Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş

Bu kitap Alessandra Lemma‘nın Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘sinin [Second Edition] çevirisidir.

Ön Söz

Son 25 yıldır analitik bir yolculuktayım. Bu süre zarfında, Freudyen ve Klein’cı kişisel analizlerden geçtim; yolculuğum boyunca Bağımsızlar’ın orta alanında birkaç süpervizyon durağım oldu. Bu analitik yolculuk benim için zenginleştirici oldu ve olmaya devam ediyor. Her bir deneyim bana değerli birçok şey öğretti; aynı zamanda hem kendimle hem de psikanalizi bir terapi yöntemi, bir kurum ve bir meslek olarak ele alış biçimimle ilgili, bazıları rahatsız edici nitelikte pek çok soru doğurdu.

Eğitimim sırasında kuramsal açıdan yaptığım analist ve süpervizör seçimlerim beni bir Klein’cı yapıyor olabilir; ancak pratikte, onları hiçbir zaman Klein’cı oldukları için seçmedim. Onları seçmemin nedeni, hastalarına karşı şefkatli olmaları, onları sevmem, iyi bir mizah anlayışına sahip olmaları ve kendi kendime has nedenlerle bana ilham vermeleriydi.

Bu kitabı okurken, psikanaliz içerisindeki farklı gelenekleri yansıtan geniş bir düşünce yelpazesinden yararlandığımı fark edeceksiniz ve kendimi hangi analitik grupla özdeşleştirdiğim tam olarak belli olmayacaktır. Bunun nedeni, gerçekte hiçbir grupla kendimi özdeşleştirmememdir. Gruplar çoğu zaman kendi içine kapalı biçimde işleyerek, mesleğimizin araçları üzerine eleştirel düşünmeyi engelleyen yararsız varsayımları ve mitleri sürdürme eğilimindedir. Taraf tutma, bölme, ayrıcalıklı çocuk olma arzularımız, örgütsel yaşamlarımızda yeniden canlanır ve tekrar yaşanır. Bir gruba katılıp diğerini dışladığımızda, yalnızca kuramsal farklılıklar ya da bilimsel bulgular tarafından yönlendirilmiş olmayız; aynı zamanda, örneğin, rakibimizi daha az ayrıcalıklı bir gruba başarıyla itmiş olma fantezisini de yaşarız. Oysa ideal olarak, her türlü sosyal örgütlenmenin amacı, insan çeşitliliğinin mümkün olan en geniş biçimde teşvik edilmesi olmalıdır.

Eğer bir “BİZ” varsa, bir de “ONLAR” vardır ve bu durum yalnızca psikanaliz için değil, genel olarak tüm psikolojik terapi dünyası için geçerlidir; diğer hiçbir tür sosyal yapılanmadan farkı yoktur: Hepimiz kendi dünya görüşümüzü ve ona uygun terapötik yaklaşımı destekleme konusunda çeşitli çıkar ilişkilerine sahibiz. Ben de öyleyim. Hatta merak ediyorsanız, başkalarıyla ilişki kurarken kendi öznel bakış açımıza sahip olmanın -yani kendi görüşümüze güvenle inanmanın- ruh sağlığımız açısından hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, mutlak bir görelilik [relativizm] savunucusu değilim. Joseph Schumpeter’in bilgece hatırlattığı gibi:

“Kişinin kendi inançlarının görece geçerliliğini fark etmesi ve buna rağmen onlara sarsılmaz bir şekilde bağlı kalması, uygar bir insanı barbar olandan ayıran şeydir.” (Berlin, 1969’da alıntılanmıştır)

Daha mutlak doğrulara, kesinliğe duyulan özlem, Isaiah Berlin’in (1969) belirttiği gibi, “derin ve tedavi edilemez bir metafizik ihtiyacın” yansımasıdır; ancak bu ihtiyacın kişinin pratiğini belirlemesine izin vermek, aynı derecede derin ama daha tehlikeli bir ahlaki ve politik olgunlaşmamışlığın göstergesidir.

