olduğunu ve ne kadarının psikolojik gelişimde bir duraksamayı (arrested psychological development) yansıttığını anlamaya çalışmalıdır. Ayrıca, olgunlaşmanın (maturation) belirgin bir şekilde eşit olmayan bir süreç olabileceğini akılda tutmamız gerekir; bir kişi olağanüstü iyi gelişmiş yeteneklere sahip olabilir ancak örneğin cinsellik, yalnız kalma kapasitesi, yas tutma becerisi veya rekabetle (competitiveness) rahatlık gibi alanlarda ciddi bir eksiklikten muzdarip olabilir. “Fiksasyon” (fixation), basit, tek boyutlu bir durum değildir.

KLASİK VE POST-FREUDİYEN GELİŞİM MODELLERİ VE KLİNİK UYGULAMALARI

Bu bölümün geri kalanında, önce erken dönem tamamlanmamış meselelerin (unfinished business) kalıcı etkilerini anlamaya yönelik bir bakış açısıyla konuşuyorum; ardından, belirli türdeki streslerin, kişinin erken gelişiminin ne kadar başarılı olduğuna bakılmaksızın, olgunlaşma kırılganlıklarını (maturational vulnerabilities) nasıl tetikleyebileceğini anlamaya yönelik bir perspektiften ele alıyorum. Her iki kısımda da, bir danışanın bireyselliği hakkında bir anlatı geliştirme sürecinde, psikanalizin ana akım uygulamalarını takip ederek Freud’un ilk üç psikolojik gelişim evresine [oral, anal ve ödipal] en biçimlendirici ve en önemli evreler olarak vurgu yapıyorum. Son olarak, okuyucuyu bağlanma tarzı (attachment style) literatürü ve bunun olası klinik etkileriyle tanıştırıyorum.

Öncelikle, psikanalitik evre teorisi (psychoanalytic stage theory) üzerine birkaç paragraf sunacağım. Bu konuya zaten aşina olan okuyucular, bu kısmı atlamak isteyebilirler. Bu bölümde, öğretici bir amaçla Freudcu ve post-Freudcu teoriyi basitleştiriyorum; içindeki birçok ilginç problem ve karmaşıklığa yer vermiyorum. Bireysel psikolojilerin kavramsallaştırılması açısından genel modelin alaka düzeyi nedeniyle, bu temel Freudcu çerçevenin faydalı olduğunu varsayan bir üslupla yazıyorum, hatta bir kişi bunun bazı yönlerine katılmasa veya bazı varsayımlarını rahatsız edici bulsa bile. Şunu da belirtmeliyim ki, analitik terapistlerin Freudcu gelişimsel dili kullanma eğilimleri, onların motivasyonun ana bileşeni olarak dürtüyü (drive) ya da bebeklik dönemindeki aktivitelerin ana amacı olarak haz arayışını (pleasure-seeking) görme gibi konularda Freud ile aynı fikirde oldukları anlamına gelmez (bkz. Silverman, 1998).

Freud’un orijinal gelişim teorisi, üç “bebeklik” (infantile) evreyi, yani oral, anal ve oedipal evreleri vurgular. Bu evrelerin her biri, çocuğun mizacı (constitution) ve bakım verenlerin müdahalelerine bağlı olarak farklı şekilde çözümlenen öngörülebilir meseleler ve çatışmalar içerir. Bu evrelerin tipik olarak altı yaş civarında çözülerek, bireyin kalıcı kişilik yapısının (personality structure) ana hatlarını oluşturduğu düşünülür. Freud ayrıca, bebeklik dönemine özgü ve iki cinsiyete farklı derecelerde uygulanan bazı geçiş evrelerinden (transitional phases) de bahsetmiştir. Bu evreler arasında üretral evre (urethral phase), fallik evre (phallic phase) ve ters veya “negatif” oedipal evre (reverse or “negative” oedipal phase) yer alır. Ancak, bu geçiş evreleri literatürde daha az vurgulanmış ve burada ele alınamayacak kadar fazla bireysel farklılık içermektedir.

Freud’a göre, oral evrede (oral phase), çocuğun duyusal deneyimi ağız etrafında örgütlenir. Ağız, ifade (expression), keşif (exploration) ve haz (enjoyment) için temel organ olduğu gibi, henüz psikolojik olarak ayrışmamış olduğu emziren anneyle bağlantının aracıdır. Yaklaşık 18 aydan 3 yaşa kadar, çocuğun ilgisi anal konulara (anal concerns) kayar. Bu, kısmen anal sfinkter kasının olgunlaşmasından, kısmen de tuvalet eğitiminin, çocuğun doğal eğilimleri ile medeniyetin -bakımverenler tarafından temsil edilen- talepleri arasındaki ilk çatışmayı temsil etmesinden kaynaklanır. Bu döneme özgü çocukluk kaygıları, uyum (compliance) ve isyan (rebellion), temizlik (cleanliness) ve dağınıklık (mess), verme (giving) ve tutma (withholding), dakiklik (promptness) ve gecikme (lateness), özerklik (autonomy) ve utanç (shame), sadizm (sadism) ve mazoşizm (masochism) gibi karşıtlıklar etrafında şekillenir -bunların tümü, yaşamın ilk bir buçuk yılındaki daha bağlantılı aura ile karşılaştırıldığında, oldukça dyadik (iki kişilik) meselelere işaret eder. Bu evredeki dramaların tümü, eylem kapasitesi (agency) sorusunu içeriyor gibi görünür. Halk arasında, Freud’un “anal” evresi, bu dönemde çocuğun iradesinin ebeveynlerin iradesiyle yoğun bir çatışmaya girdiği için “korkunç ikiler” (terrible twos) olarak anılmıştır.

Oedipal evrenin (oedipal phase) yaklaşık üç yaşında başlamasıyla birlikte, çocuk, iki başka kişinin kendi yer almadığı bir ilişkiye sahip olabileceğini bilişsel olarak anlamaya başlar. Çocuğun ilgisi, güç (power), ilişki (relationship) ve kimlik (identity) konularına yönelik bir hayranlığa kayar. Cinsiyet farklılıklarına karşı yoğun bir ilgi geliştirir ve bu süreçte, hadım edilme (castration), sakatlanma (mutilation) gibi imgeler ve erkeklerle kadınlar arasındaki farklara ilişkin diğer çocukluk teorileri oluşturur. (Post-Freudcu analitik araştırmacılar, Galenson ve Roiphe’nin 1974’teki çalışmasından başlayarak, çocukların bu soruya Freud’un düşündüğünden çok daha erken bir dönemde ilgi duyduğunu bulmuşlardır. Bununla birlikte, küçük çocuklar bu önceki ilgilerini oedipal üçgenlerle olan deneyimlerine büyük bir yoğunlukla taşırlar.) Bu yaştaki çocuklar, bebeklerin nasıl dünyaya geldiği konusunda derin bir merak içindedirler ve ebeveynlerinin cinsel yaşamına dair karmaşık fanteziler oluştururlar ve bu durumla ilişkili kıskançlıklar yaşarlar.

Yaklaşık üç veya dört yaş civarında, normal gelişim gösteren çocuklar, önceki evrede görülen iki kişilik güç mücadeleleriyle tanımlanmayan bir kişisel eylem kapasitesinin (personal agency) farkına varırlar.  Ayrıca ölüm gerçeğini kavramaya başlarlar. Ancak, fikirlerin eylemlerden bağımsız olduğuna dair henüz tamamlanmamış bir anlayışları olduğu için [fikirlerle eylemleri bir tuttukları için], bir ebeveyni ortadan kaldırıp diğerine sahip olma doğal arzuları onları korkutur. Yatmadan önce gizli saldırganlara dair kaygılar gibi suçluluk (guilt) ve yansıtılmış suçluluk (projected guilt) tipik olarak bu dönemde görülür. Düşmanca arzulara yönelik bir cezalandırılma korkusu, nihayetinde birincil bakımverenlerle, özellikle de çocuğun en çok rekabet ettiği ebeveynle özdeşleşme (identification) yoluyla çözülür (“Büyüdüğümde babam gibi olabilir ve annem gibi biriyle birlikte olabilirim”). Bu yaştaki çocuklar, bakımverenlerini idealleştirme (idealize) ihtiyacı duyarlar. Kendilik psikologlarının (self psychologists) belirttiği gibi (örneğin, Kohut, 1977), bu bakımverenler, idealleştirilmeye uygun bir şekilde uyumlu (attuned) olmalı ve çocuğun bu idealleştirmeyi bırakma (deidealization) sürecine karşı savunmacı olmayan bir tutum sergilemelidir. Ebeveynlerin bu normal ve beklenen “tahttan indirilmesi” (dethroning), oedipal evrenin sonlarına doğru başlar (örneğin, anaokulu öğretmeninin anneden daha bilgili görülmesi). Bu gelişim döneminin temel kazanımlarından biri, çocukluk otoriteleriyle kurulan karmaşık özdeşleşmelerin doğal bir sonucu olan karmaşık ve iyi içselleştirilmiş bir vicdan duygusunun (sense of conscience) edinilmesidir. Analitik terminolojiyle ifade edecek olursak, olgun bir süperego (superego), önceki evrenin ilkel “tamamen iyi” ve “tamamen kötü” imgelerinin yerini alır.

Freud, yaklaşık altı yaşından sonra bir gizlilik evresi (latency phase) öngörmüştür. Bu evrede çocuk, özellikle bilinçdışı rahatsız edici fikirleri bilinçten uzak tutan olgun savunma mekanizmaları, özellikle bastırma (repression), geliştirdiği için güçlü ilkel dürtülerle başa çıkma yoğunluğundan geçici olarak kurtulur ve öğrenmeye ve sosyalleşmeye odaklanabilir. Ergenlikte hormonların etkisi, ergenlik dönemini başlatır ve erken dönem çatışmaların ve çözümlerin nihai ve bazen çalkantılı bir şekilde pekiştirilmesini sağlar. Cinsel olgunlukla birlikte, bireylerin tüm oral, anal ve oedipal meselelerini yetişkin cinselliğinin (adult genitality) keyifli bir deneyimine dönüştürmesi mümkün hale gelir. Bu ideal durum, kişinin sevgi, saldırganlık, bağımlılık ve cinselliği başka bir kişiyle ilişkisinde bütünleştirme kapasitesiyle karakterizedir. Freud’un klinik yazılarının çoğu, bu anlatımda olduğu gibi, ilk üç evreye odaklanmıştır. Bunun nedeni, Freud’un, yetişkinlikteki nevrotik sorunların, evrensel birer “çocukluk nevrozu”ndan (childhood neuroses) kaynaklandığına inanmasıdır.

Freud’un döneminden bu yana, psikanalitik gelişim teorisi, aynı anda iki zıt yönde ilerlemiştir: 1) Preoedipal evrelerin (preoedipal stages) bileşen alt evrelere ayrıştırılması: Bu yaklaşım, Klein (1946), Balint (1960), Winnicott (1965), Mahler (1968; Mahler, Pine & Bergman, 1975), Blanck’ler (G. Blanck & R. Blanck, 1974, 1979; R. Blanck & G. Blanck, 1986) ve Greenspan (1989, 1997) gibi araştırmacıların çalışmalarında görülmektedir. 2) Evre kavramının yaşam döngüsünün daha sonraki bölümlerine genişletilmesi: Bu yönelim ise Erikson (1950), Sullivan (1953), Bios (1962), Levinson, Darrow, Klein, Levinson ve McKee (1978), Kaplan (1984) ve Osofsky ve Diamond (1988) gibi isimlerin çalışmalarıyla temsil edilir. Bu iki yöndeki ayrıntılandırmalar, klinik müdahaleler açısından önemli sonuçlara sahiptir. Preoedipal evrelerin daha ayrıntılı incelenmesi, erken gelişim sorunlarının daha iyi anlaşılmasını sağlarken, evre kavramının yaşamın ileri aşamalarına uygulanması, gelişimsel sorunların yetişkinlik ve yaşlılıkta nasıl devam ettiğini anlamada yeni bir çerçeve sunar.

Bunun yanı sıra, Erikson’un en etkili isimlerden biri olduğu birçok teorisyen, klasik latans öncesi evreleri (prelatency stages) yeniden yorumlayarak, Freud’un merkezine aldığı gelişimsel temalardan farklı temalara vurgu yapmıştır. Kısacası, Erikson, Freud’un vurguladığı dürtü tatmini (drive satisfaction) çabalarının aksine, ilk üç evrenin kişilerarası görevlerini (interpersonal tasks) ifade etmiştir. Erikson, kendi katkısını Freudyen teorinin bir genişlemesi olarak görmüş, onu tamamen değiştirme amacı taşımamıştır. Günümüz analistlerinin çoğu, Erikson’un izinden giderek, dürtüyü (drive) tek başına vurgulamak yerine, her evreyi karakterize eden ilişkisellik kalitesine (quality of relatedness) odaklanmaktadır. Biyolojik dürtülerin düzenleyici rolünü vurgulamada Freud’un yaklaşımını benimseyenler bile (örneğin, Kernberg, 1992; Bernstein, 1993), bu dürtülerin ilişkisel (relational) ve duygusal (affective) etkilerine Freud’un açıkça yaptığından daha fazla önem vermektedir.

Bir ön görüşme sırasında, hem bebeklikten ergenlik öncesine kadar olan (infantile-through-preadolescent) ikilemlere, evrelere ve “anlara (moment)” (Pine, 1985) hem de ergenlik sonrası krizlere, evrelere ve geçişlere karşı duyarlı olmak gerekir. Herhangi bir danışanın psikolojisini değerlendirirken, yalnızca kişinin mevcut gelişimsel zorluklarının doğasını değil, aynı zamanda bu zorlukların dayandığı önceki görevlerin doğasını da anlamak önemlidir. Örneğin, genç bir yetişkinle çalışırken, hem yirmili yaşların ortalarındaki gelişimsel görevlerin (özellikle başka bir kişiyle derin bir yakınlık kurma becerisinin kazanılması) hem de bu olgunlaşma zorluklarının yeniden canlandırdığı erken güven ve güvensizlik (trust vs. distrust) meselelerinin farkında olunmalıdır. Bu noktada, psikanalitik bilginin yaşamın ileri evreleri hakkındaki gelişiminin henüz yeterince ilerlemediğini belirtmek gerekir. Erikson, yaşamının son on yılında, yaşam boyu gelişim teorisini (lifespan theory) tekrar yazacak olsaydı, altmış yaşından itibaren her şeyi tek bir kategoriye toplamayacağını sıkça dile getirmiştir (bkz. Erikson, 1997). Ancak kendisi yaşlılık dönemine ulaştığında, altmış beş yaşındaki bir kişinin psikolojisiyle seksen beş yaşındaki bir kişinin psikolojisi arasındaki derin farkı duygusal olarak anlamaya başlamıştır. Psikanalitik fikirlerin gerontolojiyle entegrasyonu bir süredir devam etmektedir (örneğin, Myers, 1984), ancak bu kitap, bu alanın şu anki sınırlamalarını yansıtacaktır.

Karakter Organizasyonunun Gelişimsel Yönleri

Klinik bir görüşmenin temel tanısal görevlerinden biri, kişinin karakterolojik olarak organize olduğu gelişimsel düzeyi değerlendirmektir. Kişinin tekrar tekrar mücadele ettiği temel meseleler, yaşamın en erken evresine, Freud’un oral evre (oral phase), Mahler’in ise simbiyotik evre (symbiotic phase) olarak adlandırdığı döneme mi aittir? Eğer öyleyse, görüşmeci şu temaları duyacaktır: Erikson’un temel güven ve güvensizlik (basic trust vs. distrust) çatışması, Sullivan’ın “ben ve ben olmayan” (me vs. not me) karmaşası, R. D. Laing’in (1965) “ontolojik güvensizlik” (ontological insecurity) kavramı ve diğer türevler, bebeğin varoluş ve bireylik (personhood) duygusunu tanımlama mücadelesini yansıtır. Bu düzeydeki bir danışan, düşünceler ve duyguların kendi içinden mi yoksa dışarıdan mı geldiği konusunda kafası karışmış görünebilir. Gerçeklik testi (reality testing) sorunlu olabilir. Duygu düzenleme (affect regulation) zorlayıcı bir mesele haline gelebilir. Danışanın dünyasındaki ana figürlerin bir resmini çıkarmak güçtür, çünkü bu figürler genellikle belirsiz veya genel ifadelerle tanımlanır ve yaşayan bireylerden çok gölgeli kavramlar gibi görünürler. Danışan, kendi temel doğasına ilişkin belirsizlikler ifade edebilir; örneğin, erkek mi kadın mı, heteroseksüel mi homoseksüel mi, her şeye gücü yeten mi yoksa güçsüz mü, iyi mi kötü mü olduğu konusunda emin olmayabilir. Görüşmeci, belirsiz ve rahatsız edici bir şekilde bunaltılmış hissedebilir.

Yoksa Kişi Freud’un anal evre (anal phase), Mahler’in ise ayrışma-bireyleşme evresi (separation-individuation phase) olarak adlandırdığı dönemin temaları ve çatışmalarıyla mı meşgul? Eğer öyleyse, klinisyen görüşmede iki kişilik bir mücadele (dyadic struggle) hisseder; bu mücadele, Erikson’un (1950) “özerklik ve utanç ile şüphe” (autonomy vs. shame and doubt), Sullivan’ın (1947) “iyi ben ve kötü ben” (good me vs. bad me), Mahler’in (1971) “yaklaşma ve uzaklaşma” (coming closer and darting away), Masterson’ın (1976) “yutulma ve terk edilme depresyonu” (engulfment vs. abandonment depression) veya Kernberg’in (1975) “alternatif ego durumları” (alternating ego states) kavramlarıyla açıklanabilir. Bu durumda, kişinin kendiliğinin (self) varlığı kırılgan görünmez; ancak bebeklik çağı çaresizliği ile saldırgan güçlenme (infantile helplessness and aggressive empowerment) arasındaki mücadele yoğun olur ve klinisyende çok güçlü karşı aktarım (countertransference) tepkileri uyandırır. Bunlar genellikle düşmanlık (hostility), moral çöküntüsü (demoralization) ve kurtarma fantezilerini (rescue fantasies) içerir. Danışanın hayatındaki figürlere dair elde edilen imgeler keskin ve nüanssız olur; bu kişiler, kişinin öznel sahnesinde tamamen iyi (all-good) ya da tamamen kötü (all-bad) rollerde görünür. Ana figürlerin sık sık değiştiğine, ancak her zaman bu tamamen iyi veya tamamen kötü rolleri üstlendiğine dair işaretler olabilir. Gerçeklik testi (reality testing) yeterli düzeyde olsa da, kimlik (identity) zayıf görünür ve kişinin sorunlarını çözme çabalarında inkâr (denial), bölme (splitting) ve yansıtmalı özdeşim (projective identification) gibi ilkel savunmalar baskın olur.

Yoksa Kişi Dünyayı Oedipal Evre (Oedipal Phase) Merceğinden mi Görüyor? Eğer öyleyse, danışanın cinsellik (sexuality), saldırganlık (aggression) ve/veya bağımlılık (dependency) ile ilgili çatışmalara yatkınlığı gözlemlenir. Ancak bu çatışmalar, şu genel becerilerle birlikte görülür: nesne sürekliliği (object constancy) kapasitesi, kendinin ve başkalarının karmaşıklığını takdir etme, çelişkiye (ambivalence) tolerans, duygusal hayatına dışarıdan bakabilme yeteneği, pişmanlık (remorse) ve sorumluluk (responsibility) duygusu. Bu kişilerde gerçeklik testi (reality testing) güvenilirdir. Başkalarıyla olan ilişkileri bağlılık (devotion), düşüncelilik (consideration) ve başkalarının karmaşıklığını takdir etme özellikleriyle belirginleşir. Danışan, hayatındaki önemli kişileri anlatırken, onları teşhis koyan kişinin zihninde üç boyutlu, canlı birer insan olarak canlandırır. Oedipal organizasyona sahip birey, güçlü bir “benlik” (sense of I-ness) duygusuna sahip ayrı bir kişi olarak algılanır ve acısı belirli bir alanda net bir şekilde tanımlanmış görünür. Görüşmecinin, bu tür bir danışanla karşılaştığında, karşı aktarımı (countertransference) genellikle olumlu ve yapıcıdır (benign).

Bu tanı yönü, genellikle danışanın karakterolojik olarak simbiyotik-psikotik (symbiotic-psychotic), sınırda (borderline) veya nevrotik (neurotic) düzeyde organize olup olmadığının değerlendirilmesi olarak tanımlanır (hepimizde bu düzeylerin bazı yönleri bulunur, ancak genellikle biri baskındır). Bu kavramsallaştırma yönünün tarihine ve klinik sonuçlarına dair çok daha ayrıntılı bir inceleme, Psychoanalytic Diagnosis (1994) adlı eserimde yer almaktadır. Aynı eserde, bu farklı karakter yapısına sahip hastaların tedavisinde sırasıyla şunların uygulanabilirliği üzerinde de duruyorum: destekleyici terapi (supportive therapy), dışavurumcu terapi (expressive therapy), açığa çıkarıcı terapi (uncovering therapy). Burada yalnızca, görüşmecinin bu kavramsallaştırmasının danışanın nasıl tedavi edileceğini nasıl etkileyebileceğine dair bir örnek vereceğim.

Destekleyici, dışavurumcu ve açığa çıkarıcı psikoterapilerin hepsi psikanalitik yaklaşımlardır, ancak belirgin bir şekilde farklılık gösterirler. Örneğin, bir kadın patronunun eleştirilerinden ne kadar rahatsız olduğunu anlatıyor olabilir. Destekleyici terapide, klinisyen şu şekilde bir şey söyleyebilir:

“Bu durumun ne kadar rahatsız edici olabileceğini anlayabiliyorum. Kendinizi bu kadar öfkeli ve incinmiş hissetmek sizin için zor olmalı. Umarım iş yerinde duygularınızı kontrol edebilirsiniz, böylece patronunuz daha fazla eleştiride bulunmaz.”

İfade edici terapide (expressive therapy), uygun bir müdahale şu şekilde olabilir:

“İş yerindeki durumların ne kadar kötü olduğunu takdir etmediğimi düşündüğünüzde bana çok öfkeleniyorsunuz. İşinizle ilgili size empati gösterdiğimde, oradaki durumu değiştirme gücüm olmadığı için bana saldırıyorsunuz. Ancak, işleri daha iyi hale getirebileceğiniz yollar önerdiğimde ise, sizi eleştirdiğimi hissettiğiniz için öfkeleniyorsunuz. Sanırım bende yarattığınız, ne yaparsam yapayım yanlış olduğu hissi, sizin sürekli mücadele ettiğiniz bir duygu.”

Açığa çıkarıcı terapide (uncovering therapy) ise, klinisyen basitçe şu soruyu sorabilir:

“Patronunuz size birini hatırlatıyor mu?”

Bu, teknik açısından büyük farklılıklar göstermektedir ve hangi yaklaşımın tercih edileceği, esas olarak bireyin kişilik örgütlenmesinin (personality organization) gelişimsel bir değerlendirmesine bağlıdır.

Anksiyete ve Depresyon Deneyimine Gelişimsel Katkılar

Kişilik yapısının farklı olgunlaşma yönlerini anlamak, bir bireyin anksiyete (anxiety) veya depresyon (depression) deneyiminin doğasını değerlendirmede son derece faydalıdır. Bir hastanın anksiyetesi (anxiety) hakkında konuşmalarını dinlediğimizde, genellikle kendi kaygı eğilimlerimizi tanımlayan meseleleri bu anksiyeteyi anlamımıza yansıtırız. Ancak, kaygıların kökeni simbiyotik evre (symbiotic phase), ayrışma-bireyleşme evresi (separation-individuation phase) ya da oedipal evre (oedipal phase) gibi farklı gelişimsel aşamalardan geldiğinde, bu kaygılar belirgin şekilde farklılık gösterir. İlk tür, genellikle yok olma kaygısı (annihilation anxiety) olarak adlandırılır (Hurvich, 1989), ve kendiliğin (self) kuşatılacağı, bir başkası tarafından yutulacağı ya da varlığını tamamen yitireceği korkusudur. Bu, akut şizofrenik bir durumdaki (acute schizophrenic state) tedavisiz bir kişinin yaydığı türden bir kaygıdır ve bunu tanık olarak görmek bile dayanılmazdır, hissetmek ise çok daha zorlayıcıdır. Çoğumuz, bu tür ilkel korkunun (archaic dread) yoğun bebeklik formunu deneyimlemeye karşı güçlü savunma mekanizmalarına sahibiz ve bu savunmaların başarılı bir şekilde kontrol edemediği kişilerde bu acının derinliğini anlamakta zorlanırız. Yok olma kaygısı, yetişkinlerin çoğunun psikolojisinde yakınlık (intimacy) korkularının kalıntıları şeklinde varlığını sürdürür. İnsanların, bir başkasıyla yakın olmanın kendi bağımsız varlıklarını tehdit edeceğine dair kaygılarının kanıtlarını bulmak oldukça kolaydır.

İkinci tür olan ayrılık kaygısı (separation anxiety), bir şekilde hepimizi etkiler, çünkü ayrılıklar kaçınılmaz olarak ürkütücü çocukluk dönemindeki kopuşların bilinçdışı izlerini (unconscious memory traces) tetikler. Ancak bu kaygı, özellikle sınır düzeyde (borderline level) organize olmuş bireylerin deneyimlerinde yoğun ve merkezi bir rol oynar. Ayrılık kaygısı, kendiliği (self) bir çözünme/basitleşme (dissolution) tehdidiyle karşı karşıya bırakır; ancak bu, yok olma kaygısındaki (annihilation anxiety) kadar radikal bir çözünme değildir. Kişi, bağlandığı kişi olmadığında, kendisini boş (empty) veya önemsiz (insubstantial) hisseder. Bu kaygı, fiziksel şiddet gibi hayatı tehdit eden durumlarda bile bir kişinin bu durumdan çıkmasını engelleyecek kadar güçlü olabilir; örneğin, istismara uğrayan bir eş, fiziksel istismarın acısıyla, yalnız kalma korkusundan (terror of aloneness) daha kolay başa çıkabilir. Bu kaygı, şaşırtıcı derecede regresyonlara ve görünüşte açıklanamaz düşmanlık patlamalarına yol açabilir; bu düşmanlıklar, katatimik cinayet (catathymic homicide) düzeyine kadar varabilir (bkz. Meloy, 1992).

Üçüncü tür anksiyete, oedipal ya da süperego anksiyetesi (oedipal or superego anxiety), kabul edilemez cinsel, saldırgan veya bağımlı dürtüler nedeniyle cezalandırılma korkusunu içerir. Bu anksiyetede, kendilik (self) ve gerçeklik algısına bir tehdit yoktur; ancak kişinin kendini “yeterince iyi” (good-enough) hissetme duygusu ciddi şekilde zarar görebilir. Bu anksiyete, çocuğun benlik ve gerçeklik duygusunu pekiştirmesinden sonra ortaya çıkmasına rağmen, oldukça yoğun olabilir. Bunun nedeni, oedipal fantezilerin genellikle ölüm ve cezalandırma fikirlerini içermesidir. Kişisel başarı deneyimi, oedipal anksiyetenin yaygın bir tetikleyicisidir: Eğer bir başarı, kişi için bir ebeveyn üzerindeki zaferin duygusal anlamını taşıyorsa, bu kişi, o “suç” için cezalandırılmayı bilinçdışı bir şekilde bekleyerek çok kaygılı ya da semptomatik hale gelebilir.

Anna Freud, Ego ve Savunma Mekanizmaları (The Ego and the Mechanisms of Defense, 1936) adlı eserinde, ortaya çıktığı psişik yapıya (id, ego veya süperego) göre üç farklı anksiyete türünü karşılaştırmıştır. İd’den kaynaklanan anksiyete, “dürtülerin gücünden korku” (dread of the power of the instincts) olarak adlandırmış ve bu anksiyeteyi yaşayan kişinin tamamen bunalma [bunaltıyla boğulma] tehlikesi altında hissettiğine vurgu yapmıştır. Anna Freud,  ego’dan kaynaklanan anksiyeteyi, babasının izinden giderek “sinyal anksiyetesi” (signal anxiety) olarak adlandırmıştır. Bu, kişinin geçmişte benzer koşullarda yaşadığı tehlikeli bir durumu işaret eden bir korku tepkisidir. Süperegodan kaynaklanan anksiyeteyi, basitçe “süperego anksiyetesi” (superego anxiety) olarak adlandırmış ve bunun, kabul edilemez dürtüler için cezalandırılma korkusu niteliği taşıdığını söylemiştir.

Anna Freud, babasının kariyerinin sonlarına doğru geliştirdiği yapısal model (structural model) içinde anksiyeteyi açıklamaya çalışıyordu. Bu model, Anna Freud ve çoğu analist tarafından klinik uygulama için önemli bir kazanım olarak görülmüştür. Ancak, onun bu çalışmaları, psikanalitik literatürde bebeklik dönemi üzerine yapılan çalışmaların ve küçük çocuklara ilişkin gözlemler ışığında Freud’un gelişim teorisinin yeniden şekillendirilmesinden önceye denk gelmiştir. Anna Freud’un anksiyete tepkilerini farklılaştıran yapısal yaklaşımını, psikanalitik gelişimsel yollarla da uyumlu olarak görüyorum. Dürtülerin gücünden korku (dread of the power of the instincts), her şeyin mümkün olduğu omnipotent fantezilerin baskın olduğu, gelişimin en erken simbiyotik evresinde (symbiotic phase) doğal bir kaygıdır. Sinyal anksiyetesi (signal anxiety), çocuk ayrışma duygusuna (separateness) ve belleğe (memory) başvurma kapasitesine ulaştığında ortaya çıkar. Süperego anksiyetesi (superego anxiety) ise, oedipal evrenin başarımlarını yansıtır.

Bir terapistin farklı anksiyete durumlarının öznel olarak ne kadar değişken olabileceğini anlaması, klinik çalışmayı, anksiyeteyi tek bir homojen fenomen olarak ele aldığı durumlara göre çok daha etkili hale getirir. (Tabii ki, bu, farmakolojik müdahalelerin savunucularının genellikle anksiyeteyi ele alış biçimidir ve bu her zaman danışanın uzun vadeli yararına olmaz.) Bir kişinin hangi tür anksiyeteden muzdarip olduğunu, onun açık durumundan otomatik olarak çıkarabilmek mümkün değildir. Örneğin, eğer yasak bir ilişki yaşadığım için zihinsel bir sıkıntı içinde bir terapiste gelirsem, terapist başlangıçta şu soruların yanıtını bilemez: Aşık olduğum kişinin dürtülerimi (drives) harekete geçirmiş olması nedeniyle mi tamamen kuşatılmış durumdayım? Yoksa bilinçdışı olarak bir ilişkinin güvenliğim, itibarım ve aile bütünlüğüm için tehlikeli olduğunu mu algılıyorum? Ya da zina yapıyor olmam nedeniyle içselleştirilmiş bir otoriteden cezalandırılmayı mı bekliyorum? Terapist, farklı anksiyete türleri ve bunların, hangi gelişimsel meselelerin uyarıldığına bağlı olarak değişen öznel anlamları hakkında bir anlayışa sahip değilse, benim deneyimime uygun olup olmayacağı belli olmayan, benzer bir durumda kendisinin vereceği tepkiyi bana yansıtma (project) eğiliminde olacaktır.

Benzer şekilde, bir kişi depresyondaysa, yaşadığı ıstırap şu şekillerde ortaya çıkabilir: Psikotik düzeyde bir duygu olarak, kişinin kötülüğünün o kadar ezici olduğu hissi ki bu, kendisini kurtarılamaz ve tehlikeli derecede kötü biri olarak algılamasına neden olur. Sınırda düzeyde bir umutsuzluk, boşluk ve travmatik terk edilme hissi olarak. Nevrotik düzeyde bir kanaat olarak, mutluluğun peşinden gitmenin tehlikeli olduğu inancı şeklinde. Bir klinisyenin depresyondaki bir kişiye teselli ve umut sunma biçimi, bir ölçüde, depresyonun öznel doğasına dair doğru bir anlayışa sahip olmasına bağlıdır. Anksiyete veya depresyon çeken birine karşı duyulan sempati, şefkatli insanların doğal bir tepkisidir; ancak, birinin ıstırabının anlamına dair gerçek bir empati, bu ıstırabın özel doğasını ve temsil ettiği gelişimsel meseleleri anlama yetisine dayanır.

Gelişim, Yaşam Stresleri ve Psikopatoloji

İnsanlar, hayatlarında meydana gelen ve genellikle bilinçdışı düzeydeki belirli kırılganlıklarını tetikleyen bir şey olduğunda psikoterapiye başvururlar. Bir kişi için tedavi arayışını tetikleyen bir kişisel reddedilme (personal rejection) olabilir; bir diğeri için beklenmedik bir başarı, bir başkası için cinsel bir cazibe, bir diğer kişi için ise zor bir çocuğu yetiştirmenin getirdiği talepler olabilir. Çeşitli streslerin içsel anlamlarına bağlı olarak, bir kişinin dışarıdan gözlemciler için büyük travmalar gibi görünen durumları -örneğin birkaç yakın akrabasının ölümü- kolayca atlatması, ardından diğer insanlar için önemsiz bir sıkıntı gibi görünen -örneğin rekabetçi bir meslektaşın öfkeli bir patlaması- bir stresin altında psikolojik olarak çökmeye başlaması alışılmadık bir durum değildir.

Psikolojik destek arayışını çok sık tetikleyen bir diğer faktör ise bilinçdışı bir yıldönümü tepkisidir (unconscious anniversary reaction). Örneğin, bir ebeveynin ölümünden sonraki onuncu yıl (kültürümüzde insanların bilinçdışı zihinleri onluk sistemle çalışıyor gibi görünmektedir) veya danışanın, ebeveyninin öldüğü yaştaki kendi yaşına ulaşması bu tür tepkilere neden olabilir. Benzer bir fenomen, bilinçdışı bir “kronometre” (unconscious timekeeper) işlevini düşündürebilir. Örneğin, bir kadının, kürtajla sonlandırdığı bebeğinin doğması beklenen tarihte ya da bu tarihin yıldönümlerinde depresyona girmesi gibi. Genellikle insanlar bu kilometre taşlarının farkında olmadan terapiye gelirler ya da farkına varmış olsalar bile bu olayları önemsiz bularak göz ardı ederler.

Yetişkinlerin terapi arayışına girdiği diğer yaygın bir dönem, kendi çocuklarından birinin, kendilerinin travmatik bir deneyim yaşadığı yaşa ulaştığı yıldır. Örneğin, yedi yaşında cinsel tacize uğradıysam, kızım bu yaşa ulaştığında bir şekilde semptomatik hale gelmem olasıdır. On üç yaşında babamı kaybettiysem, çocuğum ergenliğe ulaştığında bir tür psikopatoloji riskiyle karşı karşıya olabilirim. Bu tür bir tepki birkaç bileşen içermektedir: 1) Çocuğumla özdeşleşmem (identification with my child) nedeniyle, kendi travmamı bilinçdışı bir şekilde yeniden deneyimlemem. 2) Onun da aynı şeyi yaşayacağına dair batıl bir korku (superstitious fear) ve bu acıyı ondan büyüsel bir şekilde alıp kendime yönlendirme isteği. Benim yaşadığım acıları onun yaşamamasından dolayı bilinçdışı bir kıskançlık (envy) ve düşmanlık (hostility), aynı zamanda onun şansı veya benim iyi anneliğim (good mothering) sayesinde korunuyor olmasına rağmen bunun için minnettarlık hissetmemesine yönelik bir öfke (indignation). Görüşmecilerin, bir kişinin neden şu anda yardım aradığını anlamaya çalışırken bu tür bağlantıları araması önemlidir.

Bazı stresörler, doğal olarak belirli bir gelişimsel evrenin meselelerini harekete geçirme eğilimindedir. Örneğin, keyfi bir şekilde baskıya maruz kalma ya da zihinsel olarak manipüle edilip kafa karışıklığı yaşama deneyimi (gaslighting, bkz. Calef & Weinshel, 1981), kişinin varoluşu ve gerçeklik algısına dair en erken soruları -yani psikotik-simbiyotik evreye ait meseleleri- gündeme getirme eğilimindedir. Sevilen bir kişiyi kaybetme ya da önemli bir kişi tarafından reddedilme deneyimi, genellikle ayrışma-bireyleşme evresi meselelerini uyarır. Cinsel cazibe ya da üçlü rekabetçi ilişkiler ise çoğunlukla oedipal meseleleri gündeme taşır. Bu süreci anlamak, belirli bir stresörün tetiklediği gelişimsel temalar nedeniyle bir danışanı gereğinden fazla veya yetersiz patolojikleştirmekten kaçınmamızı sağlar. Örneğin, bir adam, yüzünü şekil bozan bir kaza sonrasında kendini gerçek dışı (unreal), moral bozukluğu içinde (demoralized) ve kafası karışmış (confused) hissediyorsa, bu hisler simbiyotik kişilik yapısını (symbiotic personality structure) ifade eden sorunlarla örtüşse bile, bu kişinin böyle bir yapıya sahip olduğu varsayılamaz. Bu durumda, yaşadığı stresin doğası bu tepkileri neredeyse herkesin göstermesine neden olabilir.

Bağlanma Stilini Değerlendirme

Gelişim, farklı bağlanma stillerine (attachment styles) sahip bireyler için farklı şekillerde ilerleyebilir ve bu konu, anlamaya henüz başlangıç aşamasında olduğumuz bir alandır. Klinisyenlerin, sabit bir bireysel bağlanma stilini (attachment style) bir gelişimsel duraksama (developmental arrest) ile eşitlememesi önemlidir. 1970’lerin sonlarında, Bowlby’nin (1969, 1973, 1980) bağlanma ve ayrılık üzerine yaptığı çalışmalardan ilham alan bir dizi zekice deney temelinde, Mary Ainsworth ve meslektaşları (Ainsworth, Blehar, Waters, & Wall, 1978) üç belirgin bireysel bağlanma stilini ortaya koymuşlardır: güvenli (secure) (açık ara en büyük kategori), kaçıngan (avoidant) ve ambivalan-dirençli (ambivalent-resistant). Bu bağlanma stillerinin tümü, kaçınganlık ve ambivalansın aşırı uçları hariç, bireysel farklılıkların normal aralığında değerlendirilmiştir.

Daha sonraki araştırmalar (Main & Solomon, 1986), düzensiz-dağınık (disorganized-disoriented attachment) olarak adlandırılan uyumsuz bir bağlanma stiline sahip dördüncü bir grubun varlığını ortaya koymuştur. Bu bağlanma stilinin, istismara uğrayan bebeklerin yaklaşık yüzde 80’inde (Osofsky, 1995) ve depresif ya da alkolik annelere sahip çocukların yüzde 40-50’sinde (Hertsgaard, 1995) görüldüğü belirlenmiştir. Bu çocuklar bağlanma arayışı içinde olup ardından bunu reddeder; korku, üzüntü, kafa karışıklığı, saldırganlık, panik ve ilgisizlik gibi duygular sergiler; konsantre olmakta zorlanır; ve sık sık dalgın ya da trans benzeri yüz ifadeleri gösterir. Bağlanma stillerinin dördü de, ebeveynlerin bağlanma stilleriyle ilişkili olduğu (Main, Kaplan, & Cassidy, 1985) ve en azından okul yılları boyunca sabit kaldığı gösterilmiştir (Kobak & Sceery, 1988). Klinik deneyimler, bireylerin bağımlılıklarıyla başa çıkmak için geliştirdikleri bu farklı yolların ömür boyu süren eğilimler olabileceğini öne sürmektedir, ancak bunu ampirik olarak doğrulayacak araştırmalara henüz ihtiyaç duyulmaktadır. Bu arada, birçok terapist, danışanlarının bireysel bağlanma stillerini anlamanın, terapötik seçimler yapmada kritik bir öneme sahip olduğunu belirtmiştir (bebeklik dönemi araştırmalarının klinik sonuçları hakkında bkz. Stern, 1985).

ÖZET

Bu bölümde, okuyuculara psikanalitik gelişim teorisine dair kısa bir giriş sunmaya çalıştım; bu teorinin hem sorunlarını ve sınırlamalarını hem de avantajlarını ve klinik alandaki önemini vurguladım. Normal gelişim hakkındaki psikanalitik fikirler, günümüzde oldukça hızlı bir şekilde evrilmektedir. Bebeklik ve çocukluk dönemi üzerine yapılan ampirik araştırmalardaki ilerlemeler ve bağlanma teorisinin sürekli olarak geliştirilmesi, psikoterapi tekniklerine yaptığı katkılara rağmen, bu tür bir bölümde tam anlamıyla temsil edilemez. Bununla birlikte, belirli bir danışanda değerlendirilen psikopatolojinin bir çatışma mı yoksa gelişimsel bir duraksama mı yansıttığını değerlendirmenin önemine değindim. Normal psikolojik olgunlaşmaya dair Freudcu ve post-Freudcu ana akım kavramları gözden geçirerek, bunların hem karakter yapısını anlamak hem de farklı türlerdeki anksiyete ve depresif duygulanımların anlamını kavramak açısından taşıdığı sonuçları tartıştım. Son olarak, belirli stresörlerin bir kişinin bireysel psikolojik tepkisini şekillendirmedeki rolüne dikkat çektim.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir