Bu kitap Alessandra Lemma‘nın Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘sinin Giriş’inin çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakınız.
Bu kitabın 2003 yılında yazılan ilk baskısı “Freud öldü” gibi kışkırtıcı bir başlıkla başlıyordu. Aradan geçen on yıldan fazla sürenin ardından, şimdi bunu bir soru olarak yeniden gündeme getiriyorum. Bunun nedeni, ilk baskıdan bu yana, psikanaliz alanında birçok gelişmeye tanıklık etmiş olmamızdır; bu gelişmeler büyük ölçüde, günümüz uygulayıcılarının geçmişe olan daha katı bağları gevşetmeye başladığını ve böylece Freud’un, yeni gelişmelere ilham veren bir kaynak haline gelmesine -meydan okunmasına direnen bir son nokta olmaktan ziyade- imkân tanıdığını göstermektedir.
Bu gelişmeler, diğer alanlarda tanık olduğumuz kadar hızlı olmasa da ve disiplinin bütünü, ampirik araştırma temeli açısından önemli ölçüde geride kalsa da, nöropsikanaliz alanındaki gelişmeler, psikoterapi sonuç araştırmalarının giderek artan hacmi ve psikanalizin çok daha geniş bir hasta grubuna uygulanmasındaki yaygınlaşma, psikanalize yeni bir soluk kazandırmıştır. Başka bir deyişle, Freud hâlâ hayatta ve dimdik ayakta, ancak bu kez divanın [couch] ötesine uzanan değişen bir manzara içinde. Psikanalizle kuramsal olarak ve kamusal ruh sağlığı hizmetlerinde, onun fikir ve tekniklerini uygulamaya çalışarak geçirdiğim 25 yılın ardından, bu alanla ilk baskıyı yazdığım zamankinden bile daha büyük bir tutkuyla ilgileniyorum.
Her ne kadar başka terapötik modalitelerde eğitim almış ve bunlardan yararlanıyor olsam da, klinik çalışmalarıma en çok sürdürülebilirlik kazandıran yaklaşım olduğu için dönüp dolaşıp yeniden psikanalize geliyorum. Yine de psikanalitik kuram ve uygulamanın bazı yönleriyle mücadele etmeye devam ediyorum. Daha da önemlisi, eleştirilerim psikanalitik kurumlarda hâlâ fazlasıyla yaygın olan içe dönük tutum ve kabileci zihniyete yöneliktir. Psikanalitik dünyada farklı psikanaliz ekollerini destekleyenler arasında süregelen bölünmeler, psikanalizin zihin bilimleri arasında hak ettiği güçlü varlığını sürdürmesine pek yardımcı olmamaktadır. Farklı düşünen sesleri ya da görüş ayrılıklarını bastırmak gibi bir niyetim olmadığını açıkça belirtmek isterim: bunlar fikirlerin evrimi için hayati önemdedir. Farklılık, kendi başına bir değer yargısı değildir; yalnızca vardır. Algılanan bir farklılıkla zihnimizde ne yaptığımız ise bambaşka bir meseledir. Psikanalizin, karşılaştırmalı olarak oldukça yakın zamanlara kadar bağlanma kuramını ihmal etmesi, ön yargıların akılcı tartışmalardan daha etkili biçimde, psikanalizle son derece ilgili bir kuram bütününü dışarıda bırakmasının pek çok örneğinden sadece biridir.
En iyi bilim insanları, gerçeği ararken bu arayışta yeterince ironik olabilen ve köşeyi döndüğümüzde teorilerini daha ileriye taşıyacak ya da belki de çürütecek başka bir bilim insanının mutlaka çıkacağını fark edebilenlerdir. Ancak bilgi arayışında olanların, bu arayışa tutkuyla sarılması da belki gereklidir. Tutku bir suç değildir; her ne kadar bazen bizi çıkmaz sokaklara sürükleyebilse de. Nitekim Freud’un kendisi de arzunun tehlikelerine dikkat çekmiştir. Freud da elbette, geriye dönüp baktığımızda, yüz yıllık bir perspektifle artık çok da yararlı olmadığını söyleyebileceğimiz bazı kuramsal çıkmazlara girmiştir. Ancak psikanalitik “bebeği” banyo suyuyla birlikte dışarı atarsak, bundan kaybedecek olan yalnızca biz oluruz. Çünkü psikanaliz, diğer tüm psikolojik kuramlardan daha fazla, hem arzumuza [desire] hem de yıkıcılığımıza [destructiveness] doğrudan odaklanarak bizi en derinden kavrayan yaklaşımdır.
Bu kitaptaki amacım, psikanalizin bir kuram ya da kurum olarak sorunlu yönleri üzerinde fazlaca durmak değil; daha ziyade klinisyen olarak yaptığım çalışmaları zenginleştiren analitik kavrayışları paylaşmaktır. Burada esas olarak korunması gereken şey, Freud’un ortaya koyduğu cevaplar değil, onun çabasının ruhudur: insanın karanlık yanıyla yüzleşmeye gönüllülüğü ve rahatsız edici sorular sorma cesareti. Freud’un ruhunu canlı tutmanın tek yolu, onun geliştirdiği sorgulama yöntemi olan analizden faydalanarak gözlemlerini daha ileriye taşımaktır -ancak bunu yaparken diğer araştırma yöntemlerinden, örneğin ampirik araştırmalardan, fobik bir şekilde kaçınmaksızın. Eğer psikanaliz dışsal eleştiriler karşısında ayakta kalacaksa, onu savunanların da ona eleştirel bir yaklaşımla yaklaşmaları gerekir. Psikanaliz, eleştirilerimizi tolere edebilir; tabii bu eleştiriler, bilinçdışı düzeyde psikanalizin o an bizde temsil ettiği şeye yönelmiş yıkıcı saldırılar değilse. Zira böyle bir durumda, en azından zihinlerimizde, onu bizatihi kendimiz yok etmiş oluruz.
Kişisel tutkum ve iyimserliğime rağmen, psikanalizin her zamankinden daha fazla saldırı altında olduğu konusunda hiçbir kuşku yok. Psikanalitik yaklaşımlara yönelik açık eleştiriler büyük ölçüde aynı kalmıştır: Çağdaş toplumla bağının kopuk olduğu, yalnızca seçkin entelektüel bir azınlığa hitap ettiği, bireyi toplumun genel ihtiyaçlarının önüne koyduğu ve bir tedavi yöntemi olarak uzun, yoğun, pahalı olduğu ve etkinliğine dair kanıt temelli bir dayanağının bulunmadığı yönünde. Gerçekten de, Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) bünyesinde psikanalitik hizmetlerin eşi görülmemiş düzeyde tasfiye edilmesi söz konusu olmuştur; bu, maliyet tasarrufu gerekçesiyle yapılmıştır ve psikanalizin bir tedavi yöntemi olarak konumu dünya genelinde benzer şekilde tehdit altındadır.
Bu eleştirilerin bazılarını çürütmek zordur. Psikanaliz ile ampirik araştırmalar her zaman pek de uyumlu bir ikili olmamıştır. Bunun sonucunda, psikanaliz ve uygulamaları, egemen bilimsel paradigmaların gerekliliklerini karşılayan bir kanıt temeli geliştirme konusunda yavaş kalmıştır; bunun yerine, bu paradigmaların geçerliliğini ve uygulanabilirliğini sorgulamayı tercih etmiştir. Her ne kadar psikanalitik araştırmalar günümüzde artık devam ediyor olsa da (bkz. 1. Bölüm), bu tür bir entegrasyon hâlâ rutin bir uygulama haline gelmiş değildir.
Analitik uygulayıcılar olarak, kamusal alanlarda yürüttüğümüz çalışmaları rutin olarak değerlendirme ve sonuç araştırmalarına katılma konusunda dirençli davranarak kendi davamıza pek yardımcı olmadık. Bu açıdan, Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) alanındaki meslektaşlarımızın bize öğretecek çok şeyi olabilir. Psikanaliz, yalnızca etkinliğine dair tanınan bir kanıt temeli geliştirme konusunda değil, aynı zamanda bu etkinliği değerlendirmek üzere bilimsel olarak sağlam paradigmalar içinde yeni tedavi modelleri üretme açısından da geride kalmıştır. Elbette bu duruma istisnalar da vardır; Zihinselleştirme-Temelli Terapi [Mentalisation-based Therapy] (Bateman & Fonagy, 2006), Psikodinamik-Kişilerarası Terapi [Psychodynamic-interpersonal Therapy] (Guthrie ve diğerleri, hazırlık aşamasında), Panik-Odaklı Psikanalitik Psikoterapi [Panic-focused Psychoanalytic Psychotherapy] (Milrod ve diğerleri, 1997), Aktarım-Odaklı Psikoterapi [Transference-focused Psychotherapy](Clarkin ve diğerleri, 2006) ve Dinamik Kişilerarası Terapi (DKT) [Dynamic Interpersonal Therapy (DIT)]; Lemma, Target & Fonagy, 2012) gibi terapötik modeller hem psikanalitik olduklarını ileri sürmekte, hem de standartlaştırılmış (manualize edilmiş) bir yapıya sahip olup etkinliklerini destekleyen güvenilir bir kanıt temeline sahiptirler. Bu gelişmeler heyecan verici olsa da, analitik çalışmanın örneğin NICE (İngiltere Ulusal Klinik Mükemmeliyet Enstitüsü) yönergelerinde tercih edilen tedaviler arasında güçlü biçimde temsil edilebilmesi için henüz yeterince kapsamlı bir kanıt birikimi oluşturamamışlardır.
Peki, özellikle kamu sektöründe ruh sağlığı sorunları yaşayan insanlara yardım etme amacıyla uygulanan psikanalize yönelik bu saldırılara karşı psikanaliz nasıl savunulabilir? Peter Fonagy ile birlikte, ünlü Maudsley Tartışmaları’ndan [Maudsley Debates] birinde (Fonagy & Lemma, 2012) tam olarak bu pozisyonu savunmak zorunda kaldık. Karşımızdaki katılımcılar, psikanalizin modern bir sağlık sistemi içinde yeri olmadığını ileri sürüyorlardı. Bu tartışmada psikanaliz kazanan taraf oldu. Savunmamız [psikanalizin] üç temel özgün katkısı etrafında şekillendi.
İlk olarak, uygulamalı biçimleriyle ele alındığında, psikanalitik düşünceler, ruh sağlığı çalışanlarının ağır ruhsal sorunlar yaşayan ve çevreleri için de zorlayıcı olabilen hastalarla çalışırken maruz kaldıkları kişiler arası baskılara rağmen yüksek kaliteli hizmet sunmalarına destek olabilir. Fiziksel ve/veya duygusal olarak acı çeken insanlarla ve onların aileleri ya da bakımverenleriyle ilgilenmenin hem oldukça talepkâr hem de stresli olduğu yaygın şekilde kabul edilmektedir (Borrill ve ark., 1998). Bu tür stresli çalışma koşulları, çalışanların kuruma katkısını azaltabilir, devamsızlık oranlarını artırabilir ve iş gücü devir hızını yükseltebilir (Borrill ve ark., 1998; Elkin ve Rosch, 1990; Lemma, 2000; Maier ve ark., 1994). Özellikle ruh sağlığı alanında çalışan personelde tükenmişlik [burnout] olgusu sıkça gözlenmiştir. Tükenmişlik, stresle başa çıkma mekanizmalarının işlevini yitirmesiyle ortaya çıkar ve bu durumda kişilerarası zorluklara yanıt olarak daha ilkel işleyiş biçimleri devreye girer: yansıtmalı mekanizmalar, günah keçisi yaratma, katılık, alaycılık ve geri çekilme gibi. Menzies-Lyth’in (1959) öncü çalışması, bakım vermenin psikodinamiklerini göz ardı etmenin sonuçlarını gözler önüne sermiştir. Menzies-Lyth, hemşirelik hizmetinde görev yapan çalışanlar arasında gelişen sosyal savunma sistemlerini tanımlamıştır. Bu savunmalar, hastalarla ilgilenme gibi temel bir görevin yol açtığı kaygılarla başa çıkmaya yönelikti. Ancak sonuçta ortaya çıkan sistem, kişisel teması en aza indiren, biçimsel ve katı prosedürlerle işleyen bir hizmet yapısı olmuştur.
Kamusal sağlık sektöründe yardım talebiyle yönlendirilen hastaların birçoğu karmaşık ihtiyaçlara sahiptir. Karmaşıklık [complexity] kavramını nasıl tanımladığımız ise başlı başına ilginç bir tartışma konusudur; ancak bu Giriş bölümünün kapsamı dışındadır. Bununla birlikte, burada vurgulanması gereken önemli bir nokta, karmaşıklığın en azından bir ölçüde, bir klinisyenin hasta hakkında hissettiği ve fark etmekte ya da anlamakta zorlandığı “zor [difficult]” duygularına verilen bir isim olduğudur. Psikanalitik anlayış, kaygı ve stresin, davranışları altta yatan zihinsel durumlar bağlamında düşünme kapasitemizi tehdit ettiği durumlarda dahi, insani tepkiler verebilmemize yardımcı olur. Psikanaliz, terapötik ilişkilerde işlerin neden ters gidebileceğini açıklamada iyi geliştirilmiş bir etkileşimsel süreç kuramına dayanan bir çerçeve sunar. Psikanalitik kuram kadar geçerli ve ayrıntılı başka modeller, ruhsal olarak rahatsız bir bireyin ya da topluluğun kendileriyle ilgilenen kişilerin düşünme ve davranışlarını nasıl etkileyebileceğini bu düzeyde açıklayamamaktadır.
İkincisi, yetişkin ruh sağlığı sorunlarının gelişimsel nitelikte olduğuna dair giderek artan güçlü göstergeler vardır; bu sorunların dörtte üçü çocukluk dönemindeki ruhsal zorluklara kadar izlenebilmekte ve %50’si 14 yaşından önce ortaya çıkmaktadır (Kim-Cohen ve ark., 2003). Psikanalitik model, gelişimsel bir kuram (bağlanma ilişkilerine dair) öneren ve bu yönüyle artık sağlam kanıtlarla desteklenen (Cassidy & Shaver, 2008) özgün bir yaklaşımdır. Bu model, erken yaşantılar, genetik miras ve yetişkin psikopatolojisi arasındaki ilişkiyi anlamamıza imkân tanır. Gelişimsel çerçeve, erken müdahaleyi ön plana çıkarır ve Birleşik Krallık hükümetinin “No Health Without Mental Health” (Sağlık, Ruh Sağlığı Olmadan Olmaz) (Department of Health, 2011) stratejisi dâhil olmak üzere olumlu ruh sağlığı politikalarının şekillenmesinde kritik bir rol oynamıştır.
Ruh sağlığının gelişimsel ve ilişkisel temellerinin kabul edilmesi, önleyici müdahaleler açısından da önemli sonuçlar doğurur. Psikanalitik model, yalnızca yaşam boyu sürekliliğe değil, aynı zamanda sağlıktan hastalığa giden eksen boyunca da bir süreklilik modeli sunar. Özellikle, hastalık ile önceden var olan karakter arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırmak için bir çerçeve sağlayabilir. Bu tür bir süreklilik modelinin yokluğu, ruh sağlığı sorunları yaşayan bireylerin damgalanmasında temel unsurlardan biridir; “onlar”ı “biz”den ayıran bir yapı yaratır. Kuşkusuz, ruhsal hastalıklar bu kadar ürkütücüyken, süreksizlik fantezilerini sürdürmeye yönelik bilinçdışı bir yatırıma sahip olmamız da mümkündür (Lemma & Patrick, 2010).
Üçüncüsü, psikanalitik fikirler çok çeşitli uygulamalı müdahaleler için hâlâ temel oluşturmaktadır. Araştırmalar ve klinik gözlemler, diğer terapi yaklaşımlarının BDT’nin psikanalitik yaklaşımın kuramsal ve klinik özelliklerinden yararlandığını ve bunları kendi tekniklerine entegre ettiğini göstermektedir. Bu durum, söz konusu yaklaşımların genel etkililiğini artırıyor olabilir; örneğin, bazı kanıtlar, diğer terapilerle elde edilen iyi sonuçların, bu terapilerin ne ölçüde psikodinamik teknikler kullandığıyla ilişkili olduğunu göstermektedir (Shedler, 2010). Belki de zihne dair herhangi başka bir kuramdan daha kapsamlı biçimde, psikanaliz, temel psikolojik olgulara ve süreçlere (örn. bilincin sınırlılıkları, savunmalar, tedaviye direnç, aktarım ve karşı-aktarım) işaret eder. Yeterli ve etkili psikolojik tedavi sunulabilmesi için bu süreçlerin klinik çalışmalara entegre edilmesi gereklidir.
Araştırmalar açıkça göstermektedir ki, ruhsal sağlık sorunlarının tedavisinde tek tip bir yaklaşım yoktur; terapi türü ne olursa olsun, tedaviyi tamamlayan hastaların yalnızca yaklaşık %50’sine önemli ölçüde yardımcı olunur ve ilaç tedavisi de daha iyi sonuçlar vermez (Fonagy, 2010). Bu nedenle, mantıklı bir şekilde tasarlanmış hizmetler, etkinlikleri konusunda bazı kanıtlar bulunan bir dizi yaklaşım sunmalı ve bu hizmetlerin etkinliğini izlemek ve geliştirmek için araştırma temelini genişletmeye devam etmelidir.
Normal kamu sektörü klinik uygulamaları kapsamında görülen vakaların çoğunluğu önemli bir karmaşıklıkla karakterizedir. Örneğin, klinik olarak anlamlı depresyonu olan hastaların çoğu, birden fazla semptom temelli tanı ölçütünü karşılamakta ve kişiliğin pek çok ek optimal olmayan işleviyle başa çıkmak zorunda kalmaktadır (Westen ve ark., 2004). Sadece azınlık, yalnızca bir tanı ölçütünü karşılamaktadır. Majör depresif bozukluk tanısı alan hastalar, başka bir bozukluk için tanı ölçütlerini karşılama olasılığı açısından, tesadüften dokuz kat daha fazladır (Angst & Dobler-Mikola, 1985); bipolar duygudurum bozukluğu veya şizofreni gibi önemli bir (Eksen I) tanı alan hastaların %50–90’ı, başka bir Eksen I ya da Eksen II (kişilik) bozukluğunun tanı ölçütlerini de karşılamaktadırlar (Westen ve ark., 2004).
Toplum ruh sağlığı programları, nüfus sağlığına ve istatistiksel analizlere odaklanmalarıyla, insan psikolojisinin ve psikopatolojisinin karmaşıklığını tanıma çabasıyla çelişebilir. Kanıta dayalı tıbbın gelişimi, bilimsel açıdan makul nedenlerle, araştırma çalışmalarında veya hasta gruplarında açık karmaşıklığı elemeye yol açabilir. Bu da “basit” (veya karmaşık olmayan) durumlara yönelik basit müdahalelere odaklanılmasına neden olabilir. Oysa kamu sektöründeki klinik uygulamalarda bu tür karmaşık olmayan durumlara neredeyse hiç rastlanmaz. Bu tür vakaların var olduğu ve basit ve ucuz müdahalelerle iyileştirilebileceği düşüncesi, siyasi açıdan hemen cazip hale gelir. Bu yalnızca böyle bir yaklaşımın ekonomik kazanç potansiyeli nedeniyle değil, aynı zamanda ruh sağlığına dair rahatsız edici gerçekleri bastırmanın bir yolu olarak da işlev görebileceği içindir. Ve elbette bu, hepimizin bir yerlerinde arzu ettiği bir şeydir. Rahatsız edici gerçek şudur: Ruhsal hastalık yaygındır ve yaşamın herhangi bir noktasında hepimizi etkileyebilir. Çoğu durumda tam bir iyileşme ya da kurtuluş sağlamak zordur (elbette bu hedeflenmelidir); bunun yerine, bu hastaların önemli bir kısmı yaşamları boyunca sürecek psikolojik ve sosyal müdahalelere ihtiyaç duyarlar (Lemma & Patrick, 2010).
Bu rahatsız edici gerçekle bağlantılı olarak psikanaliz, ondan neden bir fikir olarak uzak durabileceğimizi düşünmenin ve anlamanın bir yolunu sunar: Çünkü bu gerçek kişisel düzeyde tehdit edicidir ve hem bireysel hem de toplumsal her şeye kadirlik yanılsamamıza meydan okur.
Cinsellik, Ölüm ve Yalanlar
Psikanaliz sinir uçlarına dokunur: ona ya tutkuyla bağlanırsınız ya da ondan kuşkulanırsınız, ama ona karşı nötr hissetmek nadirdir. Psikanalitik fikirler merak ve ilgi uyandırır; ancak bu fikirler aynı zamanda güvenilir biçimde sert bir muhalefeti de beraberinde getirir. Bu karmaşık tepkinin birkaç nedeni vardır. Öncelikle, oldukça yakın zamana kadar, önemli psikanalitik varsayımları destekleyecek ampirik kanıtlar yetersizdi -ki bu durum, ne yazık ki, psikanalitik uygulayıcıların kendi inançlarını büyük bir coşkuyla benimsemelerini ve bunları mutlak gerçekmiş gibi sunmalarını pek de engellemedi. Bu, Kirsner’in vurguladığı gibi, belki de şundan kaynaklanmaktadır:
“Din gibi, psikanaliz de büyük sorular sorar ve yine din gibi, bu zor sorulara verilen dogmatik yanıtlardan kolayca etkilenir ve bu yanıtlara kapılabilir. (2000: 9)
Psikanalizin temel mesajı da hazmetmesi zor bir içerik taşır. İnsanları özünde iyi olarak gören ve yalnızca çevre tarafından bozulduklarını savunan hümanist kuramların aksine, psikanaliz bize pek de hoş olmayan bir tablo yansıtır: Cinsel ve saldırgan dürtülerle hareket eden varlıklarız; kıskanç ve rekabetçiyiz; bilinç düzeyinde sevdiğimizi söylediğimiz kişilere karşı bile öldürücü dürtüler taşıyor olabiliriz. Bu, çoğumuzun bakmak istemeyeceği bir aynadır.
Psikanaliz, özünde arzunun değişken doğası, inatçı yadsımalarımız ve kaybın kaçınılmazlığıyla ilgilidir. Bize, en büyük düşmanımızın kendimiz olabileceğini gösterir. Bir düşünsel hareket olarak psikanaliz kuramsal bölünmelerle kuşatılmış olabilir; ancak herkesin hemfikir olduğu bir şey vardır: Çatışma kaçınılmazdır. Psikanalitik dramaya hangi açıdan bakarsanız bakın, bir yerlerde biri her zaman bir şeyi kaçırır. Psikanaliz, hayal kırıklığının [disillusionment: Bir şeye dair beslenen idealize edilmiş inancın veya hayalin çökmesi] ve engellenmenin [frustration: Bir arzuya veya ihtiyaca ulaşmanın engellenmesi sonucu yaşanan gerginlik veya hayal kırıklığı] gelişimin ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sürer. Freudcu kuramda, yadsıma toplumun varlığını sürdürebilmesi için gerekli bir kötülüktür. Freud, kötü haberin habercisi olarak, her şeyi kendi istediğimiz gibi elde edemeyeceğimizi sert biçimde hatırlatır. Zor dersler doğumla başlar. Gerçeklik bize çarpmaya başladığında, hayal kırıklığı, düş kırıklığı, kayıp ve özlem deneyimleri varoluşumuzun kayıtlarına girer. Gerçek şudur: Sonsuz beslenme ve bakımın arketipsel simgesi olan memenin sütü birgün tükenir. Ancak bu acı verici deneyimler, psikanaliz tarafından “gerçek” dünyaya uyum gelişimimizde ayrıcalıklı olarak değerlendirilir. Her ihtiyacımızın karşılandığı bir durum yaratmak mümkün olsa bile, bu istenen bir şey olmazdı; çünkü hayal kırıklığı ve düş kırıklığı anlarının dayanılıp aşılmasıyla gelişen dayanıklılığı kazandırmazdı. Hazzı erteleme kapasitemiz, yokluğa ve kayba tahammül edebilme yetimiz, her biri zor kazanılmış derslerdir. Bu dersler, hem tümgüçlü hislerimizi sınar, hem de bize gerçeğin büyüklüğü karşısında ezilmeden onunla yüzleşebileceğimizi hissettirerek güven verir.
Psikanaliz aynı zamanda, bilinçli düşüncenin deneyimimizin nihai verisi olduğuna dair tercih ettiğimiz inancı da sorgular. Bunu kabul etsek de etmesek de, çoğumuz hayatta önemli olan her şeyin gördüklerimiz ve yaşadıklarımızla sınırlı olduğuna inanmayı tercih ederiz. Duyusal izlenimlerimize dayanırız ve çoğu zaman daha derine inmeye pek çaba göstermeyiz. Oysa psikanaliz, davranışlarımızı -tabiri caizse sahne arkasından- etkileyen, bilinçli farkındalığımızın ötesinde yer alan çelişkili düşünceler, duygular ve arzularla yönlendirildiğimizi öne sürer. Kendimizi gerçekten bilmediğimiz ihtimali, kendi kaderimizi tayin edebilme arzumuzu sarsar ve geleceği kontrol edebileceğimiz yönündeki tercih ettiğimiz inanca gölge düşürür.
Bilinçdışı [unconscious] kavramı yalnızca kendimizi tanımıyor olabileceğimizi öne sürdüğü için değil, daha da kışkırtıcı biçimde, hem kendimizi hem de başkalarını kandırdığımızı ileri sürdüğü için de sindirmesi zor bir fikirdir. Psikanaliz, en başından beri insanın güvenilirliğini sorgulamıştır. Bize apaçık görünen şeye asla tam olarak güvenmemeyi öğretir; hayata ve bilinçli niyetlerimize karşı ironik ve kuşkucu bir tutum önerir. Bunun nedeni, Freud’un da belirttiği üzere, bizim kendimizi aldatabilen varlıklar olmamızdır. Zihnimiz öyle bir şekilde yapılanmıştır ki, bir parçası olup biteni “bilirken” başka bir parçası “bilmez” konumda kalabilir.
Psikanalitik mercekle baktığımızda karşımıza çıkan insan tasviri, ayıltıcı niteliktedir. Ne kadar çabalarsak çabalayalım kendimizi bütünüyle kontrol altına alamayacağımızı, ne kadar uğraşırsak uğraşalım mutlu olmanın ve içsel çatışmalarımızı aşmanın olanaksız olduğunu söyler psikanaliz. Çatışmanın, insan olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve ortadan kaldırılamayacağını; en iyi ihtimalle onunla başa çıkmayı öğrenebileceğimizi hatırlatır bize -ve sonra ekler: “Seans ücreti 100 sterlin lütfen.” Yüzeyden bakıldığında, psikanalitik kısa alıntılar iyi bir halkla ilişkiler metni sayılmaz. Freud’un özgün görüşleri ve onu izleyenlerin katkıları hâlâ hararetli tartışmalara ve ayrışmalara yol açsa da, zihne dair düşünme biçimlerimiz üzerindeki etkileri hâlâ belirgindir. Asıl mesele, bu etkinin kalıcı olup olmayacağıdır. Bu ise büyük ölçüde, psikanalitik uygulayıcıların diğer ilgili bilgi alanlarıyla ve ruh sağlığını etkileyen toplumsal gerçekliklerle diyalog kurma konusundaki istekliliklerine bağlı olacaktır.
Psikanalizin iç dünyaya [internal world] yaptığı vurgu, bireysel deneyimlerimizi şekillendiren toplumsal güçlerden kopuk olmakla sıklıkla eleştirilmiştir: belirli bir sosyo-tarihsel bağlamda gelişen toplumsal ilişkiler dünyasında bedenlenmiş bir varoluşumuz vardır. Sosyal dışlanma, ayrımcılık ve damgalama hâlâ ruhsal sorunları olan insanların (ve onlara yakın olanların) acılarını artırmaktadır. Uzun süreli ruhsal sorunları olan yetişkinlerin dörtte birinden azı çalışmaktadır. Bu kişiler borç içinde olma ihtimali açısından neredeyse üç kat daha fazla risk altındadır ve iyi bir konut ya da ulaşım gibi modern yaşamın temel gereksinimlerini karşılamakta zorlanabilirler. Ruhsal hastalık, işsizlik, yoksulluk, kötü fiziksel sağlık ve madde kötüye kullanımı riskini ciddi şekilde artırır (ve bu durum tersinden de geçerlidir). Ruh sağlığında ve hizmetlere erişimde, siyah ve azınlık etnik toplulukları da dahil olmak üzere, kalıcı eşitsizlikler vardır.
Bu noktada sistemik yaklaşımların, müdahalelerinde birey ile dış çevresi arasındaki önemli etkileşimi canlı tutma konusunda daha tutarlı davrandıkları ileri sürülebilir. Ancak, toplumsal alanı vurgulayan psikanalitik düşünce geleneği de güçlüdür (örneğin bkz. Cooper, 2012; Cooper & Lousada, 2010; Rustin, 1991). Ayrıca, psikanaliz sıklıkla (ve belki de karikatürize edilerek) hastaların gerçek yaşam streslerini dikkate almadığı için eleştirilmiş olsa da, en iyi örneklerinde psikanalitik çalışma, dışsal ve içsel güçler arasındaki karmaşık etkileşimi, biri diğerine üstünlük tanımaksızın kucaklar. Bu yönüyle psikanalitik yaklaşım, çok gerçek ve çoğu zaman derinlemesine travmatik olayların zihne nasıl alındığını ve bireyin gelişimsel geçmişi ışığında nasıl anlamlandırıldığını anlama gerekliliğini vurgular (Levy & Lemma, 2004).
Toplumsal bakış açısı, psikoterapinin insanların yaşamlarında fark yaratmak için tek başına yeterli olduğu yönündeki inanca önemli bir düzeltme getirir. Bireyin ya da bir ailenin dayanıklılığının artırılmasının, onların dış dünyayla daha büyük bir dirençle baş edebilme olasılığını artırdığı kuşkusuzdur; ancak aynı zamanda bireysel kontrolümüzün ötesinde olan bir dış dünyada yaşadığımız da doğrudur. Başka bir deyişle, psikoterapi -onu destekleyen ve toplumsal süreçlerin anlaşılmasına da katkı sağlayabilecek düşünsel yapıdan bağımsız olarak düşünüldüğünde- gerekli olabilir, ancak her zaman ya da çoğu zaman yeterli değildir.
Terapi Odasında Psikanalize Yönelmek
Yapılandırılmış ve kanıta dayalı bir terapiyi öğretmek genellikle memnun ve çoğu zaman minnettar bir öğrenci grubunu garanti eder. Dersin sonunda, ertesi gün hastalarıyla karşılaştıklarında onlara yardımcı olacak “yanlarında götürebilecekleri bir şey” edindiklerini hissederler. Psikanalitik terapinin öğretilmesi ise daha belirsiz ve riskli bir girişimdir. Öğrenciler sıklıkla bu terapötik yaklaşım karşısında bunalmış hissederler; çünkü diğer pek çok terapötik yaklaşımdan farklı olarak, bu yaklaşım öyle bir anksiyete yaratma potansiyeline sahiptir ki, normalde yetkin uygulayıcıları dahi felç edebilir. Terapötik bir seans için yapı ya da gündem eksikliğiyle karşı karşıya kalan öğrenciler, hastaya ne söylemeleri gerektiğinden emin olamazlar. Bu anksiyete, yalnızca psikanalitik yaklaşımın örneğin BDT gibi yaklaşımlarda bulunan güven verici yapıya sahip olmamasından değil, aynı zamanda terapistleri hem hastalarının hem de kendi bilinçdışı güçleriyle yüzleşmeye teşvik eden bir yaklaşım olması nedeniyle de ortaya çıkar -ki bu, hepimizin en iyi ihtimalle bir miktar korkuyla yaklaştığı bir girişimdir.
BDT’nin aksine, psikanalitik yaklaşım beceriler düzeyinde tanımlanması ve öğretilmesi daha zor bir yaklaşımdır. Literatürde, özellikle klasik Freudcu gelenek içinde, “teknik kurallar”a rastlansa da, bunlar en iyi ihtimalle genel yönergeler niteliğindedir ve “hastanın yapması gerekeni yapmadığı” zorlu bir durumda pek az güvence sağlar. Psikanalitik eğitimlerin temel amacı, çoğunlukla bir “tutumu” ya da bir düşünme ve alımlama biçimini aktarmaktır; bu ise birçok öğrencinin ihtiyaç duyduğu somut, tanımlanabilir becerilere dönüştürülmeye direnç gösteren bir şeydir.
Psikanalitik tutumun soyut doğası, yeni başlayan bir psikanalitik uygulayıcı için zaten yeterince elle tutulamaz bir nitelik taşırken, tablo, çoğu zaman birbiriyle çelişen ve farklı teknik önerilerde bulunan çok sayıda psikanalitik kuram nedeniyle daha da karmaşık hâle gelir. Gördüğümüz üzere, psikanalitik terapistlerin geleneksel olarak araştırmadan kaçınmaları nedeniyle, birbirine rakip kuramlar kendi geçerliliklerini ortaya koymaya yönelik herhangi bir çaba olmaksızın bir arada varlıklarını sürdürmüştür. Aynı durum kullanılan teknikler için de geçerlidir. Alana yeni giren biri için hangi kuramın izleneceğine ve bunun terapi odasında nasıl uygulanacağına akılcı bir biçimde karar vermek oldukça zor hâle gelir. Fonagy’nin belirttiği gibi,
“Psikanalitik terapi tekniği ile herhangi bir büyük kuramsal çerçeve arasında birebir bir eşlemenin bulunmayışı dikkate alındığında, aynı kuramın nasıl farklı teknikler doğurabileceğini ya da aynı tekniğin nasıl farklı kuramlarla gerekçelendirilebileceğini göstermek oldukça kolaydır.”
(Fonagy, 1999a: 20)
Kuram, uygulamaya kolayca çevrilemez. Freud’un ya da Melanie Klein’ın düşünceleri ilham verici olabilir; ancak bu düşünceleri terapi pratiğine dökmek oldukça zordur. Panikleyen öğrenciler haklı olarak şu soruyu sorabilirler: “Yani hasta bana saldırıyor çünkü bana karşı haset hissediyor… Peki şimdi ne söylemeliyim?” Ne söyleneceğini ve gerçekten söyleyip söylememek gerektiğini bilmek bile öylesine bir kaygı yaratır ki, hastaya olumsuz otomatik düşüncelerini günlüğe not etmesini istemek gibi alternatif bir seçenek, kesinlik barındıran huzurlu bir vaha gibi algılanır.
Deneyimli psikanalitik terapistlerle dolu bir odada oturmak, öğrencilerin kaygısını daha da artırabilir: kuramsal yönelim, terapötik yaklaşımlarda bir örneklik vaat etmez. Britanya’da Freud’un düşünceleri zamanla üç farklı kuramsal okula evrilmiştir: Çağdaş Freudçular, Klein’cılar ve Bağımsızlar. Bu üç grup farklı kuramsal perspektiflere bağlı olsalar da, uygulama düzeyindeki grup içi farklılıklar, zaman zaman gruplar arası farklılıklardan daha belirgin olabilir. Kuramsal olarak birbirinden farklı bakış açılarına sahip terapistler arasında, müdahale düzeyindeki farklılıkları ayırt etmek de her zaman kolay değildir. Günümüzde yalnızca bir terapistin uygulama tarzına bakarak onun hangi kuramsal yaklaşıma öncelik verdiğini doğru bir şekilde sınıflandırmak oldukça güçtür. Örneğin, Klein’cıları “şimdi ve burada” çalışmakla karikatürize etmek mümkün olabilir; ancak Britanya’daki birçok Çağdaş Freudçu da sistematik olarak “şimdi ve burada” çalışmaktadır. Dahası, kimi zaman bazı terapistlerin uygulamalarında, kendilerini ait hissettikleri kuramdan çok, kişilik özelliklerini yansıtan bireysel farklılıkların belirleyici olduğu izlenimini edinmek de mümkündür.
Terapistlerin genele açık [public] teorileriyle, hastalarıyla gerçekte yaptıkları şeylerin her zaman örtüşmediği yaygın olarak bilinen bir durumdur. Burada terapistlerin bilinçli olarak bir şey savunup başka bir şey uyguladığını öne sürmüyorum. Aksine, teoriyle uygulama arasındaki bu görünürdeki kopukluk, nadiren ele alınan ama Fonagy’nin (1999a) etkili bir şekilde ortaya koyduğu daha köklü bir soruna işaret eder. Fonagy, teoriyle uygulama arasındaki ilişkiye dair hepimizin temel bir mantık hatası yaptığını öne sürer: Teorinin çıkarımsal [dedüktif] bir rolü olduğunu varsayarız. Ancak Fonagy’ye göre teorinin rolü aslında yalnızca tümevarımsaldır [indüktif]; yani teori, klinik olguları zihinsel durumlar düzeyinde anlamamıza yardımcı olur, ancak bize klinikte ne yapmamız gerektiğini doğrudan söylemez. Psikanalitik teknik büyük ölçüde deneme-yanılma yoluyla gelişmiştir; teoriye dayanarak şekillenmemiştir. Freud da teknik kurallarına deneyimlerinden yola çıkarak ulaşmıştır ve görünüşe göre zaman zaman kendi yazdığı kurallar doğrultusunda hareket etmemiştir (bkz. Bölüm 3). Günümüzde klinik teori, herhangi bir metapsikolojiden bağımsızdır. Psikanalizin bir tedavi biçimi olarak gelişmesini istiyorsak, hastalarımızla yaptıklarımızın, bağlı olduğumuz metapsikolojiden mantıksal olarak türemediğinin farkında olmamız gerekir.
Psikanalitik Bilgi ve Gerçekler Üzerine Birkaç Söz
Psikanalitik terapistlere, diğer daha açık iş birliğine dayalı psikoterapi biçimlerinin bakış açısından yöneltilen en yaygın eleştirilerden biri, terapistin çalışmasına haksız bir kesinlik duygusuyla yaklaştığıdır. Psikanalize dair tartışmalarda, öğrencilerin sıkça psikanalitik terapistlerin hastanın zihnini, hastanın kendisinden daha iyi bildiğini varsaydığını ve bunun mümkün olamayacağını savunduklarını duydum. Terapistin, hastanın “hayır”ını bilinçdışı düzeyde daima bir “evet” olarak yorumladığı yönünde karikatürize edici anlatımlara başvururlar. Dinamik bilinçdışı [dynamic unconscious] kavramının, terapistin yorumunun doğruluğunu kanıtlamak için henüz hastanın bilmediği bir bilinçdışı güdüyü ileri sürmesine olanak tanıyan bir tür kötüye kullanım izni olduğu görüşünü öne sürerler. Terapötik ilişkideki güç dengesizliği nedeniyle psikanalizi kınarlar. Elbette bu suçlamaların bazı örneklerde doğruluk payı vardır. Ancak, bu iyi ifade edilmiş eleştirilerin ardında çoğu zaman “gerçek” ya da bilgiye ve mesleki yeterliliğimize dair kendi çelişkili duruşumuz yatar. Duygusal sıkıntı yaşayan insanları tedavi etme iddiasında bulunduğumuzda, hem örtük olarak zihne dair bir şeyler bildiğimizi ve bu nedenle yardım edebileceğimizi ileri süreriz hem de aynı anda, gerçekte hiçbir şeyi gerçekten bilemeyeceğimizi inkâr ederiz.
Bazı psikanalitik klinisyenler bilgi iddialarında tümgüçlülüğe [omnipotence] fazlasıyla kayma eğilimindeyken, yapısökümcü [deconstructionist] bakış açıları yükselişe geçtiğinden bu yana birçok terapist belki de aşırı bir şekilde bilgiyi inkâr etme yönünde hata yapmaktadır. Psikanalize yönelik postmodern eleştirileri özümsedim ve bunların, olguların nasıl fazla değerli hale gelebileceğine, “gerçek” arayışının ne denli baştan çıkarıcı olduğuna ve kesinlik ya da hakikate ulaşma çabası içinde psişik acının doğasına dair daha kaçamak ama hayati derecede önemli olan bir şeyin nasıl yitirilebileceğine dair sağaltıcı bir hatırlatma sunduklarını gördüm. Ancak aynı anlatıların bir tür inkârı da beslediğini fark ettim. Gerçek asla tamamen erişilebilir ya da bütünüyle nesnel olmasa da, bazı olgular [fact] vardır. Bizim çalışmamız hastaların belirsizlikle başa çıkmalarına yardımcı olmakla ilgilidir; fakat aynı zamanda onların kendilerine dair bazı olgularla yüzleşme ve onları kabullenme konusunda duygusal dayanıklılık geliştirmelerine yardımcı olmakla da ilgilidir. Burada kastettiğim “olgular” bireyin kendi saldırganlığı [aggression] ve maddeselliği [corporeality] gibi gerçekliklerdir.
Eğer yalnızca yeniden yazılabilir yaşam anlatılarıyla ilgileniyorsak, bu, herhangi bir anlatının hasta için potansiyel olarak faydalı olabileceği anlamına mı gelir? Eğer durum böyle değilse, o zaman bazı anlatıların diğerlerinden daha uyumlu [adaptive]1 olduğunu mu söylüyoruz? Ve eğer bazı anlatıların daha uyumlu olduğunu söylüyorsak, bu aynı zamanda insanlara daha doyurucu bir yaşam sürmelerinde neyin yardımcı olduğunu bildiğimizi de mi ima ediyoruz?
[1Bir anlatının daha adaptif olması, onun gerçek [truth] olduğu anlamına gelmez. Ben yalnızca şunu vurgulamak istiyorum: Biz hiçbir zaman tüm anlatılara eşdeğer şekilde yaklaşmayız. Hangi terapi modelini benimsersek benimseyelim, hastalarla yaptığımız çalışmalarda, daha doyurucu ilişkiler kurmaya neyin yardımcı olduğuna dair varsayımlarımızın yükünü taşırız.]
Gerçek anlamda sorumluluk sahibi uygulayıcılar olabilmek için, ne bildiğimize sahip çıkmalı ve mesleki yetkinliğimiz konusunda net olmalıyız. Ne bilmediğimize karşı açık olmalı ve bu bilinmezliği, bulanık düşünceyi ya da zaman zaman düpedüz yetersizliği gizleyen bir erdem hâline getirmeden taşıyabilmeliyiz. “Psikoterapist” unvanını üstleniyorsak, insan zihninin işleyişine dair bir şeyleri biliyor olma sorumluluğunu da alıyoruz demektir. Benim izlenimim, bazen kendi bilgi ve yetkinliğimizden uzak durmamızın, aslında her terapötik karşılaşmada kaçınılmaz olarak var olan dinamikten, yani terapist ile hasta arasındaki asimetriden kaçınmamızdan kaynaklandığıdır. Bu asimetri ya da dengesizlik rahatsız edicidir. Hasta kırılgandır, terapist ise -en azından terapötik durumda- insan zihninin işleyişine dair edindiği bilgi sayesinde ona yardım etmek için oradadır. Terapistin sorumluluğu, hastanın kendisine atfettiği gücü yüzeyde kabul etmek ya da bu rahatsız edici alanı yok sayarak terapötik ilişkiyi terapist ile hasta arasında hiçbir fark yokmuş gibi kurmak yerine, bu gücün eleştirel biçimde incelenmesine hastayı davet etmektir.
Yetkinlikten doğan otorite ile baskıcı otorite arasında bir fark vardır ve bu fark çoğu zaman zihnimizde bulanık kalır (Novick & Novick, 2000). Bilgiye sahip olmak ile bu bilgiyi nasıl kullandığımız arasında önemli bir ayrım vardır. Bildiklerimiz, nesnel gerçeklermiş gibi değil, bize ait olan şeyler olarak sahiplenilmelidir. Bizim için esas zorluk, sahip olduğumuz bilgi ve deneyimle uyumlu bir ruhsal duruş bulmak ve bu duruşun, bir başka insanın bilinçdışını anlamlandırmasına yardımcı olmak gibi ağır bir sorumluluğu üstlenirken, her türlü mesleki ilişkide kaçınılmaz olan asimetriyi suistimal etmemesini sağlamaktır. Bir şeyi biliyorsak, bu bilginin hasta için ne anlama geldiğine de katlanmak zorundayız; bu da onun haset ve öfke duygularına ya da kendi zihnini kullanmayı bırakarak pasif biçimde anlaşılma arzusuna açık olmamızı gerektirir. Ancak neyi bildiğimizi sahiplendiğimiz ve neyi bilmediğimizden doğan belirsizliği yönetebildiğimiz ölçüde bunu başarabiliriz.