Sonuçta, herkesin nihai sözcük dağarcığının farklı olması önemli değildir (Rorty, 1989). Aynılığa ulaşmak, çabalamamız gereken şey değildir; yeter ki herkesin, hem kendi inanç sistemleriyle hem de başkalarının inanç sistemleriyle ilişki kurmanın arzu edilirliğini ifade edebileceği kadar örtüşen sözcüğü olsun.

Gerçekten de psikanalizin birkaç farklı versiyonu vardır. Bu kitapta bazı bölümlere zaman zaman farklı bakış açılarından yaklaştım; psikanaliz içindeki farklı kuramsal yönelimlerden elde edilen içgörüleri bir araya getirdim. Belki de bu beni bir çoğulcu [pluralist] ya da bir bütünleştirici [integrationist] yapar, ama bu terimlerin gerçekte ne anlama geldiğinden hiçbir zaman tam emin olamadım. Eğer bu terimler, insan zihnini ve terapi sürecini anlamanın birden çok yolu olduğunu düşündüğümü ifade ediyorsa, bu doğrudur. Eğer yalnızca tek bir psikanaliz ekolüyle özdeşleşmekte zorlandığımı anlatıyorsa, bu da doğrudur. Ve eğer hastayla çalışırken önemli olanın belirli bir kuramın öngördüğü yöntemlerden ziyade, o anda hastanın neye ihtiyaç duyduğuna göre yönlenen esnek bir yaklaşım olduğuna inandığımı ima ediyorsa, bu da doğrudur.

Belki de çocukluğumun değişen kültürel manzaralarına uyum sağlamak için farklı diller öğrenmek zorunda kalan biri olarak, içimde yerleşik bir koşulluluk duygusu var ve bu da herhangi bir terapötik dili nihai olarak benimsememi engelliyor. Tartışma önemlidir. Farklılık dinamiktir ve bizi düşünmeye devam ettirir. Asıl tehlike, farklılığı bir teorinin ya da yaklaşımın diğerine üstünlüğünü haklı çıkarmak için kullanmaktır.

The Dialogic Imagination adlı eserinde Bahktin (1981), diyalojizmin [dialogism] önemini savunur; ona göre bu, dil içindeki konumumuz tarafından zorunlu kılınır. Monolojizm [monologism], yalnızca tek bir dilin var olduğu yanılgısıdır. Diyalojizm ise herhangi bir dilin sınırlarını tanımak, deneyimin engin çoğulluğunu kucaklamak ve Bahktin’in “dillerin eleştirel karşılıklı etkileşimi” [the critical interanimation of languages] olarak adlandırdığı şeyin içinde kendimize bir yön ve yer bulmaktır. Kendi alanımızda bu “dillerin karşılıklı etkileşimini” çokça gördüğümüzü söyleyemem, ama ben psikanalize bu ruhla yaklaşıyorum.

Bu Kitap Hakkında

Bu kitap, büyük ölçüde psikanalizi klinik psikolog adaylarına ve farklı ruh sağlığı geçmişlerinden gelen diğer klinisyenlere öğretme deneyimimden ilham almıştır. Bu kişilerin çoğu psikanalize çok az bilgi ya da deneyimle yaklaşmakta, hatta pek çoğu daha önceki eğitimlerinden ya da yardımcı olmayan psikanalitik müdahalelere maruz kalmış olmalarından dolayı ona karşı eleştirel olmaya yatkın olmaktaydı. Bu kitapta ele aldığım konulara, büyük ölçüde bu kitleyi göz önünde bulundurarak yaklaşıyorum; yıllar içinde öğrencilerimin bana yönelttiği soruları ve dile getirdikleri eleştirileri hatırlayarak. Kitap, esas olarak psikanalitik terapi uygulamasına görece yeni olan ruh sağlığı alanındaki uzmanlar için pratik ve klinik bir metin olarak tasarlanmıştır. Bununla birlikte, okuyucunun ruh sağlığı mesleklerinden birinde temel bir arka plana, hastalarla klinik deneyime ve genel olarak psikoterapi ve/veya danışmanlık uygulamalarıyla belli bir aşinalığa sahip olduğunu varsayar.

Bu kitap aynı zamanda, kamu sağlık sistemi içinde adli ve psikiyatrik alanlarda klinik psikolog olarak yürüttüğüm uygulamalı psikanalitik çalışmalarıma ve hastaları haftada 3–5 kez divanda gördüğüm bir psikanalist olarak deneyimlerime de dayanmaktadır. Benim görüşüme göre, psikanalitik çalışmayı tanımlayan şey her şeyden önce terapistin içsel çerçevesidir (Parsons, 2007); uygulamanın gerçekleştiği dışsal ortam ya da hastaya sunulan seans sıklığı değil. Psikanalitik çalışmayı ayırt edici kılan, terapistin aktarımı sistematik bir biçimde kullanmasıdır. Bu, terapistin aktarım deneyimine dayalı analitik bir duruşu sürdürmesini ve bu duruş aracılığıyla hastanın zihin durumunu anlamaya ve en verimli şekilde müdahale etmeye çalışmasını içerir (bkz. Bölüm 8). Psikanalizi öğretmek bana psikanalitik olarak eğitildiğimizde uygulamamızın ne kadar çok şeyin sorgulanmadan kabulüne dayandığını ve eğitim analistleriyle süpervizörlerle yaşanan kişisel analitik deneyimlerin ne kadar benzersiz olduğunu hatırlattı. Bu nedenle, psikanalize yeni başlayan birinin bu fikirleri kafa karıştırıcı bulması ve kuramları pratiğe dökmenin zor olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değildir. Öğretmek gerçekten eğitici bir deneyimdir -özellikle de zaten psikanalize yatkın olanlara değil, yeni başlayanlara öğretiyorsak- çünkü bu süreçte sıkı sıkıya bağlı olduğumuz varsayımlarımızı yeniden gözden geçirmek zorunda kalırız. Bu bana, fazla değer atfedilen fikirlerin tehlikelerine karşı dikkatli olmayı öğretti, gerçi bu kitabı okurken benim de vazgeçmeye pek gönüllü olmadığım bazı fikirlere rastlayacağınızdan eminim.

Bu kitaba başlamadan önce bir uyarıda bulunmakta fayda var -ben bir sentezleyiciyim [synthesiser]. Bu kitapta, çok sayıda mevcut psikanalitik kuram arasındaki ortak izlekleri öne çıkarmak adına özgüllükten ödün verdim; kuramsal kavramlardaki ince farklılıkları, daha genel ve birleştirici yaklaşımlarla takas ettim. Bu nedenle, eğer belirli metapsikolojilere ya da psikanalizin felsefi temellerine yönelik sofistike eleştiriler arıyorsanız, bu kitap sizi muhtemelen hayal kırıklığına uğratacaktır. Çünkü bu kitabın amacı bu değil. Aksine, çabalarım kendi klinik çalışmalarıma yol gösterici -fakat her zaman geçici- bir çerçeve geliştirmeye yöneliktir; bu çerçeve kuramsal bilgime ve kendi klinik pratiğimde “işe yarayan”lara dayanmaktadır.1 Bu amaçla, bir tek modelin ya da kuramın tüm analitik çalışmamı tatmin edici biçimde açıklayabildiğini henüz görmediğim için, birden fazla psikanalitik kuramdan yararlanıyorum.

1Burada Sandler’ın (1983) faydalı, ancak zorlayıcı olan genel [public] ve şahsi [private] kuramlar ayrımını dikkate alıyorum. Sandler’a göre özel kuramlar, bilinç öncesidir ve klinik çalışmayla daha doğrudan ilişkilidir. Bu özel kuramların, bilinçli olarak benimsediğimiz kamusal kuramlardan mantıksal olarak türemediğini öne sürer.

Bu kitapta, kendi “kişisel [private]” klinik kuramımı (Sandler, 1983) ve bunun teknik üzerindeki yansımalarını ifade etmeye odaklandım. Bazı bölümlerde, çalışmalarımı yönlendiren düşünceleri “uygulama ilkeleri” olarak özetliyorum. Bunlar hiçbir şekilde buyurucu ya da reçete sunucu kurallar olarak görülmemeli; yalnızca müdahalelerime nasıl yaklaştığımı açık hale getirme çabamı ve yıllar boyunca klinik süpervizörlerimden edindiğim teknik bilgileri paylaşma niyetimi yansıtır. Bu kitap, tüm bu deneyimleri bir araya getirerek kaçınılmaz olarak kişisel ve gelişmeye açık bir çalışma çerçevesi sunmaktadır. Bu nedenle, yaptıklarımın ya da burada yazdıklarımın ampirik olarak bütünüyle geçerli olduğunu iddia edemem; ancak, mümkün olduğunca pratiğimi aşina olduğum ampirik araştırmalara dayandırmaya çabaladım.

Bu bir giriş kitabı olduğundan bölüm [chapter] değil de metin [text] olarak adlandırmayı tercih ediyorum -her bölümün sonunda, sunulan kavram ve fikirlerin daha derinlemesine incelenmesine yardımcı olacak bazı ek okuma önerilerinde bulundum. Eğer bu kitabı psikanalitik fikirlere dair çok az ön bilgiyle okuyorsanız, bölümleri sırayla okumanız muhtemelen daha faydalı olacaktır; çünkü her bölüm, bir önceki bölümde ele alınan kavramların anlaşılmasına dayanır.

Bu kitapta, benimsediğim psikanalitik modele -yani nesne ilişkileri [object relational] modeline- dayalı olarak psikanalitik uygulamayla ilişkili temel psikanalitik kavramları özetleyeceğim. Bunu yaparken, bu modele uygun olduğunu düşündüğüm ve klinik çalışmalarıma belli bir tutarlılık kazandıran müdahalelerin büyük ölçüde ampirik olarak henüz doğrulanmadığının farkındayım. Ayrıca, bu müdahalelerin çok çeşitli psikanalitik kuramsal yönelimlerle de gerekçelendirilebileceğinin fazlasıyla bilincindeyim. Atıfta bulunacağım fikirlerin sahibi olduğumu iddia edemem, ancak bu fikirlerin uygulamama nasıl yön verdiği ve bu kitapta onları nasıl sunduğum konusunda sorumluluğu kabul ediyorum.

Bu kitabı yazmaktaki açık hedeflerimden biri, psikanalitik terapinin karmaşık görünebilecek yapısından dolayı uzak duranları teşvik edecek, ulaşılabilir bir metin sunarak kamu sağlık hizmeti bağlamlarında psikanalitik çalışmaları teşvik etmektir. Bu kitap, psikanalitik uygulamayı anlaşılır kılmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken, bazı psikanalitik uygulayıcıların kitabı kavramları fazlasıyla basitleştirdiği ve uzun psikanalitik eğitimleri almaya niyeti ya da maddi imkânı olmayanlara öğretilebilecek psikanalitik “beceriler [skills]” varmış izlenimi verdiği gerekçesiyle eleştirebileceğini öngörüyorum.

Kişinin kişisel analizinden geçme deneyimi, psikanalitik bir şekilde çalışmanın ne anlama geldiğinin temel bir yönüdür. Bu deneyim benzersizdir. Örneğin, bir başkasına bağımlı ya da kırılgan olmanın, güçlü yansıtmalara kapılmanın ya da başka biriyle özdeşim kurma arzusunun ne anlama geldiği yazıyla ya da derslerle öğretilemez. Kişisel analiz aracılığıyla gelişen bu tür bir kendilik bilgisi, başka bir kişinin bilinçdışını anlamak isteyen herkes için vazgeçilmezdir. Ancak psikanalizi kendilik bilgisine ulaşmanın tek yolu olarak görmek, onu idealleştirilmiş bir nesne haline getirmek olur. Eğitmen olarak yaptığım çalışmalarda, divana hiç uzanmamış bazı öğrencilerin sezgisel anlayışlarından tekrar tekrar etkilenmişimdir. Hastalarla yaptıkları çalışmalara dair anlatımları, eğitimdeki deneyimli bir terapistin anlatımlarıyla kolaylıkla karıştırılabilir. Bu bizi şaşırtmamalıdır. Sonuçta, Etchegoyen’in (1991) ironik bir biçimde belirttiği gibi, iyi bir analizden sonra eskisinden daha iyi oluruz, ama bu mutlaka başkalarından daha iyi olacağımız anlamına gelmez.

Bana öyle geliyor ki, uzun bir kişisel analizden ya da eğitimden geçmemiş olan uygulayıcılar bile psikanalitik fikirlerden iyi bir şekilde faydalanabilirler. Ayrıca, psikanalitik becerilerin öğretilebilir olmadığı -ya da en azından yıllarca süren bir kişisel analiz olmadan güvenle kullanılabilecek beceriler olmadığı- yönündeki argüman, yakından incelendiğinde geçerliliğini yitirmektedir. Bu argüman aynı zamanda analitik fikirlerin ve uygulamanın daha geniş bir şekilde yaygınlaştırılmasını da kolaylaştırmaz.

Psikanalitik eğitimler, öğrencilerin analitik çalışmayı bir tür osmoz [çeşitli gazların geçişmeleri / fikir veya etkilerin bilinçsizce özümsenmesi] yoluyla öğrendikleri yönünde örtük bir varsayıma dayanıyor gibi görünmektedir. Analitik çalışmanın birçok önemli yönünün yalnızca süpervizyon sırasında ya da kişisel analizimizdeki deneyim yoluyla öğrenilebileceği doğrudur. Ancak bu öğrenme yöntemi, neden ne yaptığımızı açıkça ifade etmeyi teşvik etmez ve psikanalitik eğitim almayan klinisyenlere de ulaşmaz. Psikanalitik fikirleri ve bunların uygulamalarını daha erişilebilir kılmak için, terimlerimizi işlevselleştirmemiz ve terapide ne yaptığımızı açıkça ifade etmemiz gerekir; bunu yapmak yerine, psikanalitik becerilerin asgari dört yıllık eğitim olmadan öğretilemeyeceğini ileri sürerek bu zorluğu bertaraf etmeye çalışmak yeterli değildir. Bununla birlikte, bu şekilde konuşarak bazı kişiler için psikanalitik terapinin bilişsel davranışçı terapiye, yani beceri kılavuzlarına dayalı bir yaklaşıma benzemesi gerektiğini söylemiş olabilirim. Her ne kadar terapötik ilişkinin asla kılavuzlaştırılmış bir yaklaşıma indirgenemeyeceğine inansam da, terapide ne yaptığımızı tanımlamaya çalışan –ne kadar kusurlu olsalar da– yaklaşımlardan çok şey öğrenilebilir. Bu sayede psişik değişimi kolaylaştıran etkenleri daha sofistike biçimde anlayabiliriz.

İlk bölümde, bu kitabın ilk baskısını 2003 yılında yazmamdan bu yana Ulusal Sağlık Servisi’nde (NHS) geliştirilmesine ve uygulanmasına katkıda bulunduğum, kılavuzlaştırılmış 16 seanslık bir psikanalitik müdahale olan Dinamik Kişilerarası Terapi’nin – (DIT) [Dynamic Interpersonal Therapy – DKT] gelişimini özetliyorum (Lemma, Target, & Fonagy, 2011). Bu süreç benim için oldukça şekillendirici bir deneyim oldu. Yaptığımız şeyi işlevselleştirmenin [operationalising] önemine ve psikanalitik ilke ve tekniklerle yönlendirilen zaman sınırlı bir çerçevede insanların ne denli anlamlı değişimler yaşayabileceğine dair çok şey öğretti bana.

Analitik eğitimin, hastalarla yoğun çalışmalara hazırlayan bir sürecin, birkaç seminerle ya da bu kitabı okuyarak ikame edilebileceğini veya kısa süreli terapilerin uzun süreli terapilere üstün olduğunu öne sürmediğimi açıkça belirtmek isterim. Ancak, kamu sağlık hizmeti bağlamında analitik uygulamanın temelini oluşturan haftada bir görüşmeli terapötik çalışmanın önemine inanıyorum. Bu tür çalışmaların büyük bir kısmı, psikanalitik terapi konusunda resmi eğitimi olmayan ya da sınırlı eğitimi olan ve bu çalışmaları çoğunlukla doktorlar ya da psikologlar gibi kişilerin süpervizyonu altında yürüten, deneyimsiz klinisyenler tarafından gerçekleştirilir. Bu çalışmalar son derece değerlidir ve analitik eğitim almış kişilerin, psikanalitik pratiğin öğretimine daha farklı bir yaklaşımla yaklaşmalarını, uygulamayı yönlendiren örtük kuralları daha net bir şekilde tanımlamalarını ve çoğunlukla bu kuralların araştırma kanıtlarına dayanmadığını, daha çok bazılarına hitap eden ve diğerlerine etmeyen terapötik tarzları yansıttığını açıkça ifade etmelerini gerektirir.

Kamu sağlık hizmeti bağlamında daha fazla hastanın psikanalizden elde edilebilecek zengin içgörülerden faydalanabilmesi için, bu hizmet ortamlarında çalışan ve doğrudan hizmet sunumunun ön safında yer alan kişilere psikanalizi daha erişilebilir kılmanın yollarını bulmamız gerekir. Elbette, bu kişilerin yoğun bir terapi sürecini yürütecek donanıma sahip olmaları beklenmez. Psikanalitik becerilerin onlara öğretilmesinin amacı da bu değildir. Amaç, bilinçdışı zihne [unconscious mind] dair bir anlayış kazandırmak ve terapistin bu anlayışı, hastanın ruhsal acısını [psychic pain] hafifletmesine yardımcı olacak araçlara dönüştürebilmesini sağlayan bazı teknikleri öğretmektir. Umuyorum ki bu kitap, bu amaca bir nebze olsun katkıda bulunabilir.

Psikanalitik kuram ve tekniklerin kısa süreli bir terapi sunmak amacıyla uygulanması, kimi zaman yanlış bir şekilde psikanalizin seyreltilmesiyle eşdeğer tutulur ve bu nedenle, gerçek psikanalitik olarak değerlendirilmez -sözde “asıl şeyin [real thing]” gayrimeşru bir uzantısı olarak görülür. Bu tür uyarlamalar, psikanalizin, başka kuramsal yaklaşımların, düşünme biçimlerinin ve uygulama yollarının müdahalesiyle zarar göreceğine dair bir kuşku uyandırıyor gibi görünür. Bütünleştirme ve uyarlama gelişim olarak sunulabilir, ancak yıkıma uğratma olarak deneyimlenebilir. (Lemma & Johnston, 2010).

Psikanalizin “altın”ını korumak, psikanalitik hareketin ilk zamanlarında temel hedeflerden biriydi (Kirsner, 1990) ve bu düşünce, günümüzde psikanaliz ve onun kamu sektöründeki uygulamalarına dair tartışmalarda tamamen ortadan kalkmış değildir. Kısa süreli bir müdahalenin geliştirilmesi, bazen uzun süreli psikanalizin tabutuna çakılan bir başka çivi olarak görülür; çünkü kısa süreli seçeneğin varlığı, her zaman daha uzun süreli ve daha pahalı olan seçeneğin yerine tercih edileceği yönünde bir korkuya yol açar. Kamu sağlığı alanında maliyetler, zaman zaman karar verme süreçlerini olumsuz biçimde yönlendirebilmektedir.

Psikanalizin kamu ruh sağlığına yapabileceği paha biçilmez katkıyı yaşatmak ve modern bir sağlık sistemi ekonomisi içinde hak ettiği yeri alabilmesini sağlamak için, günümüzde yardım arayan hastaların çeşitli ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde uyum sağlaması ve gelişmesi hayati önem taşımaktadır (Lemma & Patrick, 2010). Bu, psikanalizi “sulandırmak”la ilgili değil; aksine, gelişimle ilgilidir -ki gelişim de kaçınılmaz olarak değişimi ve dolayısıyla bir tür kaybı beraberinde getirir. Bu uyum sağlama ve değişim sürecine katılmamak, psikanalizi giderek daha da marjinalleştirmekten başka bir işe yaramaz; özellikle de psikanalitik müdahalelere karşı artık açıkça daha elverişsiz hale gelen dış ortamda.

Terimlerin Kullanımı ve Klinik Vinyetler Üzerine

Anlaşılabilirlik adına, hasta için “o (erkek)”, terapist için “o (kadın)” ve bebek ile çocuk için “o (kadın)” zamirlerini kullanmayı tercih ettim (aksi belirtilmedikçe). “Psikanalitik psikoterapi”ye, diğer terapi türlerinden veya yoğun psikanalizden bir tedavi yöntemi olarak özellikle ayırt edilmediği sürece, yalnızca “terapi” olarak bahsedeceğim. Ayrıca “psikanalitik” ve “analitik” terimlerini birbirinin yerine kullanacağım.

Bu kitapta, klinik kavramları somutlaştırmak amacıyla vaka örneklerinden yararlandım. Gizliliği korumak adına, birden fazla hastayı birleştirerek oluşturduğum bileşik vaka çalışmaları kullandım. Bu, örneklerde aktardığım müdahalelerin bir ölçüde kurmaca olduğunu, vaka anlatılarını oluştururken hasta-terapist ilişkisinin gizliliğini ihlal etme riskini en aza indirme kaygısıyla sınırlandığını ifade eder. Sonuç, hiçbir zaman “gerçek” klinik materyaller kadar inandırıcı ya da çağrışımsal bağlantılar açısından zengin olmaz; ancak deneyimlerime göre, hastalardan yazılı materyal için izin istemek çoğu zaman terapiye bir müdahale anlamına geldiğinden ve bu müdahaleden kaçınmak istediğim için bu yolu tercih ettim. Bununla birlikte, birkaç istisna dışında -8. Bölüm’de ve Sonuç Bölümü’nde- bazı hastalar doğrudan alıntılanmış materyalin yayımlanmasına izin verdi.

Vinyetleri ve yorumlarımı okurken, gerçekte analitik çalışmada bir yoruma ulaşmanın saatler sürebilecek bir süreç olduğunu ve burada birkaç sayfaya sıkıştırıldığını aklınızda bulundurmanız faydalı olacaktır. Analitik çalışmak, hem kendi içimizde hem de hasta ile birlikte anlamlandıramadığımız dönemlerle mücadele etmeyi, ne şekilde müdahale edileceğini bilemediğimiz anları içerir. Bu tür bir belirsizlik ve analitik çalışmanın emek isteyen doğası, bu tür bir ders kitabında yeniden üretmesi güç olan unsurlardır.