Regresyonu Yeniden Tanımlama: Terapötik Kırılganlığı Kolaylaştırmak (3. Bölüm)


Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

Terapist, danışanın duygularından aşırı derecede etkilenip korktuğunda ve bunları engellediğinde ya da danışanı gereksiz yere hastaneye yatırdığında, danışan sadece duygularına katlanmayı başaramamakla kalmaz, aynı zamanda onlara karşı duyduğu korkuyu daha da pekiştirir.

Henry Krystal (1988, s. 29)

Terapist ve danışan bir uyum yakalayıp birbirleriyle iyi bir iletişim kurmaya başladığında, ilişki doğal bir evrim sürecine girer. Bu evrimi etkileyen faktörler arasında danışanın ve terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu, terapinin süresine dair beklentiler ve danışanın ele alınması gereken derin meselelerinin olup olmadığı yer alır. Bazı danışanlar daha yüzeysel deneyim seviyelerinde kalırlarken, diğerleri derin ve acı verici duygulara yönelirler. Bu süreç geleneksel olarak “regresyon (regression)” olarak adlandırılmıştır. Regresyon, herhangi bir derin değişimin gerçekleşmesi için gereklidir; çünkü bu süreç sayesinde savunmalar zayıflar ve danışan, terapist ile birlikte yeni deneyimler oluşturabilir.

Terapist, danışanın derin acılara yöneldiği bir durumda, özellikle de danışan başlangıçta daha belirgin bir durumsal problemle -örneğin işini kaybetme ya da bir ilişkiyi bitirme- gelmişse, doğal olarak hem heyecan hem de bir miktar korku hisseder. Hem terapist hem de danışan atmosferde bir değişim olduğunu fark eder. Önceki baskılı konuşmaların yerini daha uzun sessizlikler alabilir, danışan daha önce kimseyle paylaşmadığı şeylere değinebilir ve önemli bir şeylerin yaşanmakta olduğu hissi belirginleşir.

Örneğin, 40’lı yaşlarının ortasında bir iş insanı olan Robert, ailesine ait işletmenin kamuoyunda başarısızlıkla anılmasının yarattığı duygusal yükle başa çıkmak için terapiye geldi. Özellikle de babasının kurduğu bu işletmenin başarısızlığının haber medyasında yer alması nedeniyle büyük bir utanç duyuyordu. Robert, işletmeyi genişletmiş ve çok daha başarılı hale getirmiş olsa da, kendi kontrolü dışında gerçekleşen ani piyasa değişimleri nedeniyle iflas kaçınılmaz olmuştu. Terapiye yalnızca depresyonuyla başa çıkmak ve yeni iş girişimi konusunda daha olumlu hissetmek için kısa vadeli bir destek almayı amaçladığını belirtti. Ona inanan yeni iş ortakları edinmişti ve hayatını yeniden inşa etmek istiyordu. Ancak, iflas sürecine dair öfkesini ve yaşadığı kamuoyu önündeki küçük düşmeyi yeterince işlemediğini hissettiğini söyledi. Eşi, iflas sürecinde fazlasıyla yıprandığı için, Robert onun bu duygusal yükü taşımak zorunda kalmasını istemediğinden, kendi sıkıntılarını kimseyle, hatta eşiyle bile paylaşmaktan kaçınıyordu.

Robert, ilk iki seansı işinin batma sürecini ve bunun kendisi üzerindeki etkisini anlatmaya ayırdı. Hayal kırıklığı, öfke ve utanç duygularının farkındaydı. Duyguları oldukça belirgindi ve durmaksızın, baskılı bir şekilde konuşuyordu. Üçüncü seansta, on yıl önce vefat eden babasından bahsetti. Babasının insanlar tarafından büyük bir saygıyla anıldığını vurguladı. Babasından söz ederken yüzünde yoğun bir acı ifadesi belirdi ve o anda önemli bir karar vermem gerektiğini hissettim. Acısıyla daha derinlemesine çalışmaya mı yönelmeliydim, yoksa yüzeyde kalıp yalnızca Robert’in babasına duyduğu yaşam boyu hayranlığı ifade ettiğini mi not etmeliydim?

Seans sayısı konusunda herhangi bir kısıtlama olmaması, bir terapistin danışanıyla ne kadar derine inebileceğini belirleyen önemli bir faktördür. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Robert’in derin acısını ele almaya karar verdim. Ona üzgün göründüğünü fark ettiğimi ve babasını çok özlediğini düşündüğümü söyledim. Belki de işini kaybederek babasını hayal kırıklığına uğrattığını hissediyordu. Robert, yüzünü utanarak elleriyle kapatarak ağlamaya başladı. Seansın geri kalanı, Robert’in babasına dair duygularını keşfetmeye ayrıldı ve seanstan hem sarsılmış hem de bu beklenmedik duygu dalgasıyla bir ölçüde rahatlamış olarak ayrıldı.

Bridges (2005), yoğun duyguların deneyimlenmesinin sıklıkla derin ve çoğu zaman açıklanamaz bir özlem hissiyle birlikte geldiğini belirtir. Daha derin duygular ortaya çıktıkça, bir tür duygusal dengesizlik hali oluşabilir ve bunun yoğunluğuna bağlı olarak danışan kendisini kaygılı hatta panik içinde hissedebilir. Daha önce böyle bir deneyimi yaşamamış olan danışan, delirdiğini ya da terapinin kendisini daha iyi değil, daha kötü hale getirdiğini düşünebilir. (Danışan bu şekilde hissetmese bile, ailesi ve arkadaşları onun daha kötüye gittiğini düşünebilir ve neden böyle göründüğünü sorgulayabilirler.)

Bu savunmaların zayıflaması ve çoğu zaman daha önce keşfedilmemiş derin üzüntü ve özlem duygularına doğru ilerleyiş, geleneksel olarak “regresyon” olarak adlandırılmıştır. Ne yazık ki, bu terim çoğunlukla yalnızca deneyimli klinisyenler için anlamlıdır; onlar, regresyonu gördüklerinde tanıyabilir ve bununla nasıl başa çıkacaklarını deneme yanılma yoluyla öğrenmişlerdir. Regresyon, literatürde açık bir şekilde tanımlanmamıştır; herkesin ne anlama geldiğini bildiği varsayılmıştır. Analitik dünyada regresyonun kendiliğinden mi yoksa indüklenmiş mi olduğu, terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir süreç mi olduğu, karşılıklı mı yoksa tek taraflı mı olduğu, evrensel mi yoksa daha çok travmatize olmuş danışanlara mı özgü olduğu konusunda birçok tartışma olmuştur. (Bu konuda kapsamlı bir inceleme ve tartışma için bkz. Aron & Bushra, 1998.) Bu bölümün amaçlarından biri, regresyon kavramını anlamlı bir klinik bağlamda ele almaktır.

Regresyon, özellikle psikanaliz dışındaki alanlarda, artık modası geçmiş bir terim haline gelmiştir; ancak danışanın ve bir dereceye kadar terapistin, daha temel bir duygusal düzeyde iletişim kurmak amacıyla savunmalarını bırakmasını tanımlayan yeni bir terim de oluşturulmamıştır. (Karşılıklı regresyon üzerine tartışmalar için bkz. Aron & Bushra, 1998; Maroda, 1991, 1998a; ve Coen, 2000.) Regresyonu genellikle tetikleyen deneyimler arasında âşık olmak, uzun süreli terapi almak, bir bebek sahibi olmak (kadınlar genellikle bunun da bir tür âşık olma hali olduğunu söyler) ve hastalanmak yer alır. Tüm bu durumlarda bireyin savunmaları bilinçli bir seçim yoluyla değil, bir kişi ya da olayın onun savunma zırhını delmesi sonucunda zayıflar. Bu olduğunda, birey beklenmedik ve kontrol edilmesi zor duygularla kuşatılır. Bazen bu duygular tamamen yeni gibi görünür. İlk kez âşık olan biri, daha önce hiç böyle bir şey hissetmediğini ve varlığından haberdar olmadığı bir yönünü keşfettiğini söyleyebilir. Yeni bir anne de benzer şekilde doğumun kendisini geri dönülmez bir şekilde nasıl değiştirdiğine dair ifadeler kullanabilir. Ciddi bir yaralanma ya da hastalık geçiren kişiler ise daha az hoş, ancak aynı derecede güçlü bir savunmasızlık ve yeni duygusal deneyimlere açıklık hissi tarif edebilirler.

Regresyon, erken dönem psikoterapistler tarafından danışanın savunmacı bir hamlesi, gelişimin daha önceki bir aşamasına geri çekilme olarak tanımlanmıştır. Zamanla, bunun esasen savunmacı bir süreç olmaktan çok, derin ve ilkel duyguların yüzeye çıkmasını engelleyen duvarların yıkılması veya bir tür “açılma (opening up)” olarak görülmesi gerektiği anlaşılmıştır. Başlangıçta regresyonun olumsuz bir fenomen olarak değerlendirilmesinin kısmen, klinik olarak yönetilmesinin zorluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Ancak zamanla klinisyenler, kişinin duygusal olarak kaybolmuş hissetmesinin sıklıkla önemli değişimlerin öncesinde geldiğini fark etmeye başlamışlardır.

Peki, “regresyon” terimi neden gözden düştü ve kullanım dışı kaldı? Bunun başlıca nedeninin, hipnozla ve hipnotik durumda “geçmiş yaşamları (past lives)” hatırlama pratiğiyle ilişkilendirilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu sürece haklı olarak şüpheyle yaklaşan birçok kişi, regresyona olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Ayrıca, danışanlarını bebek biberonundan beslenmek gibi infantil durumlara dönmeye teşvik eden, 24/7 yoğun müdahaleler uygulayan terapistler de regresyon teriminin itibarını zedelemiştir. Bu kitapta kullanılan “regresyon” kavramı, savunmaların empatiye ve terapiste bağlanmaya yanıt olarak gevşemesi anlamında ele alınmaktadır. Bu şekilde tanımlanan regresyon, derinlemesine ve başarılı bir terapi süreci için kritik bir unsurdur.

Yine de regresyonun karanlık bir yönü olduğunun ve terapistin onu yönlendirme becerisine sahip olmaması durumunda kontrolden çıkabileceğinin farkındayım. Derin değişim için belli bir düzeyde regresyon, yani savunmaların gevşemesi gereklidir. Ancak erken dönem travma yaşamış ya da psikoz çekirdeğine sahip olan birçok danışan, savunmaları zayıfladığında yalnızca savunmasız hale gelmekle kalmaz; kolayca dekompanse olabilirler, hatta geçici olarak bile olsa ciddi bir bozulma yaşayabilirler. Dekompansasyon (decompensate) yaşayan bir danışanı görmek, özellikle yeni başlayan bir terapist ya da bu tür durumları yönetme konusunda eğitim almamış herhangi bir terapist için ürkütücü olabilir. Kaygılı bağlanma öyküsü olan danışanlar veya derinlerde gömülü bir psikoz çekirdeğine sahip olanlar, regresyon sürecinde hızla terapi açısından artık faydalı olmayan seviyelere gerileyebilirler.

Örneğin, bir konferansta dinleyici olarak bulunduğum bir vaka sunumunda, borderline kişilik bozukluğu olan 50’li yaşlarda bir kadın danışan ele alındı. Bu danışan hızla terapistine bağımlı bir bağlanma geliştirdi, terapötik olmayan bir şekilde regresyona uğradı (terapistin ofisinde cenin pozisyonunda yere yatmak gibi) ve giderek daha fazla seans talep etmeye başladı. Maddi olarak bağımsızdı ve daha fazla seans talepleri kabul edildi. Ardından, terapistin tatilde olduğu zamanları da kapsayan, giderek artan sayıda telefon görüşmesi talep etmeye başladı. Bu vakayı sunan terapist iyi niyetli görünüyordu ve gerçekten danışanına yardım ettiğine inanıyordu. Ancak bana göre, danışanın infantil bağımlılık ihtiyaçlarını ve kurtarılma fantezilerini besliyordu. Bu tür aşırı bağımlılığın oluştuğu ve infantil davranışların pekiştirildiği bir noktada, terapistin artık “Hayır” demesi kaçınılmaz hale gelir.

Terapide regresif deneyimler hakkında eğitim almamış ve/veya kendi terapilerinde benzer deneyimler yaşamamış terapistler, danışanlarının duygusal olarak çözülmesini gördüklerinde korkuya kapılabilir ve şaşkına dönebilirler. Sürecin olumlu bir şey içerdiğini sezebilenler bile bunu nasıl açıklayacaklarını ve en iyi şekilde nasıl yöneteceklerini bilemeyebilirler. Buna ek olarak, terapistin de danışanına tepki olarak belli bir derecede regresyon yaşaması olasılığı eklenirse, her iki taraf da kontrolü kaybettikleri hissine kapılabilir. Robert Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar:

Çoğu zaman terapist, psikosomatik tepkiler, fobiler, anksiyete atakları ve diğer regresif fenomenler -ani dissosiyatif durumlar, gerçeklik testinde akut başarısızlıklar, paranoid tepkiler, psikoz benzeri dekompansasyonlar- gibi semptomların aniden ortaya çıkmasından korkar ve kendini belirsiz “destekleyici” müdahalelere başvurarak rahatlatmaya çalışır. İçgörü veya anlayış olmadan yapılan bu tür boş sözler veya ilaç teklifleri, danışanın anksiyetesini daha da artırır. Çünkü danışan genellikle bilinçdışı ve hatta bilinçli olarak terapistin korkmuş ve kafası karışmış olduğunu, hatta bir anlamda kendisinin de regresyona uğradığını fark eder. (s. 387)

İlaç tedavisi, özellikle çocukluk travması yaşamış ve derin regresyon dönemlerinde gerçekliği algılamakta zorlanan danışanlar için gerekli olabilir. Langs, duygusal açıdan ciddi sıkıntı içinde olan danışanlara ilaç verilmesini reddetmemiz gerektiğini söylemiyor. Aksine, terapistlerin danışanlarının veya kendi regresyonlarını nasıl yöneteceklerini bilmediklerinde, panik içinde ve gereksiz yere hızla ilaç tedavisine veya hastaneye yatışa başvurabileceklerini vurguluyor. Oysa bazı durumlarda danışanın tek ihtiyacı, terapistin ona neler olduğunu açıklaması ve duygularını yönetmesine yardımcı olması olabilir.

REGRESYONUN İŞARET VE BELİRTİLERİ

Terapötik düzeyde bir regresyonu nasıl kolaylaştıracağını öğrenmenin ilk adımı, terapistin hangi davranışlarının savunmaların düşmesine neden olabileceğini bilmek, danışanın ne zaman regrese olduğunu tanımlayabilmek ve bunun terapötik olup olmadığını ayırt edebilmektir. Bazı danışanlar oldukça hızlı bir şekilde (2-3 ay içinde) regrese olabilirler. Regresyona girecek olanlar genellikle ilk 6-12 ay içinde bunu yaşarlar. Regresyon belirtileri daha geç ortaya çıkabilir, ancak bu genellikle danışanın bu süreçle birlikte gelen duyguları kabul etmekte zorlanmasından kaynaklanır. Utanç duyma korkusu veya incinme endişesi, bu duyguların hem danışan hem de terapist tarafından bastırılmasına neden olabilir.

Görüşme yaptığım bir danışan, ilk seansın ardından beni bir daha hiç görmezse ölecekmiş gibi hissettiğini hatırladığını söyledi. Doğal olarak, terapi sürecinin başlarında regrese oldu ve bağımlı hale geldi, bu da onunla çalışmayı zorlaştırdı. Ancak, birçok danışan önemli ölçüde regresyona girmez, özellikle de terapiye haftada yalnızca bir kez geliyorlarsa ya da orta yaşlı veya daha ileri yaşlardalarsa.

Psikanalize yönelik eleştirilerden biri, regresyonun yalnızca haftada birden fazla görülmenin bir yan ürünü olduğu ve gerçek bir terapötik değeri olmadığı yönündedir; çünkü yönetilmesi zor olabilir ve sıklıkla olumsuz sonuçlanabilir. Ancak, semptom giderme odaklı ve kısa vadeli olarak tanımlanan bir terapi uygulayan herhangi bir terapist, danışanlarının haftada yalnızca bir kez terapiye gelmelerine rağmen regresyona girdiklerini ve bunun terapist tarafından teşvik edilmeksizin gerçekleştiğini mutlaka gözlemlemişlerdir. Burada vurgulamak istediğim nokta şu: Bir terapist uzun vadeli çalışmaya veya psikodinamik yaklaşımlara ilgi duymasa bile, hatta danışanlarını haftada yalnızca bir kez görse bile, zaman zaman regresyon yaşayan bir danışanla karşılaşacaktır. Bu nedenle, özellikle yeni terapistlerin bu fenomen hakkında bilgi sahibi olmaları büyük önem taşımaktadır. İşte regresyonu işaret edebilecek bazı danışan davranışları:

  1. Danışan, yaşadığı deneyimler hakkında kafasının karıştığını, bunun kendisi için yeni ve biraz korkutucu olduğunu ifade edebilir.
  2. Danışan “dissosiyasyon” belirtileri gösterebilir -seansın başında derin ve kolayca ağlamaya başlayabilir. Ayrıca, seanstan bağımsız olarak farklı zamanlarda kontrolsüz şekilde ağladığını bildirebilir.
  3. Danışan, aktarım üzerine yoğunlaşabilir ve terapisti bir birey (person) olarak değerlendiren ifadelerde bulunabilir; örneğin, terapistine karşı sevgi, cinsel çekim ve/veya hayranlık duyduğunu söyleyebilir. (Bunun yanı sıra, reddedilme korkuları veya terapistine karşı bir aşağılık duygusu da ortaya çıkabilir.)
  4. Danışan hasta olabilir ancak ciddi bir hastalık yaşamaz. Bir dizi soğuk algınlığı veya grip durumu yaygın görülebilir ve bınlar genellikle terapistin yokluğuyla tetiklenebilir.
  5. Danışan yoğun rüyalar ve kâbuslar görebilir, bir rüyadan ağlayarak uyanabilir veya yoğun anksiyete, hatta bir anksiyete atağı ile uyanabilir.
  6. Danışan daha fazla seans talep edebilir veya terapistine sık sık sesli mesajlar ya da e-postalar göndermeye başlayabilir. Geri dönüş talep edebilir ya da sadece bir mesaj bırakabilir. Bu, bir bağlantı kurma arzusundan kaynaklanır. Nesne sürekliliği (object constancy) ile ilgili daha fazla problemi olan danışanlar, bu ihtiyacı daha yoğun hissedebilirler.
  7. Danışan tedavinin çok acı verici olduğunu söyleyebilir, iyileşemediğinden korkabilir ve terapisti eleştirebilir. Bu durum, terapisti idealize etme ve sevgi gösterme döngüleriyle dönüşümlü olarak yaşanabilir.
  8. Danışan başkalarıyla olan temasını azaltabilir, kendi içsel sürecine ve terapi ilişkisine odaklanmayı tercih edebilir. Aile ve arkadaşlarıyla normal etkileşimleri reddedebilir, bu da çevresindekilerin terapinin onu daha kötü hale getirdiğini düşünmesine yol açabilir.
  9. Danışan terapisti gördüğünde heyecanlanmış görünebilir, bekleme alanında terapistine özlem dolu bakışlar atabilir.

Bu liste elbette kapsamlı değildir ve terapi yapmanın keyifli yönlerinden biri de her danışanın daha önce hiç deneyimlemediğiniz bir şeyle sizi şaşırtabilmesidir. Ancak bu liste, regresyonu tanımlamak için makul bir başlangıç noktası sunar. Danışan regresyona girdiğinde asıl mesele, kontrolü kaybetme korkusuyla bu süreci tamamen durdurmak ya da danışanın hem terapi içinde hem de dışında işlevsellik göstermekte zorlanacağı bir noktaya kadar teşvik etmek değildir.

REGRESYONU ANLAMAK

Regresyonun hangi düzeyinin terapötik olduğunu ve hangisinin olmadığını nasıl anlayabiliriz? Bu zor bir değerlendirme sürecidir, çünkü regresyon statik bir durum değildir; yalnızca seanstan seansa değil, bazen an be an dalgalanabilir. Belki de regresyonun bu akışkan ve yakalanması zor doğası, onu belirli ölçütlerle tanımlama girişimlerinin az olmasına yol açmıştır. Michael Balint (1968), regresyonu klinik açıdan ayrıntılı bir şekilde tanımlamaya cesaret etmiş ve terapötik olanla olmayan regresyon türlerini ayırt etmeye çalışmıştır. Bu amaçla “iyi huylu (benign) regresyon” ve “kötü huylu (malign) regresyon” terimlerini ortaya atmıştır. Her ne kadar bu tür bir “hastalık” kategorilendirmesi günümüzde eskimiş ve birçok kişi için rahatsız edici olsa da, terapötik ve terapötik olmayan regresyonun anlaşılması son derece değerlidir. Aynı zamanda danışanların bu şekilde keskin kategorilere ayrılmasının kolay olmadığını ve bireyin anlık kırılganlığı ile terapistin ona yardımcı olma becerisine bağlı olarak iki tür regresyon arasında gidip gelebileceğini unutmamak gerekir.

TERAPÖTİK REGRESYON

Terapötik regresyon, danışanın savunmalarının kırıldığı ve terapiste açıldığı durumlarda meydana gelir. Bu süreç, bağlanma temelli olup bilinçdışıdır. Balint’e göre, terapötik süreci destekleyen bu olumlu regresyon aşağıdaki özelliklerle karakterize edilir:

  1. Danışanın terapistle güvene dayalı bir ilişki kurabilme yetisi.
  2. Danışanın çatışmalarını çözme, içgörü kazanma ve bütünleşme kapasitesi.
  3. Danışanın derin ve ilkel duygularını ifade etme, işleme ve bütünleştirme yeteneği.
  4. Danışanın makul düzeyde yoğun talepler, beklentiler veya ihtiyaçlar göstermesi.
  5. Danışanın ağır histeri belirtileri sergilememesi veya yoğun eyleme dökme davranışlarında bulunmaması.

Terapötik regresyon yaşayan danışanlar zaman zaman bir telefon görüşmesi talep edebilir, bu sürecin normal olduğuna dair bir güvence arayabilir veya seans sonunda kendiliğinden terapiste sarılabilirler. Bu tür küçük doyumlar, özellikle talep edilme biçimi talepkâr olmadığında, genellikle bir sorun teşkil etmez. Terapötik bir düzeyde doyum sağlamanın anahtarı, danışanın talep etmediği bir şeyi vermemek ve terapistin kendini rahat hissetmediği bir şeyi sunmaktan kaçınmaktır. Ayrıca, bir noktada rahat hissettiğiniz bir davranışın başka bir zamanda sizi rahatsız edebileceğini unutmamak önemlidir.

Örneğin, Dr. W. bir sunumuma katıldı ve danışanların kendiliğinden sarılma girişimlerinin fiziksel olarak geri çekilme veya kasılma ile karşılanmasının ne kadar küçük düşürücü olabileceğini dile getirdiğimi duydu. Soru-cevap bölümünde, son bir yıl içinde duygusal açıdan yoğun birkaç seansın sonunda kendisine birkaç kez sarılan bir danışanını gündeme getirdi. Dr. W., bu sarılmaların kısa sürdüğünü ve kendisi için bir sorun teşkil etmediğini belirtti. Ancak, son zamanlarda danışanının neredeyse her seans sonunda kendisine sarılmaya başlaması onu hem şaşırtmış hem de rahatsız etmişti. Buna rağmen, danışanını utandırmaktan kaçınarak ona sarılmayı bırakmasını söylemek istemiyordu.

Bunun hakkında ne düşündüğümü sordu. Dr. W.’ye sarılmaların ne zaman başladığını sordum. Bir süre düşündü ve “Yaklaşık 3 ay önce” dedi. “O dönemde terapide ne değişti?” diye sordum. Bir an duraksadı, sonra o dönemde ailesinde bir kriz yaşandığını ve bu durumun danışanlarına karşı duygusal olarak daha az erişilebilir hale gelmesine neden olduğunu fark etti. Ona, bu konuyu danışanıyla nazikçe açmasını önerdim. Kendi zihninin bir süredir meşgul olduğunu ve bunun farkında olduğunu dile getirebilir, ayrıca danışanının bu dönemde seansların sonunda sarılma ihtiyacı hissetmesinin dikkatini çektiğini söyleyebilirdi. Ardından, danışanına terapi süreci hakkında neler hissettiğini ve neden her seansın sonunda bir sarılma ihtiyacı duyduğunu konuşmak isteyip istemediğini sorabilirdi.

Ülkenin başka bir bölgesinde konuşma yaptığım için bu durumun nasıl çözüldüğünü bilmiyorum. Ancak kendi deneyimlerime dayanarak, danışanla yapılan bu tür bir danışmanın genellikle karşılıklı bir anlayışa ve durumu açıklığa kavuşturmaya yol açtığını söyleyebilirim. Dr. W.’ye, danışanına sarılmaların kendisine, seanslarda ihtiyaç duyduğu şeyi alamadığını düşündürdüğünü söylemesinin önemli olduğunu belirttim. Bu şekilde, danışan sarılma meselesini gereksiz bir utanç duymadan tartışma fırsatı bulabilirdi. Konunun, birinin yanlış bir şey yapması üzerine değil, terapötik ilişkide neler olup bittiğini anlamaya odaklanması daha uygun olurdu.

SALLY VAKASI

Otuzlu yaşlarında bir kadın olan Sally, yıllardır psikanalizden fayda gören bir kardeşinin ısrarı üzerine isteksizce beni arayarak randevu aldı. Sally, çocukluğunda annesinden günlük olarak maruz kaldığı sözlü ve fiziksel istismarla geçen zorlu bir dönem yaşamıştı. Buna rağmen güçlü bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve bununla haklı olarak gurur duyuyordu. Genç yaşta, çalışkan, başarılı ve oldukça içine kapanık bir adamla evlenmişti. Eşi, Sally’nin çocukluk yıllarında eksikliğini hissettiği istikrarı ve güveni ona sağlıyordu. Birlikte iki çocukları olmuş ve maddi durumlarının sağlam olması sayesinde Sally, çocuklarını büyütmek için evde kalabilmişti.

Sally çocuklarını çok seviyor ve onlara fazlasıyla düşkünlük gösteriyordu, bazen gereğinden fazla. Kendi annesinin ona vermediği sevgiyi ve ilgiyi çocuklarına sunmak isteyen Sally, zaman zaman onları fazlaca şımartıyor, ancak bu durum onların talepkâr ve saygısız tavırlarıyla karşılık bulduğunda hem inciniyor hem de öfkeleniyordu. Evliliğinde ve aile hayatında olgunlaşmış ve istikrar bulmuş olsa da, başlangıçta evlilikten ve küçük çocuk sahibi olmaktan aldığı tatmin duygusu giderek depresyon ve öfkeye dönüşüyordu. Çocuklarının ergenlik çağına girip bağımsızlaşmaya başlamasıyla birlikte kendini yalnız ve mutsuz hissetmeye başlamıştı.

Kocası, Sally’nin sık sık yaşadığı öfke patlamalarından yorulmuş ve duygusal ve fiziksel yakınlığın eksikliğinden şikâyet etmeye başlamıştı. Sally, evliliğinden kaçmayı sıkça düşündüğünü, ancak kocasının iyi bir adam olduğunu, onu sevdiğini ve ayrılmanın büyük olasılıkla kendisi için yıkıcı olacağını bildiğini söylüyordu. Kendini bir uçurumun kenarında hissediyordu. Bana sordu: “Bana yardım edebilir misiniz?”

Birkaç seans sonra, Sally’nin yıllarca süren ihmal ve istismarın etkilerini telafi etmek için aşırı çaba gösterdiği anlaşıldı. Yaklaşık 15 yıl boyunca mükemmel eş ve anne olmaya çalışmak onu yıpratmıştı. Çocukları daha bağımsız hale geldikçe, kendini duygusal olarak onlara adama yöntemi artık işe yaramıyordu ve kocasının bir zamanlar cazip gelen istikrarlı ve titiz kişiliği artık onu tatmin etmekten çok rahatsız ediyordu. Çocuklarının notları düştüğünde veya kötü davrandıklarında, kocası onu suçluyor ve durumu düzeltmesini istiyordu. Sally sıkkın, depresif, öfkeli ve suçlu hissediyordu. Kısa sürede evliliğe ve aile hayatına uyum sağlama biçiminin artık işe yaramadığı ortaya çıktı. Çocukluk yıllarındaki boşluk, yetersizlik duyguları ve yalnızlık yüzeye çıkıyordu. Artık kendini görevlerine ve çocuklarının hayatına kaptırarak bu eksiklikleri bastıramıyordu.

Bana, terapinin ona nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, artan depresyonunun ve öfkesinin aslında üzüntü ve yalnızlığa karşı bir savunma olduğunu söyledim. Konuşacak ve birbirimizi tanıyacaktık. Eğer süreç iyi giderse, savunmalarını gevşetmeye başlayacak, bu duygular yüzeye çıkacak ve kaçırdığı şeyler için yas tutarak daha fazla farkındalık kazanacak ve duygularını daha iyi kontrol edebilecekti. Sally, bunu yapabileceğinden emin olmadığını söyledi ama denemeye istekliydi.

İlk birkaç ay, çocuklarla ilgili sorunları çözmekle geçti. Sally’nin ergenlik çağındaki kızının bağımsızlık ihtiyacını anlamasına yardımcı oldum. Ona, kızına fazla şey yaptığında bunun minnettarlıkla karşılanmadığını, aksine, kızının kendi hayatı üzerinde özerklik kazanma ve ustalaşma ihtiyacını engellediğini açıkladım. Zorlanarak da olsa, aşırı kontrol etme ve aşırı koruyucu tutumlarını azaltmaya başladı. Sally ile terapi yapmaktan keyif alıyordum, ancak zamanla bu aşamanın ötesine geçerek daha derin konulara ulaşabileceğimizi umuyordum. Bana ihtiyacı olan testleri geçmemi sağladı; yargılayıcı olmamam ve onun davranışlarının çocukları ve eşi üzerindeki etkisini anlamasına yardımcı olmam, güven oluşturdu. Ebeveynlik hatalarını görmeye ve düzeltmeye açıktı; ev hayatındaki iyileşmelere dair haberleriyle beni memnun ederek seanslar arasında büyük bir çaba sarf etti. İçgörülüydü ve davranışlarının altında yatan motivasyonları yalnızca benim önerilerime dayanarak değil, kendi farkındalığıyla kavrama konusunda hızlıydı. Ona, yalnızca kendisi talep ettiğinde ve önce onu, durumu kendi başına düşünmesi için teşvik ettikten sonra tavsiyelerde bulunuyordum. Eğer anlattığı bir durumda önemli bir noktayı gözden kaçırdığını fark edersek, bunu ona açıklıyordum.

Örneğin, Sally kızının sabahları zamanında kalkmamasından büyük bir şikâyetle bahsetti. Kızının uyanmasını sağlamak için sabahları odasına altı defaya kadar çıkmak zorunda kaldığını ve bundan bıktığını söyledi. Ona bu stratejinin asla başarılı olamayacağını nazikçe belirttim. Aslında kızını, kalkmamak konusunda teşvik ettiğini ona açıkladım. “Neden ona bir çalar saat alıp kendi kendine uyanma ve okula hazırlanma sorumluluğunu ona bırakmıyorsun?” diye sordum. Sally, bu basit çözümün işe yaramasına hayret etti. Bunun sonucunda, diğer bazı aşırı destekleyici davranışlarını da sorgulamaya başladı.

Yaklaşık altı ay sonra, Sally’nin seanslarına daha erken geldiğini ve bekleme odasında biraz vakit geçirmenin keyfini çıkardığını fark ettim. Kapıyı açıp onu içeri aldığımda, bana gülümsedi ve seansa başlamanın ona rahatlık ve huzur verdiğini hissettim. Daha büyük bir şey yaşanıyordu. Evdeki “yangınlar” artık kontrol altına alındıkça, yavaş yavaş çocukluğundan bahsetmeye başladı. Kendine acımaması, onu sevmemi ve acısını hissetmemi kolaylaştırıyordu, ancak aynı zamanda, acı verici duygular üzerinde durmasını engelleyen “hadi devam edelim” tavrını da körüklüyordu. Geçmişe takılıp kalmak yerine, kendini toparlamaya inanıyordu. Onun azmine hayran kaldım, özellikle de hâlâ annesini sevme becerisine. Onu görmeye devam ediyordu ama mesafeyi koruyordu. Annesinin zihinsel olarak hasta olduğunu ve daha fazlasını yapacak kapasitede olmadığını bildiğini söyledi. Ona kızabilirdi, ama bu kadar zarar görmüş birine nasıl nefret besleyebilirdi ki? İçten içe, kendisi için daha fazla şefkat duymaya ve annesine karşı biraz daha az hoşgörülü olmaya ihtiyacı olduğunu hissediyordum. Ancak bu tutumların onu bir şekilde ayakta tuttuğunu da biliyordum.

Onun daha derin duygulara ulaşmasını neyin kolaylaştırabileceğini merak ederken, kader devreye girdi. Terapinin ilk yılının sonlarına doğru, yakın bir arkadaşına terminal kanser teşhisi kondu. Bu durum onun için çok üzücüydü, ancak aynı zamanda kendini bırakmasının da tetikleyicisi oldu. Kendisi için hissetmeye cesaret edemediği, çünkü çok korkutucu ve kendine acıma gibi görünen üzüntüyü, arkadaşını kaybetme ihtimali karşısında hissedebildi.

Bana haberi ilk verdiğinde sadece, “Bu gerçekten berbat,” dedi. Ancak yüzündeki derin üzüntüyü gördüm ve ona bunu söyledim. Aslında, Sally ne zaman alaycı mizahını kullansa -bazen gerçekten komik olup beni güldürse bile- her zaman duygusal dili kullanmaya çalıştım ve yüzündeki ifadeyi fark ederek dile getirdim.

Arkadaşının hastalığıyla yüzleşen Sally, yas tutmaya başladı ve ilk kez hem seanslarda hem de seans dışında ağladı. Aynı zamanda daha düşünceli ve içine kapanık hale geldi, sürekli hareket halinde olma alışkanlığını bıraktı. Aslında, eş ve ebeveyn olarak yapması gerekenlerin asgarisini yerine getiriyordu. Bunun korkutucu olduğunu, ancak garip bir şekilde iyi hissettirdiğini söyledi. Ona ne oluyordu? Bu normal miydi, yoksa giderek içine kapanarak kimseyi görmek ya da yataktan çıkmak istemeyecek hale mi gelecekti? Çocukları okula gittikten sonra evde boş boş oturmak ya da kestirmek gerçekten kabul edilebilir miydi? Neden kimseyle görüşmek istemiyordu? Yoksa giderek kötüleşiyor muydu?

Ona sezgilerinin ne söylediğini sordum ve bunun garip ama iyi hissettirdiğini, ayrıca sonsuza kadar sürmeyeceğini düşündüğünü söyledi. Ona haklı olduğunu belirttim ve regresyonun terapötik faydasını açıkladım. Sally, hem gerçekten ilerleme kaydediyor olmaktan hem de deneyimlediği şeyi anladığımı ve kabul ettiğimi bilmekten dolayı rahatladı. Oldukça zeki, sözel becerileri güçlü, içgörülü ve iyi bir mizah anlayışına sahip biri olarak seansları her zaman hızla geçiyordu. Ancak kısa bir süre sonra, seanslarının adeta uçup gittiğini fark etti ve bunu dile getirdi. Ben de aynı şekilde deneyimliyordum. Sally’nin mizahı, krizleri ve stratejileri olmadan, tamamen savunmasız bir halde olması, onunla birlikte olmayı keyifli hale getiriyordu. Sessizce yaptığı konuşmalarda ve hüznünde ikimiz de bir tür huzur hissediyorduk. Diğer bazı terapilerde olduğu gibi dramatik anlar ya da büyük aydınlanmalar yaşanmadı. Sally, konuşmalarının sanki önemli bir şey hakkında olmadığını ama yine de her seans sonrası kendini daha iyi hissettiğini söyledi. Gerçekten verimli bir süreç geçirip geçirmediğini sordu. Onu anladığımı söyledim ve şakayla karışık, seanslarının bana Seinfeld dizisini hatırlattığını söyledim -dışarıdan bakıldığında hiçbir şey hakkında gibi görünse de aslında her şey hakkında olduğunu belirttim. Sally güldü ve benimle aynı fikirde olduğunu söyledi.

Sally’nin benimle yaşadığı regresyon, Balint’in tanımladığı benign ya da terapötik regresyon tanımına kolayca uyar. Özetlemek gerekirse, başlangıçta olmasa da zamanla güven duydu, çok az talepte bulundu, derin acıyı deneyimlemeye istekli oldu ve bunun değerini fark etti. Sonunda, acısını ifade edebildi ve bu acıyı daha fazla içgörü ve bütünleşme için kullandı. Duygularıyla daha fazla temas kurdukça, dışavurumcu tepkileri de azaldı.

Sally, regresyonunu yönetebilme konusunda birkaç önemli faktöre sahipti. İlk olarak, sağlıklı bir hak ediş duygusundan yoksundu. Başkalarından beklentileri genellikle çok düşük olup, yüksek taleplerde bulunmaktan ziyade, acı çekmeye alışkındı ve bunu olgunlukla karşılıyordu. İkinci olarak, çocukları ve bir evi yönetme sorumluluğu vardı; bu da belirli bir ego işlevselliğini ve gerçeklikle temasını korumasını sağlıyordu. (Zaten toplumsal olarak izole, işsiz ya da günlük yaşama anlamlı bir katılım beklentisi olmayan birinin regresyonunu kolaylaştırırken dikkatli olunmalıdır.) Üçüncü olarak, terapötik sınırları korudum, bu da onun terapötik regresyonunu güvenli bir şekilde deneyimlemesine yardımcı oldu.

Örneğin, bir noktada Sally’nin bir arkadaşı benden terapi almak isteyip istemediğini sormuş ve Sally de bunu bana aktarmıştı. Ona, danışanlarımın arkadaşlarını, aile üyelerini veya yakın tanıdıklarını görmediğimi, ancak arkadaşını başka bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı söyledim. Sally bu yanıtı büyük bir rahatlama ile karşıladı ve bunun mantıklı olduğunu belirtti. Ayrıca, bazı seansları hızla geçiyor ve o anki duygusal çekim nedeniyle, eğer bir sonraki saatim boşsa, seansı uzatma isteği duyuyordum. Ancak kariyerimin başlarında, bunu ne kadar istesem de iyi sonuç vermediğini öğrenmiştim. Seansları uzatmak, danışanın anlık tatmin yaşamasına ve kendisini özel hissetmesine neden olduğu için insancıl ve cömert bir davranış gibi görünebilir, ancak genellikle kötü bir fikirdir. Genç bir terapistken bunu birkaç kez yaptığımda, danışanlarımın bu ekstra sürenin her zaman sunulmamasından dolayı haklı olarak kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini fark ettim. Ayrıca, seans uzatmaları, aşk ve bağımlılık içinde olan bir danışan için aşırı uyarıcı olabilir. Eğer terapist seans süresini esnetmeye razı oluyorsa, başka hangi sınırları esnetmeye istekli olabilir?

Ayrıca, seansları uzatmak, danışanın bilinçdışı olarak seansın sonunda duygusal olarak çözülmesine ve bu ekstra süreyi “hak etmek” için çaba göstermesine yol açabilir. Bence terapistin, regrese olmuş danışanına zorlayıcı bir seansın sonunda kendini toparlaması için yardımcı olması gerekir; hatta bunun için seans bitmeden 5 dakika önce danışanı bilgilendirmek gerekebilir. Nitekim, birçok danışanım benden bunu yapmamı istedi, çünkü yoğun duygular içinde zamanın nasıl geçtiğini takip etmenin onlar için zor olduğunu ifade ettiler. Bu, bana mantıklı gelen bir talep ve seansların sonunda toparlanmayı kolaylaştırarak, seans süresinin yalnızca birkaç dakika aşılmasını sağlamak açısından da oldukça etkili oldu.1

(1Danışanlarımı art arda seanslara almıyorum, böylece gerekirse bir düşüncelerini tamamlamaları veya duygularını toparlamaları için fazladan bir-iki dakika ayırabiliyorum. Seanslara zamanında başlamaya ve bitirmeye özen gösteriyorum, ancak yalnızca gerçekten gerekliyse bu ek dakikaları kullanıyorum. Seans sürem 50 dakikadır, geriye kalan 10 dakikayı notlarımı yazmak ve telefonlara geri dönüş yapmak için ayırıyorum.)

Sally oldukça çekingen olduğu ve talepkâr olmadığı için seanslar dışında beni aramadı, ancak regrese olan danışanların çoğu bunu yapar [ararlar]. Ben bunu izin verilen bir alan olarak görsem de teşvik etmem. Telefon görüşmelerini yaklaşık 10 dakika ile sınırlandırıyorum ve danışanlarıma bunun benim politikam olduğunu, çünkü plansız bir telefon seansının yüz yüze bir seansla aynı olmadığını ve kontrolden çıkma potansiyeline sahip olduğunu açıklıyorum. Eğer danışan büyük bir sıkıntı içindeyse, onu ek bir seansa gelmeye teşvik ederim ve gerçekten gerekli olduğunda bu ek seansı ayarlamak için elimden geleni yaparım. İlginç bir şekilde, bu teklif genellikle bir turnusol kâğıdı görevi görür: Telefonda az önce hıçkırarak ağlayan danışan bir dakika içinde, “Ah, hayır, yarın gelemem. İşte çok meşgulüm,” diyebilir. Bunu manipülasyon olarak değil, insan doğasının bir parçası olarak görüyorum. Hepimiz acı çektiğimizde bir miktar rahatlama isteriz. Ancak danışan gerçekten sürekli bir sıkıntı içindeyse, genellikle bir seansa gelmek için zaman yaratabilir.

TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYON

Terapi açısından yararlı olmayan regresyon (nontherapeutic regression), genellikle güvensiz bağlanma örüntülerine sahip ve duygulanım düzenleme becerileri yetersiz olan danışanlarda görülür. Bu tür regresyon, danışanın istikrarsız egosu (unstable ego) nedeniyle kendiliğinden ortaya çıkabilse de, sıklıkla terapistin sınır koymada yaşadığı zorluklar ve/veya danışanın yoğun duygusal deneyimine karşı terapistin hissettiği korku ve kafa karışıklığı dolayısıyla daha da kötüleşir. Danışana aşırı güvence vermek ve onu yatıştırmaya çalışmak da bu tür regresyonun sürmesine neden olur. İşlevsiz terapist-danışan bağlanmasının temel özellikleri şunlardır:

  1. Tekrar tekrar kopan bir terapötik ilişki ve aşırı bağımlı bir danışan: Danışan, terapiste güvenmekte zorlanır ve seanslar arasında bağlantıyı sürdüremez.
  2. Keşif için kullanılmayan, düzensiz duygusal deneyimler: Danışan, ortaya çıkan duyguları yeni içgörüler geliştirmek için kullanamaz; bunun yerine, yoğun acıya karşı fobik bir tepki gösterebilir ve huzursuz hale gelebilir.
  3. Terapist ile çatışmaları çözmede zorluk yaşayan, içgörüden çok rahatlatılmaya odaklanan bir danışan: Danışan, içgörü kazanmaktan ziyade yatıştırılmaya yönelik taleplerini artırabilir ve terapistten daha fazla duygusal destek istemeye başlayabilir.
  4. Duygusal krizler ve terapistin desteğiyle bile duygularını düzenleyememe: Danışan, yoğun duygusal patlamalar yaşar ve kendi duygu durumunu düzenleme konusunda ciddi zorluklar çeker.
  5. Terapistin onu yatıştırma veya kurtarma beklentisini karşılamaması durumunda kendine zarar verme tehditleri: Danışan, kaygılı bağlanma biçimi dayanılmaz hale geldiğinde bu tehditleri gerçekleştirebilir.

Birçok terapist, acı çeken danışanlarına yönelik yatıştırıcı jestlerle farkında olmadan terapötik olmayan bir regresyon biçimini teşvik eder. Danışan, ek seanslar, sık veya uzun telefon görüşmeleri, terapiste dair kişisel bilgiler, ücret indirimi veya fiziksel temas talep edebilir. Terapistler, genellikle küçük taleplerle (örneğin, bir telefon görüşmesi istemek) başlayan bu süreci farkında olmadan destekleyebilirler. Ancak, giderek artan talepler çoğu zaman ne yapacağını bilememekten veya danışanın kendine zarar verme tehditlerini gerçekleştirme ihtimalinden korkulduğu için karşılanmaya devam edilir.

Danışanın derin bir umutsuzluk içinde olduğu ve genellikle terapistin yeterince çaba göstermediğine dair sert şikayetlerle bu durumu dile getirdiği anlarda, terapist, çocukluk kökenli bir kurtarılma veya sevgiyle iyileşme talebine boyun eğme eğiliminde olabilir. Gabbard (1996b) ve Celenza (2007), bu tür senaryoların en sık rastlanan cinsel sınır ihlallerine yol açan durumlar olduğunu belirtmişlerdir. Balint (1968), regrese olmuş danışanı tedavi ederken, terapistin danışanın bitmek bilmeyen ıstırabına kapılıp, sonunda ona gereksiz acılar yaşatılmayacak bir ortam yaratma sorumluluğunu üstlenme tuzağına düşebileceğini ifade eder. Ancak, Balint’e göre bu yaklaşım ne kadar övgüye değer görünse de, deneyimler bunun nadiren işe yaradığını göstermektedir (s. 111).

Sandor Ferenczi’nin (1932/1988) kötü huylu (malignant) regresyonla ilgili klasik vaka örneği, Amerikalı psikoterapist Elizabeth Severn (kod adıyla “RN”) ile yaptığı çalışmada görülebilir. Ferenczi, artık ünlü hale gelen deneylerini bu vakada uygulamış ve danışanın taleplerine büyük ölçüde boyun eğmiştir. Bu talepler arasında, kendisini “çok zayıf” hissettiği günlerde seansların onun evinde yapılması ve her seans dönüşümlü olarak divanda yer değiştirilmesini içeren, Ferenczi’nin “karşılıklı analiz” (mutual analysis) olarak adlandırdığı uygulama da bulunuyordu. (Daha fazla tartışma için bkz. Ragen & Aron, 1993; Fortune, 1993). Ancak, bu tür ayrıcalıklar ve sınır ihlalleri devam ettikçe, RN iyileşmek yerine daha da kötüleşti. Seans ilerledikçe dekompanse olmaya devam etti ve Ferenczi’den taleplerini artırdı. Ferenczi, başlangıçtaki duygusal erişilebilirliği ve derin empatisinin terapötik olduğuna inanıyordu; bu, danışanın geçmişte hiç hissetmediği kadar derin duygular hissetmesini sağlamıştı. Ancak terapi ilerledikçe neden kötüleştiğini açıklamakta zorlanıyordu.

Bu vakayı başka bir yerde (Maroda, 1998a) ayrıntılı olarak ele alıyorum, ancak Ferenczi’nin RN ile yaptığı deneylerden ortaya çıkan en önemli gerçek muhtemelen, danışana karşı giderek artan bir öfke duyduğu bir dönemde onu yatıştırdığını kabul etmesidir.

MESAİ DIŞI TELEFON GÖRÜŞMELERİ

Meslek hayatımın başlarında, danışanlardan gelen telefon aramalarına aşırı empatik bir şekilde yanıt veriyordum ve bu yaklaşım genellikle onların daha derin bir acıya sürüklenmesine neden oluyordu. Seanslar sırasında yüksek düzeyde empati göstermenin oldukça etkili olduğunu gözlemlemiştim ve aynı yöntemi, telefonla bana ulaşan sıkıntılı danışanlara da uygulamak gerektiğini düşünüyordum. Bu telefon görüşmeleri genellikle uzun sürüyordu (bazen bir saate kadar uzayabiliyordu) ve danışanlar için hem doğal olarak tatmin edici hem de ücretsiz bir destek kaynağı haline geliyordu. Ancak, zaman içinde bu yöntemin sürdürülebilir olmadığını fark ettim. Özellikle, yoğun telefon görüşmeleri nedeniyle bana ulaşamayan ya da müsait olmadığım zamanlarda yalnızca birkaç dakika konuşabildiğim danışanlar, sıklıkla kendilerini üzgün, hayal kırıklığına uğramış ve öfkeli hissediyorlardı. Terapötik süreçte sınırların net bir şekilde çizilmesi gerektiğini kavramam zaman aldı. Bu süreçte herhangi bir eğitim ya da süpervizyon almamıştım ve telefon görüşmelerini nasıl yönetmem gerektiğini deneme-yanılma yoluyla öğrenmek zorunda kaldım. Sonuç olarak, yalnızca seanslar içinde etkili olan bir yöntemin, seans dışındaki iletişimde aynı şekilde etkili olmayabileceğini anlamış oldum. Bu farkındalık, telefonla danışanlarla yapılan görüşmelerin süresini ve sıklığını sınırlandırmam gerektiğini öğretti. Telefon görüşmelerinin terapötik bir çerçevede ele alınması gerektiğini fark ettiğimde, bu durumu danışanlarla açıkça konuşmaya başladım. Ancak, danışanlarımın bana ulaşamadıklarında ya da başka sorumluluklarım nedeniyle yalnızca birkaç dakika konuşabildiğimizde kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini tekrar tekrar deneyimledikten sonra, bu yaklaşımın uzun vadede işe yaramadığını fark ettim. Danışanların bağımsızlıklarını desteklemek ve terapi sürecini sağlıklı sınırlar içinde sürdürmek adına, telefon görüşmelerini kısa ve yapılandırılmış hale getirmeyi tercih ettim.

Telefon görüşmelerinin en aza indirilmesi ve teşvik edilmemesi gerektiğini fark ettikten sonra, regresyona giren danışanlarla yürüttüğüm terapiler çok daha sorunsuz ilerledi. Onlara sıkıntı verici duygularını yönetmelerine yardımcı olmayı amaçlayan on dakikalık kısa görüşmeler yapabilirdim ve bunu tutarlı bir şekilde sağlayabilirdim, ancak bu görüşmelerin seanslarda elde ettikleri deneyimle aynı olmadığını açıkça belirttim. Seanslara kıyasla daha az tatmin edici hale gelen telefon görüşmeleri, hem benim hem de danışanlarım için (ve tabii ki ailem ve arkadaşlarım için de) daha seyrek ve yönetilebilir oldu.

Telefon görüşmeleriyle ilgili davranışımı değiştirmeye karar verdiğimde, bunu bana sıkça telefon eden danışanlarıma açıkça söyledim ve neden böyle bir değişiklik yaptığımı açıkladım. Bazıları bu durumdan pek memnun olmadı, ancak bunun asıl nedeni, kendileri için tatmin edici olan bir şeyden vazgeçmek zorunda kalmalarıydı. Neredeyse hepsi, telefon görüşmelerinin tutarsız olduğu için sürekli faydalı olmadığını kabul etti ve bu değişikliği kabullendi. Ayrıca, önceki politikamın kendilerine verdiği olası zararların sorumluluğunu tamamen üstlendim. Bazı danışanlar için, yanlış bir şey yapmadıklarını ve bu değişikliğin bir ceza değil, daha tutarlı ve etkili bir terapi sunma çabamın bir parçası olduğunu özellikle vurgulamam gerekti.

Yeni danışanlar sıkıntılı hissettiklerinde beni arayıp arayamayacaklarını sorduklarında, en baştan itibaren telefon görüşmelerini minimumda tuttuğumu ve hafta içi ile hafta sonları hangi saatlerde mesajları kontrol ettiğimi açıkça belirtirim. Bunun dışında, acil bir durum olması halinde 24 saat hizmet veren bir yardım hattını kullanmaları veya acil servise gitmeleri gerektiğini söylerim. Genç bir terapist olarak danışanlarımın gerçekten bana ihtiyaç duyduğuna kendimi inandırmışken, zamanla, en çok regresyon gösteren ve en zor durumdaki danışanların bile minimum telefon iletişimiyle idare edebildiğini görmek beni şaşırttı. (Şimdi e-posta konusu da gündeme geldiği için, danışanlarıma bana e-posta gönderebileceklerini, ancak e-postalara yanıt vermediğimi, yalnızca aldığımı bildiriyorum. Daha acil bir durum varsa beni aramaları gerektiğini belirtiyorum. Bana gönderilen tüm e-postaları okuyorum, yazdırıyorum, bir sonraki seansta yanıtlıyorum ve dosyaya ekliyorum.) Danışanlarımızın bize duyduğu ihtiyacın, bizim onlara duyduğumuz ihtiyaçla orantılı olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, kendi kişisel meseleleriyle (örneğin, ihtiyaç duyulma arzusu) hâlâ uğraşan yeni bir terapistin bu tür katı sınırları koyması zor olabilir. Ancak bunu, yeni terapistlerin ulaşmaya çalışabileceği bir hedef olarak ve kişisel zamanlarında uzun, tatmin edici telefon görüşmeleri yapmanın doğurabileceği risklere dikkat çekmek amacıyla dile getiriyorum. Bu tür bir ilgiyi sürekli sunmak hem pratikte mümkün değildir hem de birçok danışan için bu, derinlemesine kişisel, hatta romantik bir deneyim haline gelebilir. Üstelik, eğer bu görüşmeler için ücret alınmazsa, tıpkı bir yüz yüze seanstan ücret alınmaması gibi, danışanın zihninde şu sorular belirir: “Terapist suçluluk mu hissediyor?”, “Terapist bu ilişkiye kişisel olarak fazla mı yatırım yapıyor?”, “Terapist kendini yetersiz mi hissediyor?”, “Benim için özel bir durum mu var?”

Tüm bu faktörler, danışan regresyon göstermese bile telefon iletişimi sırasında devreye girer. Ancak, daha önce tanımlandığı gibi, sık sık arama yapan danışanların çoğu regresyon halindedir ve bu sebeple seans dışındaki bu temaslara daha fazla anlam yükleme eğilimindedirler. Buna bir de yorgun bir terapisti eklediğinizde, akşam saatlerinde yapılan telefon görüşmelerinin sınırları bulanıklaştırma olasılığı artar. Telefon görüşmelerinde sınırları korumak, terapi seansları sırasında olduğu kadar hayati öneme sahiptir ve başlangıçta terapistin ekstra farkındalık ve dikkat göstermesini gerektirebilir.

TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYONUN BİR ÖRNEĞİ

Terapötik olmayan regresyon vakasını tanımlamak, daha önce bahsedilen terapötik regresyon vakasını (Sally) anlatmaktan daha zordur. Bunun birkaç nedeni vardır; en önemlisi, dürüst bir terapistin, terapötik olmayan bir ortamın oluşmasına ve/veya sürdürülmesine büyük ölçüde katkıda bulunduğunu kabul etmesi gerektiğidir. Bu durumla karşılaşan herhangi bir terapistin ilk adımı kendine şu soruyu sormak olmalıdır: “Şu anda ne yapıyorum ya da geçmişte ne yaptım ki bu tür bir regresyonu teşvik ettim?” Hepimiz zaman zaman regresyon gösteren danışanlarımızın terapötik olmayan bir şekilde bu duruma girip çıktığına tanık olmuşuzdur. Ancak yalnızca bu konumda sıkışıp kalan danışanların tedavileri nihayetinde olumsuz sonuçlanır. Bu tür bir sonucu konuşmak her terapist için, benim için de, zordur.

Daha önce (1999) uzun uzun yazdığım bir danışanımı burada sunmak istiyorum. Bugün bile onun tedavi edilebilir olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bildiğim şey, benimle olan terapinin hem onun hem de benim için tatmin edici olmayan bir şekilde sona erdiğidir. Önceki kitabımda ona Susan adını vermiştim, bu yüzden burada da aynı takma adla devam edeceğim. Kısaca, Susan son derece zor bir danışandı -belki de şimdiye kadar çalıştığım en zorlu vakaydı. Önceki terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş ve daha sonra terapiste karşı açık bir küçümseme ifadesiyle ilişkiyi sonlandırmıştı. Kendini mağdur olarak sunmak yerine tam tersini yapıyordu. Ona göre terapisti kendisine layık değildi ve bunu fark ettiğinde ilişkiyi bitirdi. Susan’ın çocukluk dönemi duygusal ve fiziksel istismar ile geçmişti ve aleksitimikti (öfke dışında herhangi bir güçlü duyguyu ifade edemiyor ve çok az içgörüye sahipti). Dışarıdan bakıldığında oldukça kontrollü ve “düzenli” bir görüntü sergiliyordu -öyle ki en son görüştüğü terapist, sadece birkaç seansın ardından ona terapiye ihtiyacı olmadığını söyleyerek süreci sonlandırmıştı.

Susan’ın bana gelmesine neden olan etken, onu çalışamaz ve sürdürülebilir bir ilişki kuramaz hale getiren ağır bir depresyondu. Birkaç arkadaşı vardı, ancak bana geldiğinde ne bir partneri ne de bir işi vardı. Bu yönlendirmeyi kabul ettim çünkü bir terapist arkadaşım tarafından önerilmişti ve o sırada iki danışanımla süreci yeni tamamlamıştım, dolayısıyla boş saatlerim vardı. Ancak en başından beri Susan’ı tedavi etme konusunda karışık duygularım vardı ve bunlara daha fazla dikkat etmeliydim. Susan’ın yalnızca bir travma geçmişine sahip olması değil, aynı zamanda güç odaklı olması, içgörüden yoksun olması ve bilinçli olarak derin duygular hissedememesi, onu tedaviye kabul ederken daha temkinli olmam gerektiğini gösteriyordu. Ve kesinlikle, onu haftada ikiden fazla görmemem gerektiğine dair bir işaret olmalıydı.

Başlangıçta onu haftada iki kez görüyordum, ancak bana bir mirasla geçindiğini ve çalışmaya ara verdiği bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmek istediğini söyledi. Psikanaliz hakkında okumalar yaptığını ve “gerçek olanı” deneyimlemek istediğini belirtti. Danışanlarımdan sıkça duymadığım bu sözler beni heyecanlandırdı ve Susan’ı analiz etme olasılığı beni cezbetti. Psikanalizde eski bir kural, danışanın kaç seans istediği ve üretken bir şekilde kaç seansa dayanabileceği konusunda söylediklerini takip etmektir. Geçmişte bu yönerge benim için her zaman işe yaramıştı (ki sanırım bu, burada sunduğum yönergeler de dahil olmak üzere, her kuralın istisnaları olabileceğinin bir göstergesidir). Çoğu danışanımın haftada iki veya üç kez gelmesi nedeniyle, bir danışanı haftada dört kez görmek fikri beni ayrıca heyecanlandırmıştı.

Kısa bir süre içinde Susan’ın analizinde işler ters gitmeye başladı. Divanı kullanmak istedi, ancak hızla dekompansasyon belirtileri göstermeye başladı. Seansları bittiğinde ayrılmak istemiyor, genellikle öfkeyle kapıyı çarparak çıkıyordu. Onu rahatlatmaya ve acısını deneyimlemesine yardımcı olmaya çalıştığımda, bazen gerçeklikten kopuyordu; ona göre ben sadece acısını anlamasına yardımcı olmuyordum, doğrudan ona acı çektiriyordum. Susan için önemli olan, benim sadece çocukluk deneyimlerini sormam değildi; eğer birinin yanında acı hissediyorsa, o kişi doğrudan ona acı veriyor demekti. Daha sakin anlarımızda bu konuyu konuşuyorduk ve ben ona, eğer bu çıkmazdan kurtulamazsak, bu terapinin işe yaramayacağını söylüyordum. Bana, entelektüel düzeyde bunun farkında olduğunu, aslında benim ona zarar vermediğimi bildiğini, ancak o an içinde bunu kaybettiğini söylüyordu. Sabırlı olmamı, zamanla bu durumun düzeleceğini söylüyordu. Ben de sabırlı olmaya çalıştım.

Bu arada, Susan sık sık beni aramaya başladı; hatta yalnızca acil durumlar için ve belirli saatler içinde kullanabileceğini açıkça belirttiğim ev telefonumu bile kullanıyordu. Belirlediğim saat sınırına uyuyordu, ancak bir keresinde sağlık sigortasıyla ilgili bir konuyu konuşmak için ev telefonumu aradı. O sırada mutfaktaydım ve yanımda misafirlerim vardı. Susan’a kısa bir şekilde konuşamayacağımı ve bu konuyu pazartesi günkü seansında ele alacağımızı söyledim. Pazartesi geldiğinde ona ev telefonumu bu amaçla kullanmaması gerektiğini söyledim. Ancak Susan buna katılmadı ve bana ulaşamamasından dolayı öfkeli olduğunu belirtti. Onunla mantıklı bir şekilde konuşmaya çalıştım, ancak bir noktada fark ettim ki, Susan aslında regresif bir durumda ve bana ihtiyacı olan bir çocuk zihniyetiyle konuşuyordu.

Bu durumun farkına vardığımda, onu eğitmeye çalışmayı bıraktım ve doğrudan, evimde ne zaman ve hangi koşullarda telefon kabul edip etmeyeceğimi belirlemenin benim hakkım olduğunu söyledim. Sigorta şirketiyle ilgili meselelerin kesinlikle bu kapsamda olmadığını açıkça belirttim. Susan kurala uydu, ancak bana bunun yanlış ve mantıksız olduğunu düşündüğünü bildirdi. Çatışmalarımızın çoğu, ister açık ister örtük olsun, bir güç mücadelesi şeklinde gelişti ve bunu farklı bir dinamiğe dönüştürmenin bir yolunu asla bulamadım. İkimiz de bir güç mücadelesine girdiğimizi kabul ettiğimizde bile, bu farkındalık pek bir değişiklik yaratmadı. Sonunda her şey, onun istediği ve ihtiyacı olduğunu hissettiği şeyler ile benim vermeye istekli ya da yetenekli olduğum şeyler arasındaki dengeye dayanıyordu.

Susan ayrıca başka zamanlarda da beni arıyordu, özellikle de klinik çalışma saatlerimin bittiği ve bir sonraki pazartesiye kadar seanslarımın olmadığı perşembe akşamları. Başlangıçta, hafta sonlarının genellikle uzun ve yalnız geçtiği bu döneme geçiş yapmasına yardımcı olmam için kısa bir süre konuşmaya razı oluyordu. Ancak zamanla daha talepkâr hale geldi; telefondan ayrılmak istemiyor ve bana, “Eğer intihar etmeyi düşündüğümü söylersem, benimle konuşmak zorunda değil misin?” gibi sorular yöneltiyordu. Elbette, bu tür bir davranışı hoş karşılamadım.

Ayrıca, Susan’ın mirasından geriye ne kadar parası kaldığı konusunda beni yanılttığını fark ettim. Bir gün bana, ücreti önemli ölçüde düşürmezsem artık terapiye devam edemeyeceğini söyledi. Şaşkına döndüm ve başlangıçta bana çok farklı bir şey söylediğini hatırlattım. Ancak o, benim yanıldığımı ileri sürdü. En başından beri bu tedaviyi uzun bir süre karşılayamayacağını bildiğini ve bunu bana mutlaka söylemiş olması gerektiğini iddia etti. Oysa böyle bir şey söylememişti ve gerçekten bu konuşmayı unutup unutmadığını ya da bana yalan söyleyip söylemediğini hiçbir zaman kesin olarak bilemedim. Ona, düşürebileceğim en düşük ücretle ancak haftada iki kez görüşebileceğimizi söyledim. Bu durum onu bir süre oldukça öfkelendirdi.

Ancak, mali durumu onu bir iş bulmaya zorladığı için, çalışma programı terapiye bu sıklıkta bile gelmesini zorlaştırdı. Susan, sık sık işten zamanında çıkmakta zorlanıyor ve erken akşam saatlerindeki seanslarına yetişemiyordu. Bunun üzerine, çoğu terapist gibi daha uzun saatler çalışmadığım için bana öfkelendi. Sonunda, bencil olduğuma ve ona ihtiyacı olanı vermeye istekli olmadığıma karar verdi.

Bu vakada çok daha fazla detay vardı, ancak Susan’ın klinik durumu o kadar karmaşıktı ki, başlı başına bir kitap konusu olabilirdi. Burada vurgulamak istediğim nokta, Susan’ın regresyonunun hızla terapötik olmaktan çıkıp kalıcı olarak terapötik olmayan bir hale gelmesi ve sonunda karşılıklı olarak kararlaştırılan ancak tatmin edici olmayan bir sonlandırmaya yol açmasıdır. Baştan beri Susan, benim sevgilisi olmamı istiyordu; daha uzun seanslar, daha düşük ücretler, daha sık telefon görüşmeleri ve daha uygun seans saatleri talep ediyordu. Ancak en çok istediği şey, onu kollarıma alıp sallamam, yani fiziksel bir bakım ve şefkat sunmamdı. Bu taleplerinin hiçbirine karşılık vermemem, onu öfkelendirdi ve benim hatalı, onun ise haklı olduğuna dair inancını pekiştirdi.

Benim açımdan, Susan’la çalışırken çoğu zaman kendimi fedakârlık yapıyormuş gibi hissediyordum. Ona yardımcı olmak için çok çaba harcadım. Yorgun ve tükenmiş olduğum zamanlarda bile onun telefonlarını yanıtladım. Onun adına üzülüyordum, ancak çoğu zaman kendisini sevmiyordum. Sürekli olarak bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır içindeydi ve bu, gerçek bir duygusal alışverişin önünde bir engel oluşturuyordu. Seans içinde ya da dışında benimle fiziksel temas kurma takıntısı -ister annesel bir dokunuş, ister cinsel bir temas olsun- beni giderek rahatsız etmeye başladı. Başlangıçta, onu bu fikrinden vazgeçirmeyi başaramadığım için hayal kırıklığına uğradım. Ancak zamanla, bu durum beni öfkelendirmeye, moralimi bozmaya ve hatta depresif hissettirmeye başladı.

Bir noktada, yanına oturup ağlarken elini tutmayı kabul ettim. Ancak o, bu durumu bir adım ileri taşıyarak başını omzuma koydu. O an büyük bir hata yaptığımı fark ettim ve nazikçe kendimi geri çektim. Bir sonraki seansta neşeliydi ve bunun ne kadar harika bir deneyim olduğunu anlattı. Ancak bana, bu süreci daha rahat yönetmem gerektiğini söyledi. Bir dahaki sefere daha fazla gevşemem gerektiğini belirtti. Benden gelen gerginliği ve çekingenliği hissettiğini, eğer bu süreç işe yarayacaksa benim de kendimi daha fazla bırakmam gerektiğini ifade etti. (O anda, bu sözlerin daha deneyimli bir sevgilinin daha az deneyimli birine verdiği talimatlara ne kadar benzediğini düşündüm.)

Ona bir hata yaptığımı ve bunun için özür dilediğimi söyledim. Bir sonraki seferin olmayacağını, istediği düzeyde fiziksel teması sağlayamayacağımı belirttim. Beklendiği gibi, bu onu öfkelendirdi.

Susan hakkında yazarken, onu tedavi ederken hissettiğim tüm duygular beni adeta yeniden sarıyor. Kendimi savunmaya geçerken buluyorum -her şeyin ne kadar zor olduğu ve nasıl sona erdiği konusunda onu suçlamak istiyorum. Ancak aynı zamanda, zorlayıcı ilişkimize benim de katkıda bulunduğumu biliyorum. Susan’a karşı kendimi savunmasız bırakmak benim için zordu, çünkü onun yanında kendimi güvende hissetmiyordum. Terapide genellikle göz ardı edilen konulardan biri de, tıpkı danışan gibi, terapistin de belirli bir güvenlik hissine ihtiyaç duyduğudur.

Diğer danışanlarla çalışırken, davranışlarıma yönelik bir eleştiri veya yüzleşme geldiğinde ilk tepkim savunmaya geçmek olabilir. Bunun insan doğasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Ancak, içimde bir tür rahatsızlık hissedip hissetmediğime dikkat ederim -eğer içten içe bir sıkıntı duyuyorsam, muhtemelen danışanımın söylediği şeyde doğruluk payı vardır. Kendime gevşememi, dinlememi ve eğer gerçekten hata yaptıysam bunu kabul etmem gerektiğini hatırlatırım. Mükemmel olmaya çalışmayı bırakıp, danışanın bana nasıl hata yaptığımı veya onu nasıl incittiğimi anlatmasını, terapötik olarak son derece değerli bir an olarak görmeye çalışırım. Bu, çoğu ebeveynin yapmadığı bir şeyi yapma fırsatıdır -narsistik bir yaralanmayı kabul etmek, hatayı kabullenmek ve affedilmeyi istemek.

Susan ile bu süreci yaşamak benim için zor oldu, çünkü onun talepleri son derece mantıksızdı. Bu durum, zaman zaman bazı danışanlarıma söylediğim bir şeyi hatırlatıyor: Eğer biri, davranışları aşırı uçlarda ve mantıksız olan bir insanla ilişkiye girerse, ilişkinin sonucundan her iki taraf da sorumludur. Ancak, açıkça ve utanmadan mantıksız davranan biriyle ilişki yaşamak, kişinin kendi katkısını değerlendirmesini olağanüstü derecede zorlaştırır. Kendi hatalarını ve zayıf yönlerini anlamak neredeyse imkânsız hale gelir, çünkü karşıdaki kişinin aşırı tepkileri ve cezalandırıcı tutumu, iç gözlem yapmayı engeller. Aşırı cezalandırılma, kişinin kendine dönüp hatalarını sorgulamasını teşvik etmez; tam tersine, savunmacı bir tepki geliştirmesine neden olabilir.

Ve Susan ile olan sürecim de böyleydi. Terapisini sonlandırdıktan kısa bir süre sonra onu bir çalıştayda sundum. Şehirde beden odaklı terapi yapan bir başka psikologla çalışmaya başlamıştı. Çalıştaydaki terapistlerden biri, Susan’a karşı geliştirdiğim karşı aktarımın onun ilerlemesini engellediğinden emin olduğunu söyledi. Buna ne düşündüğümü sordu. Tek söyleyebildiğim, bunun kesinlikle doğru olması gerektiğiydi ama nasıl olduğunu tam olarak belirleyemediğimdi. Bu durumu terapi sürecinde anlamaya çalıştım ama başarılı olamadım. Onun bana, çocukken hoşlanmadığım bir akrabamı hatırlattığını biliyordum. Onu çekici bulmadığımı da biliyordum ve bunun başından itibaren onun için incitici olduğunu hissediyordum. (Bu, onu tedavi etmemem için bir sebep olabilirdi. Susan’ın, hem benim onu sevdiğimi hem de çekici bulduğumu hissetmeye ihtiyacı vardı, böylece ilişkide kendini daha az savunmasız ve daha güçlü hissedebilirdi. Sanırım onun için en iyi terapist, onu benden daha fazla seven ve onu yeterince çekici bulan ama onun fiziksel temas taleplerini teşvik etmeyecek kadar mesafesini koruyabilen biri olurdu.)

Ayrıca bazen ona karşı fazla öfkeli olduğumu da biliyordum. Ona zaman zaman sadistik bir şekilde geri bildirimde bulunuyordum -örneğin, bana çekici gelip gelmediğini sorduğunda ilgilenmediğimi açıkça söylemek gibi. Onun derin duygularını ifade edememesinden gereğinden fazla hayal kırıklığı duyuyordum. Sürekli eleştirilmekten ve kötü bir terapist, kötü bir insan olduğumun söylenmesinden nefret ediyordum. Dahası, o dönemde kendimi savunmasız hissediyordum çünkü babam hastaydı ve yakında öleceğini biliyordum.

Belki de bu kadar çok eleştiriyi kaldıramayacak kadar narsisistik biriyim. Çoğu danışanım beni takdir etmiştir, zaman zaman eleştirseler bile. Oysa Susan, beni sevdiğini söylüyordu ama benim hakkımda ya da terapi sürecimiz hakkında olumlu bir şey söylemesi neredeyse hiç olmuyordu. Belki de bu kadar yoğun olumsuz geri bildirimi kaldırabilecek biri değildim.

Geriye dönüp baktığımda, muhtemelen Susan’ı tedavi etmemeliydim çünkü daha iyi bir sonuç elde etmek için farklı ne yapabileceğimi hâlâ bilmiyorum. Karşı aktarımımın farkındaydım, bunu meslektaşlarımla tartıştım ve danışanın kendisiyle istişare etme konusundaki kendi tavsiyeme uydum. Yine de, kör noktalarımız ve zayıflıklarımız için her zaman uygun bir çözüm bulamayabiliriz. Bazen, yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız, tedavi edebileceklerimiz ve edemeyeceklerimiz konusunda kendi sınırlılıklarımızı kabul etmek zorunda kalırız. Bu terapi süreci Susan için bazı önemli olumlu sonuçlar doğurdu -örneğin, fantezi kurma kapasitesini geliştirdi, duygularını daha iyi tanımlayabildi ve tekrar ilişkilere girebilip çalışabilir hale geldi- ancak deneyim, hem onun hem de benim için stresliydi. Muhtemelen başka bir terapist ile daha iyi bir süreç yaşayabilirdi. Ancak, önceki bir terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş olması ve iki başka terapist tarafından “artık terapiye ihtiyacı yok” diyerek hızla reddedilmesi göz önüne alındığında, bu konuda kesin bir şey söylemek zor.

TERAPİST GERİLEME YARATABİLİR Mİ?

Analitik literatürde regresyonun arzu edilirliği ve kaçınılmazlığı konusunda çok fazla tartışma vardır, ancak bu konuda gerçek bir fikir birliği yoktur. Bazı terapistler regresyonu, özellikle de terapötik regresyonu, yaratabileceklerine inanırlar. Ancak ben her zaman regresyon kapasitesini ve isteğini terapistten çok danışanın bir işlevi olarak gördüm. Kuşkusuz, terapist ve danışan arasında iyi bir ilişki kurulması -örneğin, temel güvenin ve olumlu bir ilişkinin oluşturulması- terapötik regresyon için gerekli bir önkoşuldur. Ancak, yıllar içinde en iyi terapötik ilişkinin bile regresyon için gerekli, ancak yeterli olmadığını gözlemledim. Zihinsel sağlık hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle giderek daha fazla varlıklı insanla çalıştıkça, gerçekten derin çalışmalar yapma sıklığımın azaldığını fark ettim. Birçok varlıklı ve başarılı insanın dünyada kendilerini savunmasız hale getirmeyerek varlıklarını sürdürdüğünü gözlemledim. Regrese olmaktan fayda sağlayacak olsalar bile, bunu yapmazlar. Dünyaya uyum sağlama biçimleri bu değildir ve bunu arzu edilebilir bulmazlar. Gerekirse, kendilerini savunmasız ve kontrol dışı hissetmekten kaçınmak için daha az sıklıkla gelirler. Kendi kendini yetiştirmiş bir multimilyoner, bir gün seans sırasında yoğun bir şekilde ağlamaya ve titremeye başladığında şaşkına döndü. Utanmış, belki de aşağılanmıştı. Bir sonraki seansta, “Buraya sadece depresyonum için biraz yardım almaya geldim, sonra da gideceğim. Ağlamak zayıflar içindir,” dedi ve güldü. Ancak, şakasının içinde büyük bir gerçek payı olduğunu biliyordum ve semptomatik rahatlama sağladığında gerçekten de terapiden ayrıldı.

Terapistler olarak, bir regresyonu yaratmaktan çok, onu önleme konusunda daha fazla güce sahibiz. Aşırı entelektüelleşmek, bir danışan derin duygular ifade ettiğinde fark edilir şekilde geri çekilmek veya gerginleşmek, danışanın gözünden kaçmayacaktır. Bana gelen bir danışan, önceki terapistini on seanstan daha kısa sürede terk ettiğini söyledi. Nedeni, derin bir şekilde ağlamaya başladığında terapistinin ona bir nane şekeri uzatmasıydı. Bu yanlış yönlendirilmiş teselli girişimi onu hem incitmiş hem de öfkelendirmişti ve bu terapistin kendisine yardımcı olamayacağını anlamıştı.

Son olarak, 1940’lı ve 50’li yıllarda, Amerikan tıbbi psikanaliz modelinin hâkim olduğu döneme ait eski analitik literatür, danışanların terapistlerinin sessizliğine tepki olarak ilkel öfke seviyelerine kadar gerilediği birçok örnek sunmaktadır. Daha önce de belirttiğim gibi, günümüzde çalışan terapistlerin çoğu, kendi kaygılarıyla başa çıkmanın bir yolu olarak fazla konuşma eğiliminde olduğundan, bu tür bir “yoksunluk” öfkesini danışanlarında indüklediklerini sanmıyorum. Ancak, erken dönemde yoksunluk ve ihmal yaşamış danışanların terapistlerinden bekledikleri yanıtı alamadıklarında, bu tür bir öfkenin mikro düzeyde ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. O anlarda, çocukluktan gelen bastırılmış öfke oldukça yoğun bir şekilde harekete geçebilir. Bu gibi durumlarda en iyi yanıt, terapistin aktif sözlü katılım göstermesi ve danışanın ihtiyaçlarına odaklanması olacaktır.

TRAVMATİZE OLMUŞ DANIŞANLARLA REGRESYONDAKİ RİSKLER

Son yıllarda literatürde, travma mağdurlarının terapi sırasında travmatik olaylarını yeniden yaşamalarının klinik etkinliği konusunda birçok tartışma yaşanmıştır. Bu tartışma, bu kitabın kapsamını aşmakla birlikte, regresyon ve travmatizasyon arasındaki ilişkiye dair önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Erken dönemde istismara maruz kalmış danışanların daha kolay gerilediğini ve terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılıklarının daha yüksek olduğunu biliyoruz. Nörobilim literatürü de bu sonucu desteklemektedir. Wilkinson (2006), travma mağdurlarının “kindling (tutuşma, yanma)” olarak adlandırılan bir nöronal tepkiye yatkın olduklarını belirtmektedir. Bu durum, içsel uyaranlar tarafından kolayca tetiklenebilen yoğun duygusal tepkiler anlamına gelir ve sonuç olarak, geri dönüşler (flashbacks), epileptik nöbetler ve kâbuslar ortaya çıkabilir.

Öte yandan, danışanların bilinçdışı olarak terapi ortamında yeniden travmatizasyon arayışına girmelerinden kaçınılmalıdır. Bu tür bir durum, [danışanların] erken dönemde yaşanan ve tekrar eden travmatik deneyimlere bağlı olarak alışkın oldukları endorfin “yükselmesini” yeniden yaşamak amacıyla ortaya çıkabilir.

(s. 79).

Bu fenomenden ancak yakın zamanda haberdar oldum ve Susan’ın tedavisinde farkında olmadan bu bağımlılık yaratan ortamı ne ölçüde yeniden yarattığımı merak ediyorum. Buradaki amaç, danışanın geçmişteki duygusal acıyı yeniden deneyimlemesini önlemek değil, aksine bu yeniden travmatizasyon potansiyelinin var olduğunu bilmek ve bunu engellemek için çalışmaktır. Böyle bir yeniden yaşantılama gerçekleştiğinde, danışanı bu olasılık hakkında bilgilendirmek de faydalı olabilir.

REGRESYON YÖNETİLEBİLİR SEVİYELERDE NASIL TUTULUR?

Deneyim, terapistlerin kimin terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı taşıdığını belirlemelerine yardımcı olsa da, bu yargıyı tedavinin erken aşamalarında yapmak zor olabilir. Travma ve erken kayıp geçmişi olan danışanların terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı daha yüksek olduğundan, ihtiyatlı bir terapist, sınırları iyi belirleyerek bunu önlemeye çalışır. Bu, telefon görüşmelerini kısa ve seyrek tutmayı, seansları zamanında başlatıp bitirmeyi, özel muameleden kaçınmayı ve danışanı haftada iki kereden fazla görmemeyi içerir. Açıkçası, bu son öneri, danışanların genellikle ayda iki kez görüldüğü günümüz dünyasında daha az geçerli olabilir. Ancak yine de vurgulamaya değer olduğunu düşünüyorum.

Terapötik olmayan regresyonu tetikleyebilecek diğer faktörler arasında aşırı sorgulayıcı sorular sormak (bu, danışan tarafından müdahaleci veya hatta istilacı olarak algılanabilir); danışanın terapiste yönelik duygularına gereğinden fazla odaklanmak (özellikle danışanın bu konuyu kendiliğinden gündeme getirmediği durumlarda); danışanın cinsel yaşamına aşırı ilgi göstermek (bu, danışan tarafından baştan çıkarıcı olarak deneyimlenebilir) ve terapistin kendisiyle ilgili fazla kişisel bilgi paylaşması (bu, tüm danışanlarla sınırlı tutulmalıdır) yer almaktadır. Bu kitabın geri kalanında, terapötik seviyede regresyonu sürdürebilmek için dikkate alınması gereken birçok konuyu ve danışanın bir müdahalenin faydalı olmadığını belirttiğinde terapötik ilişkiyi yeniden nasıl yoluna koyabileceğimizi ele alacağım. Bununla birlikte, genel olarak, terapötik olmayan regresyonu önlemenin en etkili yolu Gabbard’ın (1994) klinik önerisini takip etmektir ki bunu şu şekilde özetlemeyi seviyorum: “Sınır koymak, sınır koymak ve daha fazla sınır koymak.”

Danışan gerçekten acı çektiğinde “hayır” demek zor olabilir. Bu tür durumlarda, özel muamele taleplerine boyun eğme eğilimi hissetmemek neredeyse imkansızdır ve bu talepleri reddettiğimizde suçluluk duygusu yaşamamak da pek mümkün değildir. Terapistler için esas zorluk, hem danışanın acısını hem de kendi suçluluk duygularını hissederken, aynı zamanda empatik bir şekilde sınır koymayı sürdürebilmektir. Bu, seansları uzatmamak, geçiş nesneleri sağlamamak veya içten olmayan sevgi ve güvence ifadelerinde bulunmamak anlamına gelir. Bu zor anlar, rahatsız edici semptomları olan danışanlarla yapılan terapötik çalışmanın belirleyici anlarıdır. Bu anlarda taleplere boyun eğmek, anlık olarak kolay ve rahatlatıcı görünse de uzun vadede terapinin bütünlüğünü zedeleyecektir.

Terapistler genellikle suçluluk ve başkalarının acısından sorumluluk hissetmeye yatkın olduklarından, danışanın acısını kendilerinin yaratmadığını ve onu ortadan kaldıramayacaklarını hatırlamaları faydalı olabilir. Bu, danışanın kendi başına üzerinde çalışması ve yönetmeyi öğrenmesi gereken bir şeydir. İkinci olarak, acı çeken bir danışana yardımcı olmak için kullanılabilecek yaratıcı (productive) müdahaleler vardır. Danışana, genellikle birkaç saat içinde kendini daha iyi hissedeceği konusunda güvence verilebilir. Danışan, terapi odasından çıkıp dünyaya döndüğünde, savunmalarını otomatik olarak yeniden inşa etmeye başlar. Bazı durumlarda, bu sürecin bir günü bulabileceği, ancak yoğun acı ve kırılganlık duygularının o zaman diliminde azalacağı söylenebilir. Üçüncü olarak, korkan bir danışan “Ya daha kötü hissedersem?” diye sorarsa, danışana terapistin normalde mesajlarını kontrol ettiği saatlerde arayabileceği ve terapistin geri döneceği söylenebilir.

Yine de, bu telefon görüşmeleri sınırlı olmalı ve danışana hissettiği acının çocukluktan kaynaklandığını ve bu kadar ezici gelmesinin, çocuklukta gerçekten de öyle olmasından kaynaklandığını anlamasına yardımcı olmaya odaklanmalıdır. Bir yetişkin olarak, bu acıyı yönetmeyi ve anlamayı öğrenme kapasitesine sahiptir ve terapist ona bu süreçte yardımcı olacaktır; ancak bu, terapistin bu işlevi bizzat üstlenmesiyle aynı şey değildir. Danışanın içsel deneyimini anlamaya ve ona uyum sağlamaya dair kapasitesine güven duymak, bunun zaman içinde kademeli olarak gerçekleştiğini kabul ederken, hem acısının gerçekliğini hem de onu yönetme ve hatta aşma potansiyelini kabul etmek anlamına gelir.

ÖZET

Regresyon, savunmaların gevşetilme sürecini içeren basit ve doğal bir olgudur. Herhangi bir değişimin gerçekleşmesi için gereklidir. Bir danışanın ne kadar regrese olacağı, hem erken dönem deneyimlerine hem de savunmasız olma isteğine bağlıdır. Aynı zamanda, terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu ve regresif deneyimleri yönetme becerileri de bu süreci belirler. Bu bölümde, regresyonun belirtilerini ana hatlarıyla açıkladım, bir regresyonun terapötik olup olmadığının nasıl anlaşılacağını belirttim ve danışanın derin acısını kabul ederken sınırları korumanın ve sakin, dingin bir tutum sergilemenin önemini vurguladım.

Terapötik bir regresyon ve terapötik olmayan bir regresyon örneği sundum. Birçok regrese olmuş danışan, belirli bir düzeyde bu iki durum arasında gidip gelir. Travma yaşamış danışanlar, terapötik regresyondan geçmiş travmatik olayların bağımlılık yaratan bir “kindling” sürecine kayabilirler. Diğer bazı danışanlar ise hem terapötik hem de terapötik olmayan regresif deneyimler arasında dalgalanabilirler. Uzun süreli terapiler, belirgin bir regresyon derecesinin ortaya çıkma olasılığını artırır. Ayrıca, borderline kişilik bozukluğu olan danışanlar, tedavinin erken dönemlerinde regresyona daha yatkın olabilirler.

Sınırlar koymanın ve onları koymanın önemini, en uç durumlarda bile vurguluyorum, çünkü bu yaklaşım danışanın kendi duygulanımını kontrol etmeyi öğrenmesine yardımcı olur ve bu işlevi başkalarına devretmesini engeller. Aynı zamanda, terapistin danışanın acısından sorumlu hissetmediğini ve danışanın bu acıyı yönetmeyi öğrenme kapasitesine inandığını da iletir.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir