Karşılıklılık ve İş Birliği: Birbirini Etkileme (2. Bölüm)


Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

Terapistler genellikle hastanın bilinçdışını anlamaya çalışan kişiler olarak kendilerini görürler. Ancak her zaman kabul edilmeyen bir gerçek, hastanın da bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde terapistin bilinçdışını okuduğudur.

— Patrick Casement (1985, s. 3)

Çoğu danışan ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmediği için, birçok yeni terapist düzenli olarak seanslara gelen, savunmalarını gevşeten ve değişim sürecini keşfetmeye istekli olan bir danışanla karşılaştığında hem rahatlar hem de kendini doğrulanmış hisseder. Peki, bundan sonra ne olur? Birinci Bölümde, karşılıklı olarak üzerinde anlaşılan hedefler belirlemenin öneminden ve bu hedeflerin zaman içinde nasıl değişip şekilleneceğinden bahsetmiştim. Bazı hedefler, gerçekçi olmadığı ya da artık istenmediği için terk edilecektir. Eğer terapi süreci devam eder ve daha derinleşirse, listeye yeni hedeflerin eklenmesi de muhtemeldir.

Peki, ya sürecin kendisi? Psikoterapi sürecinde, terapist ve danışan birlikte çalışırken gerçekte neler olur? Yeni terapistler, bir danışanı terapiye kazandıktan ve onun düzenli olarak gelmeye devam ettiğini gördüklerinde genellikle yeniden bir kaygı hissederler. Hem terapist hem de danışan bir heyecan duygusu yaşar, ancak aynı zamanda “Şimdi ne olması gerekiyor?” diye merak ederler. Bu konuda doğrudan verilen bir eğitim neredeyse yoktur. Eğitim süreci tamamlandığında bile birçok yeni terapist, bir danışanı 10–20 seanstan fazla görme deneyimine sahip olmamıştır. Ayrıca, eğitim sırasında görülen danışanlarla yapılan seanslar da gerçeği tam olarak yansıtmaz, çünkü danışan, terapistin değerlendirildiğinin fazlasıyla farkında olabilir. Bu nedenle, özellikle düşük ücretli bir terapi alıyorsa, danışan genellikle terapistin iyi bir performans sergilemesini sağlamak için bilinçli ya da bilinçdışı bir çaba gösterebilir.

Eğitimlerini tamamladıktan sonra, yeni terapistler bazen süpervizyon desteğiyle, bazen ise tamamen kendi başlarına, gerçek dünyada danışanlarla çalışmanın getirdiği zorluklarla yüzleşirler. Bir noktada, yalnızca danışanlarından gelen değil, aynı zamanda kendi içlerinde de ortaya çıkan güçlü duygusal tepkilerle baş etmek zorunda kalırlar. Hem terapistler hem de danışanlar, bu yoğun duygu akışı karşısında kendilerini kaygı ve kafa karışıklığı içinde bulabilirler. Bu noktada, “Tüm bu hisler neden ortaya çıkıyor?” ve “İlişkinin duygusal akışını belirleyen kim?” gibi sorular gündeme gelir.

Regrese olmuş danışanlar, özellikle travma geçmişi olanlar, terapiste karşı idealize edilmiş bir sevgi ile yetersizlik ve duyarsızlık suçlamaları arasında keskin geçişler yapabilirler. Terapist, genellikle bir seanstan diğerine danışana karşı hislerinde belirgin bir değişim yaşamaz ve danışanın tutumundaki bu radikal değişimin neyin tetiklediğini anlamakta zorlanabilir. Çoğu zaman, önceki seansta öfkeyle tepki veren aynı danışan, bir sonraki seansa geldiğinde sanki önceki öfke patlaması hiç yaşanmamış gibi davranabilir.

Danışan, terapistin duygudurumuna ve hatta yaşam koşullarına dair şaşırtıcı bir farkındalık sergileyebilir. Günümüzde terapistler, danışanlarının semptomlarını ele alacak şekilde eğitilmektedir ve çoğu zaman, danışanın geçmiş ilişki kalıplarını terapötik ilişki içinde tekrar etmesinin ne anlama geldiğine dair yalnızca temel bir anlayışa sahiptirler. Ancak, terapistin de kendi geçmişini terapötik ilişki içinde kaçınılmaz olarak yeniden üretmesi meselesi üzerine, hatta psikanalitik eğitimlerde bile derinlemesine bir tartışma nadiren yapılır. Bunun yerine, eğitimlerde daha çok tahmin edilebilir ve belirli karşı aktarım tepkilerine -örneğin iritasyon, sıkıntı, anksiyete veya ilgi duyma gibi- odaklanılır.

HEM DANIŞAN HEM DE TERAPİST GEÇMİŞİ TEKRARLAR

Geleneksel yaklaşımdan ayrılarak, her bireyin terapi sürecinde kendi geçmişini bir ölçüde yeniden canlandırdığını vurgulamak istiyorum -hatta kısa süreli terapilerde bile. Tedavi süresi uzadıkça ve derinleştikçe, hem terapistin hem de danışanın geçmişlerindeki dinamikleri yeniden yarattıkları uzun bir dönemden geçmeleri daha olası hale gelir. Bu noktada, terapinin özü, bu iç içe geçmiş dinamikleri çalışmak ve çözümlemektir. Bu sürecin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için, terapi boyunca danışanla sürekli olarak iş birliği içinde olmak, terapistin kendini sorgulaması ve gerekirse terapi dışındaki süpervizyon ya da danışmalara başvurması gerekir. Bu bölümün başındaki Casement alıntısı, karşılıklılığın özünü açıklar: Danışan ve terapist, bilinçdışı düzeyde birbirlerini tanır ve bu bilinçdışı bilgiyle birbirlerine tepki verirler. Bu gerçek, nöropsikoloji literatürü tarafından da doğrulanmaktadır (örneğin, Dimberg, Thunberg & Elmehed, 2000). Bu bilinçdışı bilgi aracılığıyla, karşılıklı olarak birbirlerini etkiler ve terapötik ilişkiyi şekillendirirler.

Terapistin temel sorumluluklarından biri, danışanın geçmiş deneyimlerinden hareketle nasıl davrandığını ve bunun mevcut durum algısını nasıl şekillendirdiğini fark etmesine ve anlamasına yardımcı olmaktır. Ancak, danışan da aynı süreci terapist üzerinde gerçekleştirir. Terapistin davranışlarını gözlemler ve bunların anlamlarını çıkarır. Bu farkındalığını sözlü olarak ifade edip etmemesi, birçok faktöre bağlıdır; bunlar arasında bu gözlemin bilinçli mi yoksa bilinçdışı mı olduğu da yer alır. Terapistini düzenli olarak gözlemleyen ve bu gözlemlerini açıkça dile getiren danışanlar, genellikle en zorlayıcı danışanlar arasında yer alır. Danışanın bu tür gözlemler yapma motivasyonu ne olursa olsun, özellikle yeni terapistler, danışanın kendilerini bu kadar net bir şekilde okuyabilmesi karşısında şaşkınlık, huzursuzluk ve savunmacı bir tepki gösterebilirler.

Farklı ekollerdeki eğitim programları, terapi yapmanın duygusal gerçekliklerini ele almakta genellikle yetersiz kalmaktadır. Davranışçı yaklaşımlar, çoğunlukla danışana ödev verme ve onu davranış değişikliği için çalışmaya “ikna etme” üzerine yoğunlaşır. Bu yaklaşım bazı durumlarda işe yarayabilir. Ancak çoğu zaman, danışan ödevlerini yapmadan veya herhangi bir davranış değişikliği gerçekleştirmeden bir sonraki seansa geri döner. Bunun nedeni, danışanın depresyonunun değişim için çok ağır olması olabilir. Ya da danışan, terapistin başarısızlık karşısında nasıl tepki vereceğini görmek istiyor olabilir.

İlişkisel psikanalitik yaklaşımlar, karşılıklılığı ve her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini vurgular. Teorik olarak, bu yaklaşımlar terapist ve danışanın birlikte yeni, özgün bir ilişki inşa ettiğini öne sürer. Bu nedenle, danışanın eski ilişki kurma biçimlerine odaklanmak, verimsiz ve olumsuz bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Ancak, hem temel davranışçı hem de temel ilişkisel yaklaşımlar, hem terapistin hem de danışanın kaçınılmaz olarak geçmişlerindeki duygu ve davranış kalıplarını tekrar edeceğini yeterince kabul etmemektedir. Ne terapist ne de danışan, kişisel geçmişlerinden ve kimliklerinden bağımsız bir şekilde terapiye gelir. Çoğu zaman danışan, terapiye başlarken değiştirmek istediği eski ve uyumsuz kalıpları olduğunu açıkça belirtir. Danışan, “Ne yapmam gerektiğini biliyorum ama ne kadar uğraşsam da başaramıyorum.” diyebilir. Sonuç olarak, eski alışkanlıklarına geri döner ve kendini başarısız hisseder.

Bu noktada, her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini reddetmiyorum; aksine, iyi bir terapötik ilişkinin başarılı olmasının, eski duygu ve davranış kalıplarına dokunabilmesi sayesinde gerçekleştiğini vurguluyorum. Duygular üzerine yapılan araştırmalardan biliyoruz ki, duygulanım kalıpları erken yaşta beyinde oluşur ve genellikle sabit kalır (Schore, 1994). Seduction, Surrender, and Transformation (Maroda, 1999) adlı kitabımda, bu duygulanım kalıplarının nasıl oluştuğuna, mevcut uyaranlarla nasıl hızla hatırlandığına ve duyguların uyarılmasının terapötik sürecin temel bir unsuru olduğuna dair uzun bir bölüm ayırıyorum. Ayrıca, orijinal sinir yollarının hiçbir zaman tamamen silinmediğini; bunun yerine, tekrarlayan yeni düşünme, hissetme ve davranma biçimleriyle paralel yeni yolların oluşturulduğunu belirtiyorum. Bu süreç sayesinde, danışan hem aynı kalır hem de değişir.

Bence, her terapist için en iyi çalışma hipotezi, güçlü ve tekrarlayan her düşünce veya his kalıbının geçmişte kök salmış olduğudur. Ancak, bu yerleşik duygu ve düşünce biçimlerinin ortaya çıkmasını tetikleyen uyarıcı, danışan ile terapist arasındaki mevcut etkileşim içinde gerçekleşir. Bu tetikleyici unsurun, belirli bir an içinde fark edilmesi zor, hatta imkânsız olabilir. Ancak, oradadır. İlişkisel bakış açısı, terapistleri bu yeniden canlandırmalarda kendi rollerini düşünmeye teşvik eder. Ancak, birçok ilişkisel kuramcının, geçmiş kalıpların ne ölçüde tanımlanıp terapötik olarak ele alınabileceğini tam anlamıyla kavramakta yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bu kalıplar, danışanı belli bir kategoriye sıkıştırmak yerine, üretken bir şekilde çalışılabilecek önemli veriler olarak ele alınmalıdır.

Terapötik ilişkiyi, danışanın yerleşik varoluş biçimleri, terapistin yerleşik varoluş biçimleri ve ikisi arasındaki duygusal etkileşimlerin değişimi tetiklediği dinamik, sürekli değişen organik bir yapı olarak görüyorum. Her ne kadar sözel olarak vurgulanan öncelikli unsur danışanın deneyimi olsa da, ideal olarak terapist de odada olup bitenlere kendi katkıları konusunda açık ve dürüst olmaya istekli olmalıdır.

İLİŞKİ KALIPLARINI TANIMLAMA

Hirsch ve Roth (1995), Sullivan’ın (1953) tedavinin amacının, danışanın kendisini başkalarının gördüğü gibi tanımasına ve görmesine yardımcı olmak olduğunu öne süren görüşünü yineler. Wachtel (2007), danışanla içeriden dışarıya ve dışarıdan içeriye çalışmaktan bahseder; bu, danışanın kendisini nasıl gördüğü, dünyanın onu nasıl gördüğü ve ayrıca kendi geçmiş deneyimlerine ve gelecekteki beklentilerine uygun bir dış dünya nasıl inşa ettiği ile ilgilidir. Terapistin sorumluluğu, danışanın başkalarıyla nasıl ilişki kurduğunu anlamak olduğu kadar, kendisinin de danışanlarla ve kişisel hayatında nasıl davrandığını ve hissettiğini fark etmektir. Elbette, terapinin öncelikli hedeflerinden biri, danışanın kendisini net ve gerçekçi bir şekilde görebilmesini sağlamaktır. Ancak, kendi kişisel terapisine katılmamış bir terapistin bu rolü yerine getirmesi son derece zor, hatta imkânsız olabilir.

Geçmiş ilişkilerinin terk edilme ile sona erdiğini anlatan danışanlar, terapistin de sonunda kendilerini terk edeceğini bekler ve bu yönde onu eğitirler. Bu tür danışanlar, hayal kırıklığı yaratır, eleştirir, umutsuzluk ifade eder ve bazen nankör davranırlar. Sonunda, terapistin ilişkiden çıkmak isteyeceği ve bağlı kalmak için mücadele edeceği bir durum yaratırlar. Eğer terapist de kendi hayatında terk edilme ile ilgili mücadele etmişse, bu tür danışanları hızla reddetme ve onlardan uzaklaşma eğiliminde olabilir ya da suçluluk duygusuyla aşırı telafi etmeye çalışarak, sürekli olarak eleştiriyi ve duygusal darbeleri sessizce göğüsleyebilir. Bu kitapta ilerleyen bölümlerde, bu ikinci tepkinin -yani terapistin kendini tamamen savunmasız hale getirmesinin- aslında danışanı daha da fazla reddedilme ve onaylanmama arayışına ittiğini ve danışanın terapisti daha sert bir şekilde test etmeye yöneldiğini ele alacağım.

TERAPİSTİN GEÇMİŞİNİN TEKRARI

Bu süreci daha da karmaşık hale getiren unsur, her terapistin kendi duygusal temalarının olması ve derin terapötik etkileşim sırasında bu temaların danışanlarla birlikte yeniden yaşanmasıdır. Karşı aktarım kalıplarının farkında olmak, iyi bir terapi yapabilmek için kritik öneme sahiptir. Meslek hayatımın başlarında, danışanlarımla derin ilişkiler kurduğumda, sadece onların değil, benim de ilkel korkularımın ve arzularımın yüzeye çıktığını fark etmeye başladım. Gün sonunda ofisten ayrılırken kendimi üzgün, kaygılı, iyimser ya da heyecanlı hissettiğimi fark ediyor, ancak bunun nedenini tam olarak anlayamıyordum. Bazı danışanlara karşı yoğun bir şefkat hissederken, bazılarına karşı öfke duyuyordum. Genel olarak, tüm gün boyunca danışan görmek beni duygusal olarak aşırı uyarılmış hissettiriyordu. Bu yüzden, kendi psikanalizime başlamaya karar verdim. Zamanla, tepkilerimin nedenlerini temel düzeyde, ancak kaçınılmaz olarak eksik bir şekilde anlamaya başladım.

Bir danışan, benimle eğlenceli ve mizahi bir şekilde etkileşime girerek, beni annem ya da oldukça konuşkan ve esprili olan kız kardeşimle yaşadığım en güzel anlara götürüyordu. Başka bir danışan, yetersizliğim nedeniyle beni sert bir şekilde eleştirerek, gençlik yıllarımdaki güvensizliklerimi tetikliyordu. Bir diğeri ise bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır sergileyerek, beni övüyor ve çekici bulunma ihtiyacımı onaylıyordu. Bazen ise duygularımın kaynağını bulmak daha zor oluyordu. Özellikle, görünüşte sıradan geçen bir seanstan sonra, açıklanamaz bir şekilde derin bir üzüntü hissettiğimde, bilinçdışı düzeyde gerçekleşen iletişimin gerçekliğini daha fazla takdir etmeye başladım.

Yıllarca terapi yaptıktan ve uygulamalarım hakkında yazmaya başladıktan sonra, vaka örneklerimde tekrar eden temalar olduğunu fark ettim. Aynı şeyi, literatürü okurken de gözlemledim. Özellikle, birden fazla vaka örneği içeren kitaplarda, diğer terapistlerin de kendi tekrarlayan temalarına sahip olduğunu kolayca görebiliyordum. Bunu siz de deneyin; bahsettiğim noktayı fark edeceğinize inanıyorum. Bu fenomenin farkına varmamı sağlayan terapist-yazarlardan biri, kitabındaki baskın ve tek bir odak noktasına sahip yoğun tema nedeniyle dikkatimi çekti. Her ne kadar kitabı erotizm üzerine olmasa da, neredeyse tüm danışanlarını -kadın ya da erkek fark etmeksizin- ona baştan çıkarıcı bir şekilde yaklaşıyor ve onu cinsel olarak çekici buluyormuş gibi tanımlıyordu.

Bu kitabın yazarını şahsen tanıdığımdan, çarpıcı bir güzelliğe sahip olmadığını biliyordum. Görünümüne özen gösteren biri olsa da, doğal olarak cinsel çekiciliği olan, karşı konulmaz bir aura yayan biri değildi. Bu nedenle, bu kadar çok danışanın, kendi terapötik problemlerinden bağımsız olarak, orta yaşlı bir kadının fiziksel özelliklerine odaklanmasının son derece olasılık dışı olduğunu düşündüm. Ancak o zaman fark ettim ki, bu danışanları bilinçdışı düzeyde kendisi baştan çıkarıyordu. Bu, onun ilişki kurma kalıbıydı. Cinsel olarak çekici bulunarak doğrulanıyor ve bir anlamda, birlikte çalıştığı danışanlardan bunu talep ediyordu. Ne yazık ki, bu durumu danışanların erotik aktarımı olarak yorumladı ve bunu direnç olarak etiketledi. Bana göre, bu durum bir terapistin kendi inkâr ettiği tatmin ve onaylanma ihtiyacını danışanlarla eyleme dökerek onları bilinçdışı bir şekilde manipüle etmesinin bir örneğiydi (Langs, 1973).

Benzer şekilde, zor danışanlarla çalışma konusundaki ünüyle tanınan bir terapistin yazdığı bir kitapta, farklı ama aynı derecede etkileyici bir kişisel tepki kalıbı gözlemledim. Bu terapistin, danışanlarını öfkelendirme konusunda o kadar şaşırtıcı bir yeteneğe sahip olduğunu fark ettim ki, birkaç danışanı, ona fiziksel zarar vermekle tehdit etmişti onu. Kendi itirafına göre, danışanlarının herhangi bir duygusal tepki alma girişimlerini sürekli olarak engelliyor, ta ki sonunda kendini kaybedip onlara patlayana kadar. İşte o anda, hem danışanlar hem de kendisi rahatlama yaşıyorlardı. Bu durumda, onları gereğinden fazla sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum, ancak nihayetinde onların ihtiyacı olan duygusal geri bildirimi sağladı ve danışanlar iyileşme gösterdi.

Daha yakın zamanda, zengin ve başarılı erkek danışanlarıyla yaşadığı rekabet duygularını açıkça ele alan bir meslektaşımın kitabını okudum. Bu terapist, bu alandaki kendi hassasiyetinin fazlasıyla farkındaydı ve bu farkındalığını gizli güç dinamiklerini inkâr etmek yerine, mümkün olduğunca verimli bir şekilde çalışmak için kullandı. Danışanlarının başarılarını baltalamak yerine, kendi kıskançlığını ve güvensizliklerini hissetmesine izin verdi ve kendini savunmaya geçerek ya aşağılık ya da üstünlük duygusuna kapıldığı anları bilinçli bir şekilde gözlemlemeye çalıştı.

Kendi vaka kayıtlarımı incelediğimde, tekrarlayan duygu ve davranış kalıplarımın bazılarını keşfettim. Meslek hayatımın ilk dönemlerinde, terapötik ilişkiyi genellikle, danışanlarımdan daha fazla çaba harcadığım bir yönde eğilimli hale getirdiğimi fark ettim. Seanslarda olup bitenlerden aşırı derecede sorumluluk alıyor, ardından kendimi fedakâr ama değersiz hissediyordum. Kendimi takdir edilmemiş hissettiğimde, kaçınılmaz olarak danışanlarımı suçluluk duygusuna ve kendilerini kötü hissetmeye iten bir yol buluyordum. Bu senaryoyu tekrar tekrar yaşadıktan ve danışanlarımdan, onlara yönelik ince onaylamama ifadelerimin veya daha çok çaba göstermeleri yönündeki teşviklerimin kendilerini incittiğine dair geri bildirim aldıktan sonra, değişmem gerektiğini fark etmeye başladım. Ne kadar ilerleme kaydedilmiş olursa olsun, danışanımla aramızda bir tür başarısızlık hissi paylaşılıyordu. Ve bu sonucu ben yaratıyordum.

Ayrıca, bana hemen üstünlük kurmaya çalışan danışanlarla çalışmakta zorlandığımı fark ettim. Çocukluk yıllarımda sürekli olarak benden büyük bir kardeşim tarafından domine edildiğim için, bana başlangıçta bu şekilde yaklaşılmasına karşı güçlü bir tepki geliştirmiştim. (Bu kitap boyunca sunacağım vaka örneklerinde, kendi hassasiyetlerimin daha da belirgin hale geleceğini göreceksiniz.)

Burada anlattıklarım kısa ve genel gözlemler olsa da, ana fikrimi yeterince ortaya koyduğumu umuyorum. Her terapist, kendi geçmişini ve beklentilerini terapi sürecine taşır ve belirli bir ölçüde, terapi boyunca kendi duygu, davranış ve beklenti kalıplarını yeniden canlandırır. Sadece danışanlarımız bizi kendi bakımverenlerinin tepki verdiği şekilde yanıt vermeye yönlendirmez, aynı zamanda biz de danışanlarımızı, farkında olmadan, bize tanıdık gelen biçimlerde yanıt vermeye teşvik ederiz (Wachtel, 1993, 2007). Bu tekrarlayan senaryoları tamamen ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu düşünsem de, onları tanımlamak ve onlarla çalışmak mümkündür. Bu süreci başlatan taraf hem terapist hem de danışan olabilir. Ayrıca, biz terapistler olarak kendi tekrarlayan ilişki kalıplarımızın farkında olduğumuzda, danışanlarımızı dünyaya dair kendi bakış açımıza yanlış bir şekilde yerleştirmeye çalıştığımızda onların reddine daha sağlıklı bir şekilde yanıt verme pozisyonunda oluruz.

Bence, iyi bir terapist-danışan eşleşmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri, karşılıklı etkileşimin tamamlayıcı ve istenen bir matris oluşturmasıdır. Geniş bir çerçevede, danışan ve terapistin ilişki kurma ve bağlanma biçimlerinin uyumlu olması gerekir. Bazı kritik alanlarda birbirlerine uyum sağlamalı, bazı alanlarda birbirlerini tamamlamalı ve optimum düzeyde birbirlerini zorlamalıdırlar. Örneğin, yakınlığa tahammül edemeyen bir danışan, bu mesleği kendi samimiyet ihtiyacını karşılamak için seçmiş bir terapistle muhtemelen iyi bir eşleşme oluşturamaz. Tıpkı dostluklar ve romantik ilişkilerde olduğu gibi, en başarılı terapist-danışan ilişkilerinde taraflar genellikle aynı temel değerleri paylaşır, benzer bir duygusal yapıya sahiptir, ancak kendilerini farklı şekillerde ifade ederler. Biri içe dönük, diğeri dışa dönük olabilir. Biri sabah insanı, diğeri gece insanı olabilir. Biri çok sosyal, diğeri yalnız kalmayı daha çok seven biri olabilir. Ancak, başarılı bir terapötik ilişkide, taraflar arasında güçlü bir bağ kurulmasını sağlayacak kadar ortak erken deneyim (early experience) bulunur. Eğer bu temel insani bağlantı noktasında taraflardan biri diğerini gereğinden fazla zorlarsa, ilişki başarısız olur.

Kendi adıma, her yeni terapi sürecinin başında kendime, danışanımla ilgili olarak ne düşündüğümü ve hissettiğimi sorarım. Bu kişiyi neden tedavi etmek istiyorum? Bu süreci potansiyel olarak tatmin edici görmeliyim ki, onunla çalışmayı kabul etmiş olayım. Bu kişinin hisleri veya ihtiyaçları, benim kendi hislerim veya ihtiyaçlarımla, keyif aldığım ya da hoşlanmadığım şeylerle nasıl örtüşüyor? Bu kişiye ne sunabilirim ya da sunamam? Benzer acılar veya korkular yaşamış olabilir miyiz? Aynı hayalleri ve arzuları hangi ölçüde paylaşıyoruz? Bu danışanla birlikteyken kendimi hangi açılardan rahat hissediyorum? Eğer varsa, kaygım nerede? Dışa vurum biçimlerimiz çok farklı olsa bile, ortak bir dil konuşuyor gibi miyiz? Bu kişinin hayatında gerçek bir duygusal fark yaratabileceğimi düşünmemi sağlayan şey nedir ve bunu nasıl yapmayı planlıyorum? (Buechler, 2008). Bir danışanla ilk kez görüşürken, düşünce ve hislerimin serbestçe akmasına izin vermek, onunla iyi bir eşleşme sağlayıp sağlamayacağım konusunda en iyi kararı vermeme yardımcı olur.

İŞ BİRLİKÇİ İLİŞKİYİ TESİS ETME

Bir danışan ve ben birlikte çalışmaya karar verdikten sonra, danışana terapi süreci hakkında bilgi vermeye başlarım. Bazen, danışan pratik bir yaklaşıma sahiptir ve hemen kendi tarafından terapinin ilerlemesine nasıl katkıda bulunabileceğini bilmek ister; bu durumda, bu bilgilendirme süreci tek seferde gerçekleşebilir. Diğer durumlarda, danışanın mevcut semptomlarını ve endişelerini ifade etmek için birkaç seansa ihtiyacı olabilir; bu durumda, terapi sürecine dair bilgilendirme daha sonra devreye girer. Bu tür bir konuşmanın zamanlaması kesin değildir ve birkaç seans boyunca küçük parçalar halinde gerçekleşebilir. Ancak, bu bilgilendirmenin terapi sürecinin erken döneminde mutlaka yapılması gerekir.

Danışanlarıma, terapideki rollerinin pasif olmadığını, aksine terapötik sürecin aktif katılımcıları olduklarını anlatırım. Eğer seansları benim başlatmamı isterlerse, neden bunu kendilerinin yapmalarının önemli olduğunu açıklarım ve özellikle duygu meselesine odaklanırım. Hangi konunun o an için onlar açısından en yüksek duygusal değere sahip olduğunu benim belirlemem mümkün değildir. Geçmişte önemli olan belirli meseleleri gündeme getirebilirim, ancak o an için duygusal olarak neyin en önemli olduğunu bilmek danışanın sorumluluğundadır. Ayrıca, seans içeriklerinin sorumluluğunu üstlenmelerinin önemini vurgularım. Benim rolüm rehberlik etmek ve süreci kolaylaştırmaktır, neyin önemli olduğunu belirlemek değil.

Eğer danışan kaygılı hissediyor ve hiçbir konu aklına gelmiyorsa, zaman zaman “durgunluk (the lull)” olarak adlandırdığım bu anlarda düşünebileceği bazı olası konular öneririm. Ancak, önerilerim her zaman doğrudan danışanın deneyimine dayalı konulara odaklanır. Bunlar arasında bir önceki seans hakkında herhangi bir düşünce veya his, son seanstan bu yana yaşadığı düşünceler, hisler veya olaylar ve o gün seansa gelme konusundaki hisleri yer alır. Ayrıca, danışanları terapi süreci hakkında bilgilendiririm ve değişimin duygunun deneyimlenmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklarım. Bu nedenle, herhangi bir seansta ne hakkında konuşacaklarına karar verirken, hangi konunun kendilerinde en güçlü hisleri uyandıracağını kendilerine sormalarının önemli olduğunu belirtirim.

Danışanlarımı, terapi süreci hakkında hem genel hem de özel olarak nasıl hissettiklerini benimle paylaşmaları için cesaretlendiririm. Söylediklerimle ilgili geri bildirimde bulunmalarını, terapinin herhangi bir şekilde raydan çıktığını düşünüyorlarsa bunu bana bildirmelerini isterim. Onlara, terapiyi yönlendirmek ve sınırları korumaktan benim sorumlu olduğumu, ancak bunu en iyi şekilde yapabilmem için birlikte çalışarak en derin hislerini ve kaygılarını ele almamız gerektiğini söylerim. Onların terapi sürecinin doğasını anlamalarına yardımcı olmak için rehberlik etmeye ihtiyacı olduğu gibi, benim de onlardan hangi şeylerin yararlı, hangi şeylerin yararsız olduğu konusunda geri bildirim almaya ihtiyacım var. Ayrıca, onlar üzerindeki etkimi bilmem gerekir, özellikle de bu etki terapötik ilişkiyi herhangi bir şekilde sekteye uğratıyorsa.

Çoğu danışan, işbirlikçi bir terapötik ilişki fikrini beğenir ve bu yaklaşımın kendilerine güç kattığını hisseder. Terapötik ilişkiye işbirlikçi bir süreç olarak yaklaşmanın, danışanlarda sorumluluk duygusunu pekiştirdiğine ve önemli ölçüde gerileme (regresyon) yaşadıkları durumlarda bile çocukça bağımlılığı en aza indirdiğine inanıyorum. (Bu konuyu bir sonraki bölümde ele alacağım.) Eğitici süreç (educative process), danışanları terapi sürecinde karşılaşacakları deneyimlere hazırlar ve bilinmeyenle karşılaştıklarında yaşadıkları kaygıyı azaltır. Kendilerinde gerçekleşen değişimleri anlamaları, onlara daha büyük bir kontrol ve istikrar duygusu kazandırır.

Örneğin, hafta sonu anksiyete atağı ve depresyon yaşayan bir danışan, pazartesi günkü seansına gelip şöyle diyebilir: “Geçtiğimiz hafta sonu gerçekten çok kötü hissettim ve korktum. Seni aramayı düşündüm ama sonra neden böyle hissettiğimi fark ettim ve telefonla bana fazla bir şey sağlayamayacağını anladım. Bu yüzden seni rahatsız etmek yerine, seansıma kadar beklemeye karar verdim.” Mesleğe ilk başladığımda, danışanlarımda belirgin regresyon (gerileme) belirtileri gözlemlediğimde bunu onlara açıklamazdım. Sonuç olarak, seans aralarında panikle beni ararlar ve “Neler oluyor? Deliriyor muyum?” diye sorarlardı. Ancak, terapi süreci hakkında içgörü kazanan danışanlar, zor zamanları kendi başlarına daha iyi atlatır. Bu da onların çaresizlik hissini azaltır ve terapiste derin bağımlılık geliştirmelerinin önüne geçer.

Bazı danışanlar terapi süreci hakkında daha fazla şey bilmek isterler ve buna daha fazla ihtiyaç duyarlar. Genellikle, ilk birkaç seansta hedef belirleme, ücretlerin ödenmesi, seansların sıklığı, duygusal dürüstlüğün gerekliliği gibi temel bilgileri veririm. Ancak, danışanın duygusal durumu ve mevcut ihtiyaçları her zaman önceliklidir. Bu yüzden, bazı durumlarda bu konular ilk seansta ele alınabilirken, bazı durumlarda birkaç seans beklemek gerekebilir. Terapi ilerledikçe, gerekli gördükçe ek bilgiler vermeye devam ederim. Genellikle danışanların sorularına yanıt olarak açıklamalar yaparım, ancak bazen de ortaya çıkan bir durumu ele almak gerektiğini düşünerek eğitici süreci ben başlatırım.

Örneğin, bir danışan aniden seanslarına geç gelmeye başlarsa, bu durumu onunla konuşurum. Genellikle, ilk tepkisi şu yönde olur: “Bilmiyorum.” “Son zamanlarda işten çıkmakta zorlanıyorum.” Ancak, gecikmenin gerçek nedeni bilinçdışıdır ve keşfedilmesi gerekir. Bu nedenle, sadece danışanı daha fazla düşünmeye zorlamak yerine, bu konuyu birlikte ele almamız gereken bir mesele olarak görürüm. Eğer danışan bir açıklama getirmekte zorlanıyorsa, şöyle bir şey söyleyebilirim: “Bakalım… Son üç seansta geç kaldın. Tahminimce, yaklaşık bir ay önce, ya seans içinde ya da dışında bir şey oldu ve buraya gelmekle ilgili bir iç çatışma yaşamaya başladın. Bunun ne olabileceğini merak ediyorum.”

Bu noktada, danışanın ne söyleyebileceği hakkında bir fikrim olabilir ya da olmayabilir. Ancak, hangi durumda olursa olsun, öncelikle danışanın meseleyi kendi başına fark etmesine fırsat vermek isterim. Örneğin, basitçe “Bir ay önce ne oldu?” diye sormak bile bir tepkiyi tetikleyebilir. Danışan şunları söyleyebilir: “Aman Tanrım, tamamen unutmuşum! Bir seansta söylediğin bir şeye gerçekten sinirlenmiştim, ama bu tamamen aklımdan çıkmış.” “Anne babama ne kadar öfkeli olduğumdan bahsettiğimi hatırlıyorum. Seansı bitirdiğimde kendimi çok suçlu ve nankör hissettim. Onlara ihanet etmişim gibi geldi ve bir daha bunu yapmak istemedim.” Eğer danışan hiçbir şey hatırlamıyorsa ve benim aklımda birkaç olasılık varsa, bunları ifade eder ve danışanın ne düşündüğünü sorarım. Bazen bu, danışanda bir “Aha!” deneyimi yaratır, bazen ise pek bir fark yaratmaz. Eğer hiçbir sonuca ulaşamazsak, şöyle derim: “Muhtemelen henüz fark edemediğimiz bir şey var, ancak bunun zamanla açığa çıkmasını umuyoruz.”

ANDREA VAKASI

Andrea, terapiye yeni başladığı hukuk firmasında işini kaybetmemek için gelen bir avukattı. Terapiye başladığında 30’lu yaşlarının başındaydı ve daha önce iki hukuk firmasından kovulmuştu. Bunun nedeni, meslektaşlarına ve destek personeline karşı sergilediği saldırgan ve kaba davranışlardı. Müvekkilleriyle çoğunlukla iyi çalışıyor ve başarılı bir dava avukatı olarak görülüyordu. Ancak, zamanla yöneticileri, diğer avukatlara ve idari personele karşı sergilediği kavgacı ve kırıcı tavırdan bıktıkları için onunla yollarını ayırıyorlardı.

Andrea, hem önceki meslektaşlarıyla yaşadığı sorunlu ilişkiler hem de kalıcı bir romantik ilişki sürdürememesi nedeniyle bir şeyleri yanlış yaptığını kabul etti. Çok yalnız olduğunu itiraf etti ve hayatının geri kalanını bu şekilde sürdüremeyeceğini fark etti.

Andrea’nın birkaç arkadaşı vardı, ancak sıklıkla onların kendisini ihmal ettiklerini ve görmezden geldiklerini hissediyordu. Hayatından umutsuzdu -pek çok yeteneği ve hayata olan tutkusu olmasına rağmen sonunda yalnız ve işsiz kalmaktan korkuyordu. Etrafındaki insanlara öfkeliydi ve onları “aşırı hassas” ve “zayıf” olarak tanımlıyordu. Kimsenin onu doğrudan davranışlarıyla ilgili yüzleştirmediğini, bunun yerine çocuk gibi amirlere/büyük ortaklara (senior partner) şikayet ettiklerini söyledi. “İnsanlar neden bu kadar korkak?” diye sordu ve neden şikayetlerini doğrudan kendisine iletip meseleyi birlikte çözemeyeceklerini merak etti.

Andrea’nın sorunları için başkalarını suçlamaya olan belirgin eğilimine rağmen, insanların genellikle sağlıklı öfke ifadelerine ve çatışma çözme fırsatlarına dirençli olduğu yönündeki gözlemini anlayabiliyordum ve buna empati duymaktan kendimi alamıyordum. Her ne kadar aşırı saldırgan olduğunu ve bazı iş arkadaşları için korkutucu olabileceğini bilsem de, sorunun tamamen ona ait olmadığını da fark ediyordum. Onun hayal kırıklıklarına karşı içten bir anlayış sergilemem, aramızda bir bağ oluşmasını sağladı ve terapi ilerledikçe Andrea’nın kendi durumundaki sorumluluğunu vurgulamama olanak tanıdı. Andrea, “Eğer sürekli kovuluyorsam ve kimse benimle çıkmak ya da evlenmek istemiyorsa, bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım.” diyerek durumu yineledi. Bu artan öz farkındalık ışığında, hayatının kontrolünü ele alma ve davranışlarını değiştirme potansiyeli olduğunu hissediyordum. Eğer yalnızca başkalarını suçlamaya devam etseydi, onunla çalışmayı kabul etmezdim.

Andrea’nın semptom profili borderline kişilik bozukluğunun karakteristik özellikleriydi. Kötü huylu narsisist annesi tarafından duygusal ihmal ve istismara maruz kalmıştı. Babası o daha altı yaşındayken evi terk edip başka bir eyalete taşınmıştı. Annesi bir daha hiç evlenmemişti. Bu durum, Andrea 13 yaşına geldiğinde anne-kız arasında hiçbir engel bırakmadı ve bu iki dediğim dedik kadın alabildiğine çatışmaya başladılar. Kısa süre sonra Andrea sokaklarda e…rar içiyor ve onu isteyen herkesle s…ks yapıyordu. Ancak sonunda bu seçimlerin felakete yol açabileceğini fark etti. Bunun olmasına izin vermeyeceğine karar verdi. Lisede daha çok çalıştı, mükemmel bir üniversiteye girdi ve mezun oldu, ardından hukuk fakültesinde de aynısını yaptı.

Ona hayatını nasıl tersine çevirdiğini sorduğumda, bunu, okuldan sonra garip bir işte çalışırken tanıştığı yaşça büyük bir adama borçlu olduğunu söyledi. Bu adam onunla birlikte olmuştu, ancak aynı zamanda ona karşı oldukça şefkatli ve nazik davranmıştı. Andrea’ya, yüksek zekasını boşa harcadığını ve hayatını mahvetmek üzere olduğunu söylemişti. Ona, kendi hayatı gibi bir sona sürüklenmemesi gerektiğini öğütlemişti: orta yaşlı, hiçbir şey kazanmayan ve bir yere varamayan biri olmaması gerektiğini söylemişti. Andrea onu dinlemişti. Bu, bana onun hakkında iki önemli şey söyledi: Birincisi, birine bağlanabiliyor ve birinin onun için önemli olmasına izin verebiliyordu. İkincisi, eğer kendisi de isterse, dinleyip değişebiliyordu. Bu yüzden ona muhtemelen yardımcı olabileceğime karar verdim.

Terapinin ilk yılı büyük ölçüde Andrea’nın çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair sıkıntılı hikâyelerini dinlememle geçti. Onun hayal kırıklığını, korkusunu, öfkesini ve yalnızlığını anlayışla dinledim. Yavaş yavaş, tolere edebildiği ölçüde, ona dair gözlemlerimi paylaşmaya başladım. Örneğin birgün, stajyer avukatının kendisine yönelik sözlü tacizden şikâyet etmesi üzerine sinirli bir şekilde seansa geldiğinde, bana aralarındaki etkileşimi ayrıntılı şekilde anlatmasını istedim.Terapide belirlediğimiz hedeflerden biri, onun bu işte kalmasına ve hukuk camiasında dışlanmamasına yardımcı olmaktı, bu yüzden iş yerindeki davranışlarını değiştirmesi konusunda ona yardımcı olma sorumluluğunu fazlasıyla hissettim.

Öfkesini kontrol edemeyen kişilerde sıklıkla görüldüğü gibi, Andrea’nın öfkelenmesine yol açan somut bir olay vardı. Stajyer avukat, Andrea’nın o gün mahkemeye sunması gereken önemli bir dilekçeyi kötü bir şekilde hazırlamıştı. Üstelik bu, ilk hatası da değildi. Ancak, Andrea onu bir kenara çekip yaptığı işten duyduğu memnuniyetsizliği ifade etmek yerine, diğer çalışanların önünde ona bağırarak hakaret etti. Bunun üzerine stajyer avukat gözyaşlarına boğulup oradan uzaklaştı.

Andrea, diğer çalışanların davranışına ne kadar şaşırdığını fark etti ve bana, “Anlamıyorum. Bu kadın ofiste aylak aylak dolaşıyor, işini kötü yapıyor, ben de bunu dile getiriyorum ve kötü adam ben oluyorum, öyle mi?” dedi. Bu, ona sosyal olarak kabul edilebilir davranışlar hakkında eğitim verme fırsatı sundu. Andrea’ya, onun kontrolsüz tepkisinin aslında baştaki haklı şikayetini geçersiz hale getirdiğini anlattım. Kim olursa olsun, eğer birini sözlü olarak aşağılar ya da hakaret edersen, karşı tarafın hatası ne olursa olsun otomatik olarak haksız duruma düşersin, diye açıkladım. Andrea’nın cezalandırıcı tepkileri, başkalarının yaptığı hatalardan çok daha ağırdı. Zamanla, çoğu insanın aşırı düzeyde çatışmadan kaçındığını, ancak onun ise tam tersine çatışmayı fazlasıyla körüklediğini görmesine yardımcı oldum. Üretken bir iletişim ve sağlıklı bir çatışma çözümü açısından her iki uç yaklaşımın da işe yaramaz olduğunu tartıştık.

Andrea’ya duygusal sorunları hakkında da eğitim verdim ve bunun kısmen genetik, kısmen çevresel faktörlerden kaynaklandığını ancak tamamen ortadan kalkmayacağını söyledim. Yoğun duygularını yönetmeyi öğrenmesi, daha az saldırgan ve daha fazla kendini ifade edebilen [girişken] biri haline gelmesi gerektiğini vurguladım. Kendini daha az hayal kırıklığına uğramış hissetmedikçe dürtü kontrolünü geliştiremeyeceğini düşündüğümü belirttim. Eğer davranışları önemli ölçüde düzelecekse, kronik yalnızlık ve reddedilme hislerini azaltması gerektiğini anlattım. Yakın ilişkilerinin olmaması ve diğer insanlarla sık sık çatışma yaşaması, onu günlük yaşamında neredeyse hiçbir duygusal tatmin kaynağı olmadan bırakıyordu. Aşırı duygusal mahrumiyet içindeyken değişim sağlamanın herkes için zor olduğunu açıkladım. Andrea, bu sözlerimi anlaşıldığını hissederek kabul etti. Önceden tahmin ettiğimiz gibi, biriyle çıkmaya başladığında ve bu ilişki birkaç randevudan uzun sürdüğünde, iş yerinde insanlarla daha rahat iletişim kurmaya ve daha az çatışma yaşamaya başladı.

Birgün seansına oldukça üzgün ve şaşkın bir şekilde geldi. Önceki akşam iş çıkışı bir video mağazasına uğradığını ve kasiyerle olumsuz bir karşılaşma yaşadığını söyledi. Uzun bir kuyrukta beklemişti ve bu durum onu fazlasıyla sinirlendirmişti. Nihayet sırası geldiğinde, kasaya videosunu koyduğunda kasiyer ona bağırarak, “Bana videoyu fırlatma! Kendini ne sanıyorsun? Başka bir yerden kirala!” demişti. Yoğun mağazadan utanç içinde ve öfkeyle ayrıldığını anlattı. Daha sonra ATM sıralarında ve marketlerde de benzer olaylar yaşadığını hatırladı. Hatta bir keresinde bir adamın kendisini dövmekle tehdit ettiğini söyledi.

Andrea itiraf etti ki durumu bir türlü anlayamıyordu. Önceki gece video mağazasında yaşananları baştan anlatmasını istedim. “Bu adama gerçekten videoyu fırlattın mı?” diye sordum. “Hayır, fırlatmadım,” diye yanıtladı. “Peki, o halde sence neden bu kadar emin bir şekilde sana bağırdı?” Andrea bir an duraksadı, ardından “Aslında gerçekten fırlatmadım. Ama belki biraz sertçe bırakmış olabilirim. Belki de yapmamam gerekiyordu. Uzun süre beklediğim için hayal kırıklığımı gösteriyordum. Ama kesinlikle ona doğru atmadım,” dedi. Ardından, kendi davranışları nispeten kontrol altında olsa bile, başkalarında öfkeyi tetiklemenin kendisi için olağan olduğunu söyledi. Bu kalıbı anlamasına yardımcı olup olamayacağımı sordu.

Bunu hemen anlayabildim çünkü ben de Andrea ile benzer duyguları deneyimlemiştim. Ofiste kötü bir gün geçirdiğinde, seansa öfkeyle dolu bir yüz ifadesi ve beden diliyle gelirdi: duruşu, yüz ifadesi ve hatta hareketleri ilkel bir öfke taşıyordu. İyi bir gününde bile yüksek bir gerginlik seviyesi hissediliyordu ve öfkesi her an alevlenebilir gibi görünüyordu. Bu yüzden ona, onun sürekli durumu ya da homeostazisinin, savunmacı bir hayal kırıklığı ve öfke düzeyinin yükselmiş bir hali olduğunu açıkladım. Kendini “iyi” hissettiğinde bile, başkalarına öfkeli görünüyordu ve bu durum onların korkmasına ve onun varlığında savunmaya geçmesine neden oluyordu. Bu da duyguların bilinçdışı “bulaşıcılık” faktörünü gözler önüne seriyordu.

Andrea’nın üstü örtülü öfkesiyle başa çıkmakta sık sık zorlanıyordum çünkü ben de benzer sorunları olan bir kardeşle büyümüştüm. Kardeşim Andrea kadar şiddetli olmasa da, bazı ortak özellikler taşıyordu. Küçüklüğümde onun dünyaya duyduğu öfkenin hedefi gibi hissettiğim zamanlar olmuştu ve bu deneyim, Andrea gibi danışanlarla çalışırken bana hem içgörü hem de bir tür rahatlık sağlıyordu. Ancak bu durum bazen onun eleştirilerine ve sözel saldırılarına karşı aşırı duyarlı olmama da yol açıyordu. Kimi zaman, ona açıklamaya çalıştığım savunmacı tepkiyi bizzat kendimde de gördüğüm oluyordu ve bu anları fark ettiğimizde, açık bir şekilde tartışarak ele alıyorduk.

Yine de, Andrea’nın bastırılmış öfkesine dair yaptığım açıklamalara ilk tepkisi hayal kırıklığıydı. Farkında bile olmadığı bir şeyi nasıl değiştirebilirdi? Kendi kişiliğinin temel bir yönünü nasıl dönüştürebilirdi? Ona, savaşmaya hazır olma halinin tamamen bilinçdışı olduğundan şüpheli olduğumu söyledim. Evet, bu duruma alışmıştı ve genellikle ne kadar savunmacı ve öfkeli olduğunun farkında değildi. Ama gerçekten tamamen habersiz miydi? Bu fikri onunla daha fazla sorguladığımda, ona kendi gerginliğini hissedip hissetmediğini ve başkalarının tepkilerini sezip sezmediğini sorduğumda, bunu kabul etmek zorunda kaldı. Ama yine de ne yapacağını bilmiyordu. Onunla, kim olduğunu kabul etmesi, hislerinin daha fazla farkına varması ve öfkesini patlama noktasına gelmeden önce uygun şekilde ifade etmesi üzerine çalıştık. Borderline kişilik bozukluğu olan birçok danışan son derece pasif ve bastırılmış olup, yalnızca dayanamayacak duruma geldiklerinde öfkelerini açığa çıkarırlar. Andrea, borderline kişilik bozukluğu olan pek çok danışandan daha az pasifti, ancak yine de çoğu zaman öfkesini ve hayal kırıklığını ifade etmek için çok uzun süre bekliyordu. Ayrıca, kendini yatıştırmayı ve rahatlatmayı öğrenmesinin ne kadar önemli olduğunu da konuştuk.

Bazen oldukça yoğun duygusal etkileşimlerimizi dışarıda bıraktım çünkü en zor danışanlarla bile terapinin eğitici ve iş birliğine dayalı yönlerini vurgulamak istedim. Andrea’yı, borderline kişilik bozukluğu olan bireylerin tedavisinde karşılaşılan özel sorunlara ayrılmış olan Yedinci Bölüm’de daha ayrıntılı olarak ele alacağım.

LAURA VAKASI

Yaklaşık bir buçuk yıldır Laura’yı tedavi ediyordum. O, fizik muayenesi sırasında ağlamaya başlamasının ardından doktoru tarafından yönlendirilmiş, düşük ücretli (low-fee) bir hastaydı. Doktoru, tansiyonunun çok yüksek olduğunu ve kilo vermesi gerektiğini söylemişti. Laura, 50 yaşında, çocuksuz, boşanmış ve yalnız yaşayan bir kadındı. Bir ofis yöneticisi olarak çalışıyordu ve işkolikti. İş dışında yaptığı başlıca aktiviteler yemek yemek ve televizyon izlemekti. Hafta sonları, birkaç mil ötede yaşayan yaşlı ebeveynlerini ziyaret ediyordu. Haftada bir kez, bir kardeşiyle, iş arkadaşıyla veya arkadaşıyla sosyal bir etkinliğe katılıyordu. Boşanmasından beri, yani on yıldır depresyonda olduğunu söylüyordu, ancak belirtileri son birkaç yıl içinde daha da kötüleşmişti. Daha önce hiç terapi almamıştı ama doktorunun terapiyi önermesi ve ona benim adımı vermesi onu rahatlatmıştı.

Tedavinin yaklaşık altıncı ayında, Laura’nın haftada iki kez gelebilmesi için ücretini düşürmeyi teklif ettim. Bu teklifi kabul etmekte isteksizdi, kendini suçlu ve değersiz hissediyordu, ancak sonunda kabul etti. O zamana kadar bana güçlü bir bağ kurmuş ve belirgin bir semptom iyileşmesi göstermişti. Bu teklifi yapmamın nedeni, beklediğimin aksine gerileme göstermeye başlamasıydı; iyileşmeye devam etmek yerine, gerilemeyle ilişkili aşırı acı çekme ve özlem belirtileri sergilemeye başlamıştı.

Seanslarını artırdıktan sonra tekrar iyileşmeye başladı. Bana olan bağlılığı giderek güçlendi ve bir gün bana, beni sevdiğini söyledi. Laura’nın terapisi yoğun geçti ve canlı bir diyalog sürecini içeriyordu. Aşağıda, terapisi sırasında aramızda gerçekleşen iki önemli duygusal etkileşimi paylaşıyorum.

Laura ile ilişkim olumlu olsa da, başlangıçta onu bir danışan olarak kabul ettiğim için büyük bir heyecan duymamıştım. İlk randevuyu almak için aradığında yaşından daha genç bir ses tonuna sahipti, canlı ve samimi bir şekilde konuşuyordu. Bana, psikanalitik bir yaklaşım benimsediğimi duyduğunu ve depresyonunun özüne inmek istediğini söyledi.

Doğal olarak, bu sözler kulağıma müzik gibi gelmişti ve onunla tanışmayı dört gözle bekliyordum. Bekleme odasının kapısını açtığımda ise karşıma iyi bakımlı olmasına rağmen hiç de şık olmayan, yaşlı ve obez bir kadın çıktı. Terapistler genellikle sofistike, iyi giyimli, varlıklı danışanlarını fark etmeye eğilimlidirler. Ancak işin diğer tarafı pek konuşulmaz -bu durumda, benim için hayal kırıklığı yaratan şey, büyük olasılıkla değişmek için fazla yaşlı olduğunu düşündüğüm, hayal kırıklıklarıyla başa çıkmak için yiyeceklere yönelen, fiziksel olarak hareketsiz ve sağlık sorunları olan, zeki ama herhangi bir akademik eğitimi bulunmayan birini tedavi edecek olmamdı. Daha da kötüsü, maddi durumu hiç iyi değildi. Sağlık sigortası oldukça kısıtlıydı, takvim yılı başına haftada bir seans bile karşılamıyordu ve kredi kartı borçlarıyla boğuşuyordu. Laura, beklediğim harika yeni danışan değildi.

Onu görmeye devam ettim, büyük ölçüde ilk seansta hıçkıra hıçkıra ağlaması ve büyük bir acı içinde olması nedeniyle. Depresyonunu hafifletmek için çaresiz olduğunu, ancak ilaç kullanmadan psikoterapiyi denemek istediğini söyledi. Ona, yiyeceklerin onun için bir tür ilaç işlevi gördüğünü söyledim ve bunu kabul etti. Özellikle yüksek tansiyonunun bir sorun olması nedeniyle, (doktorunun onayıyla) egzersiz yapmasını önerdim. Yürüyüş yapmaya başlamayı kabul etti. İlk seansın sonunda, onu tedavi etme konusunda kendimi oldukça iyi hissettim. Analitik terapi için uygun bir aday olmasa da, kesinlikle terapiye ihtiyacı olan, makul ve sempatik bir kadındı. Ve hayatını değiştirmek istiyordu.

Laura’nın terapisine başladıktan birkaç ay sonra, onu görmeyi dört gözle beklediğimi fark ettim. Oyunbaz bir yapıya sahipti ve harika bir mizah anlayışı vardı, ancak bu mizah anlayışını çoğu zaman kendi aleyhine kullanıyordu. Her seansta hem bir yaşam sevinci hem de yoğun bir umutsuzluk hissi sergilemeyi başarıyordu. Son derece konuşkandı ve seansları kolayca doldurabiliyordu. Ayrıca, yaptığım yorumları dinleyip içselleştirebiliyor ve hayatına dair hızla içgörü kazanabiliyordu. Geri bildirim almayı çok seviyordu ve bir memnun edici olarak, bu geri bildirimlerle neler yapabileceğini bana göstermeye bayılıyordu. Onu bekleme odasında karşıladığımda, bana gülümseyerek selam verirdi. Beni görmekten ve seansına katılmaktan büyük bir mutluluk duyuyordu. Kısa süre sonra, ona ne kadar bağlandığımı fark ettim.

Biz yakınlaştıkça, Laura bana daha fazla acısını gösterdi. Hayatındaki en büyük acının, kimse için önemli olmadığını hissetmek olduğunu sürekli dile getiriyordu. Başka bir insana sunabileceği hiçbir şeyin olmadığını bilmenin katlanılmaz olduğunu söylüyordu. Başka birinin hayatını zenginleştiremeyeceğine inanmayı nefret ettiği bir şey olarak tanımlıyordu. Onun yanıldığını anında biliyordum, çünkü benim hayatımı zenginleştiriyordu. Ayrıca, bu kaygısının doğası beni derinden etkiliyordu. Tedavi ettiğim çok az kişi, başkalarına ve dünyaya olan katkıları konusunda bu kadar endişe duyuyordu. Laura, çaresizce bir fark yaratmak istiyordu ve şimdiye kadar bunu başaramadığına ve asla başaramayacağına emindi.

Bu beni onunla yaşadığım ilk zor ana getirdi. Bu senaryoyu defalarca bana anlatmıştı ve benden bir tür yanıt beklediğini biliyordum. Ama ne? Ailesinin ve arkadaşlarının sürekli onu teselli etmeye ve kurtarmaya çalıştığını söylüyordu. Kendisinin bu acıma tepkisini tetikleyen bir şey yaptığını bildiğini ama çaresiz ve muhtaç biri olarak görülmekten nefret ettiğini dile getiriyordu. Bu yüzden ona aşırı sempati gösteren ya da boş bir teselli sunan herhangi bir şey söylememem gerektiğini biliyordum. Acısını hafifletmemi istemiyordu ama benden bir şey bekliyordu. Ne? Aklımdan onu kurtarmaya yönelik kısa süreli fanteziler geçti; ona derinden önem verdiğimi söylemek istedim ama bunu yapmamam gerektiğini de biliyordum.

Bir sonraki seansta, yine kimse için önemli olamayacağını ve başkalarına gerçekten anlamlı bir şey sunamayacağını söylediğinde, “O zaman neden seni görmek için sabırsızlanıyorum?” dedim. Bana baktı, sözlerimi duyduğunu belli etti, sonra gözlerini kaçırıp mırıldandı: “Bilmiyorum.” Söylemeye devam etti ama benim yorumumu doğrudan ele almadı. Yine de yüz ifadesi ve beden dili, sözlerimin onda bir etki yarattığını gösteriyordu. Bir sonraki seansta, benim onu görmek için sabırsızlandığımı söylememin zihnine takıldığını ve onun için çok anlamlı olduğunu söyledi. Ancak hemen ardından, bunun inanılmaz göründüğünü ekledi. Ona, söylediğimi samimiyetsiz bulup bulmadığını sordum. “Hayır, bunu uydurduğunu düşünmedim,” dedi. Sadece kendisiyle ilgili duygu ve düşüncelerini değiştirmenin çok zor olduğunu belirtti. Benim sözlerimi, kendisi hakkındaki yerleşik algısıyla bağdaştıramıyordu: “Sadece senin söylediklerinle değişemem, biliyorsun.” Ona gülümsedim ve bunu tamamen anladığımı söyledim. Kendisini nasıl gördüğünü değiştirmesinin uzun zaman alacağını biliyordum. Hâlâ kendine yönelik nefretini hissetmeye ve ifade etmeye ihtiyacı vardı. Onun da anlaşıldığını bilmekten memnun olduğunu gördüm. Benim sözlerimin ona bir umut verdiğini söyledi. İşte benden ihtiyacı olan şey buydu -ona yeterince önem verdiğimi ve birgün benim için gerçekten önemli olabileceği umudunu hissettirmek.

Ve elbette, benim için gerçekten önemli olduğuna dair bilinçdışı bilgisini onaylamama da ihtiyacı vardı. Daha önce de belirttiğim gibi, ona saygı duyuyordum ve zamanla ona ve yaşadıklarına gerçekten önem vermeye başladım. Duygulanım literatüründe okuduğum her şey, klinik deneyimlerimle örtüşüyordu: İnsanlar, bilinçdışı düzeyde de olsa, birbirlerinin ne hissettiğini bilirler. Benim için terapi, onu, her iki tarafın da daima birbirlerinin hislerini bildiği bir süreç olarak gördüğümden beri çok farklı bir boyut kazandı.

Erken dönem deneyimler, mevcut gerçekleri kabullenmede bir engel oluşturabilir. Wachtel’in (2007) belirttiği gibi, Laura’nın kendine dair algısının, benim ve diğerlerinin ona karşı gerçekten nasıl hissettiği yönünde değişmesi gerekiyordu. Ancak bu değişim yalnızca içgörü yoluyla gerçekleşemezdi. Gerekli olan, duygularında gözle görülür bir değişime yol açacak, bir dizi kademeli duygusal deneyimdi.

Bir sonraki örneğim, aynı hastaya yaptığım başka bir müdahaleyi içeriyor. Daha önce bahsetmediğim bir konu, onun sık sık arkadaşlarına ve ailesine hediyeler alarak kendini sevdirmeye çalışmasıydı. Terapinin başlarında, sevgiyi satın alma ihtiyacını ve bunun, kendisini sevilmeye değer görmemesinden kaynaklandığını konuştuk. Noel yaklaşırken bana bir hediye vermeyi düşündüğünü söyledi. Büyük ihtimalle el işi yapacağını, çünkü sık sık el sanatlarıyla uğraştığını belirtti. Ben de, “Bana bir şey vermek yerine, bunu konuşmamız daha doğru olmaz mı?” diye sordum. Cevabı netti: Evet, bir şey vermesi gerekiyordu. Bu fikir ona o kadar yabancıydı ki, hediye vermemenin nasıl mümkün olabileceğini hayal bile edemiyordu. Bunun üzerine, hediyenin ucuz olması şartıyla kabul ettim. Laura bunun sorun olmadığını söyledi ve bana kendi yaptığı bir şey vereceğini belirtti.

Noel’den önceki son seansında, içinde birkaç farklı eşyanın bulunduğu bir hediye çantası getirdi. İçinde paketlenmiş birkaç hediye olduğunu görünce, “Bunları sen mi yaptın?” diye sordum. “Hayır,” dedi. “Satın aldım. Ama çok para harcamadım.”

“Ne oldu, bana bir şey yapacaktın?”

“Zamanım olmadı, o yüzden sana bir şeyler satın almaya karar verdim.”

“Maddi sıkıntılar yaşadığını ve kendini yoksun hissettiğini söylemene rağmen benim için para mı harcadın?”

“Evet, almak zorundaydım. Sana hiçbir şey vermemek bana çok kötü hissettirirdi.”

Onun bu zorunluluk hissiyle hareket ettiğini görmek beni üzdü. Paketi elime aldım ama açmadım; hediyelerini açarak bu davranışı pekiştirmek istemedim. Zoraki bir gülümsemeyle teşekkür ettim, fakat memnun görünmediğimi hissettirmeden edemedim. Bir sonraki seansta, tatil arası nedeniyle on gün sonra buluştuk. Seansın başında gözyaşlarına boğuldu ve hediyeleri verirken yüzümde beliren hayal kırıklığı ve onaylamama ifadesinin onu ne kadar incittiğini anlattı. O günden beri kendini berbat hissettiğini söyledi. Sonra kendisini küçümseyerek, ne kadar aptal olduğunu ve benim ne istediğimi bildiği halde neden tersini yaptığını sorguladı. Ona, bu kadar incinmesine üzüldüğümü ve hediye verme isteğinden onu caydırmak istediğimi, ancak bunu bu kadar ağır bir bedelle yapmak istemediğimi söyledim. O ise bunun tamamen kendi hatası olduğunu yineledi. Kendini bile bile incittiğini ve benim suçum olmadığını vurguladı. O anda konuyu daha fazla ilerletemedik ve başka meseleleri konuşmaya devam etti. Ancak ben, bu konunun henüz tamamlanmadığını biliyordum.

Laura, şehir dışından gelen kız kardeşinin, başka bir kardeşiyle birlikte zaman geçirirken kendisini bilinçli olarak dışladığını düşündüğü için duyduğu öfkeyi dile getirdi. Son ziyaretinde, kız kardeşi kimseye haber vermeden diğer kardeşinin evinde kalmıştı. Laura bunu öğrendiğinde hem incinmiş hem de öfkelenmişti. Kız kardeşlerinin bu davranışı, onun kendini sevilmez ve önemsiz hissetmesine yol açıyordu. Kardeşinin dışlayıcı davranışına karşı çıkması gerektiğini düşündüğünü söyledi, daha önce de bunu benimle konuşmuştu. Ancak çatışmadan ne kadar nefret ettiğini yineledi.

Ertesi hafta bir rüya gördüğünü anlattı. Rüyasında, büyük bir çeki banka hesabına yatırmayı unuttuğunu fark ediyordu. Çeki bir çekmecede bulduğunda panikliyordu. Bu kadar önemli bir şeyi ertelediğine inanamıyordu. Ona rüyanın ne anlama geldiğini sordum.1 Açıkça halledilmesi gereken bir şeyi gömdüğünü söyledi. Bunun ne olabileceğini sorduğumda, kız kardeşiyle kendisini reddetmesi hakkında konuşmadığını dile getirdi. Konuşmak istediğini ama korktuğunu söyledi.

(1Bu rüyanın, burada ele aldığım konudan daha derin anlamlar içeren bir içeriği olduğu açık. Ancak, tartışmamı Laura ile terapinin belirli bir aşamasında yaşadıklarımızla sınırlamak istiyorum.)

Laura’nın benimle her zamanki kadar açık olmadığını fark ettim ve ona yılbaşında aramızda geçen olay hakkında daha fazla düşünüp düşünmediğini sordum. Çok düşündüğünü söyledi. İçimden geldiği gibi, “Beni affettin mi?” diye sordum. O da aynı hızla, “Hayır,” diye yanıtladı. Bu hızlı yanıtı kendisini bile şaşırttı ve hemen geri adım attı, kendisinin gereksiz yere aşırı hassas davrandığını söyledi. Sonuçta, en başından beri hatalı olanın kendisi olduğunu düşündüğünü ekledi. Resmen reddedilmeye davetiye çıkardığını, başka ne beklediğini sorguladı.

Ona ilginç bir soru sorduğunu söyledim: Ne bekliyordu? Laura, benim için hediye alışverişi yapmaktan ve beğeneceğimi bildiği şeyleri almaktan gerçekten keyif aldığını söyledi. Bu hediyeleri alırken kendini harika hissettiğini, bana çok bağlı hissettiğini ve bunun onu mutlu ettiğini anlattı. “Sana bir şey almam gerekiyordu,” dedi.

“Bana bir şey alman gerekiyordu çünkü beni seviyorsun ve bu duygularını benim hissetmemi ve kabul etmemi istedin,” dedim.

“Evet,” diye yanıtladı. “Ama tek aldığım senin onaylamadığındı.”

“O halde bunu pek de iyi idare edemedim, değil mi?”

“Hayır, aslında öyle değil. İnsanlara hediye alma ve harcama konularında sorunlarım olduğu konusunda haklıydın.”

“Peki, eğer haklı olduğuma eminsen, neden beni henüz affetmedin?”

Bu soru karşısında hoş bir şekilde şaşırmış görünüyordu. Ona belki de ondan çok erken değişmesini beklediğimi söyledim. Onun için beni sevip de bu sevgisini ona göre anlamlı bir hediye vererek ifade etmemesi imkânsızdı. “Sonuçta, senin bakış açına göre bu hediye aslında bana olan sevginin bir ifadesiydi. Ben de bunu nazikçe kabul etmeli ve sana kendi hızında değişmen için zaman tanımalıydım.”

“Ama bunu yapamadın.”

“Hayır, yapmadım. Yapabilirdim. Sadece susup teşekkür etmeliydim.”

Laura kahkaha attı. “Eh, bu benim de hatam,” dedi.

Laura ile çalışırken, onun için aşırı uyarıcı veya çocuklaştırıcı olabilecek güçlü duygularımı dengelememin ne kadar önemli olduğunu anladım. Aynı zamanda, onun bende uyandırdığı duygulara tepki olarak ona geri bildirim vermem gerektiğini de gördüm. Laura’nın ilişki kurma kalıbı, kendisini çaresiz, muhtaç, sevilmez ve bağımlı biri olarak konumlandırarak tekrar ediyordu. Hayatındaki herkes ona tavsiyeler veriyor ve hayatını kötü yönetmesi ve yanlış kararları nedeniyle onu azarlıyordu. Kardeşlerinin hepsi ona tepeden bakıyor, iki küçük kardeşi de dahil. Laura, insanlarla sınırlı bir etkileşim biçimine sahipti ve bu, alabileceklerini büyük ölçüde kısıtlıyordu. İnsanları kendisini küçümsemeye ve ona yukarıdan konuşmaya yönlendirdiğini biliyor, ancak bunu nasıl değiştireceğini bilmiyordu.

Benim rolüm, onun uyandırdığı acıma duygusuna ve kurtarma fantezilerine kapılmaktan kaçınmak (geleneksel bilgelik) ve ona, hakkındaki gerçek hislerimle ilgili dürüst geri bildirim vermekti. Laura’nın ihtiyaç duyduğu olumlu geri bildirimi vermek zordu çünkü sürekli olarak acıma ve güvence talep ediyordu. Ancak, onun hakkında ne hissettiğim ve onu nasıl deneyimlediğim konusunda hiçbir şey söylememiş olsaydım, terapi aniden durma noktasına gelirdi.

Laura reddedilmekten o kadar korkuyordu ki, asla insanların kendi zayıflıklarını veya kötü davranışlarını eleştirmiyordu. Ona, yalnızca terapötik olmayan değil, aynı zamanda bencil ve narsistik bir şekilde davrandığımı bildirmemin özellikle terapötik olduğunu düşünüyorum. Onun değişmesini istememin asıl sebebi, kendimi iyi hissetmekti. Onun ihtiyaçlarına karşı duyarsızdım çünkü Noel’de bana hiçbir şey almak zorunda kalmamasından duyacağım tatmini istiyordum. Sabırsızdım ve onun en iyi çıkarına olacak şekilde hareket etmedim, oysa davranışımı kolayca rasyonelleştirebilirdim. Kendisi de ifade ettiği gibi, hediye verme davranışı “yeterli olmadığı” hissine dayanıyordu ve bu davranışı benim tarafımdan herhangi bir şekilde pekiştirmek de ona faydalı olmayacaktı.

Tekrarlayan kalıplarıma dönecek olursak, Laura’yı gereksiz yere incittiğim ve reddettiğim, onun kendini kötü hissetmesine neden olduğum açıktı; üstelik bunu, tüm çabalarına ve kaydettiği önemli ilerlemeye rağmen yaptım. Bunu fark ettim, ancak tüm bu içgörülerimi onunla paylaşmadım. Bunun yerine, ona acı veren hatalarım ve olumsuz davranışlarım üzerinde durarak, sorumluluğumu kabul etmeye odaklandım.

Bu örnekte, hem Laura’nın hem de benim geçmişte hayatımızdaki önemli kişilerin davrandığı şekilde birbirimizi eğittiğimizin açık olduğunu düşünüyorum. Ancak aynı zamanda, ikimiz de yeni bir şey yaratmak için çabalıyorduk. Noel’deki karşılaşmamızdan sonra Laura’nın haftalarca alışılmadık şekilde içine kapanık kaldığını fark ettiğimde bir hata yaptığımı anladım. Kendini her şey için suçlama eğiliminde olan biri olarak, onun benden bu kadar uzaklaşmasının tek nedeninin, hem onu hem de terapötik süreci inciten bir şey yapmış olmam olabileceğini biliyordum.

KARŞILIKLI ETKİLENİM VE KIRILGAN DANIŞAN MİTİ

Schlessinger (2003), danışanlarımızı etkileme konusundaki yanılsamalarımıza dair keskin bir gözlemde bulunmuştur. Şöyle der:

“Eminim tüm analistlere, eğitimlerinin daha aktif anlarında, transferansı bozmamaları konusunda uyarıda bulunulmuştur. Çoğu zaman, eğer transferansı bozmanın kolay bir yolunu bilseydim, bunu şişeleyip satardım ve zengin olurdum diye düşünmüşümdür.” (s. 226).

Schlessinger’a ek olarak, Lomas (1987) ve birçok diğer yazar, transferansın kaçınılmaz doğasına dair benzer noktalar dile getirmiştir. Buna karşı aktarımı da ekleyebiliriz. Danışanlarımızla etkileşime girdikçe, her iki taraf da kaçınılmaz olarak birbirini etkilemeye çalışır ve bilinçli ya da bilinçdışı yollarla birbirini tanıdık veya tatmin edici olan bir yöne doğru yönlendirir.

Psikanalistlerin danışanlarına doğrudan ne yapmaları gerektiğini söylememeleri gerektiği düşünülse de, ben bunu sıkça yaptığımı itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum -özellikle de danışanımın açıkça felakete yol açabilecek bir karar almak üzere olduğu durumlarda. Örneğin, maddi sıkıntıları çözmek için kumar oynamaya başlamak, stresli bir olaya tepki olarak kendine zarar vermeyi planlamak veya sınırda diyabet teşhisi almasına rağmen sağlıksız beslenmeye devam etmek gibi. Ehliyeti olmayan bir danışanımla, bağımsızlığın bir parçası olarak ehliyet almanın önemini defalarca konuştum. Yıllar içinde danışanlarımı bilinçli ve açık bir şekilde etkilemeye çalışırken fark ettiğim şey, aslında baştan beri bildiğim ama sınamam gereken bir gerçekti: Danışanlarım yalnızca benim müdahalemden önce de gitmek istedikleri yöne doğru ilerlememe izin verdiler.

Tıpkı davranışsal planların çoğu zaman işe yaramaması gibi, bir terapistin danışanını gerçekten istemediği bir şeyi yapmaya ikna etme girişimleri de büyük olasılıkla başarısız olacaktır. (Örneğin, önemli ilerlemeler kaydetmiş ve hayatında birçok büyük değişiklik yapmış olmasına rağmen, bahsi geçen danışanım ehliyetini hiçbir zaman almadı. Araba kullanmaktan korkuyordu ve aslında bunu istemiyordu.) Ancak danışanlar genellikle ima yoluyla bazı ipuçları verirler ve hatta doğrudan tavsiye isterler, özellikle de istedikleri bir değişim için destek arıyorlarsa. Bu konuyla ilgili yapılan sınırlı araştırmalar (Curtis, 2004), danışanların talep ettikleri tavsiyeleri genellikle değerli bulduklarını, ancak kendilerine sorulmadan verilen tavsiyeleri faydasız ve terapötik açıdan etkisiz olarak değerlendirdiklerini göstermektedir.

Bu etki kavramına karşı öne sürülen karşı argüman büyük ölçüde, terapistlerin yıllarca danışanları üzerinde etkili olduğu ancak bunun terapötik bir kazanç sağlamadığı veya hatta zarar verdiğine dair anekdotlardan kaynaklanmaktadır. Yıllar önce psikanalizden geçmiş kişiler, gizemli ve sessiz analistleri hakkında, onları etkilemeye veya memnun etmeye çalıştıkları hikâyeleri gönüllü olarak anlatırlar. Analistleri tarafsız kalma çabaları içinde nadiren duygu veya coşku gösterdiğinden, bu danışanlar en ufak bir yüz ifadesi değişikliğini veya diğer bedensel ipuçlarını gözlemlemeye odaklanmışlardır. “Analistlerini okumak” neredeyse yarı zamanlı bir iş ya da bir takıntı hâline gelmiştir. Bu danışanların, analistlerinin onaylayacağını düşündükleri yönde bazı davranışlarını değiştirmiş olmaları muhtemeldir. Peki, bu durum danışanların terapistlerini memnun etmek için davranışlarını değiştireceğini ve aşırı etkinin gerçekten bir endişe kaynağı olduğunu kanıtlar mı? Hem evet hem hayır.

Öncelikle, sfenks gibi sessiz kalan terapistlerin danışanlarına çok az geri bildirim sağladıkları, hem sözel hem de sözel olmayan düzeyde iletişimde bir boşluk yarattıkları açıktır. Duygusal olarak mesafeli ve sessiz bir terapist, gerekli duygulanımsal iletişimi kolaylaştırmak yerine, danışanın büyük çaba harcayarak doldurmaya çalıştığı bir boşluk yaratır. Bu tür bir duygusal boşlukta çalışan danışanlar, kendi ihtiyaçlarına odaklanmak yerine, terapistlerinden belirgin bir duygusal tepki almak için fazla çaba sarf edebilirler. Duygularını yüzlerinde göstermeye ve danışanlarının talep ettiği durumlarda geri bildirim vermeye istekli olan terapistlerin (Maroda, 1991, 1999), danışanlarının onları memnun etmeye çalışmak için fazladan çaba harcamasına yol açma olasılığı önemli ölçüde daha düşüktür. Kendi klinik deneyimime göre, seanslarda ne kadar doğrudan ve açık olursam ve danışanlarımı kendilerini ifade etmeye teşvik edersem, zamanla sürekli bir şekilde hürmet görmektense daha fazla eleştiri alıyorum.

Elbette, terapistin davranışından bağımsız olarak, aşırı derecede memnun etmeye çalışan, itaatkâr danışanlar da vardır. Önceki Laura vakası, etkileme meselesinin her iki yönünü de açıkça göstermektedir. Laura, her zaman beni memnun etmeye aşırı derecede önem veriyor ve en ufak bir reddedilme veya coşku eksikliği algısı karşısında derin bir üzüntü hissediyordu. Ancak terapi ilerledikçe, duygusal olarak evli bir eski sevgilisine hâlâ bağlı olan bir adamla bir ilişkiye girdi. Başlangıçta bu adam, hem Laura hem de eski sevgilisiyle vakit geçiriyor ve cinsel ilişkisinin yalnızca Laura ile olduğunu iddia ediyordu. Ancak eski sevgilisiyle ilişkisini sonlandıracağını söylemesine rağmen, bu durum uzun süre devam etti ve Laura haklı olarak hayal kırıklığına uğramış, incinmiş ve öfkelenmişti.

Laura kısa süre içinde fark etti ki, eğer bir akşam ondan uzak kalırsa -örneğin arkadaşlarıyla dışarı çıkarsa, ailesini ziyaret ederse ya da spora giderse- sevgilisi o geceyi eski sevgilisiyle geçiriyordu. Adam, herhangi bir cinsel ilişki içinde olduklarını kesin bir dille reddediyor ve sadece “iyi arkadaş” olduklarını söylüyordu. Bir yıldan uzun bir süre birlikte olduktan sonra, Laura bu adamla birlikte yaşamaya başladı. Ne yazık ki, eski sevgili hâlâ sık sık hayatlarında yer alıyordu. Laura, terapi sürecinde üzerinde çalışmak istediği konuyu bana açıkça ifade etti. Bu durumu kabullenmesi, sadece arkadaş olduklarını kabul etmesi ve kıskançlık ve öfkesini kontrol altına alması gerektiğini söyledi. Başta şaka yaptığını sandım. Ancak ciddi olduğunu fark ettiğimde, bu hedefin gerçekçi olmadığını düşündüğümü ona söyledim. Bu kadının hayatında yer almasından rahatsızlık duymasının ve kıskanmasının son derece doğal olduğunu belirttim -özellikle de sevgilisi, bu kadının hayatının aşkı olduğunu, ancak onun kocasını terk edip kendisiyle evlenmeyi reddettiğini söylediği için.

Laura, ona öfkelenme ve daha fazlasını bekleme hakkı olduğunu söylediğimde gözle görülür şekilde rahatsız oldu. Peki, sevgilisinin bir yıl önce bu ilişkiyi bitirme sözü vermesine ne olmuştu? Laura, onu durumla yüzleştirmemden nefret ettiğini açıkça dile getirdi ve hayatında ilk kez aşık olduğunu, 50 yaşında bunu kaybetmeye niyeti olmadığını söyledi. Eğer başka bir seçeneği yoksa, sevgilisinin eski sevgilisiyle olan ilişkisini kabullenebileceğini ifade etti. Ayrıca, aralarında cinsel bir ilişki olmadığını söylediğinde ona inandığını belirtti.

Laura’yı daha kararlı olmaya, sevgilisinden daha fazlasını beklemeye ve kendi duygularını kabul etmeye teşvik etme çabalarım tamamen başarısız oldu. Onu etkileme girişimlerim hiçbir işe yaramadı -üstelik bu, benim yönlendirmemle egzersiz yapmaya başlayıp önemli ölçüde kilo veren, kararsız olduğunu fark ettiğimde arkadaşları ve ailesiyle daha kararlı bir duruş sergileyen ve benimle ilgili hoşnutsuzluğunu dile getirmekten çekinmeyen biriyle yaşandı. Laura, başlangıçta etkilenmekten ve desteklenmekten hoşlanıyordu, çünkü yıllardır yapmak istediği şeyleri gerçekleştirmesine yardımcı oluyordum.

Sevgilisiyle yaşadığı mesele çok daha derin ve önemliydi. Bu durum, onun tüm ilişkilerinde görülen sadomazoşistik eğilimlerinin bir tekrarıydı (bu, Noel hediyeleriyle ilgili etkileşimimizde de görülebilir), hızla kurduğu simbiyotik ilişkilerin, aşırı bağımlılığının ve en makul taleplerinin bile terk edilme ile sonuçlanacağına dair derin korkularının bir yansımasıydı.

Laura, terapisi boyunca büyük ilerleme kaydetti; kendiliğinden ağlama nöbetlerini, kompulsif yeme davranışını ve diğer depresif semptomlarını ortadan kaldırdı. Ayrıca daha zengin bir sosyal hayat kurdu, iş saatlerini azalttı ve normal bir çalışma düzenine geçti. Ancak, sağlıksız olduğunu düşündüğüm romantik ilişkisi nedeniyle daha fazla ilerleme kaydedemedi. Açık bir şekilde konuştuğumuzda, sevgilisiyle olan ilişkisini “sarsabilecek” herhangi bir değişiklik yapmaya ilgi duymadığını net bir şekilde belirtti. Bunun üzerine, tedavisini bu noktada sonlandırmaya karar verdik. Laura, terapinin sonuçlarından memnun ve minnettar olduğunu söyledi ancak yine de benim için bir hayal kırıklığı olduğunu düşünmeden edemediğini dile getirdi.

Karşı aktarım kalıplarımı düşündüğümde, Laura’nın sevgilisiyle olan ilişkisi konusunda takılıp kaldığı açık hale geldikten sonra terapinin sonlandırılmasını daha iyi yönetebileceğimi düşünüyorum. Başlangıçta, süreci devam ettirip neler olacağını görmemiz gerektiğini düşündüm. Ancak bir yıl sonra, hala aynı noktadaydı ve herhangi bir değişiklik yapmaya niyetli değildi. Bir süre boyunca, sevgilisinin diğer kadınla ilişkisini bitirme sözünü tutacağı umuduyla bekledi. Ancak bu sınır sürekli yeniden çizildi ve sonunda Laura, sevgilisinin sözünü tutmasını talep etmek yerine, bunu istemekten tamamen vazgeçti.

Geriye dönüp baktığımda, terapinin büyük ölçüde oldukça iyi geçtiğini düşünüyorum. Ancak sonlandırma sürecini hem onun hem de benim için daha az acı verici ve hayal kırıklığı yaratacak şekilde yönetebilirdim. Bununla birlikte, onay arayan, düşük benlik saygısına sahip ve korkulu biri olan Laura’nın bile beni ancak bir noktaya kadar etkilemesine izin verdiğini belirtmek istiyorum. Daha atılgan olması ve sevgilisiyle ilişkisini riske atması gerektiğini düşündüğümde, buna direndi. Üstelik bunu, ilişkide sürekli aşağıda olma ve incinme ihtiyacını analiz edip anlamaya çalıştığımız tekrar eden çabalarımıza rağmen yaptı. Bana göre bu, geçmişin belirli tekrarlarının ne kadar inatçı olabileceğine dair bir örnekti ve aynı zamanda insanların hem değişip hem de aynı kalabilmesinin bir göstergesiydi.

Genç terapistler genellikle danışanlarının hayatlarını tamamen dönüştürebilecekleri konusunda umutludurlar. Ancak tedavi sonuçlarının gerçekliği, Laura ile yaşananlara daha yakındır. Belki onu 20’li veya 30’lu yaşlarında tedavi etmiş olsaydım, farklı bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Ancak onun için algılanan son şans olan bu ilişki ve dünyada yalnız kalma korkusu, hem onun hem de benim onun duygusal özgürlüğüne dair taşıdığımız tüm arzularımızdan daha güçlüydü. Tüm danışanların, terapistlerinin değişimin faydalı olacağına ne kadar ikna olursa olsun, aynı kalmayı tercih ettikleri alanlar vardır.

Bu bölümde sunduğum ilk vaka olan, Andrea adını verdiğim avukat örneğinde de etkinin sonuçlarını gözlemleyebiliriz. Andrea ve ben birkaç aydır birlikte çalıştıktan sonra, süreci hızlandırmak için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Tanısını biliyordu; öfkeli bir doktor arkadaşının ona bağırarak söylediği bir teşhis olmuştu. Ben de borderline kişilik bozukluğunun tedavisine dair araştırmaların haftada iki kez psikoterapi önerdiğini açıkladım. Bunun gereğinden fazla olduğunu, çok pahalıya mal olacağını (ki bunu rahatlıkla karşılayabilirdi) ve fazla zaman alıp zahmetli olacağını düşündüğünü söyledi. Konuyu, elbette, o anda bıraktım. Ancak birkaç ay sonra gerileme belirtileri gösterdiğinde ve doktoru semptomlarının stres kaynaklı olduğunu söylediğinde konuyu yeniden gündeme getirdim.

Bana fikrimi sorduğunda, gerilemeyi (regresyon) açıkladım ve bir süreliğine haftada iki kez terapiyi denemeye istekli olup olmadığını sordum. Eğer bir faydası olmazsa, bu uygulamayı bırakabileceğimizi belirttim. Bunun üzerine, benden para koparmak istediğimi iddia etti ve fiziksel semptomlarıyla yaşamayı tercih edeceğini söyledi. Bu tür yorumları Andrea’nın başkalarına da sıkça yaptığını bildiğim için bu beni özellikle rahatsız etmedi. Doğal olarak, seans sıklığını artırma önerisinde bulunmayı tamamen bıraktım.

Andrea, başkaları tarafından kontrol edilmekten kaçınıyor ve herhangi birinin ona bir şey yapmasını önermesine ya da talep etmesine karşı direnç gösteriyordu. Ancak, ona sorunları hakkında bilgi verdiğimde ve gevşemesini artıracak, kendini sakinleştirecek yollar bulmasına yardımcı olacak ve daha atılgan olmasını sağlayacak stratejiler sunduğumda, bunlara büyük bir hevesle katıldı. Danışanlara neyin kendilerini daha iyi hissettirdiğini soruyor ve mevcut kendini sakinleştirme davranışlarından yola çıkarak çalışıyorum. Bir kişi kitap okurken rahatlar, bir diğeri egzersiz yaparken, bir başkası ise yakın bir arkadaşıyla konuştuğunda iyi hisseder. Bir diğer kişi sıcak bir banyo almanın rahatlatıcı olduğunu düşünebilir. Ne kadar geniş ve yapıcı bir kendini sakinleştirme repertuarı olursa, o kadar iyi olduğunu vurguluyorum. (Bu liste, tabii ki, uyuşturucu kullanımı, aşırı alkol tüketimi ve aşırı yemek yemeyi içermez.) Ayrıca danışanlarıma, geçmişte işe yaramış olsa bile, tek bir kendini sakinleştirme yönteminin başarısız olmasının onları cesaretini kırmaması gerektiğini söylüyorum. Tüm aktivitelerin zamanla uyarıcı değerini kaybedebileceğini ve kullanılan yöntemleri çeşitlendirmenin iyi olduğunu belirtiyorum. Bir şey işe yaramazsa, başka bir yönteme geçmelerini ve o an için en etkili olanı bulmalarını öneriyorum.

Andrea çok çalıştı ve büyük ilerleme kaydetti. Öfkelendiğinde davranışlarını daha iyi kontrol etmeyi öğrendi, daha atılgan hale geldi ve kendini sakinleştirme becerilerini geliştirdi. Hukuk firmasına ortak oldu, birkaç ilişki yaşadı ve sonunda aşık olup evlendi. Terapinin sonunda, terapiye başlarken hedeflediği her şeye ulaştığını söyledi ve karşılıklı olarak minnettarlık ve hüzünle dolu bir veda gerçekleştirdik.

Andrea bazı konularda etkilenmeye son derece istekliyken, bazılarına karşı dirençliydi. Mahremiyetten korkuyordu ve haftada iki kez terapiye gelme fikri, rahatlatıcı olmaktan çok ürkütücüydü. Ancak kendisini pratik ve gerçekçi biri olarak görüyordu ve sorunları çözme konusunda kararlıydı. Ciddi ruh sağlığı sorunları olduğunu fark etmekten nefret etse de, bunları elinden geldiğince ele almaya istekliydi. Benimle iş birliği içinde çalıştı, tıpkı bir davayı hazırlamak için başka bir avukatla çalışır gibi. Duygusal olarak ona fazla yaklaşmadığım sürece, tutumu “Ne gerekiyorsa yapalım. Hayatımın değişmesini istiyorum.” şeklindeydi.

Öyleyse, danışanların ya terapiden ayrılacağını ya da terapistin aşırı etkisine direnç göstereceğini mi öne sürüyorum? Eğer böyleyse, onlara zarar vermekten endişe etmemize gerek yok demektir. Elbette, bir danışana zarar vermenin imkânsız olduğunu söylemiyorum. Terapistler tarafından zarar verilmesi mümkündür ve bu, düzenli olarak meydana gelmektedir. Bu zararların büyük bir kısmı etik dışı davranışlardan veya yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Ayrıca, gerçeklik algısı zayıf olan bazı danışanlar, bu kitapta tanımladığım tipik ayakta tedavi gören danışana kıyasla yıkıcı etkilere daha duyarlı olacaktır. Mazohist eğilimleri veya takıntılı bağlanma geçmişi olan danışanlar da, kendileri için yararlı olmayan ya da hatta zararlı olabilecek terapi ilişkilerinde kalmaya daha yatkındırlar.

Deneyimlerime göre, terapi sürecinde en çok zarar gören danışanlar, uzun süreli terapistlerinin “sevgi nesnesi” haline gelenlerdir. Yıllarca danışanlarını, hayranlık duyulmak, sevilmek ve hatta anlaşılmak gibi kendi ihtiyaçlarını karşılamak için terapiye bağlı tutan terapistler, onlara büyük bir kötülük yapmaktadırlar. Daha önce birçok danışan, farklı terapistlerle birden fazla kez terapiye başlamış, ancak sonuçlardan memnun kalmayarak bana gelmiştir. Çoğu birkaç seans ya da birkaç ay sonra terapiden ayrılmıştır. Bu danışanların büyük bir kısmı yalnızca hayal kırıklığı ya da hoşnutsuzluk dile getirmiştir. Ancak terapi sürecinde gerçekten sömürüldüğünü ya da zarar gördüğünü hisseden danışanların, yıllarca narsistik terapistlerle çalışmış ve onların kırılgan benlik saygılarını desteklemek için kullanılmış kişiler olduğunu fark ettim. Bu tür bir durumun cinsel temasla ilişkilendirildiğini düşünsek de, terapistlerin yaptığı hata ya da ihlal her zaman doğrudan cinsel nitelikte olmak zorunda değildir (Celenza, 2007). Etik olmaya niyetli bir terapist bile, kişisel sorunlarıyla mücadele ederken, sevdiği bir danışandan, doğrudan cinsel sınırı aşmadan büyük ölçüde faydalanabilir.

Karşı çıktığım şey, danışanlarımızın kırılganlığını ya da onlara karşı olan güvene dayalı sorumluluklarımızı hafife almamız gerektiği düşüncesi değildir. Aksine, tedavi ettiğimiz insanların büyük çoğunluğunun inanılmaz derecede kırılgan olduğu ve ne kendileriyle ne de bizimle ilgili gerçekleri kaldırabilecekleri yönündeki yanlış anlayışa karşı çıkıyorum. Elbette, bu tür gerçekleri danışanlarımıza, iyi bir çalışma ilişkisi kurmadan önce doğrudan sunmayacağız. Ancak, birçok terapi ilişkisinde danışanın ilerlemek istediğini, geri bildirim talep ettiğini, daha derine inmek istediğini, fakat geri adım atan, çatışmadan kaçınan, korkulu terapistin onu geri tuttuğunu gördüm. Danışanlara karşı aşırı temkinli davranmak, onları fazlasıyla koruyucu ve hatta küçümseyici bir tavırla ele almak, faydalı bir tutum değildir. Bu tür bir yaklaşım, güven vermediği gibi, değişimi de teşvik etmez.

ÖZET

Terapötik sürecin her iki katılımcısı da, kendilerine ait temel bir kimlik ve yerleşik bir varoluş biçimiyle terapi ilişkisine girer. Ana odak noktası danışan olsa da, gerçek ilerleme genellikle terapistin kendi geçmişini tekrar etme ihtiyacının da farkında olmasını gerektirir. Kaçınılmaz olarak, hem terapist hem de danışan birbirlerini duygusal olarak etkiler ve geçmişten gelen korku, suçluluk, üzüntü, utanç, öfke ve arzu gibi duyguları tetikler. Hiçbir duygu durumunun doğası gereği yıkıcı olmadığını anlamak, hem terapistin hem de danışanın kendilerini oldukları gibi kabul etmelerine yardımcı olabilir. Terapistin, kendine özgü çıkarlarını ve karşılıklı etkileşimi kabul etmesi, sürecin bir parçası olarak kendi rolünü sakin bir şekilde benimsemesine olanak tanır. Dünyada yol almakta zorlanan danışanlar, genellikle kendi gerçekliklerinin ve başkalarına dair gözlemlerinin yeterince tanınmadığı bir geçmişe sahiptir. Terapistin sunduğu en önemli şey, kusursuz bir figür olmak değil; hatalarını ve kendi çıkarlarını kabul etmeye istekli, gerçek bir insan olmaktır. Bunu yapmak, yeni duygu ve ilişki kalıplarını teşvik eder, gelişimi destekler ve kalıcı değişimi mümkün kılar.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir