Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.
“Tedavi sürecindeki en önemli direnç kaynağı, terapistin hastanın hissettiklerine karşı gösterdiği dirençtir.”
— Paul Russell (1998, s. 19)
Danışanlarımızın yanında olmak ve onların acısını hissetmek istesek de, aynı deneyimden doğal olarak korkarız. Danışanlarımızın rahatsız edici duygularını almaya karşı gösterdiğimiz direncin bir kısmı, psikoterapi eğitiminde geleneksel olarak terapistin kendi hislerini nasıl kullanabileceği ve bunları terapötik etkileşimde nasıl yapıcı bir şekilde yönlendirebileceği üzerine yeterince tartışma yapılmamış olmasından kaynaklanır. Son yirmi yılda terapiye bir ilişki olarak yaklaşmaya büyük önem verilmiştir. Başarılı bir tedavinin, büyük ölçüde terapist–danışan ilişkisinin niteliğiyle ilgili olduğu söylenebilir. Derin duyguların ifade edilmesini içeren herhangi bir ilişkiyi yönetmek doğal olarak zorludur. Bu kitabın temel dayanağı, terapistlerin danışanlarına daha etkili şekilde yanıt verebilmeleri için daha fazla içgörüye ve aktif müdahale stratejilerine ihtiyaç duyduklarıdır. Terapistler, terapi süreci ilerledikçe danışanların güçlü duygularını nasıl ve neden ifade ettiğini, aynı şekilde kendi hislerinin nasıl ve neden ortaya çıktığını daha iyi anlamalıdırlar. Ayrıca, günlük uygulamalarında kullanabilecekleri öğretilebilir ve interaktif (interactive) becerilere ihtiyaç duyarlar.
Duygulanım üzerine yapılan araştırmalar, bir ilişkide bir kişinin duyguyu ne kadar yoğun bir şekilde ifade ederse, diğer kişinin de bu deneyimi bilinçli ve bilinçdışı düzeyde paylaşma olasılığının o kadar yüksek olduğunu doğrulamaktadır (Sullins, 1991). Ayrıca, tedavi ettiğimiz kişiyi ne kadar sever ve onunla özdeşim kurarsak, empatik tepkimizin de o kadar yoğun olacağını göstermektedir (Hess & Kirouac, 2000). Hiçbir şey, bir terapisti yoğun duygusal acı içinde olan bir insanla sessizce oturmanın gerçekliğine tam olarak hazırlayamaz. Terapistin, danışanının hislerine karşı geliştirdiği duygusal ve bedensel tepkiler hem derinden etkileyici hem de rahatsız edici olabilir. Danışanın terapist üzerindeki duygusal etkisi, terapist eğitiminde muhtemelen en fazla ihmal edilen alanlardan biridir.
Travma danışmanları, muhtemelen terapistler için “duygusal bulaşma faktörünü (emotional contagion factor)” açıkça tartışan ilk terapist grubuydu. Ağır istismara maruz kalmış hastaları tedavi ederken, bu terapistler kısa sürede hastalarının fiziksel ve duygusal semptomlarına benzer belirtiler geliştirdiklerini fark ettiler ve çoğu zaman “dolaylı travmatizasyon (vicarious traumatization)” olarak adlandırılan durumu önlemek için hastalarının duygularına karşı direnç göstermeleri gerekti (Pearlman & Saakvitne, 1995). Travmatize olmamış hastalarla paylaşılan duygulanım deneyimi, yönetilmesi bu kadar zor görünmese de, yine de mevcuttur.
Onlarca yıl boyunca, çoğu psikanalist danışanın terapisti etkileme ihtiyacını patolojik bir direnç olarak gördü. Ancak Levenson (1972) ve Searles (1979) gibi bazı araştırmacılar, hastaların kendi hislerinin ve niyetlerinin terapist tarafından algılandığını ve işlendiğini fark etmelerinin doğal olduğunu anladılar. Onların sezgisel olarak vardıkları bu anlayış, ancak yakın zamanda duygulanım araştırmaları tarafından doğrulanmıştır. Araştırmalar, duyguların alınmak ve yanıtlanmak üzere (meant to be received and responded to) var olduğunu göstermektedir (Kemper, 2000). Duygulanımın birçok işlevinden biri, başkalarını etkilemek ve onlarda bir tepki uyandırmaktır. Bu kitap, hastanın belirli bir anda neyi talep ettiğini ve neye ihtiyaç duyduğunu anlamaya adanmıştır.
Freud’un yineleme zorlantısı (repetition compulsion) kavramını yeniden ele alan Greenberg ve Mitchell (1983) ile Mitchell (1988), tüm insanların bakımverenleriyle kurdukları bağlanma ilişkileri doğrultusunda belirli ilişki kalıpları geliştirdiklerini ve bu kalıpları, terapötik ilişki de dahil olmak üzere tüm ilişkilerde bilinçdışı olarak tekrar ettiklerini vurgulamışlardır. Bu kalıplar, erken çocukluk döneminde öğrenilen hisleri, düşünceleri ve beklentileri içerir ve yalnızca tanıdık oldukları için yetişkinlikte de bilinçdışı bir şekilde tekrarlanır. Nörobilim araştırmaları, bu kalıpların gerçekten de erken yaşta beyinde oluştuğunu ve kolayca değişmediğini doğrulamaktadır. Bu nedenle, artık danışanlarımızın bizden bir duygusal yanıt alma ihtiyacını, erken dönem bağlanmalarının kaçınılmaz bir işlevi olarak görüyoruz; çünkü bu bağlanmalar, beyinde kolayca tetiklenebilen duygulanım programları olarak kodlanmıştır (Griffiths, 1997). Ancak çoğu zaman kabul etmediğimiz şey, terapistlerin de her ilişkiye kendi yerleşik ilişki kalıplarını getirdiğidir. Danışanlarımız bizden bir duygusal tepki beklediği gibi, biz de onlarla ilişkiye girerken onların duygulanımsal yanıtlarını ararız. Terapistin sahip olduğu ilişki kurma kalıpları, hangi danışanlarla daha iyi çalışabileceğini, onları nasıl etkileyeceğini ve onlardan nasıl etkileneceğini belirler.
İYİ BİR UYUMUN ÖNEMİ
Hem terapistin hem de hastanın bağlanmaya dayalı ilişki kalıplarına sahip olduğunu anlamak, iyi bir uyumun gerekliliğini ve karşılıklı olarak birbirlerini etkileme arzusunun doğal olarak ortaya çıkışını kavramayı kolaylaştırır. Eğer benden çok farklı birini tedavi etmeye çalışırsam ve onunla kolayca bağ kuramazsam, başarılı olma olasılığım azalır. Ancak, bir hastayla fazla özdeşim kurarsam, kolaylıkla onu kendi ihtiyaçları yerine, kendi ihtiyaçlarıma göre yönlendirme hatasına düşebilirim. İdeal olarak, iyi bir uyum (match), ilişkisel tarzların uyumluluğunu içerir—terapist ile danışan arasındaki ayrımı bulanıklaştırmayacak kadar, ancak bir bağlantı kurmaya yetecek kadar erken dönemde paylaşılan duygusal deneyim.
İyi bir uyum üzerine yapılan entelektüel tartışmalar (Kantrowitz, 1995) temelde bu noktaları vurgular, ancak terapistlerin hangi hastalarla çalışmaları gerektiği ve hangi hastalarla çalışmamaları gerektiği konusunda belirgin bir rehberlik sunamaz. Tanıya dayalı eşleştirmenin tutarlı bir şekilde verimli olduğu kanıtlanmamıştır. Örneğin, bipolar bozukluğu olan danışanlarla başarılı bir şekilde çalışmış olsanız bile, bu durum sizin bipolar bozukluğu olan çoğu danışan için iyi bir eş olacağınız anlamına gelmez. Hastaları terapistlerle tanıya göre eşleştirme konusunda herhangi bir yargıda bulunmak, yalnızca yıllar süren deneyimle kazanılan nüanslara yönelik bir hissiyat gerektirir. Ancak yeni terapistlerin mesleğe başladıklarında kullanabilecekleri belirli kriterlere ihtiyacı vardır.
Yeni terapistler anksiyete ile mücadele ederken, tedaviye başvuran belirli bir danışanla çalışıp çalışmamaya nasıl doğru bir şekilde karar verebilirler? Bir terapist, ilk bir veya iki seansta bu değerlendirmeyi makul bir şekilde nasıl yapabilir? Ve ilişki kurulduktan sonra, terapistler hastanın rahatsız edici olabilecek derin duygusal deneyimlerine direnmekten nasıl kaçınabilirler?
Danışan odaya ilk girdiği andan itibaren, ona karşı içgüdüsel tepkimi not ederim. Ona baktığımda ne hissediyorum? Elini sıktığımda bana baktı mı? Fiziksel duruşunda dikkatimi çeken bir şey var mı? Ona karşı çekim hissediyor muyum, nötr müyüm, mesafeli mi hissediyorum yoksa ondan rahatsız mı oluyorum? Konuşmaya başladığında bir duygu hissediyor muyum? Eğer hissediyorsam, bu hangi duygu? İkimiz için de ödüllendirici bir terapötik ilişki hayal edebiliyor muyum? Daha önce de belirttiğim gibi (Maroda, 2005), terapistin belirli bir düzeyde tatmin duygusu yaşaması, özellikle uzun vadeli bir terapi sürecinde, tedavinin başarılı olması için gereklidir. Bir hastayla çalışıp çalışmamaya karar vermek, büyük ölçüde terapistin o anki kendi duygusal deneyimine erişebilmesine bağlıdır.
Bir kişinin terapiye başvurmuş olması, onunla çalışmanız gerektiği anlamına mı gelir? Çoğu terapistin, bir danışanı almak istemediğini kabul etmekte zorlandığını görüyorum. Ancak, ilginizi çekmeyen veya hoşlanmadığınız biriyle terapi sürecine -hatta kısa vadeli bir çalışmaya bile- girişmek iyi bir fikir değildir (Maroda, 1999). Alan yazınını incelediğimizde, tüm insanların, mekânların ve nesnelerin bizde anında olumlu ya da olumsuz bir tepki uyandırdığını gösteren çalışmalar bulunmaktadır (Andersen, Reznik, & Glassman, 2005; ayrıca bkz. Bargh, Chaiken, Govender, & Pratto, 1992; Fazio, 1986; Russell, 2003). Bu durumda, terapistlerin belirli hastalarla iyi çalışamama potansiyelleri konusunda daha fazla öz-farkındalık geliştirmeleri gerekebilir.
Bir danışana karşı duydukları anlık hoşnutsuzluğu aşarak gerekli empatiyi sağlayabileceklerine inanan terapistler, neredeyse her zaman yanıldıklarını kanıtlarlar. İşlevsel bir terapötik ittifak kurabilmek için, her iki tarafın da birbirine karşı yeterince meraklı ve ilgili olması gerekir. Eğer terapist ile hasta arasında iyi bir uyum yoksa, hastanın kendi duygularını deneyimlemesine aracılık eden duygusal bağ oluşmayacaktır.
Bir atölye çalışmasında bu fikirleri sunduğumda, bir katılımcı “Eğer terapistler olarak sevimsiz insanları reddetmeye başlarsak, dünyadaki tüm sevimsiz insanları kim tedavi edecek?” diye sordu. Buna şu şekilde yanıt verdim: Bu, kendisiyle çıkmak istemediğiniz birinin asla bir partner bulamayacağını düşünmek gibidir. Tıpkı sosyal ilişkilerde olduğu gibi, bir danışan yeterince ararsa, muhtemelen kendisiyle iyi bir uyum yakalayacak bir terapist bulacaktır. Bir terapiste itici gelen bir danışan, bir başkası için ilgi çekici olabilir. Terapistler, meraklarını uyandırmayan ve hoşlanmadıkları hastaları kabul ettiklerinde, hem hastaya hem de kendilerine haksızlık yapmış olurlar.
Ancak bu, olumsuz özelliklere veya davranışlara sahip bir hastayı kabul etmemeniz gerektiği anlamına gelmez. Çoğu hastanın, ilişkilerini zorlaştıran bazı sorunları vardır -hatta bu sorunlar sadece geçici bile olsa- ve bizim görevimiz, onların başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmalarına engel olan bu bariyerleri aşmalarına yardımcı olmaktır. Terapide yeterince uzun süre çalıştığınızda, geçmişte terapi sürecinde iyi sonuç alınamayan birini hatırlatan, ancak aslında çalışmaya uygun olan bir hastayı reddetme eğilimine kapılabilirsiniz.
Bir keresinde, başka bir şehirde çalışan bir terapist beni arayarak, bölgeye taşınacak olan bir hastasını kabul etmeye istekli olup olmadığımı sordu. Bu hasta hakkında biraz bilgi almak istedim ve terapist, çok fazla ilerleme kaydedemediklerini isteksizce kabul etti. Ancak hemen ardından, bu hastanın -Debra’nın- 20’li yaşlarının başında, zeki ve zaman zaman sevimli biri olduğunu ekledi. Terapist, Debra’nın terapi sürecinde ilerleme kaydetme potansiyeline sahip olduğunu bana güven vermeye çalışarak belirtti. Bu terapistle telefonda konuşurken, bana tam anlamıyla dürüst davranmadığına dair içgüdüsel bir hisse kapıldım. Ancak yine de, Debra ile yüz yüze görüşüp iyi bir uyum sağlayıp sağlayamayacağımızı görmek için bir randevu ayarlamayı kabul ettim.
İlk seansımız için Debra ile tanışmak üzere bekleme odasına gittiğimde, her zamanki gibi elimi uzatarak kendimi tanıttım. O ise gözlerini yere indirerek utangaç bir şekilde zayıf bir yarım tokalaşma sundu. Onun utangaçlığı benim için bir sorun değildi, ancak olağanüstü zayıf tokalaşması bende olumsuz bir tepki uyandırdı. Terapi sürecinin başlarında yalnızca ilişkisel geçmişe odaklandığım için, geçmişteki ilişkileri hakkında bilgi almak istedim. Ancak aile çevresi dışında neredeyse hiç ilişkisi olmadığını açıkladı. Daha önce üç farklı terapistle çalışmış ve ergenlik yıllarından itibaren sürekli olarak terapi sürecinde olmuştu. Burada terapistlerin onun için bir tür can simidi işlevi gördüğüne dair bir kalıp oluşmaya başladığını fark ettim. Ailesinin mal varlığı sayesinde, temelde terapistleri kendisine eşlik etmeleri için ödeme yapabiliyordu. Her zaman psikanalitik yönelimli bir terapist seçiyor ve görünüşe göre analitik sürece dahil olmak amacıyla hemen haftada birden fazla seans planlıyordu.
Debra’ya karşı açık ve dürüst oldum. Ona, terapinin, onun kendi başına başarılı bir şekilde yolunu bulmasını kolaylaştırmak yerine, dışarıdaki ilişkilere alternatif olması konusunda endişeli olduğumu söyledim. O ise, bunun böyle olmadığını ve sadece daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Ancak, ilişki geçmişinin zayıf olması ve benim ona karşı gerçek bir ilgi hissetmemem nedeniyle, aslında onu başka bir terapiste yönlendirmeliydim. Buna rağmen, Debra’nın başka terapistlerle görüşmeye isteksiz olması, onu yönlendiren meslektaşımın bir an önce yeni bir terapistle çalışmasını sağlama konusundaki endişesi ve benim boş seans saatlerimin olması gibi faktörlerden etkilenerek, onunla çalışmayı kabul ettim. Kendisine karşı güçlü olumsuz hisler beslemediğim için, tedavisini üstlenmeye karar verdim.
Debra ile terapi sürecinin ilk yılı oldukça iyi geçti. Kendini aşırı kırılgan bir şekilde ifade ettiğinden, benim ona bu şekilde yaklaşmamam hoşuna gitti. Önceki terapistleri, onun çok sık yaşadığı intihar takıntılarını tetikleme korkusuyla yüzleşmekten kaçınmışlardı. Bana intihar etmeyi düşündüğünü söylediğinde, “Kime öfkelisin?” diye sordum. Yavaş yavaş daha iyi olmaya başladı. Benimle göz teması kurma becerisi arttı, artık sadece benim sorularımı beklemek yerine kendiliğinden daha fazla konuşmaya başladı ve depresif semptomlarında önemli bir azalma yaşadı. Debra, iş yerindeki insanlarla daha fazla konuşmaya başladı, ancak hâlâ hiçbir sosyal ilişkisi yoktu. Buna ek olarak, egzersiz yapmaya başladı, bu da hem duygusal hem de fiziksel olarak kendisini daha iyi hissetmesini sağladı.
Ancak, terapinin ikinci yılına girdiğimizde, Debra’nın artık iyileşme göstermediğini, hatta yeniden depresyona girmeye başladığını fark ettim. Bu geriye gidişi anlamaya çalışarak Debra ile bu konu hakkında konuşmaya başladım. Hayatında hiçbir şey değişmemişti, ancak yine de kaçınılmaz bir şekilde ilk başladığımız zamanki pasif-bağımlı ve ağır depresif zihniyetine geri dönüyordu. Psikiyatristi antidepresan dozunu artırdı, ancak bu da belirgin bir iyileşme sağlamadı. Debra, her Pazartesi seansına düzenli olarak geliyor ve tuhaf bir gülümsemeyle, hafta sonu boyunca egzersiz yapmadığını ve herhangi bir sosyal temas kurmadığını söylüyordu. Aslında evden hiç çıkmamıştı. Doğal olarak, bu durumu tersine çevirmek için aklıma gelen her müdahaleyi denedim. Ancak hiçbir şey işe yaramadı. Sonunda ona, önceki terapilerinin de benzer bir süreç izleyip izlemediğini sordum. Evet, öyle olduğunu söyledi. Ayrıca, bu terapide diğer tedavilere kıyasla çok daha fazla ilerleme kaydettiğini de belirtti.
“Yani, ilerleme kaçınılmaz olarak kayboluyor ve başladığın duruma geri mi dönüyorsun?” diye sordum.
“Evet,” diye yanıtladı. “Belki bu sefer farklı olur diye düşündüm, ama olmadı.”
Bana özellikle garip gelen şey, Debra’nın bunu herhangi bir duygu veya kaygı belirtisi göstermeden söylemesiydi. Kendi kendini sabote eden davranışlarını anlatırken sürekli hafif bir gülümseme sergiliyordu. Çocukken ağır bir şekilde kontrol altında tutulmuştu, bu yüzden kimsenin ona fazla yaklaşmasına izin vermiyordu. Ve biri üzerinde inkâr edilemez bir şekilde olumlu bir etki yarattığında, bu etkiyi geçersiz kılma ihtiyacı duyuyordu. İkimiz de büyük bir enerji harcamış olmamıza rağmen, Debra’nın aslında gerçekten iyileşmediğini fark ettim. Onu terapiye kabul ettiğim için pişmanlık duydum. Sonunda ona, tedaviye yanıt vermeyen bir hastayı tedavi etmeye devam etmenin etik olmadığını düşündüğüm için yeni bir terapist bulmasının zamanının geldiğini söyledim. Bu durum onu üzse de, çözümü ailesinin yaşadığı şehre geri taşınmakta buldu.
Bundan sonra, hayatının sorumluluğunu üstlenmeyen ve terapi sürecine gerçekten dahil olamayan bir hastayı asla kabul etmeyeceğime dair kendime söz verdim. Yaklaşık 15 yıl sonra, bu kitap boyunca hakkında konuşacağım Rebecca adını verdiğim bir danışan, terapi için bana geldi. Kısa bir süre önce bölgeye taşınmıştı ve iyi bir terapist bulmak için internet üzerinden araştırma yapmıştı. Önceki terapistiyle kötü bir deneyim yaşadığı için, bir sonraki terapistini dikkatlice seçmek istiyordu. Rebecca, Google’da benim adımı buldu ve yazılarımı, konuşmalarımı inceledi. Yazdıklarımdan bazılarını okuyarak, kendisi için en iyi seçeneğin benim olduğuma karar verdi. Beni arayarak bir randevu aldı. Onunla tanışmak için bekleme odasına girdiğimde, gördüğüm manzara beni şaşkına çevirdi. Karşımda, tıpkı Debra’ya benzeyen 20’li yaşlarında bir kadın duruyordu. Aynı içine kapanık, pasif tavır, benzer ten rengi ve vücut yapısı -ve aynı şekilde göz teması kurmada zorluk yaşıyordu. Ayrıca yavaş, neredeyse sürüklenerek yürüyen depresif bir duruşa sahipti. İlk tepkim şuydu: “Bu kişiyi tedavi etmek istemiyorum. O, Debra’ya fazla benziyor ve aynı deneyimi tekrar yaşamaya hiç niyetim yok.” Oturup neden beni görmek istediği hakkında konuşmaya başladığımızda, Debra ile daha da fazla ortak noktası olduğunu fark ettim. İkisi de birçok farklı terapist ile çalışmıştı ve ikisi de ağır depresyon ve intihar düşünceleri nedeniyle hastaneye yatırılmıştı. Buna ek olarak, Rebecca’nın kendine zarar verme (kesme) geçmişi vardı. Ona, mesai saatleri dışında telefon görüşmeleri ve olası hastaneye yatış gerektiren hastaları kabul etmediğimi söyledim. Bu tür vakaları daha genç meslektaşlarıma bıraktığımı ve isterse onu bu konuda deneyimli bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı belirttim. Ancak Rebecca kararlıydı.
“Ama sizden hoşlandım ve yazdıklarınızı okuduktan sonra benim için en iyi terapist olacağınızı düşünüyorum. Size fazla yük olmam. Durumumu yönetebilirim, sizi aramam ve kesinlikle tekrar hastaneye yatmak istemiyorum.”
Ona, beklenmedik duygusal olaylarını gizlemek zorunda kalmasının onun yararına olmadığını ve gelecekte hastaneye yatıp yatmayacağını kontrol edebileceğini düşünmenin kendisine haksızlık olacağını açıkladım. Onun için en iyisinin başka bir terapiste gitmek olacağını söyledim. İlk başta, beni kabul etmem için mücadele etmesinin yalnızca reddedilmek istememesinden kaynaklandığını düşündüm. Ancak zamanla, onun Debra ile tamamen aynı olmadığını fark ettim. Paylaştıkları pek çok ortak nokta olmasına rağmen, aynı zamanda birbirlerinden önemli ölçüde farklıydılar.
Rebecca’nın kararlılığından etkilendiğim için ona başka tanısal sorular sormaya başladım ve onun ilişkilerini sürdürebildiğini, hatta uzun süredir devam eden birkaç arkadaşı olduğunu keşfettim. Ayrıca ailesine, özellikle de koruyucu hisler beslediği küçük erkek kardeşine oldukça yakındı. Onu Debra’dan en çok farklı kılan şey, benimle etkileşime girmekten çekinmemesi ve tedavi edilebilir olduğunu bana kanıtlamak için çaba göstermesiydi. Bir şeye ihtiyacı olduğunda pasifliği kayboluyordu. Rebecca ayrıca esprili ve eğlenceli bir yan sergiliyordu ve hatta beni, onu tedavi etmekte bu kadar isteksiz olmam konusunda mizahi bir şekilde alaya alacak kadar ileri gitti. Bu hoşuma gitti. Birkaç dakika sonra, ondan hoşlandığımı ve pasif, zayıf görünümünün altında mücadeleci bir ruh taşıdığını fark ettim. Onu tedavi etmeyi kabul ettim ve Debra ile yaşadığım deneyimin aksine, bu terapi süreci kariyerimdeki en başarılı tedavilerden biri oldu.
Geçmiş deneyimler ve kişisel önyargılar, danışanlara yönelik ilk tepkileri belirgin şekilde etkileyebilir. Ancak, terapistlerin, hakkında iyi hissetmedikleri danışanları kabul etmeye, onları erkenden başka bir terapiste yönlendirmekten daha yatkın olduklarına inanıyorum. Muhtemelen bir danışanı başka bir terapiste yönlendirmenin önündeki en büyük engel, bunu danışana nasıl dile getireceğini bilememektir. Bunu, onun duygularını incitmeden ya da terapiye devam etme isteğini kırmadan ifade etmek zor olabilir. Ancak unutmayın ki, eğer bu kişinin sizinle iyi bir uyum sağlayamayacağını biliyorsanız, danışan da bunu bir düzeyde fark ediyordur.
Terapist, uyumu değerlendirme konusunda birincil sorumluluğa sahiptir. Eğer terapist emin değilse, doğal olarak bir sonraki seans için randevu verir ve potansiyel uyumu değerlendirmek için biraz zaman tanır. Ancak, eğer daha ilk görüşmede uyum olmadığını fark ediyorsanız -ki çoğu terapistin bunu hemen anladığını düşünüyorum- danışana onun bir meslektaşınızla daha iyi çalışabileceğini basitçe söyleyebilirsiniz. Eğer başka terapistlerle birlikte (group practice) çalışıyorsanız, muhtemelen danışanla daha iyi çalışabilecek bir çalışma arkadaşınız vardır. Eğer özel muayenehanede çalışıyorsanız, yönlendirebileceğiniz birçok farklı seçenek bulunur. Bu süreci kolaylaştırmanın bir yolu, ilk görüşmenin amaçlarından birinin terapist ile danışanın uyumunu değerlendirmek olduğunu en baştan açıklamaktır. Eğer danışan için yanlış kişi olduğumu düşünüyorsam, ona şöyle bir şey söyleyebilirim: “Semptomlarınızı ve yaşadığınız sorunları dinledikten sonra, meslektaşım Dr. A.’nın bu alanda daha deneyimli olduğunu ve sizin için daha uygun bir terapist olabileceğini düşünüyorum.”
Böyle bir şey söylemeden önce, zihnimde durumu değerlendirir ve bu danışanla iyi çalışabilecek birini bulmaya çalışırım. Uygun olabilecek bir terapistin adını belirledikten sonra, mümkünse birkaç isim öneririm ve danışana, eğer bu kişilerle uyum sağlayamazsa beni arayabileceğini ve başka isimler bulabileceğimi söylerim. Bazen bu süreç, danışanın ilk kez telefonla ulaştığında gerçekleşir; ya kişiyle ilgili hemen olumsuz bir hisse kapıldığım için ya da onun benim sahip olmadığım özel bir uzmanlık veya deneyim gerektiren bir sorunu olduğu için. Birini terapiye kabul etmemek doğası gereği kaygı yaratabilen bir durumdur, ancak başarılı olma ihtimali düşük bir sürece girmektense, onu uygun bir terapiste yönlendirmek daha iyidir. Başarılı bir terapi süreci yürütmek, terapist ve danışan iyi anlaştığında ve ilişki hakkında iyimser hissettiklerinde bile zorlu bir iştir. Hem terapist hem de danışan, başarısızlığa değil, başarıya ulaşmak için makul bir fırsatı hak eder.
BAĞ KURAMAMA [Terapötik Sürece Dahil Olamama]
Barrett, Wee-Jhong, Crits-Cristoph ve Gibbons (2008), bir danışanın terapisti kaç kez gördüğüne dair istatistiklerde gerçek bir değişiklik olmadığını rapor etmektedir. Yapılan bir inceleme sonucunda, danışanların %50’sinin üçüncü seanstan önce terapiyi bıraktığı, %35’inin ise sadece tek bir seanstan sonra süreci sonlandırdığı bulunmuştur. Çoğu danışan altı ila sekiz seanstan fazla devam etmemektedir; bu da temel bir davranışsal müdahale için önerilen 11–13 seanslık sürenin altında kalmaktadır. Bu oranlar, hem kurumsal hem de özel terapi ortamları için geçerlidir ve ücretin bir faktör olmadığı görülmüştür; çünkü tedavinin ücretsiz olduğu durumlarda bile istatistikler değişmemektedir. Görünüşe göre birçok danışan, tek bir seansın ardından ya da ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmek istemediğine karar vermektedir. Yardıma ihtiyacı olduğunu kabul etmenin, bir terapisti aramanın ve ilk seansa endişeyle gelmenin ne kadar zor olabileceği göz önüne alındığında, neden bu kadar az insan terapiye devam etmektedir?
Danışanlar, bir terapistle uyumsuz olduklarını kendi başlarına belirleyip, ardından başka bir yerde tedavi aramaya mı karar verirler? Bazıları bunu yapabilir, ancak çoğunun yapmadığını düşünüyorum. Bu istatistikler bana, terapistlerin özellikle ilk bir veya iki seansta danışanlarını duygusal olarak sürece daha iyi dahil etme konusunda daha başarılı olmaları gerektiğini göstermektedir.
Terapistlerin hoşlanmadıkları ve bağ kuramadıkları hastaları tedavi etmemeleri gerektiğini vurgulasam da, bu tür hastaların çoğunluğu oluşturmadığı da bir gerçektir. Peki, yeterince sempatik olan ve terapiye ilgi duyan hastalar ne olacak? Neden tedavide daha uzun süre kalmıyorlar? İlk görüşmede ne oluyor ya da ne eksik kalıyor ki onları terapiye devam etmekten caydırıyor?
Terapistler, yeni biriyle tanıştıklarında herkes gibi anksiyete yaşarlar. Yeni terapistler, doğal olarak deneyimli terapistlere kıyasla daha fazla anksiyete hissederler. Asıl soru, terapistler yeni bir danışanla tanışma ve onunla çalışıp çalışmamaya karar verme sürecinde kendi anksiyetelerini nasıl yönetirler? Ve kullandıkları duygulanım düzenleme yöntemleri uyumlu mudur -yani gerçekten işe yarar mı? Danışanların terapiyi bırakma oranı göz önüne alındığında, bu yöntemlerin etkinliğini sorgulamak yerinde olacaktır.
Barrett ve diğerleri (2008), erken sonlandırmanın genellikle ya terapötik sürece dahil olamama ya da terapötik ittifakta meydana gelen bir bozulma veya çatışmanın ele alınmaması nedeniyle gerçekleştiğini öne sürmektedir. Ancak, olumsuz hisleri ele almanın zorluklarını da kabul etmektedirler. Bu konuda şöyle derler:
“Zayıf terapötik ittifakları fark etmek ve ele almak zor bir süreçtir. Örneğin, Regan ve Hill (1992), hem terapistlerin hem de danışanların özellikle olumsuz hisler olmak üzere, olumsuz şeyleri dile getirmekten kaçındıklarını bulmuştur. Olumsuz şeylerin söylenmeden bırakılması özellikle endişe vericidir, çünkü yapılan bir çalışmada terapistlerin, danışanların dile getirmediği düşüncelerin yalnızca %17’sinin farkında olduğu görülmüştür. Hatta uzun süreli deneyime sahip terapistler bile gizli olumsuz hisleri yalnızca %50’den daha az bir oranda tespit edebilmiştir.” (s. 256)
Açıkça görülüyor ki, terapistlerin duygulanımı yönetme konusundaki zorlukları, olumsuz hislerle rahat olamamaları ve yeni danışanlarla yapılan nazik yüzleşmelerden kaçınmaları, terapötik ilişkiyi kurmayı daha da zorlaştırmaktadır.
Terapötik ittifakın en baştan güçlü bir şekilde kurulmasını engelleyebilecek bir diğer olası faktör, aslında ilişki kurmayı zorlaştıran bazı geleneksel terapist davranışlarıdır. Öykü alma süreci bunlardan biri olabilir. Hirsch (2008), danışanın öyküsünün doğal olarak, terapistle kurulan diyalog içinde ortaya çıkmasına izin vermeyi tercih etmektedir. Ben de bu görüşe katılıyorum ve not almanın, belirlenmiş soru listelerine bağlı kalmanın, sigorta formları ve diğer evrak işleriyle uzun süre ilgilenmenin, danışanlarla duygusal bağ kurmaya engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Bir danışan terapiye geldiğinde, genellikle sıkıntı içinde ve gergin olur. Yeni danışanlarla tokalaşmak çoğunlukla terli ve sıcak avuç içlerini ortaya çıkarır. Danışanın kendisi hakkında rahatça konuşmasını sağlamak, ilk hedefimiz olmalıdır. Sunabileceğimiz en iyi şey, onlara mümkün olan en erken aşamada endişelerini dile getirme fırsatı sunmak ve dinleme yeteneğimizi ve empati kurma becerimizi göstermektir. Eğer belirli bir danışanla iyi çalışamayacağımıza karar vermediysek, ona savunmasız, zayıf, utanç verici ya da mahcup hissetme korkularını aşmasında yardımcı olmamız gerekir.
İlk seanslar terapistler için de zordur, çünkü genellikle yoğun duygusal olaylar içerir ve tanımadığımız bir kişinin üzerimizde yaratacağı etkiye hazır olmayabiliriz. Tıpkı danışanlarımızın bizim onları reddetmemizden ya da anlamamamızdan korkması gibi, bizim de bilinçdışı düzeyde, onların anksiyetesi, acısı veya umutsuzluğu karşısında bunalmaktan korktuğumuzu düşünüyorum. Zamanla, danışanlarımızın duygu ifadelerine uyum sağlamayı öğreniriz. İçsel tepkilerimizi duyma ve düzenleme konusunda bir bağlam geliştiririz. Ancak ilk seanslar kaçınılmaz olarak bilinmezliğin getirdiği korkuyu barındırır. Bu korkunun farkında olmak, ilk görüşmeden önce terapistlerin, yoğun bedensel tepkiler verme olasılığıyla ve duygusal bir danışanın karşısında kendilerini içsel olarak biraz kontrolden çıkmış hissetme riskiyle başa çıkmalarına yardımcı olabilir. Karşı aktarımsal duyguları öngörmek ve bunları doğal bir süreç olarak kabul etmek, terapistlerin dikkatlerini danışanın sunduğu duygulanımla yüklü materyale odaklı tutmalarına yardımcı olabilir. Böylece, aile öyküsü almak gibi dikkat dağıtıcı unsurlara yönelmek yerine, danışanın getirdiği duygusal içeriğe doğrudan temas etmek mümkün hale gelir.
Not almak, terapötik sürece önemli bir engel oluşturur çünkü yüz yüze teması ve sözsüz duygulanımsal iletişimi kesintiye uğratır; oysa bunlar, terapötik ilişkinin kurulmasında hayati öneme sahiptir. Seans sırasında sürekli not tutan terapistlerin, ne zaman yazmaya karar verdiklerine dikkat etmeleri faydalı olabilir. Bunu yaptıklarında, genellikle danışanın hayatına dair önemli gerçekleri ortaya koyduğu anlara değil, kendi içsel duygusal deneyimlerine yanıt verdiklerini ve bunları düzenlemeye çalıştıklarını fark edeceklerdir.
DANIŞANIN KENDİSİ HAKKINDA SÖYLEDİKLERİNE DİKKAT ETMEK
Danışanlar, tıpkı diğer ilişkilerde olduğu gibi, ilk seansta kendileri hakkında esasen önemli bir şey söylerler. Örneğin, biri şaka yollu “Kız arkadaşıma patolojik bir yalancı olduğumu söyledim, ha ha” derse, bu kişiyle çalışırken sıklıkla gerçeği çarpıttığını fark etmeniz muhtemeldir. Başka bir danışan “Ben ilişki kurmada hiç iyi değilim. Hiçbir ilişkim yolunda gitmez” diyebilir. Bu kişinin söylediklerini hemen kesin bir yargıya vararak değerlendirmem, ancak terapötik ilişkinin de sorunlu olacağını ima ettiğini kabul ederim. (Tedaviye yönelik prognozu belirlerken, danışanımın uzun vadede herhangi bir ilişkiyi sürdürebilip sürdüremediğini göz önünde bulundururum. Uzun süreli bir ilişkiyi sürdürememe, kötü bir prognozun göstergesidir.)
Başka bir danışan, görece sağlıklı ve yüksek işlevselliğe sahip biri gibi görünebilir. İyi giyimli, çekici ve kendini iyi ifade eden biri olabilir. Ancak gayet sıradan bir şekilde, zihinsel olarak ciddi bir sorunu olabileceğini sıkça düşündüğünü dile getirebilir. Muhtemelen haklıdır. Terapistler, danışanlarının en iyi yönlerini görmek ve onlara yardımcı olabileceklerine inanmak isterler. Ancak yine de, danışanların kendileri hakkında söylediklerini ciddiye almalıyız. Onların ifadelerini sadece düşük benlik saygısı ya da depresyonun bir yansıması olarak görme dürtüsüne direnmeliyiz. Bu sözler, aslında danışanın terapist için bir uyarısıdır -terapötik süreçte bizzat deneyimleyeceğiniz şeylerin habercisi olabilir.
Danışanların terapinin başındaki davranışları, söyledikleri kadar kendilerini açığa vurucu olabilir. Geç gelen, oturma seçeneği sunulduğunda terapiste mümkün olduğunca uzak bir yeri tercih eden, sadece utangaç değil, aynı zamanda kaçınmacı davranan danışanlar -tüm bu davranışlar, terapötik sürecin ilerleyen aşamalarında neler bekleyebileceğinize dair önemli ipuçları sunar.
Doğrusu, danışanların kendileri hakkında söyledikleri olumlu şeyler de büyük olasılıkla doğrudur. Genellikle insanlarla iyi anlaştığını ve sevilen biri olduğunu söyleyen bir kişi, muhtemelen sizin de seveceğiniz biri olacaktır. Kendisinde yetenek olduğunu ve başarılı olacağını, sadece birkaç şeyi yoluna koyması gerektiğini söyleyen biri de büyük olasılıkla haklıdır. Hepimiz, şu anki durumumuz ve olası geleceğimiz hakkında tahmin ettiğimizden çok daha fazla bilgiye sahibiz.
TERAPİSTİN DANIŞANIN DENEYİMİNE TAM DAHİL OLUŞU (İMMERSİYONU)
Mesleğimizin en büyük faydalarından biri, işimizin gereklilikleri nedeniyle kendi günlük sorunlarımızı ve küçük krizlerimizi bir kenara bırakmaya zorlanmamızdır. Ancak, yeni terapistler için bu süreç daha zorlu olabilir; çünkü fazla bilinçli olma ve başarısızlık korkusu, danışanı gerçekten dinleme yetilerini engelleyebilir. Hill, Stahl ve Roffman (2007), yeni terapistlerin genellikle çok fazla kapalı uçlu soru sorduklarını, danışanlarına tavsiye verdiklerini, kişisel bilgilerini paylaştıklarını ve arkadaşlarıyla gayriresmî yardım süreçlerinde olduğu gibi çok fazla konuştuklarını bildirmektedir (s. 365). Günlük tutarak endişelerini paylaşan yeni terapistlerle yapılan araştırmalar, iyi bir terapist olma konusunda yoğun anksiyete yaşadıklarını ortaya koymuştur. Yeni terapistler, danışanla fazla özdeşim kurma ya da tam tersine yeterince bağ kuramama; seansları yönlendirme konusunda aşırı baskıcı olma ya da fazla pasif kalarak danışanı kendi haline bırakma; etkili, kısa müdahaleler formüle etme konusunda güçlük çekme gibi sorunlar bildirmiştir. Yeni terapistlere yönelik bu kapsamlı araştırmalar, onların klinik materyali nasıl ele alacakları konusunda daha fazla yönlendirmeye ve aynı zamanda kendileriyle ilgili farkındalıklarını artırmaya ihtiyaç duyduklarını göstermektedir.
Peki, ne zaman müdahale etmeli ve ne zaman sessiz kalmalısınız? Genellikle, ilk soruyu sorduktan sonra -“Bugün sizi buraya getiren nedir?” ya da “Size nasıl yardımcı olabilirim?”- mümkün olduğunca sakin ve sessiz kalmam gerektiğini varsayarım. Çoğu danışan, terapistin fazla müdahalesine gerek kalmadan tüm seans boyunca konuşacaktır. Bazen empatik bir yorum veya yönlendirici bir soru, anlatının akışını sürdürmek için gerekli olabilir, ancak genellikle fazlasına gerek yoktur.
Çok utangaç veya korkmuş bir danışan, daha temkinli olabilir ve daha fazla güvenceye ve yönlendirmeye ihtiyaç duyabilir. Ancak bu tür danışanlar, bunu kısa sürede bize belli ederler. Geçmişte terapötik süreçte sessizliğin fazlasıyla vurgulandığını düşünüyorum, ancak günümüzde birçok eğitim programında yeterince üzerinde durulmadığını görüyorum.
Eğer bir danışan, söylediklerini ya da hissettiklerini anlayıp anlamadığınızı sorarsa, dürüst olun. Anlamıyorsanız, bunu açıkça ifade edin. Örneğin, “Bunu söylediğinizde tam olarak neyi kastettiğinizden emin değilim…” ya da “Olanlar karşısında daha çok üzüntü mü yoksa daha çok öfke mi hissettiğinizi tam olarak anlayamıyorum” gibi ifadeler, danışanın kendisini daha iyi açıklamasına yardımcı olacaktır. Hiçbir danışan, terapistin mükemmel olmasını beklemez. Dürüst olmak, danışanın deneyimini saygıyla ele alma ve anlamaktan emin olmadığınızda bunu kabul etme isteğinizi gösterir. Eğer danışan, cümlelerini yarım bırakıyorsa ya da kendini o kadar belirsiz ifade ediyorsa ki ne demek istediğini anlayamıyorsanız, bunun farkında olması gerekir. Ona, bu geri bildirimi vermenizin sebebinin, onu anlamanın sizin için önemli olması olduğunu açıklayın.
Yeni terapistlerin en sık yaptığı hatalardan biri, daha fazla konuşmaları gerektiğini varsaymalarıdır. Bir danışan bir yanıt beklediğinde duraklar, size bakar veya doğrudan bir soru sorar. Bilginizi göstermek için hemen konuşmaya başlamak ya da çok hızlı şekilde peş peşe sorular sormak, danışanın duygularını derinlemesine ifade etmesini teşvik etmek yerine, onu yüzeyde tutma eğilimi yaratacaktır.
Yeni terapistler genellikle danışanın sorununu çözmeleri gerektiğine inanırlar ve buna göre hareket ederler. Ancak, danışana doğrudan “Sizce burada asıl sorun nedir?” diye sormak ve onun kendi deneyimi üzerine düşünmesini sağlamak, sorunu hızla çözmeye çalışmaktan çok daha terapötik olacaktır.
Danışanların sadece konuşarak bile ne kadar büyük bir rahatlama yaşadıklarını görmek beni hâlâ şaşırtıyor. Terapistler, sessizce oturup doğal duygusal tepkilerinin yüzlerinde kelimesiz bir şekilde belirmesine izin verdiklerinde, hiçbir şey yapmadıklarını hissedebilirler. Ancak bunun gerçek hayatta ne kadar nadir yaşandığını düşündüğünüzde, sıkıntı içindeki biri için ne kadar değerli olabileceğini anlayabilirsiniz. Çoğu insan, sorunlarını bir arkadaşına veya aile üyesine anlattığında, hızla “Ah evet, bana da benzer bir şey olmuştu.” gibi bir yanıt alır ve dinleyici, o noktada anlatıyı keserek kendi hikâyesine geçer. Oysa sessiz, şefkatli ve gerçekten dahil olan bir dinleyici, terapi arayışındaki biri için oldukça nadir bulunan ve büyük takdir gören bir deneyimdir.
KAVRAYIŞINIZI DEĞERLENDİRMEK [GAUGING YOUR UNDERSTANDİNG]
Ne zaman konuşmanız gerektiğine nasıl karar verirsiniz ve nereden başlamak en iyisidir? Danışanlar, bir yanıt beklediklerini konuşmayı durdurarak belli ederler. Yüzlerinde sorgulayıcı bir ifadeyle doğrudan size bakabilirler ya da söylediklerini anladığınızı düşünüp düşünmediklerini doğrudan sorabilirler. Terapinin erken aşamalarında kısa ve empatik ifadeler, danışanın kendini daha derinlemesine keşfetmesini kolaylaştırmada genellikle etkili olur. Uzun zamandır başarılı bir dinleme ölçütü olarak kullandığım şeylerden biri, danışanımın söylediklerini ya da hislerini anladığımı ifade ettiğimde, onun “Kesinlikle” ya da “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı yanıtlar vermesidir.
Lisansüstü eğitimimdeki ilk teknik dersimde, profesörümüz bizi bir ajansın gönüllü danışanlarıyla röportaj yapmaya ve bu görüşmeleri ses kaydına almaya yönlendirdi. Daha sonra, kayıttan 10 dakikalık bir bölümü seçmemizi ve bunu yazıya dökmemizi istedi. Ayrıca, transkripti iki sütuna ayırmamız gerekiyordu; sol tarafa danışanın ifadelerini, sağ tarafa ise bizim yanıtlarımızı yazacaktık. Bu egzersiz benim için son derece değerliydi, çünkü sadece seansta bulunarak fark edemediğim şeyleri “okuyabilme” fırsatı yakaladım. İçgüdüsel olarak seansın iyi geçtiğini ve danışanımın endişelerini anladığımı düşünmüştüm. Ancak, transkripti okumak benim için adeta bir aydınlanma anıydı. Birdenbire, hangi noktalarda terapötik bir yanıt verdiğimi ve hangi noktalarda hatalı yaklaştığımı açıkça görebiliyordum. Tam olarak yerinde bir yanıt verdiğimde, danışan hemen “Kesinlikle”, “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı ifadeler kullanıyordu. Eğer “Sanırım” ya da “Galiba” gibi belirsiz yanıtlar veriyorsa, biraz hedefin dışında olduğumu anlıyordum. Eğer gözlerini kaçırıyor, sessiz kalıyor ya da konuyu değiştiriyorsa, verdiğim yanıtın hedefi tamamen ıskaladığını biliyordum.
Özellikle dikkat çekici olan şey, kendi ilgisizliğim veya savunmacı tepkim nedeniyle konuyu değiştirdiğim anlardı. Danışanımın bu duruma verdiği tepki beni şaşırttı: Vazgeçmedi. Birkaç dakika içinde aynı konuya geri döndü ve bana tekrar yanıt verme fırsatı sundu. O dönemde profesörümün söylediği ve sonraki klinik deneyimlerimle de doğrulanan şey şuydu: Bu neredeyse her zaman böyle olur. Danışanlarımız, kendileri için önemli olan bir şeyi aktarma çabalarından genellikle vazgeçmezler. İhtiyaç duydukları tepkiyi almak için denemeye devam ederler. Bu erken dönem eğitim deneyiminden, en ağır psikolojik sıkıntıları yaşayan danışanların bile dirençli olduklarına dair büyük bir saygı kazandım. Danışanlarımın bana her zaman ikinci bir şansı vereceğini anlamak benim için büyük bir rahatlık sağladı. Anksiyetem azaldı, önemli bir şeyi kaçırıp terapinin gidişatını bozma konusundaki kaygım azaldı. Tabii ki, ne kadar az kaygılı ve endişeli olursam, duygusal olarak o kadar daha fazla anda kalabiliyor ve danışanlarıma daha dikkatli şekilde odaklanabiliyordum.
Yeni terapistlere, seanslarını kaydetmelerini tavsiye ediyorum, çünkü bu süreç son derece öğretici sonuçlar doğurur. Yalnızca yanıtlarımızın hangi noktalarda hedefi ıskaladığını belirlemekle kalmaz, aynı zamanda danışan ve terapist arasındaki etkileşimde bizi konudan uzaklaştıran şeyin ne olduğunu da analiz edebiliriz. Kendime şu soruları sorabilirim: “Neden konuyu değiştirdim? Danışan ne hakkında konuşuyordu ya da ben onunla ilgili ne hissediyordum ki bu beni rahatsız etti ya da ilgimi çekmedi?” Kendi zayıflıklarını görmek konusunda cesur olan bir terapist, bu tür titiz bir öz değerlendirme süreciyle büyük ölçüde gelişim gösterebilir. Kendi acınızla ve zayıflıklarınızla yüzleşmenin sizi yalnızca daha iyi bir terapist yapacağını bilmek, bu sürece motive edici bir anlam kazandırır. Danışanı gerçekten anladığınız ve ona derin bir rahatlama ya da içgörü sunduğunuz anları görmek, öz değerlendirme sürecini hem tatmin edici hem de düşündürücü kılar. Danışanı değil, etkileşimi incelemeye yönelik bir alışkanlık geliştirmek, keşfetmek için yeni bir dünyanın kapısını açar.
TEMEL EMPATİ
Psikoterapi öğrencilerinin çoğu, eğitimlerinin erken aşamalarında empati (emphaty) kavramıyla tanışır. Başkalarının ifadelerini yeniden formüle etmeyi ve özellikle doğrudan ya da örtük olarak ifade edilen duygulara odaklanmayı pratik ederler. Ancak daha yüksek düzeyde empati, yeni terapistlerin genellikle papağan gibi tekrar ettiği yüzeysel yanıtları aşmayı, danışanın beden dilini, duygularını yüz ifadesiyle nasıl ortaya koyduğunu ve dile getirdiği düşüncelerin altında yatan anlamları bütüncül bir şekilde gözlemlemeyi gerektirir. Danışanın inkâr içinde olduğu ya da hissettiği duygular nedeniyle suçluluk duyduğu durumlarda, terapistin onun gerçekte ne hissettiğini yansıtabilmesi son derece özgürleştirici olabilir.
Bazen bazı danışanlar, terapistin empatik ifadelerini reddederler (McWilliams, 2004). Empatinin bazı insanlar tarafından geri çevrilmesi mantıksız gibi görünse de, bu durum terapist için süreci önemli ölçüde zorlaştırabilir. Empati karşısında diken diken olan ve sinirlenen danışanlar, zayıflık veya acıyı kabul edemedikleri için böyle tepki verebilirler; çünkü bu durum onları aşağılanmış hissettirebilir. Bu kişiler için empati, acınmak ile eşdeğer olabilir ve kimse acınmak istemez. Bu nedenle, empatinin dozuna dikakt edilmeli, empati az ve kademeli miktarlarda verilmelidir.
Rebecca, bu bölümün başlarında tanıttığım danışan, birkaç terapistle görüştükten sonra beni seçtiğini ve bunun nedeninin “terapist sesi”ne sahip olmamam olduğunu söyledi. Ona tam olarak neyi kastettiğini sorduğumda, aşırı müşfik ve yapay bir şekilde yatıştırıcı bir ses tonu kullanan birini taklit etti; bu, açıkça samimiyetsiz bir tavrı yansıtıyordu. Birçok terapistin danışanlarına karşı küçümseyici bir yaklaşım sergilediğini, böylece danışanlarıyla aralarında otomatik olarak bir üstünlük ilişkisi kurduklarını düşündüğünü söyledi. Ona, duygusal tonu “zavallı bebeğim” anlamına gelen bir terapist gerekmiyordu. Daha saygılı ve eşitlikçi bir ilişki arıyordu. Ayrıca, duygularını açıkça ifade etmeyen biri olduğu için, aşırı duygusal tonda olmayan empatik ifadeleri tercih ettiğini belirtti.
Hangi danışanların terapistin empati ve anlayış gösterme çabalarını reddedeceğini tahmin etmek zor olabilir. Narsisistik ya da borderline özellikler gösteren bazı danışanlar yalnızca empati beklemekle kalmaz, aynı zamanda yeterince empati görmediklerinde bunu sert bir şekilde eleştirebilirler. Tanı, bir danışanın terapistin empatik yanıtlarını kabul edip etmeyeceğini her zaman kesin olarak tahmin etmez. Çoğu danışan, terapistin empati olarak sunduğu ile kendisinin empati olarak deneyimlediği şey arasındaki farkı hızla belli eder.
Örneğin, Rebecca annesinin kendisini zaman zaman aşağılayıp sözlü olarak istismar ettiğini anlattığında, ona “Bu, hislerini incitmiş olmalı.” dedim. O ise “Evet, sanırım öyle.” diye isteksiz bir yanıt verdi. Ardından “Ve seni öfkelendirmiş olmalı.” dedim. Bu sefer hemen öfkelendiğinin farkında olmadığını söyledi ve vücudunu benden uzaklaştırdı. Ardından, annesinin kendisine sadece onu hayal kırıklığına uğrattığı zamanlarda kötü davrandığını belirtti. Annesinin kendi hislerine hakkı olduğunu söyledi ve ona karşı kesinlikle öfkeli olmadığını ifade etti.
Konuşmamız ilerledikçe, annesinden gördüğü kötü muamelenin sorumluluğunu tamamen kendisine yüklediği netleşti. Annesini suçlamak, onun annesiyle sevgi dolu bir ilişki kurma konusundaki bitmek bilmeyen özlemiyle çelişirdi. Bu nedenle, annesine yönelik olumsuz hislerini yansıtan herhangi bir empatiyi anında reddediyordu. Yeni bir terapist için, danışanın hislerini doğru bir şekilde anlamanın ve yansıtmanın olumsuz bir tepkiyle karşılanması kafa karıştırıcı olabilir.
Bir danışan, empatimizi reddedebilir çünkü ya empati yanlış bir noktaya yöneltilmiştir (yanıltıcıdır) ya da doğru bir noktaya temas eder ancak bu durum danışanı rahatsız eder. Daha önce, terapistin yanıtlarının doğru ve yardımcı olup olmadığını anlamak için danışandan onay beklemesi gerektiğini belirtmiştim. Peki, empatiyi reddeden bir danışan bu genel kuralla çelişmez mi? Hem evet hem hayır. Terapist gerçekten hedefi ıskaladığında, danışanın tepkisi genellikle soğuk ya da hafif olumsuz olur. Daha önce belirttiğim gibi, beklediği yanıtı alamayan bazı danışanlar konuyu değiştirebilir ya da sessizce gözlerini kaçırabilirler. Ancak, empati karşısında anksiyete, suçluluk veya aşağılanma hisseden bir danışan güçlü bir savunmaya geçer; bu da terapiste hassas bir noktaya dokunduğunu gösterir -ve bu dokunuş danışan tarafından hoş karşılanmaz.
Peki, empatiyi bir rahatlatıcı unsurdan çok bir diken gibi hisseden bir danışana terapist ne söylemelidir? Deneyimlerime göre, ne kadar az kelime kullanılırsa o kadar iyi olur ve ifadeler ne kadar az dramatik olursa o kadar etkilidir. “Bu senin için zor olmalı” gibi bir cümle genellikle yeterlidir, hatta danışan ciddi travmalar yaşamış olsa bile. Danışan, sizin onu dinlediğinizi, sorular sorduğunuzu, konuşmasını teşvik ettiğinizi ve empatik yüz ifadeleriyle onun duygularını kayda aldığınızı fark edecektir. Bu tür danışanlar için az söz daha fazla etki yaratır.
Nadiren de olsa, en minimal empatiyi bile sürekli reddeden bir danışanın prognozu genellikle kötüdür. Tedavi ettiğim bir kadın, öfke dışında herhangi bir gerçek duygu ifade edemiyordu (aleksitimi). “Üzgün görünüyorsun” ya da “Öfkeli görünüyorsun” gibi ifadelerime genellikle alaycı bir şekilde yanıt veriyor, çoğu zaman söylediklerimi bana geri yansıtıp, asıl üzgün ya da öfkeli olanın benim olup olmadığını soruyordu. Bu yaklaşım oldukça tatsızdı ve onun hissettiğini düşündüğüm şeyleri söze dökmeye çalışmaktan giderek yorulmaya başladım. Neredeyse her etkileşimi bir güç mücadelesi olarak algılayan danışanlar, temel güven duygusunda ciddi sorunlar yaşarlar ve kendilerini değişim için yeterince savunmasız hale getirmezler.1
[1Bu vakayı Seduction, Surrender, and Transformation: Emotional Engagement in the Analytic Process adlı kitabımda (Maroda, 1999) paylaştım. Tedavi kısmen başarılı oldu, ancak sonunda fiziksel temas isteği konusunda yaşanan bir çıkmaz nedeniyle sona erdi.]
AŞIRI EMPATİ TALEPLERİ
Birkaç yıldır görüştüğüm bir danışan olan Nancy, sürekli olarak abartılı sempati, hatta acıma ifadeleri talep ediyordu. Bu beklentisi karşılanmadığında ise öfkeleniyor, bana duygularını esirgediğimi ve soğuk davrandığımı söylüyordu. Nancy, çocukken hem duygusal hem de fiziksel olarak travmatize olmuştu ve başkalarıyla sağlıklı bir şekilde nasıl ilişki kuracağını öğrenememişti. Annesi baskıcı ve kontrolcü biriydi. Uzun bir süre boyunca Nancy, kendinde de aynı özelliklerin bulunduğunun farkında değildi. Empati talebi, teselli ve sempati arayışı şeklinde olduğu için, bu beklentisinin tamamen makul olduğuna inanıyordu. İstediği tepkiyi alamadığında ise içerliyor ve kendinden emin bir şekilde öfkeleniyor, durumdan büyük bir haklılık payı çıkarıyordu.
Nancy, örneğin, sürekli olarak kocasından şikâyet ediyor ve hislerinden onu sorumlu tutuyordu. İş yerinde zor bir gün geçirdiğinde, eve girdiği anda kocasının bunu fark etmesi gerektiğini düşünüyordu. Daha tek kelime etmeden, onun ruh halini hemen sezmesini ve empatik bir şekilde anlamasını bekliyordu. Eğer kocası onun sıkıntısını fark etmez ya da bunu hafifletmeye hemen odaklanmazsa, onu duyarsız ve sevgisiz olmakla suçluyordu.
Nancy, kocasıyla ilgili şikâyetlerini bitirdiğinde, ona karşı herhangi bir sempati hissetmiyordum. Aslında, genellikle kocası için üzülüyor ve onun Nancy’nin duygularından sorumlu tutulduğu uzun evlilik süresince bunu nasıl tolere edebildiğini merak ediyordum. Nancy, empati eksikliğimi fark ediyordu. Çoğu zaman doğrudan gözlerimin içine bakarak bir şey söylememi bekliyordu. Genellikle, “Gerçekten çok üzgün olduğunu ve kocanın bu acını hafifletmesini dilediğini görüyorum.” gibi bir şey söylüyordum. O ise hemen, “Sadece bunu mu söyleyeceksin? Sana ne kadar korkunç hissettiğimi anlatıyorum ve sen sakince oturup sadece üzgün olduğumu görebildiğini mi söylüyorsun?” diyerek tepki veriyordu. Bunun üzerine ona, “Ne söylememi isterdin?” diye sordum.
Nancy, tıpkı kocasına yaptığı gibi, benden tam olarak ne beklediğini açıkça gösterdi. Yüzüne abartılı bir sempati ifadesi takındı -tıpkı konuşamayan küçük bir çocuğun yaralandığında annesinin sergileyebileceği bir tavır gibi- ve, “Aaaaa, çok üzgün hissetmene gerçekten çok üzüldüm. Bu korkunç bir şey.” dedi. Bunu söylerken, birini teselli edercesine sırtını sıvazlıyormuş gibi havada bir hareket yaptı. Ona, “Gerçekten duymak ve benim yapmamı istediğin şey bu mu?” diye sordum. O da, “Evet.” diye yanıt verdi.
Ona, bunu yapamayacağımı söyledim, çünkü bu tutumun küçümseyici olacağını -empati yerine acıma anlamına geleceğini- ve benim açımdan duygusal olarak samimiyetsiz olacağını belirttim. Ancak o, bunun umurunda olmadığını söyledi. Yine de böyle bir tepki istiyordu, çünkü ona göre sevgi ve ilgi böyle gösteriliyordu ve kendisi de kocası ve çocukları üzgün olduğunda bu şekilde tepki veriyordu. Gerçekten de çok şey mi istiyordu?
Bu danışan, onun hakkında yazmama izin verdi ve bu vakayı kitap boyunca ele almayı planlıyorum, ancak bu örnek, terapi sürecindeki karmaşıklığı ve terapistlerin bazen danışanın istediği şeyi dürüstçe veremediklerinde nasıl bir çıkmazda kalabileceklerini göstermesi açısından önemli. Nancy’nin acısı gerçekti ve benim onu anlamamı istiyordu, ancak ben onun talep ettiği tepkiyi veremezdim. Bunun yerine, ona kendisine acımak gibi bir niyetim olmadığını, ancak sık sık büyük bir acı yaşadığını ve çoğu zaman teselli edilemez bir halde olduğunu anladığımı açıkladım. Zamanla, tolere edebildiği ölçüde, onun birilerinin kendisini kurtarabileceğine ve acısını ortadan kaldırabileceğine inandığını konuştuk. Bu inanç nedeniyle, duygularının sorumluluğunu başkalarına -öncelikle kocasına ve bana- yüklediğini anlamasına yardımcı olmaya çalıştım.
SORULAR SORMAK2
(2Casement (1985), Langs (1978), Hedges (1983) ve diğerleri, etkin dinleme konusunu kapsamlı ve oldukça başarılı bir şekilde ele almıştır, bu nedenle burada bu konuya ayrıntılı olarak değinmeyeceğim. Langs’ın açık ve örtük içerik üzerine yaptığı çalışmalar özellikle değerlidir, çünkü terapistlere, danışanın hem kendisine hem de terapistine yönelik bilinçdışı göndermelerini nasıl tespit edebileceklerini öğretir. Stern (1997), McWilliams (2004) ve diğerleri merakın terapötik süreçteki önemi hakkında yazmışlardır ve bu görüşe tamamen katılıyorum.)
Gerçek anlamda etkileşimli bir terapi süreci, terapistin kendisinden bile sakladığı şeyleri ortaya çıkarmadaki becerisine dayanır. İyi bir terapist, tıpkı bir dedektif gibi, her yerde ipuçları arar ve konu danışan ya da kendisi için utanç verici ya da rahatsız edici olsa bile, daha fazla araştırmaktan çekinmez. Yeni terapistler bu kadar doğrudan olmaktan kaçınabilirler. Kararsız bir terapist, danışanın isteksizliğine kendi isteksizliğiyle yanıt vererek üretken olmayan bir yansıtma süreci yaratabilir. Eğer terapistin soruları görmezden gelinir ya da reddedilirse, terapist basitçe başka bir konuya geçebilir. Ancak, danışanın açığa çıkarmaktan korktuğu bir noktayı yakalayamamak, terapinin tıkanmasına veya eksik kalmasına neden olabilir.
Farber, Berano ve Capobianco’nun (2004) danışanların, terapi sürecinde açık olmanın kendi rollerinin bir parçası olduğuna dair yeterince farkındalık sahibi olmadıklarını ortaya koyan raporu beni oldukça etkiledi. Kendi deneyimlerime göre, serbest çağrışımın teşvik edildiği psikanaliz sürecinde bile, danışanlar sırlarını ancak buna hazır olduklarında paylaşırlar. Daha şeffaf olmanın önündeki engeller arasında, duyguları ve davranışlarıyla ilgili suçluluk ve utanç duyguları yer alır. Danışanlar, zaman zaman gizledikleri şeylere dair küçük ipuçları verip, terapistin bunu fark etmesini ve gündeme getirmesini bekleyebilirler. Farber ve arkadaşlarının çalışmasında, “katılımcıların yarısından fazlası, terapistlerinin sırlarını daha aktif bir şekilde araştırmalarını istediklerini” bildirmiştir (s. 343).
Aşağıdaki vaka örneği, danışanın terapiye bir sırla geldiği ve bunun bilincinde olma derecesinin değişkenlik gösterdiği durumları açıklamaktadır. Jennifer, üniversite öğrencisiydi ve lise aşkıyla evlenemeyeceğini fark ettiği için terapiye gelmişti. İlişkiyi bitirme düşüncesi onu suçluluk duygusuna boğmuş ve intihara meyilli hale getirmişti. Birinin, terk edilmekten çok bir ilişkiyi bitirme nedeniyle intihara eğilimli olması, neredeyse her zaman o kişinin ilişki sürdürebilme kapasitesiyle ilgili başka bir sorunun da var olduğuna işaret eder. Daha fazla sorgulama yapıldığında, Jennifer kendini korkunç bir insan gibi hissettiğini söyledi; çünkü yıllarca erkek arkadaşının sevgisi ve kabulüyle mutlu olmuş, ancak şimdi onu “bir çöp gibi atıyordu”. Bunu yaparak gerçekten kötü bir insan değil miydi? Bir daha asla aşkı bulamayacak mıydı? Bay Doğru’yu bulup sonsuza kadar mutlu yaşama hayalleri ne olacaktı?
Terapinin ilk birkaç ayı, Jennifer’ı dinlemeye ve onun suçluluk ile anksiyetesini yönetmesine yardımcı olmaya odaklandı. Ailesiyle bağımlı bir şekilde iç içe geçmişti ve bu durum, erkek arkadaşından ayrılma sürecinde yaşadığı ayrılık anksiyetesi ve suçluluk duygusunun temel kaynağıydı. Aslında hiçbir zaman ebeveynlerinden tam anlamıyla ayrılmamıştı ve suçluluk duyguları, ayrılmanın terk edilme ve sevgisizlik anlamına geldiğine dair inancından kaynaklanıyordu. Haftada iki kez seansa gelmeye başladı, kendini daha iyi hissetti ve zorlayıcı ve acı verici olmasına rağmen ayrılığı gerçekleştirmeyi başardı. Bu süreci tamamladıktan ve biraz sakinleştikten sonra, içsel duygusal meseleleri üzerine çalışmaya başlayabildik.
Jennifer’ın yüzleşmediği bazı meseleler olduğu hissine kapılmıştım, ancak ilişkiyi bitirme konusundaki duygusal krizi, başka bir konuya alan bırakmıyordu. Erkek arkadaşıyla arasının nasıl bozulduğunu anlatırken, bir süredir ona olan ilgisinin azaldığını üzülerek belirtti. Bu, danışanın durumunu basitçe yeniden ifade eden ve yüzeysel anlamıyla kabul edilebilecek bir ifadedir. “Ona olan ilgim bir süredir azalıyordu.” Bu ifadenin anlamı bariz görünüyor ve bir anlamda öyle de. Ancak bir terapist, yalnızca yüzeydeki anlamı değil, daha derindeki anlamları da arar. Bizim görevimiz, yalnızca danışanın söylediklerini anlamak değil, aynı zamanda onun için tehdit edici olabilecek, hatta bizim için bile rahatsız edici olabilecek ve yüzeyin hemen altında açığa çıkmayı bekleyen meseleleri keşfetmesine yardımcı olmaktır. Bu tür meseleleri açığa çıkarmanın en etkili yollarından biri, basit ifadelere basit sorularla yanıt vermektir.
Bu durumda, basit bir ifadeye basit bir soruyla yanıt verdim ve “İlgini kaybettiğini nasıl anladın?” diye sordum. Jennifer, bu soruya karşı canlandı ve konuyu daha ayrıntılı keşfetmeye istekli görünüyordu. (Eğer soruyu geçiştirip konuyu değiştirseydi, devam etmezdim.) Erkek arkadaşına karşı cinsel ilgisinin belirgin şekilde azaldığını ve çoğu zaman onunla aynı saatte yatmak istemediğini söyledi. Bunun yerine, geç saatlere kadar uyanık kalıp internette gezindiğini belirtti. Hangi sitelere girdiğini sordum. Yüzü kızardı ve genellikle soft porno sitelerine girdiğini söyledi. Ona, cinselliğe ilgi duyduğunu ancak erkek arkadaşıyla cinselliğe ilgi duymadığını fark ettiğimi söyledim. Bu yoruma katıldı ve benim çıplak bedenleri izleme ilgisine karşı herhangi bir şaşkınlık ya da yargılayıcı bir tepki göstermemiş olmamdan dolayı rahatlamış göründü. Ardından, ne tür bir çıplaklıkla ilgilendiğini sordum. Çıplak insanların ve bazı cinsel sahnelerin olduğu resimlere baktığını, ancak bunların rahatsız edici ya da sıra dışı içerikler olmadığını söyledi.
Burada belirtmek isterim ki, Jennifer sorularıma yanıt vermekte isteksiz değildi, ancak kendiliğinden fazla bilgi de paylaşmıyordu. Bu nedenle, bir danışan cinsel içerikli görsellere veya filmlere baktığını ya da cinsel fantezilerden bahsettiğinde neredeyse her zaman sorduğum çok önemli bir soruyu sordum: “Tercih ettiğin senaryo nedir? Bu ‘görüntüde’ kim var ve orada ne oluyor?” Burada odak noktam, grafik cinsel içerik değil, sahnedeki karakterler ve yaşanan duygusal senaryoydu. Jennifer, “Gerçekten güzel vücutlara sahip insanların öpüştüğünü izlemeyi seviyorum.” diye yanıt verdi.
Jennifer’ın birkaç kez “insanlar” kelimesini kullandığını fark ettim; doğrudan erkekler ya da kadınlar hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Bu yüzden, izlediği sahnelerde kimlerin öpüştüğünü sordum. Yüzü tekrar kızardı ve “Ah, bilirsin, farklı insanlar. Erkekler, kadınlar, bazen gruplar.” dedi, ardından gözlerini kaçırdı. “Bilmem gereken başka bir şey var mı?” diye sordum. “Aslında kadınlara çok bakıyorum.” diye yanıt verdi. Bu, Jennifer’ın kadınlara ilgi duyduğuna dair herhangi bir şey söylediği ilk andı. Kadınlarla ilgili daha fazla soru sorduğumda, isteksizce, kadınlara giderek daha fazla ilgi duyduğunu ve erkek arkadaşı uyuduktan sonra saatlerce çevrimiçi olarak kadınlarla ilgili sahneleri izlediğini itiraf etti. Kadınların öpüştüğü sahneleri izlemekten büyük bir cinsel uyarılma hissettiğini söyledi.
Yarım saat veya daha fazla süren bu sorgulama sırasında dikkatliydim çünkü onun için hassas bir konu olan bu konuyu derinlemesine araştırarak onu tehdit etmek istemiyordum. Jennifer’ın bu konuda konuşurken kendini güvende hissetmesini ve kadınlara olan ilgisine erkeklere olan ilgisine davrandığım kadar sakin ve gerçekçi davranacağımı bilmesini istiyordum. Ona daha gençken kadınlarla veya kızlarla cinsel deneyim yaşayıp yaşamadığını sordum. Birkaç yıl boyunca başka bir kızla ara sıra birbirlerinin üstüne yattıklarını ve vücutlarını birbirine sürttüklerini söyledi. Bu olaylar dokuz yaşındayken başladı ve diğer kızın annesinin yaklaşık 2 yıl sonra bir gün onları yakalamasıyla sona erdi.
Birkaç yıl sonra başka bir kız arkadaşıyla da cinsel keşiflerde bulunduğunu anlattı. O dönemde bunun cinsel bir deneyim olduğunu fark edip etmediğini sordum. Bunun farkında olduğunu, ancak bunu sadece erken ergenlik dönemi merakı olarak değerlendirdiğini söyledi. Şu an kadınlara olan ilgisi hakkında ne düşündüğünü sordum. Kesinlikle lezbiyen olmadığını ve bu durumu nasıl yorumlaması gerektiğini bilmediğini ifade etti.
Jennifer, bana gelmeden önce birkaç yıl terapi almıştı. Daha önceki terapistiyle bu konuyu keşfedip keşfetmediğini sordum. Bunu hiç konuşmadıklarını söyledi. Nedenini sorduğumda, konunun hiç açılmadığını belirtti ve ona inandım. Terapinin başlarında, benimle önceki terapistinden çok daha güvende hissettiğini dile getirdi. Önceki terapistinin, Jennifer üzgün olduğunda seansları uzattığını ve bir cuma gecesi onunla telefonda üç saat boyunca konuştuğunu anlattı. Aslında, önceki terapistin sınırları net bir şekilde koruyamaması Jennifer’ı rahatsız etmişti ve bu durum, terapötik sınırların korunmasının tedavi sürecinin her yönünü nasıl etkilediğinin önemli bir örneğiydi.
Bence, cinsel yönelim gibi hassas konuların sıklıkla gizlendiğini ve terapist doğru soruları sormazsa tüm terapi süreci boyunca bilinçdışında gömülü kalabileceğini unutmamak önemlidir. Eğer yaptığımız işin bir “sihri” varsa, bu, danışanın anksiyete, utanç, suçluluk ve kafa karışıklığına neden olan önemli meseleleri ve hisleri yüzeye çıkarmamızı sağlayan yeteneğimizdir. Böylesine derin konuları bilinçdışında tutmaya çalışmak yorucu ve ağır bir yüktür. Çoğu insan, bu tür meseleleri kendi başına fark edip derinlemesine inceleyemez. Belki de bu yüzden Freud, psikanalitik keşfi bir arkeolojik kazıya benzetmiştir. (Birgün Jennifer beni şaşırtarak bir kadınla tanıştığını ve onu öptüğünü söyledi. Bu noktadan itibaren, kendi homoseksüelliğini kabul etme sürecindeki zorluklarını ele almaya başladık. Sonunda, başka bir genç kadınla tanışıp âşık oldu ve birlikte yaşamaya başladılar.)
Terapistin, danışanın kolayca dile getirmediği konuların peşine düşebilmesi için bir anlamda korkusuz olması gerekir. Danışanın rahatsızlığı, özellikle yeni terapistlerin anksiyetesini artırabilir ve her iki tarafın da kendini daha rahat hissetmesi adına konu erken kapatılabilir. Ancak, yeni terapistleri cesur olmaya ve danışanın konuşmaktan çekindiği ancak önemli olduğuna inandıkları konular üzerinde ısrarla durmaya teşvik ediyorum. Eğer danışan tamamen reddeder ya da savunmacı bir şekilde öfkelenirse, bu durumu bir işaret olarak almak ve onun hazır olmasını beklemek en sağlıklı yaklaşımdır.
AMAÇLARI BELİRLEME
Davranışçı terapistler, tedavinin amacını belirlemek, terapist ve danışan arasında işbirlikçi ve odaklanmış bir ilişki kurmak ve sürecin sonuçlarını değerlendirmek için amaç belirlemeyi temel bir unsur olarak görürler. Psikodinamik terapistler ise bu konuda daha yavaş hareket etmiş, içgörü ve anlayışın ya tek başına yeterli olacağına ya da doğal olarak gerekli değişimi beraberinde getireceğine inanmayı tercih etmişlerdir. Ancak bu yaklaşım değişmeye başlamıştır ve Renik (2002) gibi analistler, psikanalitik terapistlerin hem amaç belirlemeyi hem de tekniklerin açıklığını benimseemeleri gerektiğini savunmaktadır.
Amaç belirleme, amaçları yeniden gözden geçirme ve terapist ile danışan arasında paylaşılan amaçların terapötik işlevi konusunda mevcut kanıtlar göz önüne alındığında, amaç belirlememek için mantıklı bir neden yoktur. Danışanlarıyla daha büyük bir içgörü ve anlayış kazanma gibi genel bir amacı paylaşan analistler bile, bu amacı tedavinin başlangıcında açıkça ifade etmekten fayda sağlayacaktır.
Hedefler, elbette terapinin ilerlemesiyle birlikte değişebilir ve sürenin uzunluğuna bağlıdır. On seanslık bir depresyon tedavisinin hedefleri, birkaç yıl süren psikodinamik bir terapinin hedeflerinden farklı olacaktır. Bazen bir danışan, başlangıçta yalnızca semptomlarının hafiflemesi amacıyla terapiye gelmeyi planlar, ancak sürecin ilerleyişiyle birlikte terapiden daha fazlasını elde edebileceğini fark edip fikrini değiştirebilir. Semptomların hafiflemesi, terapiye başlamak için iyi bir noktadır ve bir terapist, “Şu anda terapiden beklediğiniz şey depresyonunuzu hafifletmek gibi görünüyor.” şeklinde bir ifade kullandığında, çoğu danışan bundan rahatsızlık duymaz. Danışan bu hedefi kabul ederse, terapi genellikle ilaç kullanımının uygunluğu üzerine yapılan bir tartışmanın ardından devam eder.
Terapinin ilerlemesiyle birlikte yeni hedeflerin ortaya çıkması doğaldır. Yine, tedavinin süresi bu süreci şekillendiren önemli bir faktördür. Danışanın depresyonu hafifledikten sonra, potansiyelini gerçekleştirmek, sosyal becerilerini geliştirmek veya daha sağlıklı ve formda olmak gibi konular üzerinde konuşmaya ilgi duyması mümkündür. (Özellikle depresyon yaşayan danışanlarımı egzersiz yapmaya her zaman teşvik ederim.) Hedef belirlemek, terapötik ittifakı güçlendirir ve hem terapist hem de danışana, belirlenmiş bir proje üzerinde birlikte çalıştıklarını hatırlatır; her biri sürece kendi sorumluluklarıyla katkıda bulunur. Gerçekçi hedeflerin belirlenmesi, terapi sürecini gerçek dünyaya sağlam bir şekilde bağlamaya yardımcı olur.
Terapinin devam etmesiyle birlikte, genellikle belirlenen hedefleri yeniden gözden geçiririz, özellikle de danışanım kendini daha iyi hissettiğini veya belirlenen bir hedef doğrultusunda önemli bir ilerleme kaydettiğini bildirdiğinde -örneğin, daha girişken hale gelmek, duygularını daha özgürce ifade etmek ya da kendini daha iyi tanımak gibi. Değerlendirmeler resmi ya da gayri resmi olabilir. Benim için, hedeflerin konusu tıpkı diğer önemli konular gibi doğal bir şekilde gündeme gelir. Danışanım, “Bir yere varamıyormuşum gibi hissediyorum, sen ne düşünüyorsun?” diyebilir ya da “İçimde farklı hissediyorum, artık terapiye başladığım zamanki kişi olmadığımı biliyorum.” şeklinde bir içgörü paylaşabilir. Bu noktalar, onun ilerlemesini doğrulayan gözlemlerimi aktarmam için bir fırsat yaratır ve böylece terapinin değerlendirilmesi doğal bir akış içinde gerçekleşir. Ancak, belirli aralıklarla düzenli değerlendirmeler yapmak da aynı derecede faydalıdır ve kesinlikle zararlı değildir. Eğer danışan belirlenen aralıkların çok kısa veya çok uzun olduğunu düşünüyorsa, bunu terapistine bildirerek gerekli değişikliklerin yapılmasını sağlayabilir.
Daha önce belirttiğim gibi, burada anlattığım genel kuralların her zaman istisnaları vardır. Danışanımın terapiden ne beklediğini netleştirmek ve gerçekçi hedefler belirlemek, şimdiye kadar çalıştığım herkesle iyi sonuç vermiş olsa da, bu hedefleri değerlendirmek farklı bir durum olabilir. Daha önce bahsettiğim, annesine karşı öfkesini kabul etmemi istemeyen danışanım Rebecca, aynı zamanda herhangi bir ilerleme kaydettiğine dair en ufak bir yorumu bile duymaktan hoşlanmıyordu -hatta sadece semptomlarının hafiflemesine yönelik bir değerlendirme bile onu rahatsız ediyordu. Bu yüzden, onunla çalışırken ilerleme hakkında doğrudan herhangi bir şey söylemekten vazgeçip, gözlemlerimi sadece içimde not etmeyi öğrendim.
Bir gün ona, “Son zamanlarda kendini çok daha iyi hissediyor gibisin. Bu doğru mu?” diye sordum. Bana bakıp, “Kendini övme. Evet, biraz daha iyi hissediyorum ama bunun sebebi sen değilsin, erkek arkadaşım.” dedi. Kontrol, Rebecca için büyük bir meseleydi ve birinin üzerinde herhangi bir güce sahip olma ihtimalinden hem nefret ediyor hem de korkuyordu. Bana karşı herhangi bir bağ hissettiğini ya da benimle çalışmanın ona fayda sağladığını kabul etmeye isteksizdi. Terapide belirlediğimiz hedefler vardı. O da bunları biliyordu, ben de. Bu yüzden düzenli değerlendirmeleri tamamen unuttum, çünkü diğer danışanların aksine, onun için bu süreç faydalı değildi. Oldukça girişken biriydi ve bir seanstan ya da söylediklerimden memnun olmadığı zaman bunu bana açıkça bildirirdi; böylece terapinin gidişatını bu şekilde koruyabiliyorduk. Burada önemli olan, danışanın neye ihtiyacı olduğunu dinlemek ve buna uygun şekilde yanıt vermek, aynı zamanda her bireyin ve her terapötik ilişkinin karmaşıklıklarına uyum sağlayabilecek kadar esnek kalabilmektir.
SESSİZLİKLE BAŞA ÇIKMAK
Yeni bir danışan, terapiye yoğun duygular içinde başlamış olabilir ve ilk birkaç seansta bolca gözyaşı dökmüş olabilir. Terapisti, empatik bir yaklaşım sergileyerek onun hikayesini anlatmasını sağlamış ve bu süreç danışana rahatlama hissi kazandırmıştır. Bu rahatlama genellikle kısa bir süre içinde, iki ila on seans arasında gerçekleşir. Birgün seansa, “Kendimi çok daha iyi hissediyorum ve bugün ne hakkında konuşacağımı bilmiyorum. Gerçekten yeni bir şey olmadı. Bana biraz yönlendirme yapabilir misiniz?” diyerek başlayabilir. Bunu her danışan yapmaz, ancak birçok danışan bu noktaya gelir. Duygusal bir kriz baskısı ortadan kalktığında, aniden kendilerini daha bilinçli bir şekilde değerlendirir ve sürecin nasıl ilerlemesi gerektiği konusunda kaygılanabilirler. Aynı konular hakkında konuşmaya devam etmeleri mi gerekir, yoksa bu sıkıcı ve verimsiz mi olur? Birkaç farklı konu hakkında konuşabileceklerini söyleyebilirler, ancak hangisini seçmeleri gerektiğinden emin olmayabilirler. En önemli konunun hangisi olduğunu nasıl bilebilirler?
Bu durumu ele almak için kesin kurallar yoktur, ancak bir meslektaşımın (Brian Smothers, kişisel iletişim) “durgunluk dönemi” olarak adlandırdığı bu aşamada, danışanlar genellikle terapötik süreç hakkında biraz rehberlik arayışında olurlar ve neye odaklanmaları gerektiğini, sürecin nasıl ilerleyeceğini merak ederler. Bazı danışanlar gerçekten ele almak istedikleri başka bir konu olmadığını fark edip bu noktada terapiden ayrılabilirler. Diğerleri ise kalmak ve daha derine inmek isteyebilirler, ancak nasıl ilerleyeceklerinden emin değildirler.
Genellikle danışanlarıma, kendilerini tekrar etmekten endişe duymamaları gerektiğini söylerim. Hepimizin sürekli olarak geri döndüğü belirli bir problem seti vardır ve terapötik süreç genişlikten çok derinlikle ilgilidir. Bir konuyu çalışmak, içgörü kazanmak, hisleri yönetmeyi öğrenmek ve yeni davranış stratejileri geliştirmek -bunların hepsi aynı temel meseleleri tekrar tekrar ele almayı gerektirir.
Eğer danışanım birden fazla konu arasında hangisini ele alması gerektiğini bilemiyorsa, her zaman en fazla his uyandıracak olanı seçmesini tavsiye ederim. Bu konuda ona düzenli olarak rehberlik eder ve sürecin bir parçası haline gelmesini sağlarken, terapinin nasıl işlediği ve neler bekleyebileceği hakkında daha fazla bilgi isterse, hem potansiyel kazanımları hem de olası zorlukları açıkça paylaşırım. Semptomları hafifletmeye yönelik kısa süreli tedaviler bile, kalıcı bir etki bırakabilmek için duyguların deneyimlenmesini gerektirir. Daha uzun vadeli tedaviler ise -başarıya ulaşmadaki engelleri kaldırmak, duygulanım yönetimini önemli ölçüde geliştirmek ve ilişki kalıplarını değiştirmek gibi daha karmaşık hedefler içerdiğinde- zaman zaman derin acı hissedilen dönemleri kaçınılmaz kılar.
Değişimin, savunmaların gevşetilmesi veya duygusal “teslimiyet” (Maroda, 1999) ile başladığını açıklarım ve ardından, danışanın geçmişine dayanarak terapötik süreçte hangi tür duygusal deneyimleri yeniden yaşayabileceğini tartışırım. Bu konuyu Altıncı Bölümde daha ayrıntılı ele alıyorum, ancak danışanlarıma, hissetmekten kaçındıkları şeyin aslında iyileşmeleri için hissetmeleri gereken şey olduğunu anlatırım. Burada akademik literatürü alıntılamaktan ziyade, terapistlerin deneyimlerinden öğrendikleri bir gerçeği ifade ediyorum. Winnicott’u (1974) serbestçe yorumlayarak, en çok korktuğumuz şeyin aslında daha önce başımıza gelmiş şeyler olduğunu söylerim. Farkında olsak da olmasak da en büyük korkularımız, hayatımızın en acı verici anlarını tekrar yaşama ihtimali etrafında şekillenir.
“Durgunluk dönemleri” herhangi bir zamanda ortaya çıkabilir ve bazı danışanlarda sıkça görülebilir. Terapistler için önemli olan nokta, sürecin tekrar ilerlemesini sağlamak için aktif olarak çaba göstermektir. Danışanın yön eksikliğine veya destek taleplerine seansı tamamen üstlenerek yanıt vermek cazip gelebilir, ancak bu noktada sorumluluğu danışana bırakmak daha etkili olacaktır. “Hangi konu hakkında konuşursan içinde bir his uyanır?” veya “Son seanstan bu yana seni duygulandıran herhangi bir düşünce, olay ya da rüya oldu mu?” gibi sorular sormak, seansta işlenecek konuların belirlenmesi sorumluluğunu danışana vererek sürecin daha verimli ilerlemesini sağlar.
ÖZET
Terapiye başlamak, hem terapist hem de danışan için zorlayıcı bir deneyim olabilir; çünkü her iki taraf da duygusal olarak mevcut ve tepkisel olma çabası içindedir. Terapinin bir ilişki olarak görülmesi, terapistlerin kendi duygusal geçmişlerini ve bağlanma kalıplarını incelemelerini gerektirir. Karşılıklı etkileşimi ve duygulanım iletişiminin önemini anlamak, terapistin kendini daha iyi tanımasına yardımcı olur ve ona anlık olarak doğru klinik kararlar alabilme yetisi kazandırır. İlk değerlendirme, terapist ve danışanın iyi bir eşleşme olup olmadığını belirlemekle başlar. Terapi süreci başladığında, terapist danışanın düşünce ve his akışını dikkatle takip eder. Her müdahalenin etkisini değerlendirmek, terapötik ilişkinin içinde neler olup bittiğine odaklanmayı gerektirir. Danışanı bir danışman gibi kullanmak, terapistin ilişkiyi bağımsız ve otoriter kararlarla yönlendirmeye çalışmasının getirdiği ağır yükten kurtulmasını sağlar. Bunun yerine, terapist terapötik sınırları koruma sorumluluğunu üstlenirken, danışanla birlikte belirlenen bir süreci izleyerek terapötik çalışmayı ortak bir çerçevede ilerletir.
Bir yanıt yazın