Etiket: #PsychodynamicTechniques

  • Müdahaleleri Değerlendirme: Danışanın Tepkisini İzleme (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    “Terapötik olarak yardımcı yorumlar oluşturmanın öğretilebilir bir beceri olduğuna deneyimlerimle ikna oldum.”

    —Paul Wachtel (1993, s. 2)

    İlk psikanalitik süpervizörüm tarafından, danışanlarımın müdahalelerime nasıl yanıt vereceklerini zihinsel olarak öngörmem öğretilmişti. Onun bakış açısına göre, bu öngörüde ne kadar iyi olursam, o kadar iyi bir terapist olurdum. Süpervizyon oturumlarımız sırasında, danışanın seans boyunca ne hissettiği ve düşündüğü hakkında gözlemlediklerimizi ayrıntılı bir şekilde tartışırdık. Müdahalelerimin danışan üzerindeki etkisini, yanıtlarını detaylıca inceleyerek değerlendirirdik. Ayrıca, bu tür durumlar tekrar ortaya çıktığında yanıtlarımı nasıl geliştirebileceğimi konuşurduk. Benim için en iyi haber, önemli meselelerin kaçınılmaz olarak yeniden gündeme geleceğiydi. İlk seferde doğru yanıtı vermek zorunda değildim. Tüm danışanlar, doğru yanıtı vermemiz için bize tekrar tekrar fırsatlar sunarlar. Ancak, danışan tepkilerini ne kadar doğru tahmin edebilirsek, terapi o kadar başarılı olur. Schlessinger (2003), terapistlerin “her hedefe yönelik müdahaleye bir yanıt beklemeleri gerektiğini” (s. 227) belirtir. Ayrıca, Wachtel’in (1993) vurguladığı gibi, etkili müdahaleler oluşturmak öğretilebilir bir beceridir.

    İnsanlar iki önemli şekilde öngörülebilirdir. Birincisi, hepimizin yerleşik tepki kalıpları vardır. İkincisi, danışana yönelik doğru zamanda, empatik ve yerinde bir anlayış gösterildiğinde, bunun olumlu bir yanıt üreteceğini; buna karşın, zamanlaması kötü, duyarsız veya hatalı bir müdahalenin ise ters etki yaratacağını varsaymak makuldür. Evet, zaman zaman beklenmedik şekilde hareket edip tepki verebiliriz; bu da her bireyin kendine özgü gizeminin bir parçasıdır ve değer verdiğimiz bir özelliktir. Ancak, bir terapistin danışanın nasıl tepki vereceğini sürekli olarak öngörememesi veya yapılan bir müdahalenin danışan üzerindeki etkisini doğru bir şekilde değerlendirememesi, bir şeylerin yolunda gitmediğini gösterir. Bu durum, terapistin yetersiz eğitim almış olmasından, karakter olarak bu işe uygun olmamasından ya da terapist ile danışan arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor olabilir.

    Terapistler, bir müdahaleyi kendi doğruluğu ve zamanlaması açısından değerlendirebilecek konumda olduklarına inanmak isteyebilirler. Ancak, terapistin eylemlerinin yararlı olup olmadığı konusunda nihai otorite danışanın kendisidir. İçeriğin doğruluğu, eğer danışan terapistin söylediklerini duyamıyor, anlamlandıramıyor ve bunları üretken bir şekilde kullanamıyorsa, önemsiz hale gelir. Schlessinger’in (2003) de vurguladığı gibi, bu süreçte karar verici olan terapist değil, danışandır; yani, hakem rolünü üstlenen kişi danışanın kendisidir.

    Yeni terapistlerin belki de en çok öğrenmeleri gereken şey, bir müdahalenin terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir etki mi yarattığını savunmacı bir tutum sergilemeden fark edebilmek ve kabul edebilmektir. Bu bölüm, bu tür değerlendirmeleri yapmaya yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bir terapistin ego ideali “her şeyi bilen” biri olmamalıdır; bunun yerine, en uygun şekilde yanıt verebilen (Bacal, 1998), esnek ve müdahalelerinin bazen hedefi ıskalamasının, karşılıklı anlayışa doğru bir adım olduğunu kavrayabilen biri olmalıdır. Deneyimli terapistler bile, kendi narsistik dengelerini koruma adına, bir müdahalenin etkisiz kaldığına dair danışanın verdiği sinyalleri savunmacı bir şekilde görmezden gelme eğilimiyle mücadele etmek zorunda kalabilirler.

    Eğer terapist, herhangi bir müdahaleye danışanın verdiği yanıtı makul bir şekilde değerlendiremezse, bir sonraki müdahalesini nasıl yapması gerektiğine dair sağlam bir temel oluşturamaz. Bir terapi seansını rayından çıkaran en önemli etkenlerden biri, terapistin hata yapmaktan [hata yaptığını kabul etmekten] savunmacı bir şekilde kaçınarak danışanın reddettiği bir konuyu ısrarla sürdürmesi ya da danışanın geri çekildiğini ve artık duygusal olarak erişilebilir olmadığını fark edememesidir.

    Genç terapistler, kapsamlı teorik bilgi ve klinik deneyime sahip olmasalar bile terapötik başarı elde edebilirler. Öncelikli olarak entelektüel işlemeye (proses) vurgu yapan teoriler, terapi sonuçlarına ilişkin araştırmalarla çelişiyor gibi görünmektedir. Hatta ünlü psikanalistler, Stephen Mitchell (1997) gibi, gerçekten terapötik olanın entelektüel anlayıştan çok terapist ile danışan arasındaki duygusal deneyimle ilgili olduğunu kabul etmişlerdir.

    Klinik deneyim, terapötik sonuçlar açısından önemli bir değişken gibi görünmektedir (Luborsky, Auerbach, Chandler, Cohen ve Bachrach, 1971). Ancak yeni terapistler, seanstayken danışanın tepkilerine daha fazla odaklanarak ve entelektüel formülasyonlara daha az takılarak başarılarını en üst düzeye çıkarabilirler. Danışanın durumu ve psikodinamikleri üzerine kapsamlı entelektüel analizler önemlidir, ancak bunlar genellikle seans aralarında daha verimli bir şekilde kullanılabilir. Seansın kendisinde ise, duygusal olarak erişilebilir olmak ve empatik yanıt verebilmek, terapötik sınırları korurken en yüksek öncelik olmalıdır. Sürekli akan bir duygusal bağlam içinde kendiliğinden ortaya çıkan entelektüel içgörüler, daha ilgili ve terapötik olma eğilimindedir.

    DANIŞANIN SEANSA NASIL BAŞLADIĞINA DİKKAT ETMEK

    İlk analitik süpervizörüm, danışanlarımın seansın başında söyledikleri ilk sözleri dikkatle dinlememi öğretti bana. Bu sözlerin çok önemli olduğunu ve danışanların konuşmaya ihtiyaç duyduğu konulara dair ipuçları vereceğini söyledi. Çoğu zaman, ilk kelimeler önceki seansın başarı ya da başarısızlığına, dolaylı da olsa, bir gönderme yapar. Langs’ın (1974) belirttiği gibi, doktorlar veya diğer otorite figürleri hakkında yapılan olumsuz yorumlar, büyük olasılıkla terapiste yönelik üstü kapalı eleştiriler olabilir. Benzer şekilde, olumlu referanslar da terapiste yönelik olabilir.

    Terapistin ofisi, bulunduğu bina, otopark, dekorasyon veya terapistin giyimi hakkındaki olumsuz yorumların da çoğu zaman terapiye dair bir memnuniyetsizliğin ifadesi olabileceğini eklemek istiyorum. Elbette bu her zaman doğru değildir. Örneğin, yaz aylarında binamın karşısındaki parkta her hafta bir müzik etkinliği düzenlenir. Öğleden sonra geç saatlerde sokaktaki otopark kapatılır ve bazen performans sergileyecek gruplar tarafından sinir bozucu “ses kontrolleri” yapılır. Danışanlarım bu koşullardan rahatsız olduklarını dile getirdiğinde, anlayış gösteririm ve bunu kişisel olarak algılamam. Ancak, rahatsızlıktan dolayı özür diledikten sonra danışanım bu konuya takılıp kalıyorsa, asıl rahatsızlığının başka bir şeyle ilgili olduğunu anlarım. Bu genellikle terapiyle bağlantılıdır, ancak kötü geçen bir iş günü gibi başka bir sebebe de dayanıyor olabilir. Her durumda, ısrarlı olumsuz yorumlar, danışanımın öfkesine dair bir gözlem yapmam ve onun bu konuda ne düşündüğünü sormam için bir işaret niteliği taşır.

    Bazı danışanlar terapiye başlamadan önce birkaç dakika küçük bir sohbet yapma ihtiyacı duyarlar. Bu ihtiyacın, toplumsal bir alışkanlığın ötesine geçen bir nedeni olduğu sıklıkla görülür. Gözlemlerime göre, bazı danışanlar en az beş dakika süren bu tür sohbetleri benimle bağlantı kurmanın ve ruh halimi değerlendirmek için bir araç olarak kullanmanın neredeyse bir gereklilik olduğunu düşünürler. Seansa başlamadan önce benim duygusal durumumu ölçmek, kendilerini korumaya yönelik bir stratejidir. Bana ne kadar güvenirlerse güvensinler, bu alışkanlıklarından vazgeçmeyen birçok danışanla çalıştım. Dolayısıyla, ilk analitik süpervizörümün danışanın ilk sözlerini dikkatle dinlemem gerektiği yönündeki tavsiyesine uymak için, bazen bu küçük sohbetin tamamlanmasını beklemek gerekebilir.

    Son olarak, aynı süpervizörüm bana, bir danışanın ofiste her zaman orada olan bir nesneye bakıp “Bu yeni mi?” diye sormasının, içsel bir değişimin gerçekleştiğini gösterdiğini öğretti. Genel fikir, danışanın bilinçdışı düzeyde terapiyle ilgili yeni bir bakış açısına, entegrasyon seviyesine veya içgörüye ulaştığının farkında olması ve bu değişimi spontan bir şekilde terapötik ortama yansıtmasıdır. Terapide ilerleme kaydeden danışanların sıklıkla “Bu sandalye yeni mi?” veya “Bu bitki güzelmiş, hep burada mıydı?” gibi şeyler söylediklerini gözlemledim. Bu tür yorumlar her zaman nötr ya da olumlu olur ve yalnızca ofiste gerçek bir değişiklik yapılmadığında anlam taşır.

    SPESİFİK MÜDAHALELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

    Terapistleri süpervize ettiğimde, her zaman danışanın ne istediğini düşünmelerini, yanıt verme fırsatlarını nasıl kaçırmış olabileceklerini ve bir sonraki sefer nasıl yanıt vereceklerini değerlendirmelerini isterim. Daha sonra, süpervizyonda üzerinde karar verdiğimiz müdahaleye danışanın nasıl tepki vereceğini düşünmelerini ve tahmin etmeye çalışmalarını isterim. Başlangıçta, bu kavramı onlara göstermek için seanslarını ses kaydına almalarını sağlarım (gerçekte neler olup bittiğini bilmenin tek yolu budur) ve özellikle iyi ya da zayıf olduğunu düşündüğüm bir müdahaleden sonra kaydı durdurup onlara bunun hakkında sorular sorarım. Daha sonra, müdahaleyi değerlendirmeme dayanarak danışanın nasıl tepki vereceğini tahmin ederim. Süpervizyon alanlar, tahminlerimin sıklıkla doğru çıktığını gördüklerinde genellikle şaşkınlığa uğrarlar. Bu durum başlangıçta biraz korkutucu ve göz korkutucu olabilir, ancak onlara bunun öğretilebilir bir beceri olduğunu vurgularım. Süreç, sandıkları kadar gizemli değildir.

    Danışanın bir müdahaleye verdiği yanıtın doğrudan okunmasını vurgulayan yaklaşımlara nadiren rastlanır, oysa bence çoğu deneyimli terapist Langs’ın (1973) kriterlerine teorik düzeyde itiraz etmeyecektir. Bununla birlikte, bazı terapistlerin vaka çalışmaları yayımladığını ve bu çalışmalarda danışanın bir müdahaleye yüksek düzeyde belirgin sıkıntı ile tepki verdiğini, terapistin profesyonelliğini veya insanlığını sorguladığını, ancak terapistin müdahalenin olumlu olduğuna inanmaya devam ettiğini görüyoruz. Bu durum hakkında söyleyebileceğim tek şey, pek çok danışanın, terapistinin kendisine incitici veya zarar verici şeyler söylediği bir terapi ilişkisini sürdürmeye devam edebileceğidir. Bunun iki olası nedeni vardır: ya danışan bunun bir istisna olduğunu düşünerek ilişkiyi sürdürmek için büyük bir istek duymaktadır ya da tüm terapötik ilişki, sadomazoşistik tekrarlar üzerine kurulmuştur.

    Kavramları pratik olarak uygulamaya çalışırken bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Örneğin, Langs’ın (1973) “seans sırasında veya sonrasında eyleme dökme (acting out)”ye yaptığı atıf, bu bölümde daha ayrıntılı olarak ele alacağım bir konudur. Günümüzdeki eğilim, bu tür bir değerlendirmenin yapılmasından uzaklaşarak, terapistin böyle bir yargıda bulunmaya yetkili olmadığı yönünde bir yaklaşımı tercih etmektedir. Ben, mutlak yargılardan kaçınmamız gerektiğini düşünmekle birlikte, yine de beceri, eğitim ve deneyimle şekillenen gözlemler yapabileceğimizi ve bunları danışanla paylaşabileceğimizi savunuyorum. Şöyle diyebiliriz: “Az önce söylediklerimden sonra gerginleşmiş, öfkelenmiş ya da içine kapanmış gibi görünüyorsun.” Daha sonra danışanın yanıt vermesine fırsat tanıyabiliriz.

    Bu tür bir etkileşim, Langs’ın önerdiğinin ötesine geçmektedir. Langs, terapistin kendi özel değerlendirmelerini yapmasını ve bu süreçte danışanın açık ve örtük geri bildirimlerine duyarlı olmasını önermektedir. Ancak, benim benimsediğim yaklaşım, danışanla aktif ve sürekli bir etkileşim içinde olmayı içerir. Danışana ne düşündüğünüzü söylemek, benim süregelen iş birliği anlayışımın bir parçasıdır. Buna, gözlemleri kontrol etmek, hedefleri güncellemek ve ortaya çıkan çatışmalar ya da çıkmazlar hakkında danışanla birlikte düşünmek de dahildir. İş birliği ve bilgi paylaşımı, danışanı zayıf, hasta veya gerçeği kaldıramayacak kadar kırılgan biri olarak görmek yerine, ona saygı duyan ilişkisel bir tekniğin merkezinde yer alır. Bu yaklaşım, danışanın yalnızca kendi iç dünyasını keşfetmesini değil, aynı zamanda belirli bir anda terapist ve danışan arasındaki dinamikleri birlikte anlamlandırmasını da sağlar.

    Yakın zamanda potansiyel bir danışan beni arayarak nasıl çalıştığımı anlatmamı istedi. Web sitemi incelediğini ve orada etkileşimsel psikodinamik yaklaşımı (interactive psychodynamic approach) benimsediğimi gördüğünü söyledi. Bunun ne anlama geldiğini sordu. Kendisine karşılıklı etkileşim ve iş birliği konusundaki temel görüşlerimi aktardım. Ancak, bunun her bireysel danışanla nasıl uygulamaya döküleceğinin, danışanın ihtiyaç ve isteklerine bağlı olduğunu da belirttim. Benim terapideki etkileşim düzeyim önceden belirlenmiş değildir; aksine, danışanlarımın gereksinimlerine yanıt veren bir yaklaşımdır. Bir danışanla büyük ölçüde onu dinleyerek, ona doğru sorular sorarak ve empatik tepkiler vererek çalışabilirim. Bazı insanlar içgüdüsel olarak neye ihtiyaç duyduklarını bilirler ve esas olarak, temel becerilere sahip, süreci takip eden ve onların önüne engel koymayan bir terapiste gereksinim duyarlar.

    Diğer danışanlar zaman zaman geri bildirime, tavsiyeye ya da yüzleşmeye ihtiyaç duyarlar. Travma yaşamış, borderline kişilik bozukluğu ya da bipolar bozukluk gibi tanıları olan zorlayıcı danışanlar ise, sürekli olarak çeşitli müdahaleler arasında denge kurulmasını gerektirebilir. Danışanların davranışlarında belirli bir öngörülebilirlik olduğunu savunuyor olsam da, aynı zamanda çok çeşitli davranış biçimlerinin de söz konusu olduğunu ve bunların eşit derecede çeşitli terapötik yaklaşımlar gerektirdiğini kabul ediyorum. Özellikle, anlık olarak neşeden öfkeye geçebilen duygusal olarak değişken danışanlarla çalışan terapistin hem esnek hem de yaratıcı olması gerekir.

    Elbette terapistler bir danışanın seansa nasıl başlayacağını veya o an ne hissedeceğini önceden bilemezler. Ancak, terapistin niyeti doğrultusunda danışanın müdahaleye nasıl yanıt vereceği belirli bir öngörülebilirlik taşımalıdır. Eğer amacım, kontrolünü kaybetmiş bir danışanın seansta duygularını yönetmesine yardımcı olmaksa, o halde müdahalemin bu doğrultuda olması beklenir. Eğer danışan, kontrol sağlamasına yönelik çabama öfkeyle patlayarak yanıt verirse, müdahalemin açıkça başarısız olduğu söylenebilir.

    Eğer bir danışanın deneyiminin derinlerine inmesini istediğimde ona bir soru sorar ve o bunun yerine içine kapanıp bakışlarını benden kaçırırsa, müdahalem başarısız olmuş demektir. Ancak amacım bu tür başarısızlıkları tamamen ortadan kaldırmak değildir; çünkü bunlar kaçınılmazdır ve öğreticidir. Yeni terapistleri denetlerken her zaman onlara, hepimizin her gün küçük şekillerde başarısız olduğunu söylerim. Gerçek başarı, bu günlük başarısızlıkları fark etme ve bunlara uygun şekilde yanıt verme yeteneğimizde yatar. Psikanalist Edgar Levenson (1996), terapistin kusurlarının ve hatalarının terapötik işlevini zarif bir şekilde şu sözlerle açıklar: “Hasta, terapistten ve analizden adım adım hayal kırıklığına uğrayarak kendi iç sesini dinlemeyi öğrenir” (s. 696).

    DOĞRULAYICI TEPKİLER

    Doğrulayıcı tepkiler (confirmatory response), elbette, terapistin müdahalelerinin yardımcı olduğunu doğrulayan tepkilerdir. Langs (1974), en yaygın ve gerçek zamanlı doğrulama biçimlerini şu şekilde sıralar:

    “daha önce bastırılmış düşüncelerin, fantezilerin, deneyimlerin ve çocukluk anılarının hatırlanması; çeşitli türlerde yeni ve taze materyalin eklenmesi; daha önce açıklanamayan sorunların ve semptomların netleşmesi; semptomların hafiflemesi ve rahatsız edici davranışlarda değişiklikler; terapistin anlayışının/anlayışlılığının (perceptiveness) dolaylı olarak kabul edilmesi.

    (s. 81).

    Danışan bilinçli olarak olumlu bir müdahaleyi kabul edip içselleştirmese bile, terapistin doğru olduğunu önceki bir zamana atıfta bulunarak ifade edebilir. Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar: “Bir başka varyasyon, zeki, parlak, uyumlu ya da bir şekilde bilgili birine yapılan bir referanstır” (s. 58).

    Bence, danışanın bir müdahaleye verdiği olumsuz tepkiyi (onaylayıcı olmayan) açıkça ele almak, olumlu tepkisini (onaylayıcı) ele almaktan genellikle daha önemlidir. Olumlu tepkiler terapinin ilerlemesini sağladığından neredeyse fark edilmezler. İdeal olarak, bunlar süregelen küçük olaylardır, dolayısıyla üzerinde durmak gereksiz olur. Danışanın Langs’ın örneğindeki gibi otorite figürüne üstü kapalı olumlu bir referans yapması durumunda, bu referansı danışanın dikkatine sunmada pek başarı elde edemedim.

    Danışanın muhtemelen terapiste yönelik olumlu bir referans yaptığını sözelleştirmek, ironik bir şekilde olumsuz bir müdahaleye dönüşebilir. Bu, danışanda utanç duygusu yaratabilir, terapistin ihtiyaçlı veya aşırı narsistik olduğu şeklinde yorumlanabilir ya da danışanın söylemek üzere olduğu şeyden dikkatinin dağılmasına neden olabilir. Bu tür durumlarda, olumlu referansı sessizce not eder ve bunun, sürecin doğru yönde ilerlediğine dair bir işaret olduğunu varsayarım.

    Eğer danışan, minnettarlık duygularını veya semptomlarında hafifleme yaşadığını doğrudan ifade etmeye eğilimliyse, bunu konuşmaktan memnuniyet duyarım. Danışan iyileşmesi için bana teşekkür ederse, onun terapime yönelik olumlu değerlendirmesini kabul ederim, ancak aynı zamanda elde edilen başarının bizim ortak çabamızın bir sonucu olduğunu vurgularım. Bu yaklaşım, danışanların yalnızca zayıflıkları ve başarısızlıkları için değil, aynı zamanda güçlü yönleri ve başarıları için de sorumluluk almasını ve bunlara sahip çıkmasını teşvik eder.

    Bir terapist için önemli bir diğer bilgi kaynağı da sözsüz iletişimdir. Langs’un yazdığı dönemde bu konu literatürde neredeyse hiç ele alınmamıştı. Ancak danışanın sessiz yüz ifadeleri, beden hareketleri ve hatta mide-bağırsak sistemine ait sesler, onun duygusal durumuna ilişkin zengin bilgiler sağlayabilir. Bu bölümün ilerleyen kısımlarında yer alan vaka örneği, danışanın hem sözel olmayan hem de sözel düzeyde sergilediği doğrulayıcı (confirmatory) ve doğrulamayıcı (nonconfirmatory) tepkilerin geniş bir yelpazesini ele almaktadır.

    DOĞRULAMAYICI TEPKİLER

    Doğrulamayıcı tepkiler (nonconfirmatory response), terapistin müdahalelerinin yararlı olmadığını gösteren olumsuz tepkilerdir. Robert Langs (1974), psikodinamik klinisyenlerin müdahalelerin değerlendirilmesini kabul etmeye hazır olmadığı bir dönemde, 30 yılı aşkın bir süre önce bu konuda temel bir rehberlik sağlamıştır. Schlessinger (2003) gibi, Langs da terapistin, herhangi bir müdahaleye danışanın tepkisini dikkatle izlemesini tavsiye etmektedir. Danışanın terapistin müdahalesini faydasız bulduğunu gösteren doğrulamayıcı tepkileri çeşitli kategorilere ayırmaktadır. Bunlar arasında; seans sırasında veya sonrasında akut semptomların, psikosomatik tepkilerin ortaya çıkması; seans sırasında ya da sonrasında eyleme dökme [acting out] davranışları; ego işlevlerinde bozulma; terapötik ittifakta belirgin aksaklıklar (örneğin, seansa geç kalma, seansı iptal etme, terapiden ayrılmala tehdit etme) gibi durumlar yer almaktadır.

    Seans sırasında veya sonrasında ortaya çıkan akut semptomlar anksiyeteden içe çekilmeye, fiziksel rahatsızlıktan diğerleriyle yaşanan alışılmadık çatışmalara kadar değişebilir. Okuyucu, bir terapistin danışanın sık yaşadığı semptomlar ile terapistin müdahalelerine yanıt olarak gelişen semptomlar arasındaki farkı nasıl ayırt edebileceğini sorabilir. Eğer kronik depresyon, anksiyete veya dissosiyasyon nedeniyle terapiye gelen bir danışanı tedavi ediyorsam, bu semptomların kötü bir müdahalenin sonucu olup olmadığını nasıl bilebilirim? Elbette, danışanın semptomları ne kadar kronik ve şiddetliyse, bu değerlendirme o kadar zorlaşır. Dahası, gerçeği her zaman bilmek mümkün değildir. Ancak, terapist önceki bölümde açıklanan karşılıklı işbirliği ve danışma atmosferini oluşturduysa, müdahaleleri değerlendirmek çok daha kolay hale gelir.

    Üçüncü Bölüm’de terapötik olarak olumlu bir regresyon örneği olarak ele alınan Sally vakasında, kötü müdahalelerimden kaynaklanan semptomlar ile regresyonun semptomlarını ayırt etmek nispeten kolaydı. Eğer bir danışanın neden semptomatik hale geldiğinden emin değilsem, basitçe ona bunun hakkında ne düşündüğünü sorarım. Sally, regresyon yaşadıktan sonra sürekli hareket halinde olmaktan, çocuklarını okula gönderdikten sonra hiçbir şey yapmak istememeye geçti. Sık sık uyukluyor ve kimseyle görüşmeye pek ilgi duymadığını bildiriyordu. Daha önce belirttiğim gibi, eşi bu belirgin davranış değişikliği karşısında oldukça endişelendi ve onun daha da kötüleştiğini düşündü.

    Sally bana bu semptomları bildirdiğinde, bunların terapötik bir regresyondan kaynaklandığını fark ettim. Onun farklı olduğunu hissedebiliyordum. Sadece evde daha az telaşlı olmakla kalmamış, aynı zamanda seanslarda da çok daha sakin ve duygusal olarak ulaşılabilir hale gelmişti. Kaçmaktan vazgeçmiş ve hissetmeye başlamıştı. Üzüntüsü elle tutulur derecede belirgindi, ancak savunmacı konuşmaları ve kendini küçümseyen mizahına kıyasla çok daha tercih edilir bir durumdaydı. İkimiz de önemli ve olumlu bir şeyin gerçekleşmekte olduğunu hissedebiliyorduk.

    Bir danışan, derin duyguların açığa çıkması nedeniyle ortaya çıkan semptomları terapistin hatasından kaynaklanan semptomlardan ayırt ederek bildirdiğinde, genellikle tereddüt etmez, seansında olmaktan memnuniyet duyar, özgürce konuşur ve aşırı kaygılı hissetmez. Sally, haftalar boyunca üzüntü ve halsizlik hissettiğini bildirdikten sonra, ona bu sürecin kendisini yük altında hissettirip hissettirmediğini sordum. Aksine, bu durumun ona özgürleştirici geldiğini söyledi. Daha huzurlu hissetmenin, daha içe dönük ve sakin olmanın ne kadar güzel olduğunu dile getirdi. Ancak, hemen ardından, eşi ve çocuklarının onun içe çekilmesinden -sebebi ne olursa olsun- pek memnun olmadıklarını ekledi.

    Sally’nin tepkisini, kendini yanlış anlaşılmış, ihlal edilmiş, görmezden gelinmiş veya reddedilmiş hisseden bir danışanın deneyimiyle karşılaştırın. Terapist bir hata yaptığında, danışan seansa daha kopuk, içine kapanmış, muhtemelen kontrol dışı veya terapiste ve sürece karşı eleştirel bir tutumla gelir. Odada bir gerginlik atmosferi oluşur ve terapist, önceki seansın iyi geçmediğine dair bilinçli ya da bilinçdışı bir farkındalık nedeniyle savunmacı veya suçlu hissedebilir. (İkinci Bölüm’de anlatılan, Noel hediyelerini kabul edişimdeki soğuk tavrım nedeniyle derinden reddedildiğini hisseden Laura vakasını düşünün.) Terapötik ittifaktaki bu kopmalar, seansların herhangi bir anında meydana gelebilir. Aşılabilir, ancak daha sonra tekrar ortaya çıkabilirler. Daha önce de söylediğim gibi, iyi bir terapistin özelliği mükemmel olması değil, kaçınılmaz hatalardan sonra çabuk toparlanabilme ve onlara karşı esneklik gösterebilme yeteneğidir. Tekrar doğru yola girildiğinde, her zaman yeni bir hata yapma ihtimali vardır. Eğer bu tür kopmalar seans içinde ele alınmazsa, seanslar arasında yüksek anksiyete, intihar düşünceleri, diğer insanlarla tartışmalar veya psikosomatik semptomlar ortaya çıkabilir.

    Şüphe duyduğumda, her zaman danışana yaşadığı deneyim hakkında ne düşündüğünü sorarım. Bazen emin olamadığım durumlar olur, bu yüzden doğrudan sormaktan çekinmem. Yakın zamanda, bir danışanım eşiyle günler süren bir tartışma yaşadı. Daha önce, duygularını kontrol etme becerisi kazandıkça eşinin buna uyum sağlamakta zorlandığını ve onun eskisi gibi eyleme dökmesini özlediğini söylemişti. Ancak haftası çok zor geçtiği ve evlilik çatışması son seansının hemen ardından başladığı için, sıkıntısının terapiyle ilgili olup olmadığını sormakta tereddüt etmedim. Danışan, bunun terapiyle ilgisi olmadığını hemen söyledi. Hızlı ve sakin bir şekilde yanıt verdi, göz teması normaldi; bu da bana sorunun bizim aramızda değil, onun ve eşinin arasında olduğunu gösterdi. Eğer seanslar ve benimle olan ilişkisi hakkında sorgulamaya devam etseydim (kariyerim boyunca birçok kez yaptığım bir hata), muhtemelen netlik kazandırmayan yanıtlar alacaktım.

    Bence bilinemez olana çok fazla vurgu yaptık ve bilinebilir olana yeterince odaklanmadık. Danışanların terapisti memnun etme eğilimine sıkça dikkat çeksek de, benim deneyimime göre, baştan itibaren işbirlikçi bir ilişki kurularak bu eğilim önemli ölçüde azaltılabilir. En korkmuş, onay arayışında olan danışanlar bile yanlış yorumlarımı kabul etmezler. Örneğin, bir danışanın duygularına odaklanmakta zorlandığı bir durumda “Bu seni kızdırdı mı?” diye sorabilirim. Eğer yanlışsam, genellikle başını sallayarak, göz teması keserek ya da “Hayır” diyerek yanıt verir -bunu çoğunlukla kendi düzeltmesi takip eder. Bazen, “Evet, sanırım öyle” gibi bir yanıt alırım (ki bu çoğu zaman “Sen öyle diyorsan” anlamına gelir). Ancak bu zayıf onaylar genellikle sadece göz temasının eksikliğiyle değil, aynı zamanda danışanın bedenini benden uzaklaştırması ya da “Belki, biraz” gibi belirsiz eklemeler yapmasıyla da kendini gösterir. Danışanlar, terapötik olmayan bir ifadeye coşkuyla yanıt vermezler.

    Zayıf, yatıştırıcı tepkiler -terapistle çatışmadan kaçınmak ya da yetersiz öz-farkındalık nedeniyle verilen yanıtlar- genellikle kararlılıktan yoksundur. Danışan, terapistin farkında olmadığı bir şeyi gözlemlediğini düşünebilir ve tam olarak doğru olmayan bir şeye ihtiyatlı bir şekilde katılabilir. Son derece zayıf ve belirsiz yanıtlar genellikle onaylayıcı olmayan beden diliyle birlikte görülür. Dikkatli bir terapist, bu tür durumları fark edebilir ve uygun şekilde müdahale edebilir. Olumlu bir müdahale örneği şu olabilir: “Sanırım burada biraz yanıldım. Bana yaşadığın deneyimi daha iyi anlamam konusunda yardımcı olabilir misin?”

    Terapistler, bu tür bir istişareden ne sıklıkla sadece kendilerini savunmasız hissettirdiği için kaçınıyorlar? Terapinin yolunda gitmesini sağlamak, sürekli izlemeyi, hataları hızla fark etmeyi ve yetersiz hissetmeden yön değiştirme becerisini gerektirir. Yeni terapistler, danışanlarla çalışırken bu tür spesifik yönlendirmeleri genellikle [dikkate] almadıklarını bana sıkça söylüyorlar.

    Sonuç olarak, bu durum onların kendilerini sahtekâr ya da aldatıcı biri gibi hissetmelerine yol açar. Yanlış yolda devam etmek, seansın sonunda hem terapist hem de danışan için bir boşluk ve huzursuzluk hissi bırakır. Danışan hatta şöyle diyebilir: “Biliyor musunuz, bugün gerçekten aklımda olan şeye ulaşamadığımı hissediyorum” veya “Bu seans, nedense son birkaç seans kadar iyi gelmedi.” Elbette, bu tür bir raydan çıkmanın başka nedenleri de vardır, ancak bunların tümü terapistin hatası veya duygusal olarak erişilemezliği kapsamında değerlendirilebilir.

    REBECCA VAKASI

    Birinci Bölüm’de tanıtılan Rebecca, iki yıl önce hukuk fakültesine devam etmek için buraya taşındığında terapiye başladı. Daha önce üç kez terapi görmüş olduğu için sadece bilinçli bir danışan değil, aynı zamanda şüpheci biriydi. Önceki terapilerinde sınırlı ilerleme kaydetmişti ve hala şiddetli depresyon, zaman zaman kendine zarar verme, orta düzeyde bir yeme bozukluğu, belirgin derealizasyon ve dissosiyasyon atakları ile derin bir başkalarına güvenmeme sorunu sergiliyordu. İradesi dışında bir kez hastaneye yatırılmıştı ve bu deneyim onun için travmatik olmuştu. Terapiye başladığı ilk yıl boyunca, onun için endişelendiğimi belirttiğimde veya semptomlarının şiddeti hakkında soru sorduğumda korkuya kapılır ve onu hastaneye yatırmayı düşünüp düşünmediğimi sorardı. Prognozu ve genel olarak terapi konusunda alaycı bir bakış açısına sahipti, ancak yine de yardım almak istiyordu

  • Regresyonu Yeniden Tanımlama: Terapötik Kırılganlığı Kolaylaştırmak (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    Terapist, danışanın duygularından aşırı derecede etkilenip korktuğunda ve bunları engellediğinde ya da danışanı gereksiz yere hastaneye yatırdığında, danışan sadece duygularına katlanmayı başaramamakla kalmaz, aynı zamanda onlara karşı duyduğu korkuyu daha da pekiştirir.

    Henry Krystal (1988, s. 29)

    Terapist ve danışan bir uyum yakalayıp birbirleriyle iyi bir iletişim kurmaya başladığında, ilişki doğal bir evrim sürecine girer. Bu evrimi etkileyen faktörler arasında danışanın ve terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu, terapinin süresine dair beklentiler ve danışanın ele alınması gereken derin meselelerinin olup olmadığı yer alır. Bazı danışanlar daha yüzeysel deneyim seviyelerinde kalırlarken, diğerleri derin ve acı verici duygulara yönelirler. Bu süreç geleneksel olarak “regresyon (regression)” olarak adlandırılmıştır. Regresyon, herhangi bir derin değişimin gerçekleşmesi için gereklidir; çünkü bu süreç sayesinde savunmalar zayıflar ve danışan, terapist ile birlikte yeni deneyimler oluşturabilir.

    Terapist, danışanın derin acılara yöneldiği bir durumda, özellikle de danışan başlangıçta daha belirgin bir durumsal problemle -örneğin işini kaybetme ya da bir ilişkiyi bitirme- gelmişse, doğal olarak hem heyecan hem de bir miktar korku hisseder. Hem terapist hem de danışan atmosferde bir değişim olduğunu fark eder. Önceki baskılı konuşmaların yerini daha uzun sessizlikler alabilir, danışan daha önce kimseyle paylaşmadığı şeylere değinebilir ve önemli bir şeylerin yaşanmakta olduğu hissi belirginleşir.

    Örneğin, 40’lı yaşlarının ortasında bir iş insanı olan Robert, ailesine ait işletmenin kamuoyunda başarısızlıkla anılmasının yarattığı duygusal yükle başa çıkmak için terapiye geldi. Özellikle de babasının kurduğu bu işletmenin başarısızlığının haber medyasında yer alması nedeniyle büyük bir utanç duyuyordu. Robert, işletmeyi genişletmiş ve çok daha başarılı hale getirmiş olsa da, kendi kontrolü dışında gerçekleşen ani piyasa değişimleri nedeniyle iflas kaçınılmaz olmuştu. Terapiye yalnızca depresyonuyla başa çıkmak ve yeni iş girişimi konusunda daha olumlu hissetmek için kısa vadeli bir destek almayı amaçladığını belirtti. Ona inanan yeni iş ortakları edinmişti ve hayatını yeniden inşa etmek istiyordu. Ancak, iflas sürecine dair öfkesini ve yaşadığı kamuoyu önündeki küçük düşmeyi yeterince işlemediğini hissettiğini söyledi. Eşi, iflas sürecinde fazlasıyla yıprandığı için, Robert onun bu duygusal yükü taşımak zorunda kalmasını istemediğinden, kendi sıkıntılarını kimseyle, hatta eşiyle bile paylaşmaktan kaçınıyordu.

    Robert, ilk iki seansı işinin batma sürecini ve bunun kendisi üzerindeki etkisini anlatmaya ayırdı. Hayal kırıklığı, öfke ve utanç duygularının farkındaydı. Duyguları oldukça belirgindi ve durmaksızın, baskılı bir şekilde konuşuyordu. Üçüncü seansta, on yıl önce vefat eden babasından bahsetti. Babasının insanlar tarafından büyük bir saygıyla anıldığını vurguladı. Babasından söz ederken yüzünde yoğun bir acı ifadesi belirdi ve o anda önemli bir karar vermem gerektiğini hissettim. Acısıyla daha derinlemesine çalışmaya mı yönelmeliydim, yoksa yüzeyde kalıp yalnızca Robert’in babasına duyduğu yaşam boyu hayranlığı ifade ettiğini mi not etmeliydim?

    Seans sayısı konusunda herhangi bir kısıtlama olmaması, bir terapistin danışanıyla ne kadar derine inebileceğini belirleyen önemli bir faktördür. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Robert’in derin acısını ele almaya karar verdim. Ona üzgün göründüğünü fark ettiğimi ve babasını çok özlediğini düşündüğümü söyledim. Belki de işini kaybederek babasını hayal kırıklığına uğrattığını hissediyordu. Robert, yüzünü utanarak elleriyle kapatarak ağlamaya başladı. Seansın geri kalanı, Robert’in babasına dair duygularını keşfetmeye ayrıldı ve seanstan hem sarsılmış hem de bu beklenmedik duygu dalgasıyla bir ölçüde rahatlamış olarak ayrıldı.

    Bridges (2005), yoğun duyguların deneyimlenmesinin sıklıkla derin ve çoğu zaman açıklanamaz bir özlem hissiyle birlikte geldiğini belirtir. Daha derin duygular ortaya çıktıkça, bir tür duygusal dengesizlik hali oluşabilir ve bunun yoğunluğuna bağlı olarak danışan kendisini kaygılı hatta panik içinde hissedebilir. Daha önce böyle bir deneyimi yaşamamış olan danışan, delirdiğini ya da terapinin kendisini daha iyi değil, daha kötü hale getirdiğini düşünebilir. (Danışan bu şekilde hissetmese bile, ailesi ve arkadaşları onun daha kötüye gittiğini düşünebilir ve neden böyle göründüğünü sorgulayabilirler.)

    Bu savunmaların zayıflaması ve çoğu zaman daha önce keşfedilmemiş derin üzüntü ve özlem duygularına doğru ilerleyiş, geleneksel olarak “regresyon” olarak adlandırılmıştır. Ne yazık ki, bu terim çoğunlukla yalnızca deneyimli klinisyenler için anlamlıdır; onlar, regresyonu gördüklerinde tanıyabilir ve bununla nasıl başa çıkacaklarını deneme yanılma yoluyla öğrenmişlerdir. Regresyon, literatürde açık bir şekilde tanımlanmamıştır; herkesin ne anlama geldiğini bildiği varsayılmıştır. Analitik dünyada regresyonun kendiliğinden mi yoksa indüklenmiş mi olduğu, terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir süreç mi olduğu, karşılıklı mı yoksa tek taraflı mı olduğu, evrensel mi yoksa daha çok travmatize olmuş danışanlara mı özgü olduğu konusunda birçok tartışma olmuştur. (Bu konuda kapsamlı bir inceleme ve tartışma için bkz. Aron & Bushra, 1998.) Bu bölümün amaçlarından biri, regresyon kavramını anlamlı bir klinik bağlamda ele almaktır.

    Regresyon, özellikle psikanaliz dışındaki alanlarda, artık modası geçmiş bir terim haline gelmiştir; ancak danışanın ve bir dereceye kadar terapistin, daha temel bir duygusal düzeyde iletişim kurmak amacıyla savunmalarını bırakmasını tanımlayan yeni bir terim de oluşturulmamıştır. (Karşılıklı regresyon üzerine tartışmalar için bkz. Aron & Bushra, 1998; Maroda, 1991, 1998a; ve Coen, 2000.) Regresyonu genellikle tetikleyen deneyimler arasında âşık olmak, uzun süreli terapi almak, bir bebek sahibi olmak (kadınlar genellikle bunun da bir tür âşık olma hali olduğunu söyler) ve hastalanmak yer alır. Tüm bu durumlarda bireyin savunmaları bilinçli bir seçim yoluyla değil, bir kişi ya da olayın onun savunma zırhını delmesi sonucunda zayıflar. Bu olduğunda, birey beklenmedik ve kontrol edilmesi zor duygularla kuşatılır. Bazen bu duygular tamamen yeni gibi görünür. İlk kez âşık olan biri, daha önce hiç böyle bir şey hissetmediğini ve varlığından haberdar olmadığı bir yönünü keşfettiğini söyleyebilir. Yeni bir anne de benzer şekilde doğumun kendisini geri dönülmez bir şekilde nasıl değiştirdiğine dair ifadeler kullanabilir. Ciddi bir yaralanma ya da hastalık geçiren kişiler ise daha az hoş, ancak aynı derecede güçlü bir savunmasızlık ve yeni duygusal deneyimlere açıklık hissi tarif edebilirler.

    Regresyon, erken dönem psikoterapistler tarafından danışanın savunmacı bir hamlesi, gelişimin daha önceki bir aşamasına geri çekilme olarak tanımlanmıştır. Zamanla, bunun esasen savunmacı bir süreç olmaktan çok, derin ve ilkel duyguların yüzeye çıkmasını engelleyen duvarların yıkılması veya bir tür “açılma (opening up)” olarak görülmesi gerektiği anlaşılmıştır. Başlangıçta regresyonun olumsuz bir fenomen olarak değerlendirilmesinin kısmen, klinik olarak yönetilmesinin zorluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Ancak zamanla klinisyenler, kişinin duygusal olarak kaybolmuş hissetmesinin sıklıkla önemli değişimlerin öncesinde geldiğini fark etmeye başlamışlardır.

    Peki, “regresyon” terimi neden gözden düştü ve kullanım dışı kaldı? Bunun başlıca nedeninin, hipnozla ve hipnotik durumda “geçmiş yaşamları (past lives)” hatırlama pratiğiyle ilişkilendirilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu sürece haklı olarak şüpheyle yaklaşan birçok kişi, regresyona olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Ayrıca, danışanlarını bebek biberonundan beslenmek gibi infantil durumlara dönmeye teşvik eden, 24/7 yoğun müdahaleler uygulayan terapistler de regresyon teriminin itibarını zedelemiştir. Bu kitapta kullanılan “regresyon” kavramı, savunmaların empatiye ve terapiste bağlanmaya yanıt olarak gevşemesi anlamında ele alınmaktadır. Bu şekilde tanımlanan regresyon, derinlemesine ve başarılı bir terapi süreci için kritik bir unsurdur.

    Yine de regresyonun karanlık bir yönü olduğunun ve terapistin onu yönlendirme becerisine sahip olmaması durumunda kontrolden çıkabileceğinin farkındayım. Derin değişim için belli bir düzeyde regresyon, yani savunmaların gevşemesi gereklidir. Ancak erken dönem travma yaşamış ya da psikoz çekirdeğine sahip olan birçok danışan, savunmaları zayıfladığında yalnızca savunmasız hale gelmekle kalmaz; kolayca dekompanse olabilirler, hatta geçici olarak bile olsa ciddi bir bozulma yaşayabilirler. Dekompansasyon (decompensate) yaşayan bir danışanı görmek, özellikle yeni başlayan bir terapist ya da bu tür durumları yönetme konusunda eğitim almamış herhangi bir terapist için ürkütücü olabilir. Kaygılı bağlanma öyküsü olan danışanlar veya derinlerde gömülü bir psikoz çekirdeğine sahip olanlar, regresyon sürecinde hızla terapi açısından artık faydalı olmayan seviyelere gerileyebilirler.

    Örneğin, bir konferansta dinleyici olarak bulunduğum bir vaka sunumunda, borderline kişilik bozukluğu olan 50’li yaşlarda bir kadın danışan ele alındı. Bu danışan hızla terapistine bağımlı bir bağlanma geliştirdi, terapötik olmayan bir şekilde regresyona uğradı (terapistin ofisinde cenin pozisyonunda yere yatmak gibi) ve giderek daha fazla seans talep etmeye başladı. Maddi olarak bağımsızdı ve daha fazla seans talepleri kabul edildi. Ardından, terapistin tatilde olduğu zamanları da kapsayan, giderek artan sayıda telefon görüşmesi talep etmeye başladı. Bu vakayı sunan terapist iyi niyetli görünüyordu ve gerçekten danışanına yardım ettiğine inanıyordu. Ancak bana göre, danışanın infantil bağımlılık ihtiyaçlarını ve kurtarılma fantezilerini besliyordu. Bu tür aşırı bağımlılığın oluştuğu ve infantil davranışların pekiştirildiği bir noktada, terapistin artık “Hayır” demesi kaçınılmaz hale gelir.

    Terapide regresif deneyimler hakkında eğitim almamış ve/veya kendi terapilerinde benzer deneyimler yaşamamış terapistler, danışanlarının duygusal olarak çözülmesini gördüklerinde korkuya kapılabilir ve şaşkına dönebilirler. Sürecin olumlu bir şey içerdiğini sezebilenler bile bunu nasıl açıklayacaklarını ve en iyi şekilde nasıl yöneteceklerini bilemeyebilirler. Buna ek olarak, terapistin de danışanına tepki olarak belli bir derecede regresyon yaşaması olasılığı eklenirse, her iki taraf da kontrolü kaybettikleri hissine kapılabilir. Robert Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar:

    Çoğu zaman terapist, psikosomatik tepkiler, fobiler, anksiyete atakları ve diğer regresif fenomenler -ani dissosiyatif durumlar, gerçeklik testinde akut başarısızlıklar, paranoid tepkiler, psikoz benzeri dekompansasyonlar- gibi semptomların aniden ortaya çıkmasından korkar ve kendini belirsiz “destekleyici” müdahalelere başvurarak rahatlatmaya çalışır. İçgörü veya anlayış olmadan yapılan bu tür boş sözler veya ilaç teklifleri, danışanın anksiyetesini daha da artırır. Çünkü danışan genellikle bilinçdışı ve hatta bilinçli olarak terapistin korkmuş ve kafası karışmış olduğunu, hatta bir anlamda kendisinin de regresyona uğradığını fark eder. (s. 387)

    İlaç tedavisi, özellikle çocukluk travması yaşamış ve derin regresyon dönemlerinde gerçekliği algılamakta zorlanan danışanlar için gerekli olabilir. Langs, duygusal açıdan ciddi sıkıntı içinde olan danışanlara ilaç verilmesini reddetmemiz gerektiğini söylemiyor. Aksine, terapistlerin danışanlarının veya kendi regresyonlarını nasıl yöneteceklerini bilmediklerinde, panik içinde ve gereksiz yere hızla ilaç tedavisine veya hastaneye yatışa başvurabileceklerini vurguluyor. Oysa bazı durumlarda danışanın tek ihtiyacı, terapistin ona neler olduğunu açıklaması ve duygularını yönetmesine yardımcı olması olabilir.

    REGRESYONUN İŞARET VE BELİRTİLERİ

    Terapötik düzeyde bir regresyonu nasıl kolaylaştıracağını öğrenmenin ilk adımı, terapistin hangi davranışlarının savunmaların düşmesine neden olabileceğini bilmek, danışanın ne zaman regrese olduğunu tanımlayabilmek ve bunun terapötik olup olmadığını ayırt edebilmektir. Bazı danışanlar oldukça hızlı bir şekilde (2-3 ay içinde) regrese olabilirler. Regresyona girecek olanlar genellikle ilk 6-12 ay içinde bunu yaşarlar. Regresyon belirtileri daha geç ortaya çıkabilir, ancak bu genellikle danışanın bu süreçle birlikte gelen duyguları kabul etmekte zorlanmasından kaynaklanır. Utanç duyma korkusu veya incinme endişesi, bu duyguların hem danışan hem de terapist tarafından bastırılmasına neden olabilir.

    Görüşme yaptığım bir danışan, ilk seansın ardından beni bir daha hiç görmezse ölecekmiş gibi hissettiğini hatırladığını söyledi. Doğal olarak, terapi sürecinin başlarında regrese oldu ve bağımlı hale geldi, bu da onunla çalışmayı zorlaştırdı. Ancak, birçok danışan önemli ölçüde regresyona girmez, özellikle de terapiye haftada yalnızca bir kez geliyorlarsa ya da orta yaşlı veya daha ileri yaşlardalarsa.

    Psikanalize yönelik eleştirilerden biri, regresyonun yalnızca haftada birden fazla görülmenin bir yan ürünü olduğu ve gerçek bir terapötik değeri olmadığı yönündedir; çünkü yönetilmesi zor olabilir ve sıklıkla olumsuz sonuçlanabilir. Ancak, semptom giderme odaklı ve kısa vadeli olarak tanımlanan bir terapi uygulayan herhangi bir terapist, danışanlarının haftada yalnızca bir kez terapiye gelmelerine rağmen regresyona girdiklerini ve bunun terapist tarafından teşvik edilmeksizin gerçekleştiğini mutlaka gözlemlemişlerdir. Burada vurgulamak istediğim nokta şu: Bir terapist uzun vadeli çalışmaya veya psikodinamik yaklaşımlara ilgi duymasa bile, hatta danışanlarını haftada yalnızca bir kez görse bile, zaman zaman regresyon yaşayan bir danışanla karşılaşacaktır. Bu nedenle, özellikle yeni terapistlerin bu fenomen hakkında bilgi sahibi olmaları büyük önem taşımaktadır. İşte regresyonu işaret edebilecek bazı danışan davranışları:

    1. Danışan, yaşadığı deneyimler hakkında kafasının karıştığını, bunun kendisi için yeni ve biraz korkutucu olduğunu ifade edebilir.
    2. Danışan “dissosiyasyon” belirtileri gösterebilir -seansın başında derin ve kolayca ağlamaya başlayabilir. Ayrıca, seanstan bağımsız olarak farklı zamanlarda kontrolsüz şekilde ağladığını bildirebilir.
    3. Danışan, aktarım üzerine yoğunlaşabilir ve terapisti bir birey (person) olarak değerlendiren ifadelerde bulunabilir; örneğin, terapistine karşı sevgi, cinsel çekim ve/veya hayranlık duyduğunu söyleyebilir. (Bunun yanı sıra, reddedilme korkuları veya terapistine karşı bir aşağılık duygusu da ortaya çıkabilir.)
    4. Danışan hasta olabilir ancak ciddi bir hastalık yaşamaz. Bir dizi soğuk algınlığı veya grip durumu yaygın görülebilir ve bınlar genellikle terapistin yokluğuyla tetiklenebilir.
    5. Danışan yoğun rüyalar ve kâbuslar görebilir, bir rüyadan ağlayarak uyanabilir veya yoğun anksiyete, hatta bir anksiyete atağı ile uyanabilir.
    6. Danışan daha fazla seans talep edebilir veya terapistine sık sık sesli mesajlar ya da e-postalar göndermeye başlayabilir. Geri dönüş talep edebilir ya da sadece bir mesaj bırakabilir. Bu, bir bağlantı kurma arzusundan kaynaklanır. Nesne sürekliliği (object constancy) ile ilgili daha fazla problemi olan danışanlar, bu ihtiyacı daha yoğun hissedebilirler.
    7. Danışan tedavinin çok acı verici olduğunu söyleyebilir, iyileşemediğinden korkabilir ve terapisti eleştirebilir. Bu durum, terapisti idealize etme ve sevgi gösterme döngüleriyle dönüşümlü olarak yaşanabilir.
    8. Danışan başkalarıyla olan temasını azaltabilir, kendi içsel sürecine ve terapi ilişkisine odaklanmayı tercih edebilir. Aile ve arkadaşlarıyla normal etkileşimleri reddedebilir, bu da çevresindekilerin terapinin onu daha kötü hale getirdiğini düşünmesine yol açabilir.
    9. Danışan terapisti gördüğünde heyecanlanmış görünebilir, bekleme alanında terapistine özlem dolu bakışlar atabilir.

    Bu liste elbette kapsamlı değildir ve terapi yapmanın keyifli yönlerinden biri de her danışanın daha önce hiç deneyimlemediğiniz bir şeyle sizi şaşırtabilmesidir. Ancak bu liste, regresyonu tanımlamak için makul bir başlangıç noktası sunar. Danışan regresyona girdiğinde asıl mesele, kontrolü kaybetme korkusuyla bu süreci tamamen durdurmak ya da danışanın hem terapi içinde hem de dışında işlevsellik göstermekte zorlanacağı bir noktaya kadar teşvik etmek değildir.

    REGRESYONU ANLAMAK

    Regresyonun hangi düzeyinin terapötik olduğunu ve hangisinin olmadığını nasıl anlayabiliriz? Bu zor bir değerlendirme sürecidir, çünkü regresyon statik bir durum değildir; yalnızca seanstan seansa değil, bazen an be an dalgalanabilir. Belki de regresyonun bu akışkan ve yakalanması zor doğası, onu belirli ölçütlerle tanımlama girişimlerinin az olmasına yol açmıştır. Michael Balint (1968), regresyonu klinik açıdan ayrıntılı bir şekilde tanımlamaya cesaret etmiş ve terapötik olanla olmayan regresyon türlerini ayırt etmeye çalışmıştır. Bu amaçla “iyi huylu (benign) regresyon” ve “kötü huylu (malign) regresyon” terimlerini ortaya atmıştır. Her ne kadar bu tür bir “hastalık” kategorilendirmesi günümüzde eskimiş ve birçok kişi için rahatsız edici olsa da, terapötik ve terapötik olmayan regresyonun anlaşılması son derece değerlidir. Aynı zamanda danışanların bu şekilde keskin kategorilere ayrılmasının kolay olmadığını ve bireyin anlık kırılganlığı ile terapistin ona yardımcı olma becerisine bağlı olarak iki tür regresyon arasında gidip gelebileceğini unutmamak gerekir.

    TERAPÖTİK REGRESYON

    Terapötik regresyon, danışanın savunmalarının kırıldığı ve terapiste açıldığı durumlarda meydana gelir. Bu süreç, bağlanma temelli olup bilinçdışıdır. Balint’e göre, terapötik süreci destekleyen bu olumlu regresyon aşağıdaki özelliklerle karakterize edilir:

    1. Danışanın terapistle güvene dayalı bir ilişki kurabilme yetisi.
    2. Danışanın çatışmalarını çözme, içgörü kazanma ve bütünleşme kapasitesi.
    3. Danışanın derin ve ilkel duygularını ifade etme, işleme ve bütünleştirme yeteneği.
    4. Danışanın makul düzeyde yoğun talepler, beklentiler veya ihtiyaçlar göstermesi.
    5. Danışanın ağır histeri belirtileri sergilememesi veya yoğun eyleme dökme davranışlarında bulunmaması.

    Terapötik regresyon yaşayan danışanlar zaman zaman bir telefon görüşmesi talep edebilir, bu sürecin normal olduğuna dair bir güvence arayabilir veya seans sonunda kendiliğinden terapiste sarılabilirler. Bu tür küçük doyumlar, özellikle talep edilme biçimi talepkâr olmadığında, genellikle bir sorun teşkil etmez. Terapötik bir düzeyde doyum sağlamanın anahtarı, danışanın talep etmediği bir şeyi vermemek ve terapistin kendini rahat hissetmediği bir şeyi sunmaktan kaçınmaktır. Ayrıca, bir noktada rahat hissettiğiniz bir davranışın başka bir zamanda sizi rahatsız edebileceğini unutmamak önemlidir.

    Örneğin, Dr. W. bir sunumuma katıldı ve danışanların kendiliğinden sarılma girişimlerinin fiziksel olarak geri çekilme veya kasılma ile karşılanmasının ne kadar küçük düşürücü olabileceğini dile getirdiğimi duydu. Soru-cevap bölümünde, son bir yıl içinde duygusal açıdan yoğun birkaç seansın sonunda kendisine birkaç kez sarılan bir danışanını gündeme getirdi. Dr. W., bu sarılmaların kısa sürdüğünü ve kendisi için bir sorun teşkil etmediğini belirtti. Ancak, son zamanlarda danışanının neredeyse her seans sonunda kendisine sarılmaya başlaması onu hem şaşırtmış hem de rahatsız etmişti. Buna rağmen, danışanını utandırmaktan kaçınarak ona sarılmayı bırakmasını söylemek istemiyordu.

    Bunun hakkında ne düşündüğümü sordu. Dr. W.’ye sarılmaların ne zaman başladığını sordum. Bir süre düşündü ve “Yaklaşık 3 ay önce” dedi. “O dönemde terapide ne değişti?” diye sordum. Bir an duraksadı, sonra o dönemde ailesinde bir kriz yaşandığını ve bu durumun danışanlarına karşı duygusal olarak daha az erişilebilir hale gelmesine neden olduğunu fark etti. Ona, bu konuyu danışanıyla nazikçe açmasını önerdim. Kendi zihninin bir süredir meşgul olduğunu ve bunun farkında olduğunu dile getirebilir, ayrıca danışanının bu dönemde seansların sonunda sarılma ihtiyacı hissetmesinin dikkatini çektiğini söyleyebilirdi. Ardından, danışanına terapi süreci hakkında neler hissettiğini ve neden her seansın sonunda bir sarılma ihtiyacı duyduğunu konuşmak isteyip istemediğini sorabilirdi.

    Ülkenin başka bir bölgesinde konuşma yaptığım için bu durumun nasıl çözüldüğünü bilmiyorum. Ancak kendi deneyimlerime dayanarak, danışanla yapılan bu tür bir danışmanın genellikle karşılıklı bir anlayışa ve durumu açıklığa kavuşturmaya yol açtığını söyleyebilirim. Dr. W.’ye, danışanına sarılmaların kendisine, seanslarda ihtiyaç duyduğu şeyi alamadığını düşündürdüğünü söylemesinin önemli olduğunu belirttim. Bu şekilde, danışan sarılma meselesini gereksiz bir utanç duymadan tartışma fırsatı bulabilirdi. Konunun, birinin yanlış bir şey yapması üzerine değil, terapötik ilişkide neler olup bittiğini anlamaya odaklanması daha uygun olurdu.

    SALLY VAKASI

    Otuzlu yaşlarında bir kadın olan Sally, yıllardır psikanalizden fayda gören bir kardeşinin ısrarı üzerine isteksizce beni arayarak randevu aldı. Sally, çocukluğunda annesinden günlük olarak maruz kaldığı sözlü ve fiziksel istismarla geçen zorlu bir dönem yaşamıştı. Buna rağmen güçlü bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve bununla haklı olarak gurur duyuyordu. Genç yaşta, çalışkan, başarılı ve oldukça içine kapanık bir adamla evlenmişti. Eşi, Sally’nin çocukluk yıllarında eksikliğini hissettiği istikrarı ve güveni ona sağlıyordu. Birlikte iki çocukları olmuş ve maddi durumlarının sağlam olması sayesinde Sally, çocuklarını büyütmek için evde kalabilmişti.

    Sally çocuklarını çok seviyor ve onlara fazlasıyla düşkünlük gösteriyordu, bazen gereğinden fazla. Kendi annesinin ona vermediği sevgiyi ve ilgiyi çocuklarına sunmak isteyen Sally, zaman zaman onları fazlaca şımartıyor, ancak bu durum onların talepkâr ve saygısız tavırlarıyla karşılık bulduğunda hem inciniyor hem de öfkeleniyordu. Evliliğinde ve aile hayatında olgunlaşmış ve istikrar bulmuş olsa da, başlangıçta evlilikten ve küçük çocuk sahibi olmaktan aldığı tatmin duygusu giderek depresyon ve öfkeye dönüşüyordu. Çocuklarının ergenlik çağına girip bağımsızlaşmaya başlamasıyla birlikte kendini yalnız ve mutsuz hissetmeye başlamıştı.

    Kocası, Sally’nin sık sık yaşadığı öfke patlamalarından yorulmuş ve duygusal ve fiziksel yakınlığın eksikliğinden şikâyet etmeye başlamıştı. Sally, evliliğinden kaçmayı sıkça düşündüğünü, ancak kocasının iyi bir adam olduğunu, onu sevdiğini ve ayrılmanın büyük olasılıkla kendisi için yıkıcı olacağını bildiğini söylüyordu. Kendini bir uçurumun kenarında hissediyordu. Bana sordu: “Bana yardım edebilir misiniz?”

    Birkaç seans sonra, Sally’nin yıllarca süren ihmal ve istismarın etkilerini telafi etmek için aşırı çaba gösterdiği anlaşıldı. Yaklaşık 15 yıl boyunca mükemmel eş ve anne olmaya çalışmak onu yıpratmıştı. Çocukları daha bağımsız hale geldikçe, kendini duygusal olarak onlara adama yöntemi artık işe yaramıyordu ve kocasının bir zamanlar cazip gelen istikrarlı ve titiz kişiliği artık onu tatmin etmekten çok rahatsız ediyordu. Çocuklarının notları düştüğünde veya kötü davrandıklarında, kocası onu suçluyor ve durumu düzeltmesini istiyordu. Sally sıkkın, depresif, öfkeli ve suçlu hissediyordu. Kısa sürede evliliğe ve aile hayatına uyum sağlama biçiminin artık işe yaramadığı ortaya çıktı. Çocukluk yıllarındaki boşluk, yetersizlik duyguları ve yalnızlık yüzeye çıkıyordu. Artık kendini görevlerine ve çocuklarının hayatına kaptırarak bu eksiklikleri bastıramıyordu.

    Bana, terapinin ona nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, artan depresyonunun ve öfkesinin aslında üzüntü ve yalnızlığa karşı bir savunma olduğunu söyledim. Konuşacak ve birbirimizi tanıyacaktık. Eğer süreç iyi giderse, savunmalarını gevşetmeye başlayacak, bu duygular yüzeye çıkacak ve kaçırdığı şeyler için yas tutarak daha fazla farkındalık kazanacak ve duygularını daha iyi kontrol edebilecekti. Sally, bunu yapabileceğinden emin olmadığını söyledi ama denemeye istekliydi.

    İlk birkaç ay, çocuklarla ilgili sorunları çözmekle geçti. Sally’nin ergenlik çağındaki kızının bağımsızlık ihtiyacını anlamasına yardımcı oldum. Ona, kızına fazla şey yaptığında bunun minnettarlıkla karşılanmadığını, aksine, kızının kendi hayatı üzerinde özerklik kazanma ve ustalaşma ihtiyacını engellediğini açıkladım. Zorlanarak da olsa, aşırı kontrol etme ve aşırı koruyucu tutumlarını azaltmaya başladı. Sally ile terapi yapmaktan keyif alıyordum, ancak zamanla bu aşamanın ötesine geçerek daha derin konulara ulaşabileceğimizi umuyordum. Bana ihtiyacı olan testleri geçmemi sağladı; yargılayıcı olmamam ve onun davranışlarının çocukları ve eşi üzerindeki etkisini anlamasına yardımcı olmam, güven oluşturdu. Ebeveynlik hatalarını görmeye ve düzeltmeye açıktı; ev hayatındaki iyileşmelere dair haberleriyle beni memnun ederek seanslar arasında büyük bir çaba sarf etti. İçgörülüydü ve davranışlarının altında yatan motivasyonları yalnızca benim önerilerime dayanarak değil, kendi farkındalığıyla kavrama konusunda hızlıydı. Ona, yalnızca kendisi talep ettiğinde ve önce onu, durumu kendi başına düşünmesi için teşvik ettikten sonra tavsiyelerde bulunuyordum. Eğer anlattığı bir durumda önemli bir noktayı gözden kaçırdığını fark edersek, bunu ona açıklıyordum.

    Örneğin, Sally kızının sabahları zamanında kalkmamasından büyük bir şikâyetle bahsetti. Kızının uyanmasını sağlamak için sabahları odasına altı defaya kadar çıkmak zorunda kaldığını ve bundan bıktığını söyledi. Ona bu stratejinin asla başarılı olamayacağını nazikçe belirttim. Aslında kızını, kalkmamak konusunda teşvik ettiğini ona açıkladım. “Neden ona bir çalar saat alıp kendi kendine uyanma ve okula hazırlanma sorumluluğunu ona bırakmıyorsun?” diye sordum. Sally, bu basit çözümün işe yaramasına hayret etti. Bunun sonucunda, diğer bazı aşırı destekleyici davranışlarını da sorgulamaya başladı.

    Yaklaşık altı ay sonra, Sally’nin seanslarına daha erken geldiğini ve bekleme odasında biraz vakit geçirmenin keyfini çıkardığını fark ettim. Kapıyı açıp onu içeri aldığımda, bana gülümsedi ve seansa başlamanın ona rahatlık ve huzur verdiğini hissettim. Daha büyük bir şey yaşanıyordu. Evdeki “yangınlar” artık kontrol altına alındıkça, yavaş yavaş çocukluğundan bahsetmeye başladı. Kendine acımaması, onu sevmemi ve acısını hissetmemi kolaylaştırıyordu, ancak aynı zamanda, acı verici duygular üzerinde durmasını engelleyen “hadi devam edelim” tavrını da körüklüyordu. Geçmişe takılıp kalmak yerine, kendini toparlamaya inanıyordu. Onun azmine hayran kaldım, özellikle de hâlâ annesini sevme becerisine. Onu görmeye devam ediyordu ama mesafeyi koruyordu. Annesinin zihinsel olarak hasta olduğunu ve daha fazlasını yapacak kapasitede olmadığını bildiğini söyledi. Ona kızabilirdi, ama bu kadar zarar görmüş birine nasıl nefret besleyebilirdi ki? İçten içe, kendisi için daha fazla şefkat duymaya ve annesine karşı biraz daha az hoşgörülü olmaya ihtiyacı olduğunu hissediyordum. Ancak bu tutumların onu bir şekilde ayakta tuttuğunu da biliyordum.

    Onun daha derin duygulara ulaşmasını neyin kolaylaştırabileceğini merak ederken, kader devreye girdi. Terapinin ilk yılının sonlarına doğru, yakın bir arkadaşına terminal kanser teşhisi kondu. Bu durum onun için çok üzücüydü, ancak aynı zamanda kendini bırakmasının da tetikleyicisi oldu. Kendisi için hissetmeye cesaret edemediği, çünkü çok korkutucu ve kendine acıma gibi görünen üzüntüyü, arkadaşını kaybetme ihtimali karşısında hissedebildi.

    Bana haberi ilk verdiğinde sadece, “Bu gerçekten berbat,” dedi. Ancak yüzündeki derin üzüntüyü gördüm ve ona bunu söyledim. Aslında, Sally ne zaman alaycı mizahını kullansa -bazen gerçekten komik olup beni güldürse bile- her zaman duygusal dili kullanmaya çalıştım ve yüzündeki ifadeyi fark ederek dile getirdim.

    Arkadaşının hastalığıyla yüzleşen Sally, yas tutmaya başladı ve ilk kez hem seanslarda hem de seans dışında ağladı. Aynı zamanda daha düşünceli ve içine kapanık hale geldi, sürekli hareket halinde olma alışkanlığını bıraktı. Aslında, eş ve ebeveyn olarak yapması gerekenlerin asgarisini yerine getiriyordu. Bunun korkutucu olduğunu, ancak garip bir şekilde iyi hissettirdiğini söyledi. Ona ne oluyordu? Bu normal miydi, yoksa giderek içine kapanarak kimseyi görmek ya da yataktan çıkmak istemeyecek hale mi gelecekti? Çocukları okula gittikten sonra evde boş boş oturmak ya da kestirmek gerçekten kabul edilebilir miydi? Neden kimseyle görüşmek istemiyordu? Yoksa giderek kötüleşiyor muydu?

    Ona sezgilerinin ne söylediğini sordum ve bunun garip ama iyi hissettirdiğini, ayrıca sonsuza kadar sürmeyeceğini düşündüğünü söyledi. Ona haklı olduğunu belirttim ve regresyonun terapötik faydasını açıkladım. Sally, hem gerçekten ilerleme kaydediyor olmaktan hem de deneyimlediği şeyi anladığımı ve kabul ettiğimi bilmekten dolayı rahatladı. Oldukça zeki, sözel becerileri güçlü, içgörülü ve iyi bir mizah anlayışına sahip biri olarak seansları her zaman hızla geçiyordu. Ancak kısa bir süre sonra, seanslarının adeta uçup gittiğini fark etti ve bunu dile getirdi. Ben de aynı şekilde deneyimliyordum. Sally’nin mizahı, krizleri ve stratejileri olmadan, tamamen savunmasız bir halde olması, onunla birlikte olmayı keyifli hale getiriyordu. Sessizce yaptığı konuşmalarda ve hüznünde ikimiz de bir tür huzur hissediyorduk. Diğer bazı terapilerde olduğu gibi dramatik anlar ya da büyük aydınlanmalar yaşanmadı. Sally, konuşmalarının sanki önemli bir şey hakkında olmadığını ama yine de her seans sonrası kendini daha iyi hissettiğini söyledi. Gerçekten verimli bir süreç geçirip geçirmediğini sordu. Onu anladığımı söyledim ve şakayla karışık, seanslarının bana Seinfeld dizisini hatırlattığını söyledim -dışarıdan bakıldığında hiçbir şey hakkında gibi görünse de aslında her şey hakkında olduğunu belirttim. Sally güldü ve benimle aynı fikirde olduğunu söyledi.

    Sally’nin benimle yaşadığı regresyon, Balint’in tanımladığı benign ya da terapötik regresyon tanımına kolayca uyar. Özetlemek gerekirse, başlangıçta olmasa da zamanla güven duydu, çok az talepte bulundu, derin acıyı deneyimlemeye istekli oldu ve bunun değerini fark etti. Sonunda, acısını ifade edebildi ve bu acıyı daha fazla içgörü ve bütünleşme için kullandı. Duygularıyla daha fazla temas kurdukça, dışavurumcu tepkileri de azaldı.

    Sally, regresyonunu yönetebilme konusunda birkaç önemli faktöre sahipti. İlk olarak, sağlıklı bir hak ediş duygusundan yoksundu. Başkalarından beklentileri genellikle çok düşük olup, yüksek taleplerde bulunmaktan ziyade, acı çekmeye alışkındı ve bunu olgunlukla karşılıyordu. İkinci olarak, çocukları ve bir evi yönetme sorumluluğu vardı; bu da belirli bir ego işlevselliğini ve gerçeklikle temasını korumasını sağlıyordu. (Zaten toplumsal olarak izole, işsiz ya da günlük yaşama anlamlı bir katılım beklentisi olmayan birinin regresyonunu kolaylaştırırken dikkatli olunmalıdır.) Üçüncü olarak, terapötik sınırları korudum, bu da onun terapötik regresyonunu güvenli bir şekilde deneyimlemesine yardımcı oldu.

    Örneğin, bir noktada Sally’nin bir arkadaşı benden terapi almak isteyip istemediğini sormuş ve Sally de bunu bana aktarmıştı. Ona, danışanlarımın arkadaşlarını, aile üyelerini veya yakın tanıdıklarını görmediğimi, ancak arkadaşını başka bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı söyledim. Sally bu yanıtı büyük bir rahatlama ile karşıladı ve bunun mantıklı olduğunu belirtti. Ayrıca, bazı seansları hızla geçiyor ve o anki duygusal çekim nedeniyle, eğer bir sonraki saatim boşsa, seansı uzatma isteği duyuyordum. Ancak kariyerimin başlarında, bunu ne kadar istesem de iyi sonuç vermediğini öğrenmiştim. Seansları uzatmak, danışanın anlık tatmin yaşamasına ve kendisini özel hissetmesine neden olduğu için insancıl ve cömert bir davranış gibi görünebilir, ancak genellikle kötü bir fikirdir. Genç bir terapistken bunu birkaç kez yaptığımda, danışanlarımın bu ekstra sürenin her zaman sunulmamasından dolayı haklı olarak kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini fark ettim. Ayrıca, seans uzatmaları, aşk ve bağımlılık içinde olan bir danışan için aşırı uyarıcı olabilir. Eğer terapist seans süresini esnetmeye razı oluyorsa, başka hangi sınırları esnetmeye istekli olabilir?

    Ayrıca, seansları uzatmak, danışanın bilinçdışı olarak seansın sonunda duygusal olarak çözülmesine ve bu ekstra süreyi “hak etmek” için çaba göstermesine yol açabilir. Bence terapistin, regrese olmuş danışanına zorlayıcı bir seansın sonunda kendini toparlaması için yardımcı olması gerekir; hatta bunun için seans bitmeden 5 dakika önce danışanı bilgilendirmek gerekebilir. Nitekim, birçok danışanım benden bunu yapmamı istedi, çünkü yoğun duygular içinde zamanın nasıl geçtiğini takip etmenin onlar için zor olduğunu ifade ettiler. Bu, bana mantıklı gelen bir talep ve seansların sonunda toparlanmayı kolaylaştırarak, seans süresinin yalnızca birkaç dakika aşılmasını sağlamak açısından da oldukça etkili oldu.1

    (1Danışanlarımı art arda seanslara almıyorum, böylece gerekirse bir düşüncelerini tamamlamaları veya duygularını toparlamaları için fazladan bir-iki dakika ayırabiliyorum. Seanslara zamanında başlamaya ve bitirmeye özen gösteriyorum, ancak yalnızca gerçekten gerekliyse bu ek dakikaları kullanıyorum. Seans sürem 50 dakikadır, geriye kalan 10 dakikayı notlarımı yazmak ve telefonlara geri dönüş yapmak için ayırıyorum.)

    Sally oldukça çekingen olduğu ve talepkâr olmadığı için seanslar dışında beni aramadı, ancak regrese olan danışanların çoğu bunu yapar [ararlar]. Ben bunu izin verilen bir alan olarak görsem de teşvik etmem. Telefon görüşmelerini yaklaşık 10 dakika ile sınırlandırıyorum ve danışanlarıma bunun benim politikam olduğunu, çünkü plansız bir telefon seansının yüz yüze bir seansla aynı olmadığını ve kontrolden çıkma potansiyeline sahip olduğunu açıklıyorum. Eğer danışan büyük bir sıkıntı içindeyse, onu ek bir seansa gelmeye teşvik ederim ve gerçekten gerekli olduğunda bu ek seansı ayarlamak için elimden geleni yaparım. İlginç bir şekilde, bu teklif genellikle bir turnusol kâğıdı görevi görür: Telefonda az önce hıçkırarak ağlayan danışan bir dakika içinde, “Ah, hayır, yarın gelemem. İşte çok meşgulüm,” diyebilir. Bunu manipülasyon olarak değil, insan doğasının bir parçası olarak görüyorum. Hepimiz acı çektiğimizde bir miktar rahatlama isteriz. Ancak danışan gerçekten sürekli bir sıkıntı içindeyse, genellikle bir seansa gelmek için zaman yaratabilir.

    TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYON

    Terapi açısından yararlı olmayan regresyon (nontherapeutic regression), genellikle güvensiz bağlanma örüntülerine sahip ve duygulanım düzenleme becerileri yetersiz olan danışanlarda görülür. Bu tür regresyon, danışanın istikrarsız egosu (unstable ego) nedeniyle kendiliğinden ortaya çıkabilse de, sıklıkla terapistin sınır koymada yaşadığı zorluklar ve/veya danışanın yoğun duygusal deneyimine karşı terapistin hissettiği korku ve kafa karışıklığı dolayısıyla daha da kötüleşir. Danışana aşırı güvence vermek ve onu yatıştırmaya çalışmak da bu tür regresyonun sürmesine neden olur. İşlevsiz terapist-danışan bağlanmasının temel özellikleri şunlardır:

    1. Tekrar tekrar kopan bir terapötik ilişki ve aşırı bağımlı bir danışan: Danışan, terapiste güvenmekte zorlanır ve seanslar arasında bağlantıyı sürdüremez.
    2. Keşif için kullanılmayan, düzensiz duygusal deneyimler: Danışan, ortaya çıkan duyguları yeni içgörüler geliştirmek için kullanamaz; bunun yerine, yoğun acıya karşı fobik bir tepki gösterebilir ve huzursuz hale gelebilir.
    3. Terapist ile çatışmaları çözmede zorluk yaşayan, içgörüden çok rahatlatılmaya odaklanan bir danışan: Danışan, içgörü kazanmaktan ziyade yatıştırılmaya yönelik taleplerini artırabilir ve terapistten daha fazla duygusal destek istemeye başlayabilir.
    4. Duygusal krizler ve terapistin desteğiyle bile duygularını düzenleyememe: Danışan, yoğun duygusal patlamalar yaşar ve kendi duygu durumunu düzenleme konusunda ciddi zorluklar çeker.
    5. Terapistin onu yatıştırma veya kurtarma beklentisini karşılamaması durumunda kendine zarar verme tehditleri: Danışan, kaygılı bağlanma biçimi dayanılmaz hale geldiğinde bu tehditleri gerçekleştirebilir.

    Birçok terapist, acı çeken danışanlarına yönelik yatıştırıcı jestlerle farkında olmadan terapötik olmayan bir regresyon biçimini teşvik eder. Danışan, ek seanslar, sık veya uzun telefon görüşmeleri, terapiste dair kişisel bilgiler, ücret indirimi veya fiziksel temas talep edebilir. Terapistler, genellikle küçük taleplerle (örneğin, bir telefon görüşmesi istemek) başlayan bu süreci farkında olmadan destekleyebilirler. Ancak, giderek artan talepler çoğu zaman ne yapacağını bilememekten veya danışanın kendine zarar verme tehditlerini gerçekleştirme ihtimalinden korkulduğu için karşılanmaya devam edilir.

    Danışanın derin bir umutsuzluk içinde olduğu ve genellikle terapistin yeterince çaba göstermediğine dair sert şikayetlerle bu durumu dile getirdiği anlarda, terapist, çocukluk kökenli bir kurtarılma veya sevgiyle iyileşme talebine boyun eğme eğiliminde olabilir. Gabbard (1996b) ve Celenza (2007), bu tür senaryoların en sık rastlanan cinsel sınır ihlallerine yol açan durumlar olduğunu belirtmişlerdir. Balint (1968), regrese olmuş danışanı tedavi ederken, terapistin danışanın bitmek bilmeyen ıstırabına kapılıp, sonunda ona gereksiz acılar yaşatılmayacak bir ortam yaratma sorumluluğunu üstlenme tuzağına düşebileceğini ifade eder. Ancak, Balint’e göre bu yaklaşım ne kadar övgüye değer görünse de, deneyimler bunun nadiren işe yaradığını göstermektedir (s. 111).

    Sandor Ferenczi’nin (1932/1988) kötü huylu (malignant) regresyonla ilgili klasik vaka örneği, Amerikalı psikoterapist Elizabeth Severn (kod adıyla “RN”) ile yaptığı çalışmada görülebilir. Ferenczi, artık ünlü hale gelen deneylerini bu vakada uygulamış ve danışanın taleplerine büyük ölçüde boyun eğmiştir. Bu talepler arasında, kendisini “çok zayıf” hissettiği günlerde seansların onun evinde yapılması ve her seans dönüşümlü olarak divanda yer değiştirilmesini içeren, Ferenczi’nin “karşılıklı analiz” (mutual analysis) olarak adlandırdığı uygulama da bulunuyordu. (Daha fazla tartışma için bkz. Ragen & Aron, 1993; Fortune, 1993). Ancak, bu tür ayrıcalıklar ve sınır ihlalleri devam ettikçe, RN iyileşmek yerine daha da kötüleşti. Seans ilerledikçe dekompanse olmaya devam etti ve Ferenczi’den taleplerini artırdı. Ferenczi, başlangıçtaki duygusal erişilebilirliği ve derin empatisinin terapötik olduğuna inanıyordu; bu, danışanın geçmişte hiç hissetmediği kadar derin duygular hissetmesini sağlamıştı. Ancak terapi ilerledikçe neden kötüleştiğini açıklamakta zorlanıyordu.

    Bu vakayı başka bir yerde (Maroda, 1998a) ayrıntılı olarak ele alıyorum, ancak Ferenczi’nin RN ile yaptığı deneylerden ortaya çıkan en önemli gerçek muhtemelen, danışana karşı giderek artan bir öfke duyduğu bir dönemde onu yatıştırdığını kabul etmesidir.

    MESAİ DIŞI TELEFON GÖRÜŞMELERİ

    Meslek hayatımın başlarında, danışanlardan gelen telefon aramalarına aşırı empatik bir şekilde yanıt veriyordum ve bu yaklaşım genellikle onların daha derin bir acıya sürüklenmesine neden oluyordu. Seanslar sırasında yüksek düzeyde empati göstermenin oldukça etkili olduğunu gözlemlemiştim ve aynı yöntemi, telefonla bana ulaşan sıkıntılı danışanlara da uygulamak gerektiğini düşünüyordum. Bu telefon görüşmeleri genellikle uzun sürüyordu (bazen bir saate kadar uzayabiliyordu) ve danışanlar için hem doğal olarak tatmin edici hem de ücretsiz bir destek kaynağı haline geliyordu. Ancak, zaman içinde bu yöntemin sürdürülebilir olmadığını fark ettim. Özellikle, yoğun telefon görüşmeleri nedeniyle bana ulaşamayan ya da müsait olmadığım zamanlarda yalnızca birkaç dakika konuşabildiğim danışanlar, sıklıkla kendilerini üzgün, hayal kırıklığına uğramış ve öfkeli hissediyorlardı. Terapötik süreçte sınırların net bir şekilde çizilmesi gerektiğini kavramam zaman aldı. Bu süreçte herhangi bir eğitim ya da süpervizyon almamıştım ve telefon görüşmelerini nasıl yönetmem gerektiğini deneme-yanılma yoluyla öğrenmek zorunda kaldım. Sonuç olarak, yalnızca seanslar içinde etkili olan bir yöntemin, seans dışındaki iletişimde aynı şekilde etkili olmayabileceğini anlamış oldum. Bu farkındalık, telefonla danışanlarla yapılan görüşmelerin süresini ve sıklığını sınırlandırmam gerektiğini öğretti. Telefon görüşmelerinin terapötik bir çerçevede ele alınması gerektiğini fark ettiğimde, bu durumu danışanlarla açıkça konuşmaya başladım. Ancak, danışanlarımın bana ulaşamadıklarında ya da başka sorumluluklarım nedeniyle yalnızca birkaç dakika konuşabildiğimizde kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini tekrar tekrar deneyimledikten sonra, bu yaklaşımın uzun vadede işe yaramadığını fark ettim. Danışanların bağımsızlıklarını desteklemek ve terapi sürecini sağlıklı sınırlar içinde sürdürmek adına, telefon görüşmelerini kısa ve yapılandırılmış hale getirmeyi tercih ettim.

    Telefon görüşmelerinin en aza indirilmesi ve teşvik edilmemesi gerektiğini fark ettikten sonra, regresyona giren danışanlarla yürüttüğüm terapiler çok daha sorunsuz ilerledi. Onlara sıkıntı verici duygularını yönetmelerine yardımcı olmayı amaçlayan on dakikalık kısa görüşmeler yapabilirdim ve bunu tutarlı bir şekilde sağlayabilirdim, ancak bu görüşmelerin seanslarda elde ettikleri deneyimle aynı olmadığını açıkça belirttim. Seanslara kıyasla daha az tatmin edici hale gelen telefon görüşmeleri, hem benim hem de danışanlarım için (ve tabii ki ailem ve arkadaşlarım için de) daha seyrek ve yönetilebilir oldu.

    Telefon görüşmeleriyle ilgili davranışımı değiştirmeye karar verdiğimde, bunu bana sıkça telefon eden danışanlarıma açıkça söyledim ve neden böyle bir değişiklik yaptığımı açıkladım. Bazıları bu durumdan pek memnun olmadı, ancak bunun asıl nedeni, kendileri için tatmin edici olan bir şeyden vazgeçmek zorunda kalmalarıydı. Neredeyse hepsi, telefon görüşmelerinin tutarsız olduğu için sürekli faydalı olmadığını kabul etti ve bu değişikliği kabullendi. Ayrıca, önceki politikamın kendilerine verdiği olası zararların sorumluluğunu tamamen üstlendim. Bazı danışanlar için, yanlış bir şey yapmadıklarını ve bu değişikliğin bir ceza değil, daha tutarlı ve etkili bir terapi sunma çabamın bir parçası olduğunu özellikle vurgulamam gerekti.

    Yeni danışanlar sıkıntılı hissettiklerinde beni arayıp arayamayacaklarını sorduklarında, en baştan itibaren telefon görüşmelerini minimumda tuttuğumu ve hafta içi ile hafta sonları hangi saatlerde mesajları kontrol ettiğimi açıkça belirtirim. Bunun dışında, acil bir durum olması halinde 24 saat hizmet veren bir yardım hattını kullanmaları veya acil servise gitmeleri gerektiğini söylerim. Genç bir terapist olarak danışanlarımın gerçekten bana ihtiyaç duyduğuna kendimi inandırmışken, zamanla, en çok regresyon gösteren ve en zor durumdaki danışanların bile minimum telefon iletişimiyle idare edebildiğini görmek beni şaşırttı. (Şimdi e-posta konusu da gündeme geldiği için, danışanlarıma bana e-posta gönderebileceklerini, ancak e-postalara yanıt vermediğimi, yalnızca aldığımı bildiriyorum. Daha acil bir durum varsa beni aramaları gerektiğini belirtiyorum. Bana gönderilen tüm e-postaları okuyorum, yazdırıyorum, bir sonraki seansta yanıtlıyorum ve dosyaya ekliyorum.) Danışanlarımızın bize duyduğu ihtiyacın, bizim onlara duyduğumuz ihtiyaçla orantılı olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, kendi kişisel meseleleriyle (örneğin, ihtiyaç duyulma arzusu) hâlâ uğraşan yeni bir terapistin bu tür katı sınırları koyması zor olabilir. Ancak bunu, yeni terapistlerin ulaşmaya çalışabileceği bir hedef olarak ve kişisel zamanlarında uzun, tatmin edici telefon görüşmeleri yapmanın doğurabileceği risklere dikkat çekmek amacıyla dile getiriyorum. Bu tür bir ilgiyi sürekli sunmak hem pratikte mümkün değildir hem de birçok danışan için bu, derinlemesine kişisel, hatta romantik bir deneyim haline gelebilir. Üstelik, eğer bu görüşmeler için ücret alınmazsa, tıpkı bir yüz yüze seanstan ücret alınmaması gibi, danışanın zihninde şu sorular belirir: “Terapist suçluluk mu hissediyor?”, “Terapist bu ilişkiye kişisel olarak fazla mı yatırım yapıyor?”, “Terapist kendini yetersiz mi hissediyor?”, “Benim için özel bir durum mu var?”

    Tüm bu faktörler, danışan regresyon göstermese bile telefon iletişimi sırasında devreye girer. Ancak, daha önce tanımlandığı gibi, sık sık arama yapan danışanların çoğu regresyon halindedir ve bu sebeple seans dışındaki bu temaslara daha fazla anlam yükleme eğilimindedirler. Buna bir de yorgun bir terapisti eklediğinizde, akşam saatlerinde yapılan telefon görüşmelerinin sınırları bulanıklaştırma olasılığı artar. Telefon görüşmelerinde sınırları korumak, terapi seansları sırasında olduğu kadar hayati öneme sahiptir ve başlangıçta terapistin ekstra farkındalık ve dikkat göstermesini gerektirebilir.

    TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYONUN BİR ÖRNEĞİ

    Terapötik olmayan regresyon vakasını tanımlamak, daha önce bahsedilen terapötik regresyon vakasını (Sally) anlatmaktan daha zordur. Bunun birkaç nedeni vardır; en önemlisi, dürüst bir terapistin, terapötik olmayan bir ortamın oluşmasına ve/veya sürdürülmesine büyük ölçüde katkıda bulunduğunu kabul etmesi gerektiğidir. Bu durumla karşılaşan herhangi bir terapistin ilk adımı kendine şu soruyu sormak olmalıdır: “Şu anda ne yapıyorum ya da geçmişte ne yaptım ki bu tür bir regresyonu teşvik ettim?” Hepimiz zaman zaman regresyon gösteren danışanlarımızın terapötik olmayan bir şekilde bu duruma girip çıktığına tanık olmuşuzdur. Ancak yalnızca bu konumda sıkışıp kalan danışanların tedavileri nihayetinde olumsuz sonuçlanır. Bu tür bir sonucu konuşmak her terapist için, benim için de, zordur.

    Daha önce (1999) uzun uzun yazdığım bir danışanımı burada sunmak istiyorum. Bugün bile onun tedavi edilebilir olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bildiğim şey, benimle olan terapinin hem onun hem de benim için tatmin edici olmayan bir şekilde sona erdiğidir. Önceki kitabımda ona Susan adını vermiştim, bu yüzden burada da aynı takma adla devam edeceğim. Kısaca, Susan son derece zor bir danışandı -belki de şimdiye kadar çalıştığım en zorlu vakaydı. Önceki terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş ve daha sonra terapiste karşı açık bir küçümseme ifadesiyle ilişkiyi sonlandırmıştı. Kendini mağdur olarak sunmak yerine tam tersini yapıyordu. Ona göre terapisti kendisine layık değildi ve bunu fark ettiğinde ilişkiyi bitirdi. Susan’ın çocukluk dönemi duygusal ve fiziksel istismar ile geçmişti ve aleksitimikti (öfke dışında herhangi bir güçlü duyguyu ifade edemiyor ve çok az içgörüye sahipti). Dışarıdan bakıldığında oldukça kontrollü ve “düzenli” bir görüntü sergiliyordu -öyle ki en son görüştüğü terapist, sadece birkaç seansın ardından ona terapiye ihtiyacı olmadığını söyleyerek süreci sonlandırmıştı.

    Susan’ın bana gelmesine neden olan etken, onu çalışamaz ve sürdürülebilir bir ilişki kuramaz hale getiren ağır bir depresyondu. Birkaç arkadaşı vardı, ancak bana geldiğinde ne bir partneri ne de bir işi vardı. Bu yönlendirmeyi kabul ettim çünkü bir terapist arkadaşım tarafından önerilmişti ve o sırada iki danışanımla süreci yeni tamamlamıştım, dolayısıyla boş saatlerim vardı. Ancak en başından beri Susan’ı tedavi etme konusunda karışık duygularım vardı ve bunlara daha fazla dikkat etmeliydim. Susan’ın yalnızca bir travma geçmişine sahip olması değil, aynı zamanda güç odaklı olması, içgörüden yoksun olması ve bilinçli olarak derin duygular hissedememesi, onu tedaviye kabul ederken daha temkinli olmam gerektiğini gösteriyordu. Ve kesinlikle, onu haftada ikiden fazla görmemem gerektiğine dair bir işaret olmalıydı.

    Başlangıçta onu haftada iki kez görüyordum, ancak bana bir mirasla geçindiğini ve çalışmaya ara verdiği bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmek istediğini söyledi. Psikanaliz hakkında okumalar yaptığını ve “gerçek olanı” deneyimlemek istediğini belirtti. Danışanlarımdan sıkça duymadığım bu sözler beni heyecanlandırdı ve Susan’ı analiz etme olasılığı beni cezbetti. Psikanalizde eski bir kural, danışanın kaç seans istediği ve üretken bir şekilde kaç seansa dayanabileceği konusunda söylediklerini takip etmektir. Geçmişte bu yönerge benim için her zaman işe yaramıştı (ki sanırım bu, burada sunduğum yönergeler de dahil olmak üzere, her kuralın istisnaları olabileceğinin bir göstergesidir). Çoğu danışanımın haftada iki veya üç kez gelmesi nedeniyle, bir danışanı haftada dört kez görmek fikri beni ayrıca heyecanlandırmıştı.

    Kısa bir süre içinde Susan’ın analizinde işler ters gitmeye başladı. Divanı kullanmak istedi, ancak hızla dekompansasyon belirtileri göstermeye başladı. Seansları bittiğinde ayrılmak istemiyor, genellikle öfkeyle kapıyı çarparak çıkıyordu. Onu rahatlatmaya ve acısını deneyimlemesine yardımcı olmaya çalıştığımda, bazen gerçeklikten kopuyordu; ona göre ben sadece acısını anlamasına yardımcı olmuyordum, doğrudan ona acı çektiriyordum. Susan için önemli olan, benim sadece çocukluk deneyimlerini sormam değildi; eğer birinin yanında acı hissediyorsa, o kişi doğrudan ona acı veriyor demekti. Daha sakin anlarımızda bu konuyu konuşuyorduk ve ben ona, eğer bu çıkmazdan kurtulamazsak, bu terapinin işe yaramayacağını söylüyordum. Bana, entelektüel düzeyde bunun farkında olduğunu, aslında benim ona zarar vermediğimi bildiğini, ancak o an içinde bunu kaybettiğini söylüyordu. Sabırlı olmamı, zamanla bu durumun düzeleceğini söylüyordu. Ben de sabırlı olmaya çalıştım.

    Bu arada, Susan sık sık beni aramaya başladı; hatta yalnızca acil durumlar için ve belirli saatler içinde kullanabileceğini açıkça belirttiğim ev telefonumu bile kullanıyordu. Belirlediğim saat sınırına uyuyordu, ancak bir keresinde sağlık sigortasıyla ilgili bir konuyu konuşmak için ev telefonumu aradı. O sırada mutfaktaydım ve yanımda misafirlerim vardı. Susan’a kısa bir şekilde konuşamayacağımı ve bu konuyu pazartesi günkü seansında ele alacağımızı söyledim. Pazartesi geldiğinde ona ev telefonumu bu amaçla kullanmaması gerektiğini söyledim. Ancak Susan buna katılmadı ve bana ulaşamamasından dolayı öfkeli olduğunu belirtti. Onunla mantıklı bir şekilde konuşmaya çalıştım, ancak bir noktada fark ettim ki, Susan aslında regresif bir durumda ve bana ihtiyacı olan bir çocuk zihniyetiyle konuşuyordu.

    Bu durumun farkına vardığımda, onu eğitmeye çalışmayı bıraktım ve doğrudan, evimde ne zaman ve hangi koşullarda telefon kabul edip etmeyeceğimi belirlemenin benim hakkım olduğunu söyledim. Sigorta şirketiyle ilgili meselelerin kesinlikle bu kapsamda olmadığını açıkça belirttim. Susan kurala uydu, ancak bana bunun yanlış ve mantıksız olduğunu düşündüğünü bildirdi. Çatışmalarımızın çoğu, ister açık ister örtük olsun, bir güç mücadelesi şeklinde gelişti ve bunu farklı bir dinamiğe dönüştürmenin bir yolunu asla bulamadım. İkimiz de bir güç mücadelesine girdiğimizi kabul ettiğimizde bile, bu farkındalık pek bir değişiklik yaratmadı. Sonunda her şey, onun istediği ve ihtiyacı olduğunu hissettiği şeyler ile benim vermeye istekli ya da yetenekli olduğum şeyler arasındaki dengeye dayanıyordu.

    Susan ayrıca başka zamanlarda da beni arıyordu, özellikle de klinik çalışma saatlerimin bittiği ve bir sonraki pazartesiye kadar seanslarımın olmadığı perşembe akşamları. Başlangıçta, hafta sonlarının genellikle uzun ve yalnız geçtiği bu döneme geçiş yapmasına yardımcı olmam için kısa bir süre konuşmaya razı oluyordu. Ancak zamanla daha talepkâr hale geldi; telefondan ayrılmak istemiyor ve bana, “Eğer intihar etmeyi düşündüğümü söylersem, benimle konuşmak zorunda değil misin?” gibi sorular yöneltiyordu. Elbette, bu tür bir davranışı hoş karşılamadım.

    Ayrıca, Susan’ın mirasından geriye ne kadar parası kaldığı konusunda beni yanılttığını fark ettim. Bir gün bana, ücreti önemli ölçüde düşürmezsem artık terapiye devam edemeyeceğini söyledi. Şaşkına döndüm ve başlangıçta bana çok farklı bir şey söylediğini hatırlattım. Ancak o, benim yanıldığımı ileri sürdü. En başından beri bu tedaviyi uzun bir süre karşılayamayacağını bildiğini ve bunu bana mutlaka söylemiş olması gerektiğini iddia etti. Oysa böyle bir şey söylememişti ve gerçekten bu konuşmayı unutup unutmadığını ya da bana yalan söyleyip söylemediğini hiçbir zaman kesin olarak bilemedim. Ona, düşürebileceğim en düşük ücretle ancak haftada iki kez görüşebileceğimizi söyledim. Bu durum onu bir süre oldukça öfkelendirdi.

    Ancak, mali durumu onu bir iş bulmaya zorladığı için, çalışma programı terapiye bu sıklıkta bile gelmesini zorlaştırdı. Susan, sık sık işten zamanında çıkmakta zorlanıyor ve erken akşam saatlerindeki seanslarına yetişemiyordu. Bunun üzerine, çoğu terapist gibi daha uzun saatler çalışmadığım için bana öfkelendi. Sonunda, bencil olduğuma ve ona ihtiyacı olanı vermeye istekli olmadığıma karar verdi.

    Bu vakada çok daha fazla detay vardı, ancak Susan’ın klinik durumu o kadar karmaşıktı ki, başlı başına bir kitap konusu olabilirdi. Burada vurgulamak istediğim nokta, Susan’ın regresyonunun hızla terapötik olmaktan çıkıp kalıcı olarak terapötik olmayan bir hale gelmesi ve sonunda karşılıklı olarak kararlaştırılan ancak tatmin edici olmayan bir sonlandırmaya yol açmasıdır. Baştan beri Susan, benim sevgilisi olmamı istiyordu; daha uzun seanslar, daha düşük ücretler, daha sık telefon görüşmeleri ve daha uygun seans saatleri talep ediyordu. Ancak en çok istediği şey, onu kollarıma alıp sallamam, yani fiziksel bir bakım ve şefkat sunmamdı. Bu taleplerinin hiçbirine karşılık vermemem, onu öfkelendirdi ve benim hatalı, onun ise haklı olduğuna dair inancını pekiştirdi.

    Benim açımdan, Susan’la çalışırken çoğu zaman kendimi fedakârlık yapıyormuş gibi hissediyordum. Ona yardımcı olmak için çok çaba harcadım. Yorgun ve tükenmiş olduğum zamanlarda bile onun telefonlarını yanıtladım. Onun adına üzülüyordum, ancak çoğu zaman kendisini sevmiyordum. Sürekli olarak bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır içindeydi ve bu, gerçek bir duygusal alışverişin önünde bir engel oluşturuyordu. Seans içinde ya da dışında benimle fiziksel temas kurma takıntısı -ister annesel bir dokunuş, ister cinsel bir temas olsun- beni giderek rahatsız etmeye başladı. Başlangıçta, onu bu fikrinden vazgeçirmeyi başaramadığım için hayal kırıklığına uğradım. Ancak zamanla, bu durum beni öfkelendirmeye, moralimi bozmaya ve hatta depresif hissettirmeye başladı.

    Bir noktada, yanına oturup ağlarken elini tutmayı kabul ettim. Ancak o, bu durumu bir adım ileri taşıyarak başını omzuma koydu. O an büyük bir hata yaptığımı fark ettim ve nazikçe kendimi geri çektim. Bir sonraki seansta neşeliydi ve bunun ne kadar harika bir deneyim olduğunu anlattı. Ancak bana, bu süreci daha rahat yönetmem gerektiğini söyledi. Bir dahaki sefere daha fazla gevşemem gerektiğini belirtti. Benden gelen gerginliği ve çekingenliği hissettiğini, eğer bu süreç işe yarayacaksa benim de kendimi daha fazla bırakmam gerektiğini ifade etti. (O anda, bu sözlerin daha deneyimli bir sevgilinin daha az deneyimli birine verdiği talimatlara ne kadar benzediğini düşündüm.)

    Ona bir hata yaptığımı ve bunun için özür dilediğimi söyledim. Bir sonraki seferin olmayacağını, istediği düzeyde fiziksel teması sağlayamayacağımı belirttim. Beklendiği gibi, bu onu öfkelendirdi.

    Susan hakkında yazarken, onu tedavi ederken hissettiğim tüm duygular beni adeta yeniden sarıyor. Kendimi savunmaya geçerken buluyorum -her şeyin ne kadar zor olduğu ve nasıl sona erdiği konusunda onu suçlamak istiyorum. Ancak aynı zamanda, zorlayıcı ilişkimize benim de katkıda bulunduğumu biliyorum. Susan’a karşı kendimi savunmasız bırakmak benim için zordu, çünkü onun yanında kendimi güvende hissetmiyordum. Terapide genellikle göz ardı edilen konulardan biri de, tıpkı danışan gibi, terapistin de belirli bir güvenlik hissine ihtiyaç duyduğudur.

    Diğer danışanlarla çalışırken, davranışlarıma yönelik bir eleştiri veya yüzleşme geldiğinde ilk tepkim savunmaya geçmek olabilir. Bunun insan doğasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Ancak, içimde bir tür rahatsızlık hissedip hissetmediğime dikkat ederim -eğer içten içe bir sıkıntı duyuyorsam, muhtemelen danışanımın söylediği şeyde doğruluk payı vardır. Kendime gevşememi, dinlememi ve eğer gerçekten hata yaptıysam bunu kabul etmem gerektiğini hatırlatırım. Mükemmel olmaya çalışmayı bırakıp, danışanın bana nasıl hata yaptığımı veya onu nasıl incittiğimi anlatmasını, terapötik olarak son derece değerli bir an olarak görmeye çalışırım. Bu, çoğu ebeveynin yapmadığı bir şeyi yapma fırsatıdır -narsistik bir yaralanmayı kabul etmek, hatayı kabullenmek ve affedilmeyi istemek.

    Susan ile bu süreci yaşamak benim için zor oldu, çünkü onun talepleri son derece mantıksızdı. Bu durum, zaman zaman bazı danışanlarıma söylediğim bir şeyi hatırlatıyor: Eğer biri, davranışları aşırı uçlarda ve mantıksız olan bir insanla ilişkiye girerse, ilişkinin sonucundan her iki taraf da sorumludur. Ancak, açıkça ve utanmadan mantıksız davranan biriyle ilişki yaşamak, kişinin kendi katkısını değerlendirmesini olağanüstü derecede zorlaştırır. Kendi hatalarını ve zayıf yönlerini anlamak neredeyse imkânsız hale gelir, çünkü karşıdaki kişinin aşırı tepkileri ve cezalandırıcı tutumu, iç gözlem yapmayı engeller. Aşırı cezalandırılma, kişinin kendine dönüp hatalarını sorgulamasını teşvik etmez; tam tersine, savunmacı bir tepki geliştirmesine neden olabilir.

    Ve Susan ile olan sürecim de böyleydi. Terapisini sonlandırdıktan kısa bir süre sonra onu bir çalıştayda sundum. Şehirde beden odaklı terapi yapan bir başka psikologla çalışmaya başlamıştı. Çalıştaydaki terapistlerden biri, Susan’a karşı geliştirdiğim karşı aktarımın onun ilerlemesini engellediğinden emin olduğunu söyledi. Buna ne düşündüğümü sordu. Tek söyleyebildiğim, bunun kesinlikle doğru olması gerektiğiydi ama nasıl olduğunu tam olarak belirleyemediğimdi. Bu durumu terapi sürecinde anlamaya çalıştım ama başarılı olamadım. Onun bana, çocukken hoşlanmadığım bir akrabamı hatırlattığını biliyordum. Onu çekici bulmadığımı da biliyordum ve bunun başından itibaren onun için incitici olduğunu hissediyordum. (Bu, onu tedavi etmemem için bir sebep olabilirdi. Susan’ın, hem benim onu sevdiğimi hem de çekici bulduğumu hissetmeye ihtiyacı vardı, böylece ilişkide kendini daha az savunmasız ve daha güçlü hissedebilirdi. Sanırım onun için en iyi terapist, onu benden daha fazla seven ve onu yeterince çekici bulan ama onun fiziksel temas taleplerini teşvik etmeyecek kadar mesafesini koruyabilen biri olurdu.)

    Ayrıca bazen ona karşı fazla öfkeli olduğumu da biliyordum. Ona zaman zaman sadistik bir şekilde geri bildirimde bulunuyordum -örneğin, bana çekici gelip gelmediğini sorduğunda ilgilenmediğimi açıkça söylemek gibi. Onun derin duygularını ifade edememesinden gereğinden fazla hayal kırıklığı duyuyordum. Sürekli eleştirilmekten ve kötü bir terapist, kötü bir insan olduğumun söylenmesinden nefret ediyordum. Dahası, o dönemde kendimi savunmasız hissediyordum çünkü babam hastaydı ve yakında öleceğini biliyordum.

    Belki de bu kadar çok eleştiriyi kaldıramayacak kadar narsisistik biriyim. Çoğu danışanım beni takdir etmiştir, zaman zaman eleştirseler bile. Oysa Susan, beni sevdiğini söylüyordu ama benim hakkımda ya da terapi sürecimiz hakkında olumlu bir şey söylemesi neredeyse hiç olmuyordu. Belki de bu kadar yoğun olumsuz geri bildirimi kaldırabilecek biri değildim.

    Geriye dönüp baktığımda, muhtemelen Susan’ı tedavi etmemeliydim çünkü daha iyi bir sonuç elde etmek için farklı ne yapabileceğimi hâlâ bilmiyorum. Karşı aktarımımın farkındaydım, bunu meslektaşlarımla tartıştım ve danışanın kendisiyle istişare etme konusundaki kendi tavsiyeme uydum. Yine de, kör noktalarımız ve zayıflıklarımız için her zaman uygun bir çözüm bulamayabiliriz. Bazen, yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız, tedavi edebileceklerimiz ve edemeyeceklerimiz konusunda kendi sınırlılıklarımızı kabul etmek zorunda kalırız. Bu terapi süreci Susan için bazı önemli olumlu sonuçlar doğurdu -örneğin, fantezi kurma kapasitesini geliştirdi, duygularını daha iyi tanımlayabildi ve tekrar ilişkilere girebilip çalışabilir hale geldi- ancak deneyim, hem onun hem de benim için stresliydi. Muhtemelen başka bir terapist ile daha iyi bir süreç yaşayabilirdi. Ancak, önceki bir terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş olması ve iki başka terapist tarafından “artık terapiye ihtiyacı yok” diyerek hızla reddedilmesi göz önüne alındığında, bu konuda kesin bir şey söylemek zor.

    TERAPİST GERİLEME YARATABİLİR Mİ?

    Analitik literatürde regresyonun arzu edilirliği ve kaçınılmazlığı konusunda çok fazla tartışma vardır, ancak bu konuda gerçek bir fikir birliği yoktur. Bazı terapistler regresyonu, özellikle de terapötik regresyonu, yaratabileceklerine inanırlar. Ancak ben her zaman regresyon kapasitesini ve isteğini terapistten çok danışanın bir işlevi olarak gördüm. Kuşkusuz, terapist ve danışan arasında iyi bir ilişki kurulması -örneğin, temel güvenin ve olumlu bir ilişkinin oluşturulması- terapötik regresyon için gerekli bir önkoşuldur. Ancak, yıllar içinde en iyi terapötik ilişkinin bile regresyon için gerekli, ancak yeterli olmadığını gözlemledim. Zihinsel sağlık hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle giderek daha fazla varlıklı insanla çalıştıkça, gerçekten derin çalışmalar yapma sıklığımın azaldığını fark ettim. Birçok varlıklı ve başarılı insanın dünyada kendilerini savunmasız hale getirmeyerek varlıklarını sürdürdüğünü gözlemledim. Regrese olmaktan fayda sağlayacak olsalar bile, bunu yapmazlar. Dünyaya uyum sağlama biçimleri bu değildir ve bunu arzu edilebilir bulmazlar. Gerekirse, kendilerini savunmasız ve kontrol dışı hissetmekten kaçınmak için daha az sıklıkla gelirler. Kendi kendini yetiştirmiş bir multimilyoner, bir gün seans sırasında yoğun bir şekilde ağlamaya ve titremeye başladığında şaşkına döndü. Utanmış, belki de aşağılanmıştı. Bir sonraki seansta, “Buraya sadece depresyonum için biraz yardım almaya geldim, sonra da gideceğim. Ağlamak zayıflar içindir,” dedi ve güldü. Ancak, şakasının içinde büyük bir gerçek payı olduğunu biliyordum ve semptomatik rahatlama sağladığında gerçekten de terapiden ayrıldı.

    Terapistler olarak, bir regresyonu yaratmaktan çok, onu önleme konusunda daha fazla güce sahibiz. Aşırı entelektüelleşmek, bir danışan derin duygular ifade ettiğinde fark edilir şekilde geri çekilmek veya gerginleşmek, danışanın gözünden kaçmayacaktır. Bana gelen bir danışan, önceki terapistini on seanstan daha kısa sürede terk ettiğini söyledi. Nedeni, derin bir şekilde ağlamaya başladığında terapistinin ona bir nane şekeri uzatmasıydı. Bu yanlış yönlendirilmiş teselli girişimi onu hem incitmiş hem de öfkelendirmişti ve bu terapistin kendisine yardımcı olamayacağını anlamıştı.

    Son olarak, 1940’lı ve 50’li yıllarda, Amerikan tıbbi psikanaliz modelinin hâkim olduğu döneme ait eski analitik literatür, danışanların terapistlerinin sessizliğine tepki olarak ilkel öfke seviyelerine kadar gerilediği birçok örnek sunmaktadır. Daha önce de belirttiğim gibi, günümüzde çalışan terapistlerin çoğu, kendi kaygılarıyla başa çıkmanın bir yolu olarak fazla konuşma eğiliminde olduğundan, bu tür bir “yoksunluk” öfkesini danışanlarında indüklediklerini sanmıyorum. Ancak, erken dönemde yoksunluk ve ihmal yaşamış danışanların terapistlerinden bekledikleri yanıtı alamadıklarında, bu tür bir öfkenin mikro düzeyde ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. O anlarda, çocukluktan gelen bastırılmış öfke oldukça yoğun bir şekilde harekete geçebilir. Bu gibi durumlarda en iyi yanıt, terapistin aktif sözlü katılım göstermesi ve danışanın ihtiyaçlarına odaklanması olacaktır.

    TRAVMATİZE OLMUŞ DANIŞANLARLA REGRESYONDAKİ RİSKLER

    Son yıllarda literatürde, travma mağdurlarının terapi sırasında travmatik olaylarını yeniden yaşamalarının klinik etkinliği konusunda birçok tartışma yaşanmıştır. Bu tartışma, bu kitabın kapsamını aşmakla birlikte, regresyon ve travmatizasyon arasındaki ilişkiye dair önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Erken dönemde istismara maruz kalmış danışanların daha kolay gerilediğini ve terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılıklarının daha yüksek olduğunu biliyoruz. Nörobilim literatürü de bu sonucu desteklemektedir. Wilkinson (2006), travma mağdurlarının “kindling (tutuşma, yanma)” olarak adlandırılan bir nöronal tepkiye yatkın olduklarını belirtmektedir. Bu durum, içsel uyaranlar tarafından kolayca tetiklenebilen yoğun duygusal tepkiler anlamına gelir ve sonuç olarak, geri dönüşler (flashbacks), epileptik nöbetler ve kâbuslar ortaya çıkabilir.

    Öte yandan, danışanların bilinçdışı olarak terapi ortamında yeniden travmatizasyon arayışına girmelerinden kaçınılmalıdır. Bu tür bir durum, [danışanların] erken dönemde yaşanan ve tekrar eden travmatik deneyimlere bağlı olarak alışkın oldukları endorfin “yükselmesini” yeniden yaşamak amacıyla ortaya çıkabilir.

    (s. 79).

    Bu fenomenden ancak yakın zamanda haberdar oldum ve Susan’ın tedavisinde farkında olmadan bu bağımlılık yaratan ortamı ne ölçüde yeniden yarattığımı merak ediyorum. Buradaki amaç, danışanın geçmişteki duygusal acıyı yeniden deneyimlemesini önlemek değil, aksine bu yeniden travmatizasyon potansiyelinin var olduğunu bilmek ve bunu engellemek için çalışmaktır. Böyle bir yeniden yaşantılama gerçekleştiğinde, danışanı bu olasılık hakkında bilgilendirmek de faydalı olabilir.

    REGRESYON YÖNETİLEBİLİR SEVİYELERDE NASIL TUTULUR?

    Deneyim, terapistlerin kimin terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı taşıdığını belirlemelerine yardımcı olsa da, bu yargıyı tedavinin erken aşamalarında yapmak zor olabilir. Travma ve erken kayıp geçmişi olan danışanların terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı daha yüksek olduğundan, ihtiyatlı bir terapist, sınırları iyi belirleyerek bunu önlemeye çalışır. Bu, telefon görüşmelerini kısa ve seyrek tutmayı, seansları zamanında başlatıp bitirmeyi, özel muameleden kaçınmayı ve danışanı haftada iki kereden fazla görmemeyi içerir. Açıkçası, bu son öneri, danışanların genellikle ayda iki kez görüldüğü günümüz dünyasında daha az geçerli olabilir. Ancak yine de vurgulamaya değer olduğunu düşünüyorum.

    Terapötik olmayan regresyonu tetikleyebilecek diğer faktörler arasında aşırı sorgulayıcı sorular sormak (bu, danışan tarafından müdahaleci veya hatta istilacı olarak algılanabilir); danışanın terapiste yönelik duygularına gereğinden fazla odaklanmak (özellikle danışanın bu konuyu kendiliğinden gündeme getirmediği durumlarda); danışanın cinsel yaşamına aşırı ilgi göstermek (bu, danışan tarafından baştan çıkarıcı olarak deneyimlenebilir) ve terapistin kendisiyle ilgili fazla kişisel bilgi paylaşması (bu, tüm danışanlarla sınırlı tutulmalıdır) yer almaktadır. Bu kitabın geri kalanında, terapötik seviyede regresyonu sürdürebilmek için dikkate alınması gereken birçok konuyu ve danışanın bir müdahalenin faydalı olmadığını belirttiğinde terapötik ilişkiyi yeniden nasıl yoluna koyabileceğimizi ele alacağım. Bununla birlikte, genel olarak, terapötik olmayan regresyonu önlemenin en etkili yolu Gabbard’ın (1994) klinik önerisini takip etmektir ki bunu şu şekilde özetlemeyi seviyorum: “Sınır koymak, sınır koymak ve daha fazla sınır koymak.”

    Danışan gerçekten acı çektiğinde “hayır” demek zor olabilir. Bu tür durumlarda, özel muamele taleplerine boyun eğme eğilimi hissetmemek neredeyse imkansızdır ve bu talepleri reddettiğimizde suçluluk duygusu yaşamamak da pek mümkün değildir. Terapistler için esas zorluk, hem danışanın acısını hem de kendi suçluluk duygularını hissederken, aynı zamanda empatik bir şekilde sınır koymayı sürdürebilmektir. Bu, seansları uzatmamak, geçiş nesneleri sağlamamak veya içten olmayan sevgi ve güvence ifadelerinde bulunmamak anlamına gelir. Bu zor anlar, rahatsız edici semptomları olan danışanlarla yapılan terapötik çalışmanın belirleyici anlarıdır. Bu anlarda taleplere boyun eğmek, anlık olarak kolay ve rahatlatıcı görünse de uzun vadede terapinin bütünlüğünü zedeleyecektir.

    Terapistler genellikle suçluluk ve başkalarının acısından sorumluluk hissetmeye yatkın olduklarından, danışanın acısını kendilerinin yaratmadığını ve onu ortadan kaldıramayacaklarını hatırlamaları faydalı olabilir. Bu, danışanın kendi başına üzerinde çalışması ve yönetmeyi öğrenmesi gereken bir şeydir. İkinci olarak, acı çeken bir danışana yardımcı olmak için kullanılabilecek yaratıcı (productive) müdahaleler vardır. Danışana, genellikle birkaç saat içinde kendini daha iyi hissedeceği konusunda güvence verilebilir. Danışan, terapi odasından çıkıp dünyaya döndüğünde, savunmalarını otomatik olarak yeniden inşa etmeye başlar. Bazı durumlarda, bu sürecin bir günü bulabileceği, ancak yoğun acı ve kırılganlık duygularının o zaman diliminde azalacağı söylenebilir. Üçüncü olarak, korkan bir danışan “Ya daha kötü hissedersem?” diye sorarsa, danışana terapistin normalde mesajlarını kontrol ettiği saatlerde arayabileceği ve terapistin geri döneceği söylenebilir.

    Yine de, bu telefon görüşmeleri sınırlı olmalı ve danışana hissettiği acının çocukluktan kaynaklandığını ve bu kadar ezici gelmesinin, çocuklukta gerçekten de öyle olmasından kaynaklandığını anlamasına yardımcı olmaya odaklanmalıdır. Bir yetişkin olarak, bu acıyı yönetmeyi ve anlamayı öğrenme kapasitesine sahiptir ve terapist ona bu süreçte yardımcı olacaktır; ancak bu, terapistin bu işlevi bizzat üstlenmesiyle aynı şey değildir. Danışanın içsel deneyimini anlamaya ve ona uyum sağlamaya dair kapasitesine güven duymak, bunun zaman içinde kademeli olarak gerçekleştiğini kabul ederken, hem acısının gerçekliğini hem de onu yönetme ve hatta aşma potansiyelini kabul etmek anlamına gelir.

    ÖZET

    Regresyon, savunmaların gevşetilme sürecini içeren basit ve doğal bir olgudur. Herhangi bir değişimin gerçekleşmesi için gereklidir. Bir danışanın ne kadar regrese olacağı, hem erken dönem deneyimlerine hem de savunmasız olma isteğine bağlıdır. Aynı zamanda, terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu ve regresif deneyimleri yönetme becerileri de bu süreci belirler. Bu bölümde, regresyonun belirtilerini ana hatlarıyla açıkladım, bir regresyonun terapötik olup olmadığının nasıl anlaşılacağını belirttim ve danışanın derin acısını kabul ederken sınırları korumanın ve sakin, dingin bir tutum sergilemenin önemini vurguladım.

    Terapötik bir regresyon ve terapötik olmayan bir regresyon örneği sundum. Birçok regrese olmuş danışan, belirli bir düzeyde bu iki durum arasında gidip gelir. Travma yaşamış danışanlar, terapötik regresyondan geçmiş travmatik olayların bağımlılık yaratan bir “kindling” sürecine kayabilirler. Diğer bazı danışanlar ise hem terapötik hem de terapötik olmayan regresif deneyimler arasında dalgalanabilirler. Uzun süreli terapiler, belirgin bir regresyon derecesinin ortaya çıkma olasılığını artırır. Ayrıca, borderline kişilik bozukluğu olan danışanlar, tedavinin erken dönemlerinde regresyona daha yatkın olabilirler.

    Sınırlar koymanın ve onları koymanın önemini, en uç durumlarda bile vurguluyorum, çünkü bu yaklaşım danışanın kendi duygulanımını kontrol etmeyi öğrenmesine yardımcı olur ve bu işlevi başkalarına devretmesini engeller. Aynı zamanda, terapistin danışanın acısından sorumlu hissetmediğini ve danışanın bu acıyı yönetmeyi öğrenme kapasitesine inandığını da iletir.

  • Karşılıklılık ve İş Birliği: Birbirini Etkileme (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    Terapistler genellikle hastanın bilinçdışını anlamaya çalışan kişiler olarak kendilerini görürler. Ancak her zaman kabul edilmeyen bir gerçek, hastanın da bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde terapistin bilinçdışını okuduğudur.

    — Patrick Casement (1985, s. 3)

    Çoğu danışan ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmediği için, birçok yeni terapist düzenli olarak seanslara gelen, savunmalarını gevşeten ve değişim sürecini keşfetmeye istekli olan bir danışanla karşılaştığında hem rahatlar hem de kendini doğrulanmış hisseder. Peki, bundan sonra ne olur? Birinci Bölümde, karşılıklı olarak üzerinde anlaşılan hedefler belirlemenin öneminden ve bu hedeflerin zaman içinde nasıl değişip şekilleneceğinden bahsetmiştim. Bazı hedefler, gerçekçi olmadığı ya da artık istenmediği için terk edilecektir. Eğer terapi süreci devam eder ve daha derinleşirse, listeye yeni hedeflerin eklenmesi de muhtemeldir.

    Peki, ya sürecin kendisi? Psikoterapi sürecinde, terapist ve danışan birlikte çalışırken gerçekte neler olur? Yeni terapistler, bir danışanı terapiye kazandıktan ve onun düzenli olarak gelmeye devam ettiğini gördüklerinde genellikle yeniden bir kaygı hissederler. Hem terapist hem de danışan bir heyecan duygusu yaşar, ancak aynı zamanda “Şimdi ne olması gerekiyor?” diye merak ederler. Bu konuda doğrudan verilen bir eğitim neredeyse yoktur. Eğitim süreci tamamlandığında bile birçok yeni terapist, bir danışanı 10–20 seanstan fazla görme deneyimine sahip olmamıştır. Ayrıca, eğitim sırasında görülen danışanlarla yapılan seanslar da gerçeği tam olarak yansıtmaz, çünkü danışan, terapistin değerlendirildiğinin fazlasıyla farkında olabilir. Bu nedenle, özellikle düşük ücretli bir terapi alıyorsa, danışan genellikle terapistin iyi bir performans sergilemesini sağlamak için bilinçli ya da bilinçdışı bir çaba gösterebilir.

    Eğitimlerini tamamladıktan sonra, yeni terapistler bazen süpervizyon desteğiyle, bazen ise tamamen kendi başlarına, gerçek dünyada danışanlarla çalışmanın getirdiği zorluklarla yüzleşirler. Bir noktada, yalnızca danışanlarından gelen değil, aynı zamanda kendi içlerinde de ortaya çıkan güçlü duygusal tepkilerle baş etmek zorunda kalırlar. Hem terapistler hem de danışanlar, bu yoğun duygu akışı karşısında kendilerini kaygı ve kafa karışıklığı içinde bulabilirler. Bu noktada, “Tüm bu hisler neden ortaya çıkıyor?” ve “İlişkinin duygusal akışını belirleyen kim?” gibi sorular gündeme gelir.

    Regrese olmuş danışanlar, özellikle travma geçmişi olanlar, terapiste karşı idealize edilmiş bir sevgi ile yetersizlik ve duyarsızlık suçlamaları arasında keskin geçişler yapabilirler. Terapist, genellikle bir seanstan diğerine danışana karşı hislerinde belirgin bir değişim yaşamaz ve danışanın tutumundaki bu radikal değişimin neyin tetiklediğini anlamakta zorlanabilir. Çoğu zaman, önceki seansta öfkeyle tepki veren aynı danışan, bir sonraki seansa geldiğinde sanki önceki öfke patlaması hiç yaşanmamış gibi davranabilir.

    Danışan, terapistin duygudurumuna ve hatta yaşam koşullarına dair şaşırtıcı bir farkındalık sergileyebilir. Günümüzde terapistler, danışanlarının semptomlarını ele alacak şekilde eğitilmektedir ve çoğu zaman, danışanın geçmiş ilişki kalıplarını terapötik ilişki içinde tekrar etmesinin ne anlama geldiğine dair yalnızca temel bir anlayışa sahiptirler. Ancak, terapistin de kendi geçmişini terapötik ilişki içinde kaçınılmaz olarak yeniden üretmesi meselesi üzerine, hatta psikanalitik eğitimlerde bile derinlemesine bir tartışma nadiren yapılır. Bunun yerine, eğitimlerde daha çok tahmin edilebilir ve belirli karşı aktarım tepkilerine -örneğin iritasyon, sıkıntı, anksiyete veya ilgi duyma gibi- odaklanılır.

    HEM DANIŞAN HEM DE TERAPİST GEÇMİŞİ TEKRARLAR

    Geleneksel yaklaşımdan ayrılarak, her bireyin terapi sürecinde kendi geçmişini bir ölçüde yeniden canlandırdığını vurgulamak istiyorum -hatta kısa süreli terapilerde bile. Tedavi süresi uzadıkça ve derinleştikçe, hem terapistin hem de danışanın geçmişlerindeki dinamikleri yeniden yarattıkları uzun bir dönemden geçmeleri daha olası hale gelir. Bu noktada, terapinin özü, bu iç içe geçmiş dinamikleri çalışmak ve çözümlemektir. Bu sürecin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için, terapi boyunca danışanla sürekli olarak iş birliği içinde olmak, terapistin kendini sorgulaması ve gerekirse terapi dışındaki süpervizyon ya da danışmalara başvurması gerekir. Bu bölümün başındaki Casement alıntısı, karşılıklılığın özünü açıklar: Danışan ve terapist, bilinçdışı düzeyde birbirlerini tanır ve bu bilinçdışı bilgiyle birbirlerine tepki verirler. Bu gerçek, nöropsikoloji literatürü tarafından da doğrulanmaktadır (örneğin, Dimberg, Thunberg & Elmehed, 2000). Bu bilinçdışı bilgi aracılığıyla, karşılıklı olarak birbirlerini etkiler ve terapötik ilişkiyi şekillendirirler.

    Terapistin temel sorumluluklarından biri, danışanın geçmiş deneyimlerinden hareketle nasıl davrandığını ve bunun mevcut durum algısını nasıl şekillendirdiğini fark etmesine ve anlamasına yardımcı olmaktır. Ancak, danışan da aynı süreci terapist üzerinde gerçekleştirir. Terapistin davranışlarını gözlemler ve bunların anlamlarını çıkarır. Bu farkındalığını sözlü olarak ifade edip etmemesi, birçok faktöre bağlıdır; bunlar arasında bu gözlemin bilinçli mi yoksa bilinçdışı mı olduğu da yer alır. Terapistini düzenli olarak gözlemleyen ve bu gözlemlerini açıkça dile getiren danışanlar, genellikle en zorlayıcı danışanlar arasında yer alır. Danışanın bu tür gözlemler yapma motivasyonu ne olursa olsun, özellikle yeni terapistler, danışanın kendilerini bu kadar net bir şekilde okuyabilmesi karşısında şaşkınlık, huzursuzluk ve savunmacı bir tepki gösterebilirler.

    Farklı ekollerdeki eğitim programları, terapi yapmanın duygusal gerçekliklerini ele almakta genellikle yetersiz kalmaktadır. Davranışçı yaklaşımlar, çoğunlukla danışana ödev verme ve onu davranış değişikliği için çalışmaya “ikna etme” üzerine yoğunlaşır. Bu yaklaşım bazı durumlarda işe yarayabilir. Ancak çoğu zaman, danışan ödevlerini yapmadan veya herhangi bir davranış değişikliği gerçekleştirmeden bir sonraki seansa geri döner. Bunun nedeni, danışanın depresyonunun değişim için çok ağır olması olabilir. Ya da danışan, terapistin başarısızlık karşısında nasıl tepki vereceğini görmek istiyor olabilir.

    İlişkisel psikanalitik yaklaşımlar, karşılıklılığı ve her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini vurgular. Teorik olarak, bu yaklaşımlar terapist ve danışanın birlikte yeni, özgün bir ilişki inşa ettiğini öne sürer. Bu nedenle, danışanın eski ilişki kurma biçimlerine odaklanmak, verimsiz ve olumsuz bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Ancak, hem temel davranışçı hem de temel ilişkisel yaklaşımlar, hem terapistin hem de danışanın kaçınılmaz olarak geçmişlerindeki duygu ve davranış kalıplarını tekrar edeceğini yeterince kabul etmemektedir. Ne terapist ne de danışan, kişisel geçmişlerinden ve kimliklerinden bağımsız bir şekilde terapiye gelir. Çoğu zaman danışan, terapiye başlarken değiştirmek istediği eski ve uyumsuz kalıpları olduğunu açıkça belirtir. Danışan, “Ne yapmam gerektiğini biliyorum ama ne kadar uğraşsam da başaramıyorum.” diyebilir. Sonuç olarak, eski alışkanlıklarına geri döner ve kendini başarısız hisseder.

    Bu noktada, her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini reddetmiyorum; aksine, iyi bir terapötik ilişkinin başarılı olmasının, eski duygu ve davranış kalıplarına dokunabilmesi sayesinde gerçekleştiğini vurguluyorum. Duygular üzerine yapılan araştırmalardan biliyoruz ki, duygulanım kalıpları erken yaşta beyinde oluşur ve genellikle sabit kalır (Schore, 1994). Seduction, Surrender, and Transformation (Maroda, 1999) adlı kitabımda, bu duygulanım kalıplarının nasıl oluştuğuna, mevcut uyaranlarla nasıl hızla hatırlandığına ve duyguların uyarılmasının terapötik sürecin temel bir unsuru olduğuna dair uzun bir bölüm ayırıyorum. Ayrıca, orijinal sinir yollarının hiçbir zaman tamamen silinmediğini; bunun yerine, tekrarlayan yeni düşünme, hissetme ve davranma biçimleriyle paralel yeni yolların oluşturulduğunu belirtiyorum. Bu süreç sayesinde, danışan hem aynı kalır hem de değişir.

    Bence, her terapist için en iyi çalışma hipotezi, güçlü ve tekrarlayan her düşünce veya his kalıbının geçmişte kök salmış olduğudur. Ancak, bu yerleşik duygu ve düşünce biçimlerinin ortaya çıkmasını tetikleyen uyarıcı, danışan ile terapist arasındaki mevcut etkileşim içinde gerçekleşir. Bu tetikleyici unsurun, belirli bir an içinde fark edilmesi zor, hatta imkânsız olabilir. Ancak, oradadır. İlişkisel bakış açısı, terapistleri bu yeniden canlandırmalarda kendi rollerini düşünmeye teşvik eder. Ancak, birçok ilişkisel kuramcının, geçmiş kalıpların ne ölçüde tanımlanıp terapötik olarak ele alınabileceğini tam anlamıyla kavramakta yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bu kalıplar, danışanı belli bir kategoriye sıkıştırmak yerine, üretken bir şekilde çalışılabilecek önemli veriler olarak ele alınmalıdır.

    Terapötik ilişkiyi, danışanın yerleşik varoluş biçimleri, terapistin yerleşik varoluş biçimleri ve ikisi arasındaki duygusal etkileşimlerin değişimi tetiklediği dinamik, sürekli değişen organik bir yapı olarak görüyorum. Her ne kadar sözel olarak vurgulanan öncelikli unsur danışanın deneyimi olsa da, ideal olarak terapist de odada olup bitenlere kendi katkıları konusunda açık ve dürüst olmaya istekli olmalıdır.

    İLİŞKİ KALIPLARINI TANIMLAMA

    Hirsch ve Roth (1995), Sullivan’ın (1953) tedavinin amacının, danışanın kendisini başkalarının gördüğü gibi tanımasına ve görmesine yardımcı olmak olduğunu öne süren görüşünü yineler. Wachtel (2007), danışanla içeriden dışarıya ve dışarıdan içeriye çalışmaktan bahseder; bu, danışanın kendisini nasıl gördüğü, dünyanın onu nasıl gördüğü ve ayrıca kendi geçmiş deneyimlerine ve gelecekteki beklentilerine uygun bir dış dünya nasıl inşa ettiği ile ilgilidir. Terapistin sorumluluğu, danışanın başkalarıyla nasıl ilişki kurduğunu anlamak olduğu kadar, kendisinin de danışanlarla ve kişisel hayatında nasıl davrandığını ve hissettiğini fark etmektir. Elbette, terapinin öncelikli hedeflerinden biri, danışanın kendisini net ve gerçekçi bir şekilde görebilmesini sağlamaktır. Ancak, kendi kişisel terapisine katılmamış bir terapistin bu rolü yerine getirmesi son derece zor, hatta imkânsız olabilir.

    Geçmiş ilişkilerinin terk edilme ile sona erdiğini anlatan danışanlar, terapistin de sonunda kendilerini terk edeceğini bekler ve bu yönde onu eğitirler. Bu tür danışanlar, hayal kırıklığı yaratır, eleştirir, umutsuzluk ifade eder ve bazen nankör davranırlar. Sonunda, terapistin ilişkiden çıkmak isteyeceği ve bağlı kalmak için mücadele edeceği bir durum yaratırlar. Eğer terapist de kendi hayatında terk edilme ile ilgili mücadele etmişse, bu tür danışanları hızla reddetme ve onlardan uzaklaşma eğiliminde olabilir ya da suçluluk duygusuyla aşırı telafi etmeye çalışarak, sürekli olarak eleştiriyi ve duygusal darbeleri sessizce göğüsleyebilir. Bu kitapta ilerleyen bölümlerde, bu ikinci tepkinin -yani terapistin kendini tamamen savunmasız hale getirmesinin- aslında danışanı daha da fazla reddedilme ve onaylanmama arayışına ittiğini ve danışanın terapisti daha sert bir şekilde test etmeye yöneldiğini ele alacağım.

    TERAPİSTİN GEÇMİŞİNİN TEKRARI

    Bu süreci daha da karmaşık hale getiren unsur, her terapistin kendi duygusal temalarının olması ve derin terapötik etkileşim sırasında bu temaların danışanlarla birlikte yeniden yaşanmasıdır. Karşı aktarım kalıplarının farkında olmak, iyi bir terapi yapabilmek için kritik öneme sahiptir. Meslek hayatımın başlarında, danışanlarımla derin ilişkiler kurduğumda, sadece onların değil, benim de ilkel korkularımın ve arzularımın yüzeye çıktığını fark etmeye başladım. Gün sonunda ofisten ayrılırken kendimi üzgün, kaygılı, iyimser ya da heyecanlı hissettiğimi fark ediyor, ancak bunun nedenini tam olarak anlayamıyordum. Bazı danışanlara karşı yoğun bir şefkat hissederken, bazılarına karşı öfke duyuyordum. Genel olarak, tüm gün boyunca danışan görmek beni duygusal olarak aşırı uyarılmış hissettiriyordu. Bu yüzden, kendi psikanalizime başlamaya karar verdim. Zamanla, tepkilerimin nedenlerini temel düzeyde, ancak kaçınılmaz olarak eksik bir şekilde anlamaya başladım.

    Bir danışan, benimle eğlenceli ve mizahi bir şekilde etkileşime girerek, beni annem ya da oldukça konuşkan ve esprili olan kız kardeşimle yaşadığım en güzel anlara götürüyordu. Başka bir danışan, yetersizliğim nedeniyle beni sert bir şekilde eleştirerek, gençlik yıllarımdaki güvensizliklerimi tetikliyordu. Bir diğeri ise bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır sergileyerek, beni övüyor ve çekici bulunma ihtiyacımı onaylıyordu. Bazen ise duygularımın kaynağını bulmak daha zor oluyordu. Özellikle, görünüşte sıradan geçen bir seanstan sonra, açıklanamaz bir şekilde derin bir üzüntü hissettiğimde, bilinçdışı düzeyde gerçekleşen iletişimin gerçekliğini daha fazla takdir etmeye başladım.

    Yıllarca terapi yaptıktan ve uygulamalarım hakkında yazmaya başladıktan sonra, vaka örneklerimde tekrar eden temalar olduğunu fark ettim. Aynı şeyi, literatürü okurken de gözlemledim. Özellikle, birden fazla vaka örneği içeren kitaplarda, diğer terapistlerin de kendi tekrarlayan temalarına sahip olduğunu kolayca görebiliyordum. Bunu siz de deneyin; bahsettiğim noktayı fark edeceğinize inanıyorum. Bu fenomenin farkına varmamı sağlayan terapist-yazarlardan biri, kitabındaki baskın ve tek bir odak noktasına sahip yoğun tema nedeniyle dikkatimi çekti. Her ne kadar kitabı erotizm üzerine olmasa da, neredeyse tüm danışanlarını -kadın ya da erkek fark etmeksizin- ona baştan çıkarıcı bir şekilde yaklaşıyor ve onu cinsel olarak çekici buluyormuş gibi tanımlıyordu.

    Bu kitabın yazarını şahsen tanıdığımdan, çarpıcı bir güzelliğe sahip olmadığını biliyordum. Görünümüne özen gösteren biri olsa da, doğal olarak cinsel çekiciliği olan, karşı konulmaz bir aura yayan biri değildi. Bu nedenle, bu kadar çok danışanın, kendi terapötik problemlerinden bağımsız olarak, orta yaşlı bir kadının fiziksel özelliklerine odaklanmasının son derece olasılık dışı olduğunu düşündüm. Ancak o zaman fark ettim ki, bu danışanları bilinçdışı düzeyde kendisi baştan çıkarıyordu. Bu, onun ilişki kurma kalıbıydı. Cinsel olarak çekici bulunarak doğrulanıyor ve bir anlamda, birlikte çalıştığı danışanlardan bunu talep ediyordu. Ne yazık ki, bu durumu danışanların erotik aktarımı olarak yorumladı ve bunu direnç olarak etiketledi. Bana göre, bu durum bir terapistin kendi inkâr ettiği tatmin ve onaylanma ihtiyacını danışanlarla eyleme dökerek onları bilinçdışı bir şekilde manipüle etmesinin bir örneğiydi (Langs, 1973).

    Benzer şekilde, zor danışanlarla çalışma konusundaki ünüyle tanınan bir terapistin yazdığı bir kitapta, farklı ama aynı derecede etkileyici bir kişisel tepki kalıbı gözlemledim. Bu terapistin, danışanlarını öfkelendirme konusunda o kadar şaşırtıcı bir yeteneğe sahip olduğunu fark ettim ki, birkaç danışanı, ona fiziksel zarar vermekle tehdit etmişti onu. Kendi itirafına göre, danışanlarının herhangi bir duygusal tepki alma girişimlerini sürekli olarak engelliyor, ta ki sonunda kendini kaybedip onlara patlayana kadar. İşte o anda, hem danışanlar hem de kendisi rahatlama yaşıyorlardı. Bu durumda, onları gereğinden fazla sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum, ancak nihayetinde onların ihtiyacı olan duygusal geri bildirimi sağladı ve danışanlar iyileşme gösterdi.

    Daha yakın zamanda, zengin ve başarılı erkek danışanlarıyla yaşadığı rekabet duygularını açıkça ele alan bir meslektaşımın kitabını okudum. Bu terapist, bu alandaki kendi hassasiyetinin fazlasıyla farkındaydı ve bu farkındalığını gizli güç dinamiklerini inkâr etmek yerine, mümkün olduğunca verimli bir şekilde çalışmak için kullandı. Danışanlarının başarılarını baltalamak yerine, kendi kıskançlığını ve güvensizliklerini hissetmesine izin verdi ve kendini savunmaya geçerek ya aşağılık ya da üstünlük duygusuna kapıldığı anları bilinçli bir şekilde gözlemlemeye çalıştı.

    Kendi vaka kayıtlarımı incelediğimde, tekrarlayan duygu ve davranış kalıplarımın bazılarını keşfettim. Meslek hayatımın ilk dönemlerinde, terapötik ilişkiyi genellikle, danışanlarımdan daha fazla çaba harcadığım bir yönde eğilimli hale getirdiğimi fark ettim. Seanslarda olup bitenlerden aşırı derecede sorumluluk alıyor, ardından kendimi fedakâr ama değersiz hissediyordum. Kendimi takdir edilmemiş hissettiğimde, kaçınılmaz olarak danışanlarımı suçluluk duygusuna ve kendilerini kötü hissetmeye iten bir yol buluyordum. Bu senaryoyu tekrar tekrar yaşadıktan ve danışanlarımdan, onlara yönelik ince onaylamama ifadelerimin veya daha çok çaba göstermeleri yönündeki teşviklerimin kendilerini incittiğine dair geri bildirim aldıktan sonra, değişmem gerektiğini fark etmeye başladım. Ne kadar ilerleme kaydedilmiş olursa olsun, danışanımla aramızda bir tür başarısızlık hissi paylaşılıyordu. Ve bu sonucu ben yaratıyordum.

    Ayrıca, bana hemen üstünlük kurmaya çalışan danışanlarla çalışmakta zorlandığımı fark ettim. Çocukluk yıllarımda sürekli olarak benden büyük bir kardeşim tarafından domine edildiğim için, bana başlangıçta bu şekilde yaklaşılmasına karşı güçlü bir tepki geliştirmiştim. (Bu kitap boyunca sunacağım vaka örneklerinde, kendi hassasiyetlerimin daha da belirgin hale geleceğini göreceksiniz.)

    Burada anlattıklarım kısa ve genel gözlemler olsa da, ana fikrimi yeterince ortaya koyduğumu umuyorum. Her terapist, kendi geçmişini ve beklentilerini terapi sürecine taşır ve belirli bir ölçüde, terapi boyunca kendi duygu, davranış ve beklenti kalıplarını yeniden canlandırır. Sadece danışanlarımız bizi kendi bakımverenlerinin tepki verdiği şekilde yanıt vermeye yönlendirmez, aynı zamanda biz de danışanlarımızı, farkında olmadan, bize tanıdık gelen biçimlerde yanıt vermeye teşvik ederiz (Wachtel, 1993, 2007). Bu tekrarlayan senaryoları tamamen ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu düşünsem de, onları tanımlamak ve onlarla çalışmak mümkündür. Bu süreci başlatan taraf hem terapist hem de danışan olabilir. Ayrıca, biz terapistler olarak kendi tekrarlayan ilişki kalıplarımızın farkında olduğumuzda, danışanlarımızı dünyaya dair kendi bakış açımıza yanlış bir şekilde yerleştirmeye çalıştığımızda onların reddine daha sağlıklı bir şekilde yanıt verme pozisyonunda oluruz.

    Bence, iyi bir terapist-danışan eşleşmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri, karşılıklı etkileşimin tamamlayıcı ve istenen bir matris oluşturmasıdır. Geniş bir çerçevede, danışan ve terapistin ilişki kurma ve bağlanma biçimlerinin uyumlu olması gerekir. Bazı kritik alanlarda birbirlerine uyum sağlamalı, bazı alanlarda birbirlerini tamamlamalı ve optimum düzeyde birbirlerini zorlamalıdırlar. Örneğin, yakınlığa tahammül edemeyen bir danışan, bu mesleği kendi samimiyet ihtiyacını karşılamak için seçmiş bir terapistle muhtemelen iyi bir eşleşme oluşturamaz. Tıpkı dostluklar ve romantik ilişkilerde olduğu gibi, en başarılı terapist-danışan ilişkilerinde taraflar genellikle aynı temel değerleri paylaşır, benzer bir duygusal yapıya sahiptir, ancak kendilerini farklı şekillerde ifade ederler. Biri içe dönük, diğeri dışa dönük olabilir. Biri sabah insanı, diğeri gece insanı olabilir. Biri çok sosyal, diğeri yalnız kalmayı daha çok seven biri olabilir. Ancak, başarılı bir terapötik ilişkide, taraflar arasında güçlü bir bağ kurulmasını sağlayacak kadar ortak erken deneyim (early experience) bulunur. Eğer bu temel insani bağlantı noktasında taraflardan biri diğerini gereğinden fazla zorlarsa, ilişki başarısız olur.

    Kendi adıma, her yeni terapi sürecinin başında kendime, danışanımla ilgili olarak ne düşündüğümü ve hissettiğimi sorarım. Bu kişiyi neden tedavi etmek istiyorum? Bu süreci potansiyel olarak tatmin edici görmeliyim ki, onunla çalışmayı kabul etmiş olayım. Bu kişinin hisleri veya ihtiyaçları, benim kendi hislerim veya ihtiyaçlarımla, keyif aldığım ya da hoşlanmadığım şeylerle nasıl örtüşüyor? Bu kişiye ne sunabilirim ya da sunamam? Benzer acılar veya korkular yaşamış olabilir miyiz? Aynı hayalleri ve arzuları hangi ölçüde paylaşıyoruz? Bu danışanla birlikteyken kendimi hangi açılardan rahat hissediyorum? Eğer varsa, kaygım nerede? Dışa vurum biçimlerimiz çok farklı olsa bile, ortak bir dil konuşuyor gibi miyiz? Bu kişinin hayatında gerçek bir duygusal fark yaratabileceğimi düşünmemi sağlayan şey nedir ve bunu nasıl yapmayı planlıyorum? (Buechler, 2008). Bir danışanla ilk kez görüşürken, düşünce ve hislerimin serbestçe akmasına izin vermek, onunla iyi bir eşleşme sağlayıp sağlamayacağım konusunda en iyi kararı vermeme yardımcı olur.

    İŞ BİRLİKÇİ İLİŞKİYİ TESİS ETME

    Bir danışan ve ben birlikte çalışmaya karar verdikten sonra, danışana terapi süreci hakkında bilgi vermeye başlarım. Bazen, danışan pratik bir yaklaşıma sahiptir ve hemen kendi tarafından terapinin ilerlemesine nasıl katkıda bulunabileceğini bilmek ister; bu durumda, bu bilgilendirme süreci tek seferde gerçekleşebilir. Diğer durumlarda, danışanın mevcut semptomlarını ve endişelerini ifade etmek için birkaç seansa ihtiyacı olabilir; bu durumda, terapi sürecine dair bilgilendirme daha sonra devreye girer. Bu tür bir konuşmanın zamanlaması kesin değildir ve birkaç seans boyunca küçük parçalar halinde gerçekleşebilir. Ancak, bu bilgilendirmenin terapi sürecinin erken döneminde mutlaka yapılması gerekir.

    Danışanlarıma, terapideki rollerinin pasif olmadığını, aksine terapötik sürecin aktif katılımcıları olduklarını anlatırım. Eğer seansları benim başlatmamı isterlerse, neden bunu kendilerinin yapmalarının önemli olduğunu açıklarım ve özellikle duygu meselesine odaklanırım. Hangi konunun o an için onlar açısından en yüksek duygusal değere sahip olduğunu benim belirlemem mümkün değildir. Geçmişte önemli olan belirli meseleleri gündeme getirebilirim, ancak o an için duygusal olarak neyin en önemli olduğunu bilmek danışanın sorumluluğundadır. Ayrıca, seans içeriklerinin sorumluluğunu üstlenmelerinin önemini vurgularım. Benim rolüm rehberlik etmek ve süreci kolaylaştırmaktır, neyin önemli olduğunu belirlemek değil.

    Eğer danışan kaygılı hissediyor ve hiçbir konu aklına gelmiyorsa, zaman zaman “durgunluk (the lull)” olarak adlandırdığım bu anlarda düşünebileceği bazı olası konular öneririm. Ancak, önerilerim her zaman doğrudan danışanın deneyimine dayalı konulara odaklanır. Bunlar arasında bir önceki seans hakkında herhangi bir düşünce veya his, son seanstan bu yana yaşadığı düşünceler, hisler veya olaylar ve o gün seansa gelme konusundaki hisleri yer alır. Ayrıca, danışanları terapi süreci hakkında bilgilendiririm ve değişimin duygunun deneyimlenmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklarım. Bu nedenle, herhangi bir seansta ne hakkında konuşacaklarına karar verirken, hangi konunun kendilerinde en güçlü hisleri uyandıracağını kendilerine sormalarının önemli olduğunu belirtirim.

    Danışanlarımı, terapi süreci hakkında hem genel hem de özel olarak nasıl hissettiklerini benimle paylaşmaları için cesaretlendiririm. Söylediklerimle ilgili geri bildirimde bulunmalarını, terapinin herhangi bir şekilde raydan çıktığını düşünüyorlarsa bunu bana bildirmelerini isterim. Onlara, terapiyi yönlendirmek ve sınırları korumaktan benim sorumlu olduğumu, ancak bunu en iyi şekilde yapabilmem için birlikte çalışarak en derin hislerini ve kaygılarını ele almamız gerektiğini söylerim. Onların terapi sürecinin doğasını anlamalarına yardımcı olmak için rehberlik etmeye ihtiyacı olduğu gibi, benim de onlardan hangi şeylerin yararlı, hangi şeylerin yararsız olduğu konusunda geri bildirim almaya ihtiyacım var. Ayrıca, onlar üzerindeki etkimi bilmem gerekir, özellikle de bu etki terapötik ilişkiyi herhangi bir şekilde sekteye uğratıyorsa.

    Çoğu danışan, işbirlikçi bir terapötik ilişki fikrini beğenir ve bu yaklaşımın kendilerine güç kattığını hisseder. Terapötik ilişkiye işbirlikçi bir süreç olarak yaklaşmanın, danışanlarda sorumluluk duygusunu pekiştirdiğine ve önemli ölçüde gerileme (regresyon) yaşadıkları durumlarda bile çocukça bağımlılığı en aza indirdiğine inanıyorum. (Bu konuyu bir sonraki bölümde ele alacağım.) Eğitici süreç (educative process), danışanları terapi sürecinde karşılaşacakları deneyimlere hazırlar ve bilinmeyenle karşılaştıklarında yaşadıkları kaygıyı azaltır. Kendilerinde gerçekleşen değişimleri anlamaları, onlara daha büyük bir kontrol ve istikrar duygusu kazandırır.

    Örneğin, hafta sonu anksiyete atağı ve depresyon yaşayan bir danışan, pazartesi günkü seansına gelip şöyle diyebilir: “Geçtiğimiz hafta sonu gerçekten çok kötü hissettim ve korktum. Seni aramayı düşündüm ama sonra neden böyle hissettiğimi fark ettim ve telefonla bana fazla bir şey sağlayamayacağını anladım. Bu yüzden seni rahatsız etmek yerine, seansıma kadar beklemeye karar verdim.” Mesleğe ilk başladığımda, danışanlarımda belirgin regresyon (gerileme) belirtileri gözlemlediğimde bunu onlara açıklamazdım. Sonuç olarak, seans aralarında panikle beni ararlar ve “Neler oluyor? Deliriyor muyum?” diye sorarlardı. Ancak, terapi süreci hakkında içgörü kazanan danışanlar, zor zamanları kendi başlarına daha iyi atlatır. Bu da onların çaresizlik hissini azaltır ve terapiste derin bağımlılık geliştirmelerinin önüne geçer.

    Bazı danışanlar terapi süreci hakkında daha fazla şey bilmek isterler ve buna daha fazla ihtiyaç duyarlar. Genellikle, ilk birkaç seansta hedef belirleme, ücretlerin ödenmesi, seansların sıklığı, duygusal dürüstlüğün gerekliliği gibi temel bilgileri veririm. Ancak, danışanın duygusal durumu ve mevcut ihtiyaçları her zaman önceliklidir. Bu yüzden, bazı durumlarda bu konular ilk seansta ele alınabilirken, bazı durumlarda birkaç seans beklemek gerekebilir. Terapi ilerledikçe, gerekli gördükçe ek bilgiler vermeye devam ederim. Genellikle danışanların sorularına yanıt olarak açıklamalar yaparım, ancak bazen de ortaya çıkan bir durumu ele almak gerektiğini düşünerek eğitici süreci ben başlatırım.

    Örneğin, bir danışan aniden seanslarına geç gelmeye başlarsa, bu durumu onunla konuşurum. Genellikle, ilk tepkisi şu yönde olur: “Bilmiyorum.” “Son zamanlarda işten çıkmakta zorlanıyorum.” Ancak, gecikmenin gerçek nedeni bilinçdışıdır ve keşfedilmesi gerekir. Bu nedenle, sadece danışanı daha fazla düşünmeye zorlamak yerine, bu konuyu birlikte ele almamız gereken bir mesele olarak görürüm. Eğer danışan bir açıklama getirmekte zorlanıyorsa, şöyle bir şey söyleyebilirim: “Bakalım… Son üç seansta geç kaldın. Tahminimce, yaklaşık bir ay önce, ya seans içinde ya da dışında bir şey oldu ve buraya gelmekle ilgili bir iç çatışma yaşamaya başladın. Bunun ne olabileceğini merak ediyorum.”

    Bu noktada, danışanın ne söyleyebileceği hakkında bir fikrim olabilir ya da olmayabilir. Ancak, hangi durumda olursa olsun, öncelikle danışanın meseleyi kendi başına fark etmesine fırsat vermek isterim. Örneğin, basitçe “Bir ay önce ne oldu?” diye sormak bile bir tepkiyi tetikleyebilir. Danışan şunları söyleyebilir: “Aman Tanrım, tamamen unutmuşum! Bir seansta söylediğin bir şeye gerçekten sinirlenmiştim, ama bu tamamen aklımdan çıkmış.” “Anne babama ne kadar öfkeli olduğumdan bahsettiğimi hatırlıyorum. Seansı bitirdiğimde kendimi çok suçlu ve nankör hissettim. Onlara ihanet etmişim gibi geldi ve bir daha bunu yapmak istemedim.” Eğer danışan hiçbir şey hatırlamıyorsa ve benim aklımda birkaç olasılık varsa, bunları ifade eder ve danışanın ne düşündüğünü sorarım. Bazen bu, danışanda bir “Aha!” deneyimi yaratır, bazen ise pek bir fark yaratmaz. Eğer hiçbir sonuca ulaşamazsak, şöyle derim: “Muhtemelen henüz fark edemediğimiz bir şey var, ancak bunun zamanla açığa çıkmasını umuyoruz.”

    ANDREA VAKASI

    Andrea, terapiye yeni başladığı hukuk firmasında işini kaybetmemek için gelen bir avukattı. Terapiye başladığında 30’lu yaşlarının başındaydı ve daha önce iki hukuk firmasından kovulmuştu. Bunun nedeni, meslektaşlarına ve destek personeline karşı sergilediği saldırgan ve kaba davranışlardı. Müvekkilleriyle çoğunlukla iyi çalışıyor ve başarılı bir dava avukatı olarak görülüyordu. Ancak, zamanla yöneticileri, diğer avukatlara ve idari personele karşı sergilediği kavgacı ve kırıcı tavırdan bıktıkları için onunla yollarını ayırıyorlardı.

    Andrea, hem önceki meslektaşlarıyla yaşadığı sorunlu ilişkiler hem de kalıcı bir romantik ilişki sürdürememesi nedeniyle bir şeyleri yanlış yaptığını kabul etti. Çok yalnız olduğunu itiraf etti ve hayatının geri kalanını bu şekilde sürdüremeyeceğini fark etti.

    Andrea’nın birkaç arkadaşı vardı, ancak sıklıkla onların kendisini ihmal ettiklerini ve görmezden geldiklerini hissediyordu. Hayatından umutsuzdu -pek çok yeteneği ve hayata olan tutkusu olmasına rağmen sonunda yalnız ve işsiz kalmaktan korkuyordu. Etrafındaki insanlara öfkeliydi ve onları “aşırı hassas” ve “zayıf” olarak tanımlıyordu. Kimsenin onu doğrudan davranışlarıyla ilgili yüzleştirmediğini, bunun yerine çocuk gibi amirlere/büyük ortaklara (senior partner) şikayet ettiklerini söyledi. “İnsanlar neden bu kadar korkak?” diye sordu ve neden şikayetlerini doğrudan kendisine iletip meseleyi birlikte çözemeyeceklerini merak etti.

    Andrea’nın sorunları için başkalarını suçlamaya olan belirgin eğilimine rağmen, insanların genellikle sağlıklı öfke ifadelerine ve çatışma çözme fırsatlarına dirençli olduğu yönündeki gözlemini anlayabiliyordum ve buna empati duymaktan kendimi alamıyordum. Her ne kadar aşırı saldırgan olduğunu ve bazı iş arkadaşları için korkutucu olabileceğini bilsem de, sorunun tamamen ona ait olmadığını da fark ediyordum. Onun hayal kırıklıklarına karşı içten bir anlayış sergilemem, aramızda bir bağ oluşmasını sağladı ve terapi ilerledikçe Andrea’nın kendi durumundaki sorumluluğunu vurgulamama olanak tanıdı. Andrea, “Eğer sürekli kovuluyorsam ve kimse benimle çıkmak ya da evlenmek istemiyorsa, bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım.” diyerek durumu yineledi. Bu artan öz farkındalık ışığında, hayatının kontrolünü ele alma ve davranışlarını değiştirme potansiyeli olduğunu hissediyordum. Eğer yalnızca başkalarını suçlamaya devam etseydi, onunla çalışmayı kabul etmezdim.

    Andrea’nın semptom profili borderline kişilik bozukluğunun karakteristik özellikleriydi. Kötü huylu narsisist annesi tarafından duygusal ihmal ve istismara maruz kalmıştı. Babası o daha altı yaşındayken evi terk edip başka bir eyalete taşınmıştı. Annesi bir daha hiç evlenmemişti. Bu durum, Andrea 13 yaşına geldiğinde anne-kız arasında hiçbir engel bırakmadı ve bu iki dediğim dedik kadın alabildiğine çatışmaya başladılar. Kısa süre sonra Andrea sokaklarda e…rar içiyor ve onu isteyen herkesle s…ks yapıyordu. Ancak sonunda bu seçimlerin felakete yol açabileceğini fark etti. Bunun olmasına izin vermeyeceğine karar verdi. Lisede daha çok çalıştı, mükemmel bir üniversiteye girdi ve mezun oldu, ardından hukuk fakültesinde de aynısını yaptı.

    Ona hayatını nasıl tersine çevirdiğini sorduğumda, bunu, okuldan sonra garip bir işte çalışırken tanıştığı yaşça büyük bir adama borçlu olduğunu söyledi. Bu adam onunla birlikte olmuştu, ancak aynı zamanda ona karşı oldukça şefkatli ve nazik davranmıştı. Andrea’ya, yüksek zekasını boşa harcadığını ve hayatını mahvetmek üzere olduğunu söylemişti. Ona, kendi hayatı gibi bir sona sürüklenmemesi gerektiğini öğütlemişti: orta yaşlı, hiçbir şey kazanmayan ve bir yere varamayan biri olmaması gerektiğini söylemişti. Andrea onu dinlemişti. Bu, bana onun hakkında iki önemli şey söyledi: Birincisi, birine bağlanabiliyor ve birinin onun için önemli olmasına izin verebiliyordu. İkincisi, eğer kendisi de isterse, dinleyip değişebiliyordu. Bu yüzden ona muhtemelen yardımcı olabileceğime karar verdim.

    Terapinin ilk yılı büyük ölçüde Andrea’nın çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair sıkıntılı hikâyelerini dinlememle geçti. Onun hayal kırıklığını, korkusunu, öfkesini ve yalnızlığını anlayışla dinledim. Yavaş yavaş, tolere edebildiği ölçüde, ona dair gözlemlerimi paylaşmaya başladım. Örneğin birgün, stajyer avukatının kendisine yönelik sözlü tacizden şikâyet etmesi üzerine sinirli bir şekilde seansa geldiğinde, bana aralarındaki etkileşimi ayrıntılı şekilde anlatmasını istedim.Terapide belirlediğimiz hedeflerden biri, onun bu işte kalmasına ve hukuk camiasında dışlanmamasına yardımcı olmaktı, bu yüzden iş yerindeki davranışlarını değiştirmesi konusunda ona yardımcı olma sorumluluğunu fazlasıyla hissettim.

    Öfkesini kontrol edemeyen kişilerde sıklıkla görüldüğü gibi, Andrea’nın öfkelenmesine yol açan somut bir olay vardı. Stajyer avukat, Andrea’nın o gün mahkemeye sunması gereken önemli bir dilekçeyi kötü bir şekilde hazırlamıştı. Üstelik bu, ilk hatası da değildi. Ancak, Andrea onu bir kenara çekip yaptığı işten duyduğu memnuniyetsizliği ifade etmek yerine, diğer çalışanların önünde ona bağırarak hakaret etti. Bunun üzerine stajyer avukat gözyaşlarına boğulup oradan uzaklaştı.

    Andrea, diğer çalışanların davranışına ne kadar şaşırdığını fark etti ve bana, “Anlamıyorum. Bu kadın ofiste aylak aylak dolaşıyor, işini kötü yapıyor, ben de bunu dile getiriyorum ve kötü adam ben oluyorum, öyle mi?” dedi. Bu, ona sosyal olarak kabul edilebilir davranışlar hakkında eğitim verme fırsatı sundu. Andrea’ya, onun kontrolsüz tepkisinin aslında baştaki haklı şikayetini geçersiz hale getirdiğini anlattım. Kim olursa olsun, eğer birini sözlü olarak aşağılar ya da hakaret edersen, karşı tarafın hatası ne olursa olsun otomatik olarak haksız duruma düşersin, diye açıkladım. Andrea’nın cezalandırıcı tepkileri, başkalarının yaptığı hatalardan çok daha ağırdı. Zamanla, çoğu insanın aşırı düzeyde çatışmadan kaçındığını, ancak onun ise tam tersine çatışmayı fazlasıyla körüklediğini görmesine yardımcı oldum. Üretken bir iletişim ve sağlıklı bir çatışma çözümü açısından her iki uç yaklaşımın da işe yaramaz olduğunu tartıştık.

    Andrea’ya duygusal sorunları hakkında da eğitim verdim ve bunun kısmen genetik, kısmen çevresel faktörlerden kaynaklandığını ancak tamamen ortadan kalkmayacağını söyledim. Yoğun duygularını yönetmeyi öğrenmesi, daha az saldırgan ve daha fazla kendini ifade edebilen [girişken] biri haline gelmesi gerektiğini vurguladım. Kendini daha az hayal kırıklığına uğramış hissetmedikçe dürtü kontrolünü geliştiremeyeceğini düşündüğümü belirttim. Eğer davranışları önemli ölçüde düzelecekse, kronik yalnızlık ve reddedilme hislerini azaltması gerektiğini anlattım. Yakın ilişkilerinin olmaması ve diğer insanlarla sık sık çatışma yaşaması, onu günlük yaşamında neredeyse hiçbir duygusal tatmin kaynağı olmadan bırakıyordu. Aşırı duygusal mahrumiyet içindeyken değişim sağlamanın herkes için zor olduğunu açıkladım. Andrea, bu sözlerimi anlaşıldığını hissederek kabul etti. Önceden tahmin ettiğimiz gibi, biriyle çıkmaya başladığında ve bu ilişki birkaç randevudan uzun sürdüğünde, iş yerinde insanlarla daha rahat iletişim kurmaya ve daha az çatışma yaşamaya başladı.

    Birgün seansına oldukça üzgün ve şaşkın bir şekilde geldi. Önceki akşam iş çıkışı bir video mağazasına uğradığını ve kasiyerle olumsuz bir karşılaşma yaşadığını söyledi. Uzun bir kuyrukta beklemişti ve bu durum onu fazlasıyla sinirlendirmişti. Nihayet sırası geldiğinde, kasaya videosunu koyduğunda kasiyer ona bağırarak, “Bana videoyu fırlatma! Kendini ne sanıyorsun? Başka bir yerden kirala!” demişti. Yoğun mağazadan utanç içinde ve öfkeyle ayrıldığını anlattı. Daha sonra ATM sıralarında ve marketlerde de benzer olaylar yaşadığını hatırladı. Hatta bir keresinde bir adamın kendisini dövmekle tehdit ettiğini söyledi.

    Andrea itiraf etti ki durumu bir türlü anlayamıyordu. Önceki gece video mağazasında yaşananları baştan anlatmasını istedim. “Bu adama gerçekten videoyu fırlattın mı?” diye sordum. “Hayır, fırlatmadım,” diye yanıtladı. “Peki, o halde sence neden bu kadar emin bir şekilde sana bağırdı?” Andrea bir an duraksadı, ardından “Aslında gerçekten fırlatmadım. Ama belki biraz sertçe bırakmış olabilirim. Belki de yapmamam gerekiyordu. Uzun süre beklediğim için hayal kırıklığımı gösteriyordum. Ama kesinlikle ona doğru atmadım,” dedi. Ardından, kendi davranışları nispeten kontrol altında olsa bile, başkalarında öfkeyi tetiklemenin kendisi için olağan olduğunu söyledi. Bu kalıbı anlamasına yardımcı olup olamayacağımı sordu.

    Bunu hemen anlayabildim çünkü ben de Andrea ile benzer duyguları deneyimlemiştim. Ofiste kötü bir gün geçirdiğinde, seansa öfkeyle dolu bir yüz ifadesi ve beden diliyle gelirdi: duruşu, yüz ifadesi ve hatta hareketleri ilkel bir öfke taşıyordu. İyi bir gününde bile yüksek bir gerginlik seviyesi hissediliyordu ve öfkesi her an alevlenebilir gibi görünüyordu. Bu yüzden ona, onun sürekli durumu ya da homeostazisinin, savunmacı bir hayal kırıklığı ve öfke düzeyinin yükselmiş bir hali olduğunu açıkladım. Kendini “iyi” hissettiğinde bile, başkalarına öfkeli görünüyordu ve bu durum onların korkmasına ve onun varlığında savunmaya geçmesine neden oluyordu. Bu da duyguların bilinçdışı “bulaşıcılık” faktörünü gözler önüne seriyordu.

    Andrea’nın üstü örtülü öfkesiyle başa çıkmakta sık sık zorlanıyordum çünkü ben de benzer sorunları olan bir kardeşle büyümüştüm. Kardeşim Andrea kadar şiddetli olmasa da, bazı ortak özellikler taşıyordu. Küçüklüğümde onun dünyaya duyduğu öfkenin hedefi gibi hissettiğim zamanlar olmuştu ve bu deneyim, Andrea gibi danışanlarla çalışırken bana hem içgörü hem de bir tür rahatlık sağlıyordu. Ancak bu durum bazen onun eleştirilerine ve sözel saldırılarına karşı aşırı duyarlı olmama da yol açıyordu. Kimi zaman, ona açıklamaya çalıştığım savunmacı tepkiyi bizzat kendimde de gördüğüm oluyordu ve bu anları fark ettiğimizde, açık bir şekilde tartışarak ele alıyorduk.

    Yine de, Andrea’nın bastırılmış öfkesine dair yaptığım açıklamalara ilk tepkisi hayal kırıklığıydı. Farkında bile olmadığı bir şeyi nasıl değiştirebilirdi? Kendi kişiliğinin temel bir yönünü nasıl dönüştürebilirdi? Ona, savaşmaya hazır olma halinin tamamen bilinçdışı olduğundan şüpheli olduğumu söyledim. Evet, bu duruma alışmıştı ve genellikle ne kadar savunmacı ve öfkeli olduğunun farkında değildi. Ama gerçekten tamamen habersiz miydi? Bu fikri onunla daha fazla sorguladığımda, ona kendi gerginliğini hissedip hissetmediğini ve başkalarının tepkilerini sezip sezmediğini sorduğumda, bunu kabul etmek zorunda kaldı. Ama yine de ne yapacağını bilmiyordu. Onunla, kim olduğunu kabul etmesi, hislerinin daha fazla farkına varması ve öfkesini patlama noktasına gelmeden önce uygun şekilde ifade etmesi üzerine çalıştık. Borderline kişilik bozukluğu olan birçok danışan son derece pasif ve bastırılmış olup, yalnızca dayanamayacak duruma geldiklerinde öfkelerini açığa çıkarırlar. Andrea, borderline kişilik bozukluğu olan pek çok danışandan daha az pasifti, ancak yine de çoğu zaman öfkesini ve hayal kırıklığını ifade etmek için çok uzun süre bekliyordu. Ayrıca, kendini yatıştırmayı ve rahatlatmayı öğrenmesinin ne kadar önemli olduğunu da konuştuk.

    Bazen oldukça yoğun duygusal etkileşimlerimizi dışarıda bıraktım çünkü en zor danışanlarla bile terapinin eğitici ve iş birliğine dayalı yönlerini vurgulamak istedim. Andrea’yı, borderline kişilik bozukluğu olan bireylerin tedavisinde karşılaşılan özel sorunlara ayrılmış olan Yedinci Bölüm’de daha ayrıntılı olarak ele alacağım.

    LAURA VAKASI

    Yaklaşık bir buçuk yıldır Laura’yı tedavi ediyordum. O, fizik muayenesi sırasında ağlamaya başlamasının ardından doktoru tarafından yönlendirilmiş, düşük ücretli (low-fee) bir hastaydı. Doktoru, tansiyonunun çok yüksek olduğunu ve kilo vermesi gerektiğini söylemişti. Laura, 50 yaşında, çocuksuz, boşanmış ve yalnız yaşayan bir kadındı. Bir ofis yöneticisi olarak çalışıyordu ve işkolikti. İş dışında yaptığı başlıca aktiviteler yemek yemek ve televizyon izlemekti. Hafta sonları, birkaç mil ötede yaşayan yaşlı ebeveynlerini ziyaret ediyordu. Haftada bir kez, bir kardeşiyle, iş arkadaşıyla veya arkadaşıyla sosyal bir etkinliğe katılıyordu. Boşanmasından beri, yani on yıldır depresyonda olduğunu söylüyordu, ancak belirtileri son birkaç yıl içinde daha da kötüleşmişti. Daha önce hiç terapi almamıştı ama doktorunun terapiyi önermesi ve ona benim adımı vermesi onu rahatlatmıştı.

    Tedavinin yaklaşık altıncı ayında, Laura’nın haftada iki kez gelebilmesi için ücretini düşürmeyi teklif ettim. Bu teklifi kabul etmekte isteksizdi, kendini suçlu ve değersiz hissediyordu, ancak sonunda kabul etti. O zamana kadar bana güçlü bir bağ kurmuş ve belirgin bir semptom iyileşmesi göstermişti. Bu teklifi yapmamın nedeni, beklediğimin aksine gerileme göstermeye başlamasıydı; iyileşmeye devam etmek yerine, gerilemeyle ilişkili aşırı acı çekme ve özlem belirtileri sergilemeye başlamıştı.

    Seanslarını artırdıktan sonra tekrar iyileşmeye başladı. Bana olan bağlılığı giderek güçlendi ve bir gün bana, beni sevdiğini söyledi. Laura’nın terapisi yoğun geçti ve canlı bir diyalog sürecini içeriyordu. Aşağıda, terapisi sırasında aramızda gerçekleşen iki önemli duygusal etkileşimi paylaşıyorum.

    Laura ile ilişkim olumlu olsa da, başlangıçta onu bir danışan olarak kabul ettiğim için büyük bir heyecan duymamıştım. İlk randevuyu almak için aradığında yaşından daha genç bir ses tonuna sahipti, canlı ve samimi bir şekilde konuşuyordu. Bana, psikanalitik bir yaklaşım benimsediğimi duyduğunu ve depresyonunun özüne inmek istediğini söyledi.

    Doğal olarak, bu sözler kulağıma müzik gibi gelmişti ve onunla tanışmayı dört gözle bekliyordum. Bekleme odasının kapısını açtığımda ise karşıma iyi bakımlı olmasına rağmen hiç de şık olmayan, yaşlı ve obez bir kadın çıktı. Terapistler genellikle sofistike, iyi giyimli, varlıklı danışanlarını fark etmeye eğilimlidirler. Ancak işin diğer tarafı pek konuşulmaz -bu durumda, benim için hayal kırıklığı yaratan şey, büyük olasılıkla değişmek için fazla yaşlı olduğunu düşündüğüm, hayal kırıklıklarıyla başa çıkmak için yiyeceklere yönelen, fiziksel olarak hareketsiz ve sağlık sorunları olan, zeki ama herhangi bir akademik eğitimi bulunmayan birini tedavi edecek olmamdı. Daha da kötüsü, maddi durumu hiç iyi değildi. Sağlık sigortası oldukça kısıtlıydı, takvim yılı başına haftada bir seans bile karşılamıyordu ve kredi kartı borçlarıyla boğuşuyordu. Laura, beklediğim harika yeni danışan değildi.

    Onu görmeye devam ettim, büyük ölçüde ilk seansta hıçkıra hıçkıra ağlaması ve büyük bir acı içinde olması nedeniyle. Depresyonunu hafifletmek için çaresiz olduğunu, ancak ilaç kullanmadan psikoterapiyi denemek istediğini söyledi. Ona, yiyeceklerin onun için bir tür ilaç işlevi gördüğünü söyledim ve bunu kabul etti. Özellikle yüksek tansiyonunun bir sorun olması nedeniyle, (doktorunun onayıyla) egzersiz yapmasını önerdim. Yürüyüş yapmaya başlamayı kabul etti. İlk seansın sonunda, onu tedavi etme konusunda kendimi oldukça iyi hissettim. Analitik terapi için uygun bir aday olmasa da, kesinlikle terapiye ihtiyacı olan, makul ve sempatik bir kadındı. Ve hayatını değiştirmek istiyordu.

    Laura’nın terapisine başladıktan birkaç ay sonra, onu görmeyi dört gözle beklediğimi fark ettim. Oyunbaz bir yapıya sahipti ve harika bir mizah anlayışı vardı, ancak bu mizah anlayışını çoğu zaman kendi aleyhine kullanıyordu. Her seansta hem bir yaşam sevinci hem de yoğun bir umutsuzluk hissi sergilemeyi başarıyordu. Son derece konuşkandı ve seansları kolayca doldurabiliyordu. Ayrıca, yaptığım yorumları dinleyip içselleştirebiliyor ve hayatına dair hızla içgörü kazanabiliyordu. Geri bildirim almayı çok seviyordu ve bir memnun edici olarak, bu geri bildirimlerle neler yapabileceğini bana göstermeye bayılıyordu. Onu bekleme odasında karşıladığımda, bana gülümseyerek selam verirdi. Beni görmekten ve seansına katılmaktan büyük bir mutluluk duyuyordu. Kısa süre sonra, ona ne kadar bağlandığımı fark ettim.

    Biz yakınlaştıkça, Laura bana daha fazla acısını gösterdi. Hayatındaki en büyük acının, kimse için önemli olmadığını hissetmek olduğunu sürekli dile getiriyordu. Başka bir insana sunabileceği hiçbir şeyin olmadığını bilmenin katlanılmaz olduğunu söylüyordu. Başka birinin hayatını zenginleştiremeyeceğine inanmayı nefret ettiği bir şey olarak tanımlıyordu. Onun yanıldığını anında biliyordum, çünkü benim hayatımı zenginleştiriyordu. Ayrıca, bu kaygısının doğası beni derinden etkiliyordu. Tedavi ettiğim çok az kişi, başkalarına ve dünyaya olan katkıları konusunda bu kadar endişe duyuyordu. Laura, çaresizce bir fark yaratmak istiyordu ve şimdiye kadar bunu başaramadığına ve asla başaramayacağına emindi.

    Bu beni onunla yaşadığım ilk zor ana getirdi. Bu senaryoyu defalarca bana anlatmıştı ve benden bir tür yanıt beklediğini biliyordum. Ama ne? Ailesinin ve arkadaşlarının sürekli onu teselli etmeye ve kurtarmaya çalıştığını söylüyordu. Kendisinin bu acıma tepkisini tetikleyen bir şey yaptığını bildiğini ama çaresiz ve muhtaç biri olarak görülmekten nefret ettiğini dile getiriyordu. Bu yüzden ona aşırı sempati gösteren ya da boş bir teselli sunan herhangi bir şey söylememem gerektiğini biliyordum. Acısını hafifletmemi istemiyordu ama benden bir şey bekliyordu. Ne? Aklımdan onu kurtarmaya yönelik kısa süreli fanteziler geçti; ona derinden önem verdiğimi söylemek istedim ama bunu yapmamam gerektiğini de biliyordum.

    Bir sonraki seansta, yine kimse için önemli olamayacağını ve başkalarına gerçekten anlamlı bir şey sunamayacağını söylediğinde, “O zaman neden seni görmek için sabırsızlanıyorum?” dedim. Bana baktı, sözlerimi duyduğunu belli etti, sonra gözlerini kaçırıp mırıldandı: “Bilmiyorum.” Söylemeye devam etti ama benim yorumumu doğrudan ele almadı. Yine de yüz ifadesi ve beden dili, sözlerimin onda bir etki yarattığını gösteriyordu. Bir sonraki seansta, benim onu görmek için sabırsızlandığımı söylememin zihnine takıldığını ve onun için çok anlamlı olduğunu söyledi. Ancak hemen ardından, bunun inanılmaz göründüğünü ekledi. Ona, söylediğimi samimiyetsiz bulup bulmadığını sordum. “Hayır, bunu uydurduğunu düşünmedim,” dedi. Sadece kendisiyle ilgili duygu ve düşüncelerini değiştirmenin çok zor olduğunu belirtti. Benim sözlerimi, kendisi hakkındaki yerleşik algısıyla bağdaştıramıyordu: “Sadece senin söylediklerinle değişemem, biliyorsun.” Ona gülümsedim ve bunu tamamen anladığımı söyledim. Kendisini nasıl gördüğünü değiştirmesinin uzun zaman alacağını biliyordum. Hâlâ kendine yönelik nefretini hissetmeye ve ifade etmeye ihtiyacı vardı. Onun da anlaşıldığını bilmekten memnun olduğunu gördüm. Benim sözlerimin ona bir umut verdiğini söyledi. İşte benden ihtiyacı olan şey buydu -ona yeterince önem verdiğimi ve birgün benim için gerçekten önemli olabileceği umudunu hissettirmek.

    Ve elbette, benim için gerçekten önemli olduğuna dair bilinçdışı bilgisini onaylamama da ihtiyacı vardı. Daha önce de belirttiğim gibi, ona saygı duyuyordum ve zamanla ona ve yaşadıklarına gerçekten önem vermeye başladım. Duygulanım literatüründe okuduğum her şey, klinik deneyimlerimle örtüşüyordu: İnsanlar, bilinçdışı düzeyde de olsa, birbirlerinin ne hissettiğini bilirler. Benim için terapi, onu, her iki tarafın da daima birbirlerinin hislerini bildiği bir süreç olarak gördüğümden beri çok farklı bir boyut kazandı.

    Erken dönem deneyimler, mevcut gerçekleri kabullenmede bir engel oluşturabilir. Wachtel’in (2007) belirttiği gibi, Laura’nın kendine dair algısının, benim ve diğerlerinin ona karşı gerçekten nasıl hissettiği yönünde değişmesi gerekiyordu. Ancak bu değişim yalnızca içgörü yoluyla gerçekleşemezdi. Gerekli olan, duygularında gözle görülür bir değişime yol açacak, bir dizi kademeli duygusal deneyimdi.

    Bir sonraki örneğim, aynı hastaya yaptığım başka bir müdahaleyi içeriyor. Daha önce bahsetmediğim bir konu, onun sık sık arkadaşlarına ve ailesine hediyeler alarak kendini sevdirmeye çalışmasıydı. Terapinin başlarında, sevgiyi satın alma ihtiyacını ve bunun, kendisini sevilmeye değer görmemesinden kaynaklandığını konuştuk. Noel yaklaşırken bana bir hediye vermeyi düşündüğünü söyledi. Büyük ihtimalle el işi yapacağını, çünkü sık sık el sanatlarıyla uğraştığını belirtti. Ben de, “Bana bir şey vermek yerine, bunu konuşmamız daha doğru olmaz mı?” diye sordum. Cevabı netti: Evet, bir şey vermesi gerekiyordu. Bu fikir ona o kadar yabancıydı ki, hediye vermemenin nasıl mümkün olabileceğini hayal bile edemiyordu. Bunun üzerine, hediyenin ucuz olması şartıyla kabul ettim. Laura bunun sorun olmadığını söyledi ve bana kendi yaptığı bir şey vereceğini belirtti.

    Noel’den önceki son seansında, içinde birkaç farklı eşyanın bulunduğu bir hediye çantası getirdi. İçinde paketlenmiş birkaç hediye olduğunu görünce, “Bunları sen mi yaptın?” diye sordum. “Hayır,” dedi. “Satın aldım. Ama çok para harcamadım.”

    “Ne oldu, bana bir şey yapacaktın?”

    “Zamanım olmadı, o yüzden sana bir şeyler satın almaya karar verdim.”

    “Maddi sıkıntılar yaşadığını ve kendini yoksun hissettiğini söylemene rağmen benim için para mı harcadın?”

    “Evet, almak zorundaydım. Sana hiçbir şey vermemek bana çok kötü hissettirirdi.”

    Onun bu zorunluluk hissiyle hareket ettiğini görmek beni üzdü. Paketi elime aldım ama açmadım; hediyelerini açarak bu davranışı pekiştirmek istemedim. Zoraki bir gülümsemeyle teşekkür ettim, fakat memnun görünmediğimi hissettirmeden edemedim. Bir sonraki seansta, tatil arası nedeniyle on gün sonra buluştuk. Seansın başında gözyaşlarına boğuldu ve hediyeleri verirken yüzümde beliren hayal kırıklığı ve onaylamama ifadesinin onu ne kadar incittiğini anlattı. O günden beri kendini berbat hissettiğini söyledi. Sonra kendisini küçümseyerek, ne kadar aptal olduğunu ve benim ne istediğimi bildiği halde neden tersini yaptığını sorguladı. Ona, bu kadar incinmesine üzüldüğümü ve hediye verme isteğinden onu caydırmak istediğimi, ancak bunu bu kadar ağır bir bedelle yapmak istemediğimi söyledim. O ise bunun tamamen kendi hatası olduğunu yineledi. Kendini bile bile incittiğini ve benim suçum olmadığını vurguladı. O anda konuyu daha fazla ilerletemedik ve başka meseleleri konuşmaya devam etti. Ancak ben, bu konunun henüz tamamlanmadığını biliyordum.

    Laura, şehir dışından gelen kız kardeşinin, başka bir kardeşiyle birlikte zaman geçirirken kendisini bilinçli olarak dışladığını düşündüğü için duyduğu öfkeyi dile getirdi. Son ziyaretinde, kız kardeşi kimseye haber vermeden diğer kardeşinin evinde kalmıştı. Laura bunu öğrendiğinde hem incinmiş hem de öfkelenmişti. Kız kardeşlerinin bu davranışı, onun kendini sevilmez ve önemsiz hissetmesine yol açıyordu. Kardeşinin dışlayıcı davranışına karşı çıkması gerektiğini düşündüğünü söyledi, daha önce de bunu benimle konuşmuştu. Ancak çatışmadan ne kadar nefret ettiğini yineledi.

    Ertesi hafta bir rüya gördüğünü anlattı. Rüyasında, büyük bir çeki banka hesabına yatırmayı unuttuğunu fark ediyordu. Çeki bir çekmecede bulduğunda panikliyordu. Bu kadar önemli bir şeyi ertelediğine inanamıyordu. Ona rüyanın ne anlama geldiğini sordum.1 Açıkça halledilmesi gereken bir şeyi gömdüğünü söyledi. Bunun ne olabileceğini sorduğumda, kız kardeşiyle kendisini reddetmesi hakkında konuşmadığını dile getirdi. Konuşmak istediğini ama korktuğunu söyledi.

    (1Bu rüyanın, burada ele aldığım konudan daha derin anlamlar içeren bir içeriği olduğu açık. Ancak, tartışmamı Laura ile terapinin belirli bir aşamasında yaşadıklarımızla sınırlamak istiyorum.)

    Laura’nın benimle her zamanki kadar açık olmadığını fark ettim ve ona yılbaşında aramızda geçen olay hakkında daha fazla düşünüp düşünmediğini sordum. Çok düşündüğünü söyledi. İçimden geldiği gibi, “Beni affettin mi?” diye sordum. O da aynı hızla, “Hayır,” diye yanıtladı. Bu hızlı yanıtı kendisini bile şaşırttı ve hemen geri adım attı, kendisinin gereksiz yere aşırı hassas davrandığını söyledi. Sonuçta, en başından beri hatalı olanın kendisi olduğunu düşündüğünü ekledi. Resmen reddedilmeye davetiye çıkardığını, başka ne beklediğini sorguladı.

    Ona ilginç bir soru sorduğunu söyledim: Ne bekliyordu? Laura, benim için hediye alışverişi yapmaktan ve beğeneceğimi bildiği şeyleri almaktan gerçekten keyif aldığını söyledi. Bu hediyeleri alırken kendini harika hissettiğini, bana çok bağlı hissettiğini ve bunun onu mutlu ettiğini anlattı. “Sana bir şey almam gerekiyordu,” dedi.

    “Bana bir şey alman gerekiyordu çünkü beni seviyorsun ve bu duygularını benim hissetmemi ve kabul etmemi istedin,” dedim.

    “Evet,” diye yanıtladı. “Ama tek aldığım senin onaylamadığındı.”

    “O halde bunu pek de iyi idare edemedim, değil mi?”

    “Hayır, aslında öyle değil. İnsanlara hediye alma ve harcama konularında sorunlarım olduğu konusunda haklıydın.”

    “Peki, eğer haklı olduğuma eminsen, neden beni henüz affetmedin?”

    Bu soru karşısında hoş bir şekilde şaşırmış görünüyordu. Ona belki de ondan çok erken değişmesini beklediğimi söyledim. Onun için beni sevip de bu sevgisini ona göre anlamlı bir hediye vererek ifade etmemesi imkânsızdı. “Sonuçta, senin bakış açına göre bu hediye aslında bana olan sevginin bir ifadesiydi. Ben de bunu nazikçe kabul etmeli ve sana kendi hızında değişmen için zaman tanımalıydım.”

    “Ama bunu yapamadın.”

    “Hayır, yapmadım. Yapabilirdim. Sadece susup teşekkür etmeliydim.”

    Laura kahkaha attı. “Eh, bu benim de hatam,” dedi.

    Laura ile çalışırken, onun için aşırı uyarıcı veya çocuklaştırıcı olabilecek güçlü duygularımı dengelememin ne kadar önemli olduğunu anladım. Aynı zamanda, onun bende uyandırdığı duygulara tepki olarak ona geri bildirim vermem gerektiğini de gördüm. Laura’nın ilişki kurma kalıbı, kendisini çaresiz, muhtaç, sevilmez ve bağımlı biri olarak konumlandırarak tekrar ediyordu. Hayatındaki herkes ona tavsiyeler veriyor ve hayatını kötü yönetmesi ve yanlış kararları nedeniyle onu azarlıyordu. Kardeşlerinin hepsi ona tepeden bakıyor, iki küçük kardeşi de dahil. Laura, insanlarla sınırlı bir etkileşim biçimine sahipti ve bu, alabileceklerini büyük ölçüde kısıtlıyordu. İnsanları kendisini küçümsemeye ve ona yukarıdan konuşmaya yönlendirdiğini biliyor, ancak bunu nasıl değiştireceğini bilmiyordu.

    Benim rolüm, onun uyandırdığı acıma duygusuna ve kurtarma fantezilerine kapılmaktan kaçınmak (geleneksel bilgelik) ve ona, hakkındaki gerçek hislerimle ilgili dürüst geri bildirim vermekti. Laura’nın ihtiyaç duyduğu olumlu geri bildirimi vermek zordu çünkü sürekli olarak acıma ve güvence talep ediyordu. Ancak, onun hakkında ne hissettiğim ve onu nasıl deneyimlediğim konusunda hiçbir şey söylememiş olsaydım, terapi aniden durma noktasına gelirdi.

    Laura reddedilmekten o kadar korkuyordu ki, asla insanların kendi zayıflıklarını veya kötü davranışlarını eleştirmiyordu. Ona, yalnızca terapötik olmayan değil, aynı zamanda bencil ve narsistik bir şekilde davrandığımı bildirmemin özellikle terapötik olduğunu düşünüyorum. Onun değişmesini istememin asıl sebebi, kendimi iyi hissetmekti. Onun ihtiyaçlarına karşı duyarsızdım çünkü Noel’de bana hiçbir şey almak zorunda kalmamasından duyacağım tatmini istiyordum. Sabırsızdım ve onun en iyi çıkarına olacak şekilde hareket etmedim, oysa davranışımı kolayca rasyonelleştirebilirdim. Kendisi de ifade ettiği gibi, hediye verme davranışı “yeterli olmadığı” hissine dayanıyordu ve bu davranışı benim tarafımdan herhangi bir şekilde pekiştirmek de ona faydalı olmayacaktı.

    Tekrarlayan kalıplarıma dönecek olursak, Laura’yı gereksiz yere incittiğim ve reddettiğim, onun kendini kötü hissetmesine neden olduğum açıktı; üstelik bunu, tüm çabalarına ve kaydettiği önemli ilerlemeye rağmen yaptım. Bunu fark ettim, ancak tüm bu içgörülerimi onunla paylaşmadım. Bunun yerine, ona acı veren hatalarım ve olumsuz davranışlarım üzerinde durarak, sorumluluğumu kabul etmeye odaklandım.

    Bu örnekte, hem Laura’nın hem de benim geçmişte hayatımızdaki önemli kişilerin davrandığı şekilde birbirimizi eğittiğimizin açık olduğunu düşünüyorum. Ancak aynı zamanda, ikimiz de yeni bir şey yaratmak için çabalıyorduk. Noel’deki karşılaşmamızdan sonra Laura’nın haftalarca alışılmadık şekilde içine kapanık kaldığını fark ettiğimde bir hata yaptığımı anladım. Kendini her şey için suçlama eğiliminde olan biri olarak, onun benden bu kadar uzaklaşmasının tek nedeninin, hem onu hem de terapötik süreci inciten bir şey yapmış olmam olabileceğini biliyordum.

    KARŞILIKLI ETKİLENİM VE KIRILGAN DANIŞAN MİTİ

    Schlessinger (2003), danışanlarımızı etkileme konusundaki yanılsamalarımıza dair keskin bir gözlemde bulunmuştur. Şöyle der:

    “Eminim tüm analistlere, eğitimlerinin daha aktif anlarında, transferansı bozmamaları konusunda uyarıda bulunulmuştur. Çoğu zaman, eğer transferansı bozmanın kolay bir yolunu bilseydim, bunu şişeleyip satardım ve zengin olurdum diye düşünmüşümdür.” (s. 226).

    Schlessinger’a ek olarak, Lomas (1987) ve birçok diğer yazar, transferansın kaçınılmaz doğasına dair benzer noktalar dile getirmiştir. Buna karşı aktarımı da ekleyebiliriz. Danışanlarımızla etkileşime girdikçe, her iki taraf da kaçınılmaz olarak birbirini etkilemeye çalışır ve bilinçli ya da bilinçdışı yollarla birbirini tanıdık veya tatmin edici olan bir yöne doğru yönlendirir.

    Psikanalistlerin danışanlarına doğrudan ne yapmaları gerektiğini söylememeleri gerektiği düşünülse de, ben bunu sıkça yaptığımı itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum -özellikle de danışanımın açıkça felakete yol açabilecek bir karar almak üzere olduğu durumlarda. Örneğin, maddi sıkıntıları çözmek için kumar oynamaya başlamak, stresli bir olaya tepki olarak kendine zarar vermeyi planlamak veya sınırda diyabet teşhisi almasına rağmen sağlıksız beslenmeye devam etmek gibi. Ehliyeti olmayan bir danışanımla, bağımsızlığın bir parçası olarak ehliyet almanın önemini defalarca konuştum. Yıllar içinde danışanlarımı bilinçli ve açık bir şekilde etkilemeye çalışırken fark ettiğim şey, aslında baştan beri bildiğim ama sınamam gereken bir gerçekti: Danışanlarım yalnızca benim müdahalemden önce de gitmek istedikleri yöne doğru ilerlememe izin verdiler.

    Tıpkı davranışsal planların çoğu zaman işe yaramaması gibi, bir terapistin danışanını gerçekten istemediği bir şeyi yapmaya ikna etme girişimleri de büyük olasılıkla başarısız olacaktır. (Örneğin, önemli ilerlemeler kaydetmiş ve hayatında birçok büyük değişiklik yapmış olmasına rağmen, bahsi geçen danışanım ehliyetini hiçbir zaman almadı. Araba kullanmaktan korkuyordu ve aslında bunu istemiyordu.) Ancak danışanlar genellikle ima yoluyla bazı ipuçları verirler ve hatta doğrudan tavsiye isterler, özellikle de istedikleri bir değişim için destek arıyorlarsa. Bu konuyla ilgili yapılan sınırlı araştırmalar (Curtis, 2004), danışanların talep ettikleri tavsiyeleri genellikle değerli bulduklarını, ancak kendilerine sorulmadan verilen tavsiyeleri faydasız ve terapötik açıdan etkisiz olarak değerlendirdiklerini göstermektedir.

    Bu etki kavramına karşı öne sürülen karşı argüman büyük ölçüde, terapistlerin yıllarca danışanları üzerinde etkili olduğu ancak bunun terapötik bir kazanç sağlamadığı veya hatta zarar verdiğine dair anekdotlardan kaynaklanmaktadır. Yıllar önce psikanalizden geçmiş kişiler, gizemli ve sessiz analistleri hakkında, onları etkilemeye veya memnun etmeye çalıştıkları hikâyeleri gönüllü olarak anlatırlar. Analistleri tarafsız kalma çabaları içinde nadiren duygu veya coşku gösterdiğinden, bu danışanlar en ufak bir yüz ifadesi değişikliğini veya diğer bedensel ipuçlarını gözlemlemeye odaklanmışlardır. “Analistlerini okumak” neredeyse yarı zamanlı bir iş ya da bir takıntı hâline gelmiştir. Bu danışanların, analistlerinin onaylayacağını düşündükleri yönde bazı davranışlarını değiştirmiş olmaları muhtemeldir. Peki, bu durum danışanların terapistlerini memnun etmek için davranışlarını değiştireceğini ve aşırı etkinin gerçekten bir endişe kaynağı olduğunu kanıtlar mı? Hem evet hem hayır.

    Öncelikle, sfenks gibi sessiz kalan terapistlerin danışanlarına çok az geri bildirim sağladıkları, hem sözel hem de sözel olmayan düzeyde iletişimde bir boşluk yarattıkları açıktır. Duygusal olarak mesafeli ve sessiz bir terapist, gerekli duygulanımsal iletişimi kolaylaştırmak yerine, danışanın büyük çaba harcayarak doldurmaya çalıştığı bir boşluk yaratır. Bu tür bir duygusal boşlukta çalışan danışanlar, kendi ihtiyaçlarına odaklanmak yerine, terapistlerinden belirgin bir duygusal tepki almak için fazla çaba sarf edebilirler. Duygularını yüzlerinde göstermeye ve danışanlarının talep ettiği durumlarda geri bildirim vermeye istekli olan terapistlerin (Maroda, 1991, 1999), danışanlarının onları memnun etmeye çalışmak için fazladan çaba harcamasına yol açma olasılığı önemli ölçüde daha düşüktür. Kendi klinik deneyimime göre, seanslarda ne kadar doğrudan ve açık olursam ve danışanlarımı kendilerini ifade etmeye teşvik edersem, zamanla sürekli bir şekilde hürmet görmektense daha fazla eleştiri alıyorum.

    Elbette, terapistin davranışından bağımsız olarak, aşırı derecede memnun etmeye çalışan, itaatkâr danışanlar da vardır. Önceki Laura vakası, etkileme meselesinin her iki yönünü de açıkça göstermektedir. Laura, her zaman beni memnun etmeye aşırı derecede önem veriyor ve en ufak bir reddedilme veya coşku eksikliği algısı karşısında derin bir üzüntü hissediyordu. Ancak terapi ilerledikçe, duygusal olarak evli bir eski sevgilisine hâlâ bağlı olan bir adamla bir ilişkiye girdi. Başlangıçta bu adam, hem Laura hem de eski sevgilisiyle vakit geçiriyor ve cinsel ilişkisinin yalnızca Laura ile olduğunu iddia ediyordu. Ancak eski sevgilisiyle ilişkisini sonlandıracağını söylemesine rağmen, bu durum uzun süre devam etti ve Laura haklı olarak hayal kırıklığına uğramış, incinmiş ve öfkelenmişti.

    Laura kısa süre içinde fark etti ki, eğer bir akşam ondan uzak kalırsa -örneğin arkadaşlarıyla dışarı çıkarsa, ailesini ziyaret ederse ya da spora giderse- sevgilisi o geceyi eski sevgilisiyle geçiriyordu. Adam, herhangi bir cinsel ilişki içinde olduklarını kesin bir dille reddediyor ve sadece “iyi arkadaş” olduklarını söylüyordu. Bir yıldan uzun bir süre birlikte olduktan sonra, Laura bu adamla birlikte yaşamaya başladı. Ne yazık ki, eski sevgili hâlâ sık sık hayatlarında yer alıyordu. Laura, terapi sürecinde üzerinde çalışmak istediği konuyu bana açıkça ifade etti. Bu durumu kabullenmesi, sadece arkadaş olduklarını kabul etmesi ve kıskançlık ve öfkesini kontrol altına alması gerektiğini söyledi. Başta şaka yaptığını sandım. Ancak ciddi olduğunu fark ettiğimde, bu hedefin gerçekçi olmadığını düşündüğümü ona söyledim. Bu kadının hayatında yer almasından rahatsızlık duymasının ve kıskanmasının son derece doğal olduğunu belirttim -özellikle de sevgilisi, bu kadının hayatının aşkı olduğunu, ancak onun kocasını terk edip kendisiyle evlenmeyi reddettiğini söylediği için.

    Laura, ona öfkelenme ve daha fazlasını bekleme hakkı olduğunu söylediğimde gözle görülür şekilde rahatsız oldu. Peki, sevgilisinin bir yıl önce bu ilişkiyi bitirme sözü vermesine ne olmuştu? Laura, onu durumla yüzleştirmemden nefret ettiğini açıkça dile getirdi ve hayatında ilk kez aşık olduğunu, 50 yaşında bunu kaybetmeye niyeti olmadığını söyledi. Eğer başka bir seçeneği yoksa, sevgilisinin eski sevgilisiyle olan ilişkisini kabullenebileceğini ifade etti. Ayrıca, aralarında cinsel bir ilişki olmadığını söylediğinde ona inandığını belirtti.

    Laura’yı daha kararlı olmaya, sevgilisinden daha fazlasını beklemeye ve kendi duygularını kabul etmeye teşvik etme çabalarım tamamen başarısız oldu. Onu etkileme girişimlerim hiçbir işe yaramadı -üstelik bu, benim yönlendirmemle egzersiz yapmaya başlayıp önemli ölçüde kilo veren, kararsız olduğunu fark ettiğimde arkadaşları ve ailesiyle daha kararlı bir duruş sergileyen ve benimle ilgili hoşnutsuzluğunu dile getirmekten çekinmeyen biriyle yaşandı. Laura, başlangıçta etkilenmekten ve desteklenmekten hoşlanıyordu, çünkü yıllardır yapmak istediği şeyleri gerçekleştirmesine yardımcı oluyordum.

    Sevgilisiyle yaşadığı mesele çok daha derin ve önemliydi. Bu durum, onun tüm ilişkilerinde görülen sadomazoşistik eğilimlerinin bir tekrarıydı (bu, Noel hediyeleriyle ilgili etkileşimimizde de görülebilir), hızla kurduğu simbiyotik ilişkilerin, aşırı bağımlılığının ve en makul taleplerinin bile terk edilme ile sonuçlanacağına dair derin korkularının bir yansımasıydı.

    Laura, terapisi boyunca büyük ilerleme kaydetti; kendiliğinden ağlama nöbetlerini, kompulsif yeme davranışını ve diğer depresif semptomlarını ortadan kaldırdı. Ayrıca daha zengin bir sosyal hayat kurdu, iş saatlerini azalttı ve normal bir çalışma düzenine geçti. Ancak, sağlıksız olduğunu düşündüğüm romantik ilişkisi nedeniyle daha fazla ilerleme kaydedemedi. Açık bir şekilde konuştuğumuzda, sevgilisiyle olan ilişkisini “sarsabilecek” herhangi bir değişiklik yapmaya ilgi duymadığını net bir şekilde belirtti. Bunun üzerine, tedavisini bu noktada sonlandırmaya karar verdik. Laura, terapinin sonuçlarından memnun ve minnettar olduğunu söyledi ancak yine de benim için bir hayal kırıklığı olduğunu düşünmeden edemediğini dile getirdi.

    Karşı aktarım kalıplarımı düşündüğümde, Laura’nın sevgilisiyle olan ilişkisi konusunda takılıp kaldığı açık hale geldikten sonra terapinin sonlandırılmasını daha iyi yönetebileceğimi düşünüyorum. Başlangıçta, süreci devam ettirip neler olacağını görmemiz gerektiğini düşündüm. Ancak bir yıl sonra, hala aynı noktadaydı ve herhangi bir değişiklik yapmaya niyetli değildi. Bir süre boyunca, sevgilisinin diğer kadınla ilişkisini bitirme sözünü tutacağı umuduyla bekledi. Ancak bu sınır sürekli yeniden çizildi ve sonunda Laura, sevgilisinin sözünü tutmasını talep etmek yerine, bunu istemekten tamamen vazgeçti.

    Geriye dönüp baktığımda, terapinin büyük ölçüde oldukça iyi geçtiğini düşünüyorum. Ancak sonlandırma sürecini hem onun hem de benim için daha az acı verici ve hayal kırıklığı yaratacak şekilde yönetebilirdim. Bununla birlikte, onay arayan, düşük benlik saygısına sahip ve korkulu biri olan Laura’nın bile beni ancak bir noktaya kadar etkilemesine izin verdiğini belirtmek istiyorum. Daha atılgan olması ve sevgilisiyle ilişkisini riske atması gerektiğini düşündüğümde, buna direndi. Üstelik bunu, ilişkide sürekli aşağıda olma ve incinme ihtiyacını analiz edip anlamaya çalıştığımız tekrar eden çabalarımıza rağmen yaptı. Bana göre bu, geçmişin belirli tekrarlarının ne kadar inatçı olabileceğine dair bir örnekti ve aynı zamanda insanların hem değişip hem de aynı kalabilmesinin bir göstergesiydi.

    Genç terapistler genellikle danışanlarının hayatlarını tamamen dönüştürebilecekleri konusunda umutludurlar. Ancak tedavi sonuçlarının gerçekliği, Laura ile yaşananlara daha yakındır. Belki onu 20’li veya 30’lu yaşlarında tedavi etmiş olsaydım, farklı bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Ancak onun için algılanan son şans olan bu ilişki ve dünyada yalnız kalma korkusu, hem onun hem de benim onun duygusal özgürlüğüne dair taşıdığımız tüm arzularımızdan daha güçlüydü. Tüm danışanların, terapistlerinin değişimin faydalı olacağına ne kadar ikna olursa olsun, aynı kalmayı tercih ettikleri alanlar vardır.

    Bu bölümde sunduğum ilk vaka olan, Andrea adını verdiğim avukat örneğinde de etkinin sonuçlarını gözlemleyebiliriz. Andrea ve ben birkaç aydır birlikte çalıştıktan sonra, süreci hızlandırmak için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Tanısını biliyordu; öfkeli bir doktor arkadaşının ona bağırarak söylediği bir teşhis olmuştu. Ben de borderline kişilik bozukluğunun tedavisine dair araştırmaların haftada iki kez psikoterapi önerdiğini açıkladım. Bunun gereğinden fazla olduğunu, çok pahalıya mal olacağını (ki bunu rahatlıkla karşılayabilirdi) ve fazla zaman alıp zahmetli olacağını düşündüğünü söyledi. Konuyu, elbette, o anda bıraktım. Ancak birkaç ay sonra gerileme belirtileri gösterdiğinde ve doktoru semptomlarının stres kaynaklı olduğunu söylediğinde konuyu yeniden gündeme getirdim.

    Bana fikrimi sorduğunda, gerilemeyi (regresyon) açıkladım ve bir süreliğine haftada iki kez terapiyi denemeye istekli olup olmadığını sordum. Eğer bir faydası olmazsa, bu uygulamayı bırakabileceğimizi belirttim. Bunun üzerine, benden para koparmak istediğimi iddia etti ve fiziksel semptomlarıyla yaşamayı tercih edeceğini söyledi. Bu tür yorumları Andrea’nın başkalarına da sıkça yaptığını bildiğim için bu beni özellikle rahatsız etmedi. Doğal olarak, seans sıklığını artırma önerisinde bulunmayı tamamen bıraktım.

    Andrea, başkaları tarafından kontrol edilmekten kaçınıyor ve herhangi birinin ona bir şey yapmasını önermesine ya da talep etmesine karşı direnç gösteriyordu. Ancak, ona sorunları hakkında bilgi verdiğimde ve gevşemesini artıracak, kendini sakinleştirecek yollar bulmasına yardımcı olacak ve daha atılgan olmasını sağlayacak stratejiler sunduğumda, bunlara büyük bir hevesle katıldı. Danışanlara neyin kendilerini daha iyi hissettirdiğini soruyor ve mevcut kendini sakinleştirme davranışlarından yola çıkarak çalışıyorum. Bir kişi kitap okurken rahatlar, bir diğeri egzersiz yaparken, bir başkası ise yakın bir arkadaşıyla konuştuğunda iyi hisseder. Bir diğer kişi sıcak bir banyo almanın rahatlatıcı olduğunu düşünebilir. Ne kadar geniş ve yapıcı bir kendini sakinleştirme repertuarı olursa, o kadar iyi olduğunu vurguluyorum. (Bu liste, tabii ki, uyuşturucu kullanımı, aşırı alkol tüketimi ve aşırı yemek yemeyi içermez.) Ayrıca danışanlarıma, geçmişte işe yaramış olsa bile, tek bir kendini sakinleştirme yönteminin başarısız olmasının onları cesaretini kırmaması gerektiğini söylüyorum. Tüm aktivitelerin zamanla uyarıcı değerini kaybedebileceğini ve kullanılan yöntemleri çeşitlendirmenin iyi olduğunu belirtiyorum. Bir şey işe yaramazsa, başka bir yönteme geçmelerini ve o an için en etkili olanı bulmalarını öneriyorum.

    Andrea çok çalıştı ve büyük ilerleme kaydetti. Öfkelendiğinde davranışlarını daha iyi kontrol etmeyi öğrendi, daha atılgan hale geldi ve kendini sakinleştirme becerilerini geliştirdi. Hukuk firmasına ortak oldu, birkaç ilişki yaşadı ve sonunda aşık olup evlendi. Terapinin sonunda, terapiye başlarken hedeflediği her şeye ulaştığını söyledi ve karşılıklı olarak minnettarlık ve hüzünle dolu bir veda gerçekleştirdik.

    Andrea bazı konularda etkilenmeye son derece istekliyken, bazılarına karşı dirençliydi. Mahremiyetten korkuyordu ve haftada iki kez terapiye gelme fikri, rahatlatıcı olmaktan çok ürkütücüydü. Ancak kendisini pratik ve gerçekçi biri olarak görüyordu ve sorunları çözme konusunda kararlıydı. Ciddi ruh sağlığı sorunları olduğunu fark etmekten nefret etse de, bunları elinden geldiğince ele almaya istekliydi. Benimle iş birliği içinde çalıştı, tıpkı bir davayı hazırlamak için başka bir avukatla çalışır gibi. Duygusal olarak ona fazla yaklaşmadığım sürece, tutumu “Ne gerekiyorsa yapalım. Hayatımın değişmesini istiyorum.” şeklindeydi.

    Öyleyse, danışanların ya terapiden ayrılacağını ya da terapistin aşırı etkisine direnç göstereceğini mi öne sürüyorum? Eğer böyleyse, onlara zarar vermekten endişe etmemize gerek yok demektir. Elbette, bir danışana zarar vermenin imkânsız olduğunu söylemiyorum. Terapistler tarafından zarar verilmesi mümkündür ve bu, düzenli olarak meydana gelmektedir. Bu zararların büyük bir kısmı etik dışı davranışlardan veya yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Ayrıca, gerçeklik algısı zayıf olan bazı danışanlar, bu kitapta tanımladığım tipik ayakta tedavi gören danışana kıyasla yıkıcı etkilere daha duyarlı olacaktır. Mazohist eğilimleri veya takıntılı bağlanma geçmişi olan danışanlar da, kendileri için yararlı olmayan ya da hatta zararlı olabilecek terapi ilişkilerinde kalmaya daha yatkındırlar.

    Deneyimlerime göre, terapi sürecinde en çok zarar gören danışanlar, uzun süreli terapistlerinin “sevgi nesnesi” haline gelenlerdir. Yıllarca danışanlarını, hayranlık duyulmak, sevilmek ve hatta anlaşılmak gibi kendi ihtiyaçlarını karşılamak için terapiye bağlı tutan terapistler, onlara büyük bir kötülük yapmaktadırlar. Daha önce birçok danışan, farklı terapistlerle birden fazla kez terapiye başlamış, ancak sonuçlardan memnun kalmayarak bana gelmiştir. Çoğu birkaç seans ya da birkaç ay sonra terapiden ayrılmıştır. Bu danışanların büyük bir kısmı yalnızca hayal kırıklığı ya da hoşnutsuzluk dile getirmiştir. Ancak terapi sürecinde gerçekten sömürüldüğünü ya da zarar gördüğünü hisseden danışanların, yıllarca narsistik terapistlerle çalışmış ve onların kırılgan benlik saygılarını desteklemek için kullanılmış kişiler olduğunu fark ettim. Bu tür bir durumun cinsel temasla ilişkilendirildiğini düşünsek de, terapistlerin yaptığı hata ya da ihlal her zaman doğrudan cinsel nitelikte olmak zorunda değildir (Celenza, 2007). Etik olmaya niyetli bir terapist bile, kişisel sorunlarıyla mücadele ederken, sevdiği bir danışandan, doğrudan cinsel sınırı aşmadan büyük ölçüde faydalanabilir.

    Karşı çıktığım şey, danışanlarımızın kırılganlığını ya da onlara karşı olan güvene dayalı sorumluluklarımızı hafife almamız gerektiği düşüncesi değildir. Aksine, tedavi ettiğimiz insanların büyük çoğunluğunun inanılmaz derecede kırılgan olduğu ve ne kendileriyle ne de bizimle ilgili gerçekleri kaldırabilecekleri yönündeki yanlış anlayışa karşı çıkıyorum. Elbette, bu tür gerçekleri danışanlarımıza, iyi bir çalışma ilişkisi kurmadan önce doğrudan sunmayacağız. Ancak, birçok terapi ilişkisinde danışanın ilerlemek istediğini, geri bildirim talep ettiğini, daha derine inmek istediğini, fakat geri adım atan, çatışmadan kaçınan, korkulu terapistin onu geri tuttuğunu gördüm. Danışanlara karşı aşırı temkinli davranmak, onları fazlasıyla koruyucu ve hatta küçümseyici bir tavırla ele almak, faydalı bir tutum değildir. Bu tür bir yaklaşım, güven vermediği gibi, değişimi de teşvik etmez.

    ÖZET

    Terapötik sürecin her iki katılımcısı da, kendilerine ait temel bir kimlik ve yerleşik bir varoluş biçimiyle terapi ilişkisine girer. Ana odak noktası danışan olsa da, gerçek ilerleme genellikle terapistin kendi geçmişini tekrar etme ihtiyacının da farkında olmasını gerektirir. Kaçınılmaz olarak, hem terapist hem de danışan birbirlerini duygusal olarak etkiler ve geçmişten gelen korku, suçluluk, üzüntü, utanç, öfke ve arzu gibi duyguları tetikler. Hiçbir duygu durumunun doğası gereği yıkıcı olmadığını anlamak, hem terapistin hem de danışanın kendilerini oldukları gibi kabul etmelerine yardımcı olabilir. Terapistin, kendine özgü çıkarlarını ve karşılıklı etkileşimi kabul etmesi, sürecin bir parçası olarak kendi rolünü sakin bir şekilde benimsemesine olanak tanır. Dünyada yol almakta zorlanan danışanlar, genellikle kendi gerçekliklerinin ve başkalarına dair gözlemlerinin yeterince tanınmadığı bir geçmişe sahiptir. Terapistin sunduğu en önemli şey, kusursuz bir figür olmak değil; hatalarını ve kendi çıkarlarını kabul etmeye istekli, gerçek bir insan olmaktır. Bunu yapmak, yeni duygu ve ilişki kalıplarını teşvik eder, gelişimi destekler ve kalıcı değişimi mümkün kılar.

  • Duygusal Bağlanma ve Karşılıklı Etkileşim: Terapinin Başlangıcında Temel Konular (1. Bölüm)

    Okuyacağınız metin PSYCHODYNAMIC TECHNIQUES: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    “Tedavi sürecindeki en önemli direnç kaynağı, terapistin hastanın hissettiklerine karşı gösterdiği dirençtir.”

    — Paul Russell (1998, s. 19)

    Danışanlarımızın yanında olmak ve onların acısını hissetmek istesek de, aynı deneyimden doğal olarak korkarız. Danışanlarımızın rahatsız edici duygularını almaya karşı gösterdiğimiz direncin bir kısmı, psikoterapi eğitiminde geleneksel olarak terapistin kendi hislerini nasıl kullanabileceği ve bunları terapötik etkileşimde nasıl yapıcı bir şekilde yönlendirebileceği üzerine yeterince tartışma yapılmamış olmasından kaynaklanır. Son yirmi yılda terapiye bir ilişki olarak yaklaşmaya büyük önem verilmiştir. Başarılı bir tedavinin, büyük ölçüde terapist–danışan ilişkisinin niteliğiyle ilgili olduğu söylenebilir. Derin duyguların ifade edilmesini içeren herhangi bir ilişkiyi yönetmek doğal olarak zorludur. Bu kitabın temel dayanağı, terapistlerin danışanlarına daha etkili şekilde yanıt verebilmeleri için daha fazla içgörüye ve aktif müdahale stratejilerine ihtiyaç duyduklarıdır. Terapistler, terapi süreci ilerledikçe danışanların güçlü duygularını nasıl ve neden ifade ettiğini, aynı şekilde kendi hislerinin nasıl ve neden ortaya çıktığını daha iyi anlamalıdırlar. Ayrıca, günlük uygulamalarında kullanabilecekleri öğretilebilir ve interaktif (interactive) becerilere ihtiyaç duyarlar.

    Duygulanım üzerine yapılan araştırmalar, bir ilişkide bir kişinin duyguyu ne kadar yoğun bir şekilde ifade ederse, diğer kişinin de bu deneyimi bilinçli ve bilinçdışı düzeyde paylaşma olasılığının o kadar yüksek olduğunu doğrulamaktadır (Sullins, 1991). Ayrıca, tedavi ettiğimiz kişiyi ne kadar sever ve onunla özdeşim kurarsak, empatik tepkimizin de o kadar yoğun olacağını göstermektedir (Hess & Kirouac, 2000). Hiçbir şey, bir terapisti yoğun duygusal acı içinde olan bir insanla sessizce oturmanın gerçekliğine tam olarak hazırlayamaz. Terapistin, danışanının hislerine karşı geliştirdiği duygusal ve bedensel tepkiler hem derinden etkileyici hem de rahatsız edici olabilir. Danışanın terapist üzerindeki duygusal etkisi, terapist eğitiminde muhtemelen en fazla ihmal edilen alanlardan biridir.

    Travma danışmanları, muhtemelen terapistler için “duygusal bulaşma faktörünü (emotional contagion factor)” açıkça tartışan ilk terapist grubuydu. Ağır istismara maruz kalmış hastaları tedavi ederken, bu terapistler kısa sürede hastalarının fiziksel ve duygusal semptomlarına benzer belirtiler geliştirdiklerini fark ettiler ve çoğu zaman “dolaylı travmatizasyon (vicarious traumatization)” olarak adlandırılan durumu önlemek için hastalarının duygularına karşı direnç göstermeleri gerekti (Pearlman & Saakvitne, 1995). Travmatize olmamış hastalarla paylaşılan duygulanım deneyimi, yönetilmesi bu kadar zor görünmese de, yine de mevcuttur.

    Onlarca yıl boyunca, çoğu psikanalist danışanın terapisti etkileme ihtiyacını patolojik bir direnç olarak gördü. Ancak Levenson (1972) ve Searles (1979) gibi bazı araştırmacılar, hastaların kendi hislerinin ve niyetlerinin terapist tarafından algılandığını ve işlendiğini fark etmelerinin doğal olduğunu anladılar. Onların sezgisel olarak vardıkları bu anlayış, ancak yakın zamanda duygulanım araştırmaları tarafından doğrulanmıştır. Araştırmalar, duyguların alınmak ve yanıtlanmak üzere (meant to be received and responded to) var olduğunu göstermektedir (Kemper, 2000). Duygulanımın birçok işlevinden biri, başkalarını etkilemek ve onlarda bir tepki uyandırmaktır. Bu kitap, hastanın belirli bir anda neyi talep ettiğini ve neye ihtiyaç duyduğunu anlamaya adanmıştır.

    Freud’un yineleme zorlantısı (repetition compulsion) kavramını yeniden ele alan Greenberg ve Mitchell (1983) ile Mitchell (1988), tüm insanların bakımverenleriyle kurdukları bağlanma ilişkileri doğrultusunda belirli ilişki kalıpları geliştirdiklerini ve bu kalıpları, terapötik ilişki de dahil olmak üzere tüm ilişkilerde bilinçdışı olarak tekrar ettiklerini vurgulamışlardır. Bu kalıplar, erken çocukluk döneminde öğrenilen hisleri, düşünceleri ve beklentileri içerir ve yalnızca tanıdık oldukları için yetişkinlikte de bilinçdışı bir şekilde tekrarlanır. Nörobilim araştırmaları, bu kalıpların gerçekten de erken yaşta beyinde oluştuğunu ve kolayca değişmediğini doğrulamaktadır. Bu nedenle, artık danışanlarımızın bizden bir duygusal yanıt alma ihtiyacını, erken dönem bağlanmalarının kaçınılmaz bir işlevi olarak görüyoruz; çünkü bu bağlanmalar, beyinde kolayca tetiklenebilen duygulanım programları olarak kodlanmıştır (Griffiths, 1997). Ancak çoğu zaman kabul etmediğimiz şey, terapistlerin de her ilişkiye kendi yerleşik ilişki kalıplarını getirdiğidir. Danışanlarımız bizden bir duygusal tepki beklediği gibi, biz de onlarla ilişkiye girerken onların duygulanımsal yanıtlarını ararız. Terapistin sahip olduğu ilişki kurma kalıpları, hangi danışanlarla daha iyi çalışabileceğini, onları nasıl etkileyeceğini ve onlardan nasıl etkileneceğini belirler.

    İYİ BİR UYUMUN ÖNEMİ

    Hem terapistin hem de hastanın bağlanmaya dayalı ilişki kalıplarına sahip olduğunu anlamak, iyi bir uyumun gerekliliğini ve karşılıklı olarak birbirlerini etkileme arzusunun doğal olarak ortaya çıkışını kavramayı kolaylaştırır. Eğer benden çok farklı birini tedavi etmeye çalışırsam ve onunla kolayca bağ kuramazsam, başarılı olma olasılığım azalır. Ancak, bir hastayla fazla özdeşim kurarsam, kolaylıkla onu kendi ihtiyaçları yerine, kendi ihtiyaçlarıma göre yönlendirme hatasına düşebilirim. İdeal olarak, iyi bir uyum (match), ilişkisel tarzların uyumluluğunu içerir—terapist ile danışan arasındaki ayrımı bulanıklaştırmayacak kadar, ancak bir bağlantı kurmaya yetecek kadar erken dönemde paylaşılan duygusal deneyim.

    İyi bir uyum üzerine yapılan entelektüel tartışmalar (Kantrowitz, 1995) temelde bu noktaları vurgular, ancak terapistlerin hangi hastalarla çalışmaları gerektiği ve hangi hastalarla çalışmamaları gerektiği konusunda belirgin bir rehberlik sunamaz. Tanıya dayalı eşleştirmenin tutarlı bir şekilde verimli olduğu kanıtlanmamıştır. Örneğin, bipolar bozukluğu olan danışanlarla başarılı bir şekilde çalışmış olsanız bile, bu durum sizin bipolar bozukluğu olan çoğu danışan için iyi bir eş olacağınız anlamına gelmez. Hastaları terapistlerle tanıya göre eşleştirme konusunda herhangi bir yargıda bulunmak, yalnızca yıllar süren deneyimle kazanılan nüanslara yönelik bir hissiyat gerektirir. Ancak yeni terapistlerin mesleğe başladıklarında kullanabilecekleri belirli kriterlere ihtiyacı vardır.

    Yeni terapistler anksiyete ile mücadele ederken, tedaviye başvuran belirli bir danışanla çalışıp çalışmamaya nasıl doğru bir şekilde karar verebilirler? Bir terapist, ilk bir veya iki seansta bu değerlendirmeyi makul bir şekilde nasıl yapabilir? Ve ilişki kurulduktan sonra, terapistler hastanın rahatsız edici olabilecek derin duygusal deneyimlerine direnmekten nasıl kaçınabilirler?

    Danışan odaya ilk girdiği andan itibaren, ona karşı içgüdüsel tepkimi not ederim. Ona baktığımda ne hissediyorum? Elini sıktığımda bana baktı mı? Fiziksel duruşunda dikkatimi çeken bir şey var mı? Ona karşı çekim hissediyor muyum, nötr müyüm, mesafeli mi hissediyorum yoksa ondan rahatsız mı oluyorum? Konuşmaya başladığında bir duygu hissediyor muyum? Eğer hissediyorsam, bu hangi duygu? İkimiz için de ödüllendirici bir terapötik ilişki hayal edebiliyor muyum? Daha önce de belirttiğim gibi (Maroda, 2005), terapistin belirli bir düzeyde tatmin duygusu yaşaması, özellikle uzun vadeli bir terapi sürecinde, tedavinin başarılı olması için gereklidir. Bir hastayla çalışıp çalışmamaya karar vermek, büyük ölçüde terapistin o anki kendi duygusal deneyimine erişebilmesine bağlıdır.

    Bir kişinin terapiye başvurmuş olması, onunla çalışmanız gerektiği anlamına mı gelir? Çoğu terapistin, bir danışanı almak istemediğini kabul etmekte zorlandığını görüyorum. Ancak, ilginizi çekmeyen veya hoşlanmadığınız biriyle terapi sürecine -hatta kısa vadeli bir çalışmaya bile- girişmek iyi bir fikir değildir (Maroda, 1999). Alan yazınını incelediğimizde, tüm insanların, mekânların ve nesnelerin bizde anında olumlu ya da olumsuz bir tepki uyandırdığını gösteren çalışmalar bulunmaktadır (Andersen, Reznik, & Glassman, 2005; ayrıca bkz. Bargh, Chaiken, Govender, & Pratto, 1992; Fazio, 1986; Russell, 2003). Bu durumda, terapistlerin belirli hastalarla iyi çalışamama potansiyelleri konusunda daha fazla öz-farkındalık geliştirmeleri gerekebilir.

    Bir danışana karşı duydukları anlık hoşnutsuzluğu aşarak gerekli empatiyi sağlayabileceklerine inanan terapistler, neredeyse her zaman yanıldıklarını kanıtlarlar. İşlevsel bir terapötik ittifak kurabilmek için, her iki tarafın da birbirine karşı yeterince meraklı ve ilgili olması gerekir. Eğer terapist ile hasta arasında iyi bir uyum yoksa, hastanın kendi duygularını deneyimlemesine aracılık eden duygusal bağ oluşmayacaktır.

    Bir atölye çalışmasında bu fikirleri sunduğumda, bir katılımcı “Eğer terapistler olarak sevimsiz insanları reddetmeye başlarsak, dünyadaki tüm sevimsiz insanları kim tedavi edecek?” diye sordu. Buna şu şekilde yanıt verdim: Bu, kendisiyle çıkmak istemediğiniz birinin asla bir partner bulamayacağını düşünmek gibidir. Tıpkı sosyal ilişkilerde olduğu gibi, bir danışan yeterince ararsa, muhtemelen kendisiyle iyi bir uyum yakalayacak bir terapist bulacaktır. Bir terapiste itici gelen bir danışan, bir başkası için ilgi çekici olabilir. Terapistler, meraklarını uyandırmayan ve hoşlanmadıkları hastaları kabul ettiklerinde, hem hastaya hem de kendilerine haksızlık yapmış olurlar.

    Ancak bu, olumsuz özelliklere veya davranışlara sahip bir hastayı kabul etmemeniz gerektiği anlamına gelmez. Çoğu hastanın, ilişkilerini zorlaştıran bazı sorunları vardır -hatta bu sorunlar sadece geçici bile olsa- ve bizim görevimiz, onların başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmalarına engel olan bu bariyerleri aşmalarına yardımcı olmaktır. Terapide yeterince uzun süre çalıştığınızda, geçmişte terapi sürecinde iyi sonuç alınamayan birini hatırlatan, ancak aslında çalışmaya uygun olan bir hastayı reddetme eğilimine kapılabilirsiniz.

    Bir keresinde, başka bir şehirde çalışan bir terapist beni arayarak, bölgeye taşınacak olan bir hastasını kabul etmeye istekli olup olmadığımı sordu. Bu hasta hakkında biraz bilgi almak istedim ve terapist, çok fazla ilerleme kaydedemediklerini isteksizce kabul etti. Ancak hemen ardından, bu hastanın -Debra’nın- 20’li yaşlarının başında, zeki ve zaman zaman sevimli biri olduğunu ekledi. Terapist, Debra’nın terapi sürecinde ilerleme kaydetme potansiyeline sahip olduğunu bana güven vermeye çalışarak belirtti. Bu terapistle telefonda konuşurken, bana tam anlamıyla dürüst davranmadığına dair içgüdüsel bir hisse kapıldım. Ancak yine de, Debra ile yüz yüze görüşüp iyi bir uyum sağlayıp sağlayamayacağımızı görmek için bir randevu ayarlamayı kabul ettim.

    İlk seansımız için Debra ile tanışmak üzere bekleme odasına gittiğimde, her zamanki gibi elimi uzatarak kendimi tanıttım. O ise gözlerini yere indirerek utangaç bir şekilde zayıf bir yarım tokalaşma sundu. Onun utangaçlığı benim için bir sorun değildi, ancak olağanüstü zayıf tokalaşması bende olumsuz bir tepki uyandırdı. Terapi sürecinin başlarında yalnızca ilişkisel geçmişe odaklandığım için, geçmişteki ilişkileri hakkında bilgi almak istedim. Ancak aile çevresi dışında neredeyse hiç ilişkisi olmadığını açıkladı. Daha önce üç farklı terapistle çalışmış ve ergenlik yıllarından itibaren sürekli olarak terapi sürecinde olmuştu. Burada terapistlerin onun için bir tür can simidi işlevi gördüğüne dair bir kalıp oluşmaya başladığını fark ettim. Ailesinin mal varlığı sayesinde, temelde terapistleri kendisine eşlik etmeleri için ödeme yapabiliyordu. Her zaman psikanalitik yönelimli bir terapist seçiyor ve görünüşe göre analitik sürece dahil olmak amacıyla hemen haftada birden fazla seans planlıyordu.

    Debra’ya karşı açık ve dürüst oldum. Ona, terapinin, onun kendi başına başarılı bir şekilde yolunu bulmasını kolaylaştırmak yerine, dışarıdaki ilişkilere alternatif olması konusunda endişeli olduğumu söyledim. O ise, bunun böyle olmadığını ve sadece daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Ancak, ilişki geçmişinin zayıf olması ve benim ona karşı gerçek bir ilgi hissetmemem nedeniyle, aslında onu başka bir terapiste yönlendirmeliydim. Buna rağmen, Debra’nın başka terapistlerle görüşmeye isteksiz olması, onu yönlendiren meslektaşımın bir an önce yeni bir terapistle çalışmasını sağlama konusundaki endişesi ve benim boş seans saatlerimin olması gibi faktörlerden etkilenerek, onunla çalışmayı kabul ettim. Kendisine karşı güçlü olumsuz hisler beslemediğim için, tedavisini üstlenmeye karar verdim.

    Debra ile terapi sürecinin ilk yılı oldukça iyi geçti. Kendini aşırı kırılgan bir şekilde ifade ettiğinden, benim ona bu şekilde yaklaşmamam hoşuna gitti. Önceki terapistleri, onun çok sık yaşadığı intihar takıntılarını tetikleme korkusuyla yüzleşmekten kaçınmışlardı. Bana intihar etmeyi düşündüğünü söylediğinde, “Kime öfkelisin?” diye sordum. Yavaş yavaş daha iyi olmaya başladı. Benimle göz teması kurma becerisi arttı, artık sadece benim sorularımı beklemek yerine kendiliğinden daha fazla konuşmaya başladı ve depresif semptomlarında önemli bir azalma yaşadı. Debra, iş yerindeki insanlarla daha fazla konuşmaya başladı, ancak hâlâ hiçbir sosyal ilişkisi yoktu. Buna ek olarak, egzersiz yapmaya başladı, bu da hem duygusal hem de fiziksel olarak kendisini daha iyi hissetmesini sağladı.

    Ancak, terapinin ikinci yılına girdiğimizde, Debra’nın artık iyileşme göstermediğini, hatta yeniden depresyona girmeye başladığını fark ettim. Bu geriye gidişi anlamaya çalışarak Debra ile bu konu hakkında konuşmaya başladım. Hayatında hiçbir şey değişmemişti, ancak yine de kaçınılmaz bir şekilde ilk başladığımız zamanki pasif-bağımlı ve ağır depresif zihniyetine geri dönüyordu. Psikiyatristi antidepresan dozunu artırdı, ancak bu da belirgin bir iyileşme sağlamadı. Debra, her Pazartesi seansına düzenli olarak geliyor ve tuhaf bir gülümsemeyle, hafta sonu boyunca egzersiz yapmadığını ve herhangi bir sosyal temas kurmadığını söylüyordu. Aslında evden hiç çıkmamıştı. Doğal olarak, bu durumu tersine çevirmek için aklıma gelen her müdahaleyi denedim. Ancak hiçbir şey işe yaramadı. Sonunda ona, önceki terapilerinin de benzer bir süreç izleyip izlemediğini sordum. Evet, öyle olduğunu söyledi. Ayrıca, bu terapide diğer tedavilere kıyasla çok daha fazla ilerleme kaydettiğini de belirtti.

    “Yani, ilerleme kaçınılmaz olarak kayboluyor ve başladığın duruma geri mi dönüyorsun?” diye sordum.

    “Evet,” diye yanıtladı. “Belki bu sefer farklı olur diye düşündüm, ama olmadı.”

    Bana özellikle garip gelen şey, Debra’nın bunu herhangi bir duygu veya kaygı belirtisi göstermeden söylemesiydi. Kendi kendini sabote eden davranışlarını anlatırken sürekli hafif bir gülümseme sergiliyordu. Çocukken ağır bir şekilde kontrol altında tutulmuştu, bu yüzden kimsenin ona fazla yaklaşmasına izin vermiyordu. Ve biri üzerinde inkâr edilemez bir şekilde olumlu bir etki yarattığında, bu etkiyi geçersiz kılma ihtiyacı duyuyordu. İkimiz de büyük bir enerji harcamış olmamıza rağmen, Debra’nın aslında gerçekten iyileşmediğini fark ettim. Onu terapiye kabul ettiğim için pişmanlık duydum. Sonunda ona, tedaviye yanıt vermeyen bir hastayı tedavi etmeye devam etmenin etik olmadığını düşündüğüm için yeni bir terapist bulmasının zamanının geldiğini söyledim. Bu durum onu üzse de, çözümü ailesinin yaşadığı şehre geri taşınmakta buldu.

    Bundan sonra, hayatının sorumluluğunu üstlenmeyen ve terapi sürecine gerçekten dahil olamayan bir hastayı asla kabul etmeyeceğime dair kendime söz verdim. Yaklaşık 15 yıl sonra, bu kitap boyunca hakkında konuşacağım Rebecca adını verdiğim bir danışan, terapi için bana geldi. Kısa bir süre önce bölgeye taşınmıştı ve iyi bir terapist bulmak için internet üzerinden araştırma yapmıştı. Önceki terapistiyle kötü bir deneyim yaşadığı için, bir sonraki terapistini dikkatlice seçmek istiyordu. Rebecca, Google’da benim adımı buldu ve yazılarımı, konuşmalarımı inceledi. Yazdıklarımdan bazılarını okuyarak, kendisi için en iyi seçeneğin benim olduğuma karar verdi. Beni arayarak bir randevu aldı. Onunla tanışmak için bekleme odasına girdiğimde, gördüğüm manzara beni şaşkına çevirdi. Karşımda, tıpkı Debra’ya benzeyen 20’li yaşlarında bir kadın duruyordu. Aynı içine kapanık, pasif tavır, benzer ten rengi ve vücut yapısı -ve aynı şekilde göz teması kurmada zorluk yaşıyordu. Ayrıca yavaş, neredeyse sürüklenerek yürüyen depresif bir duruşa sahipti. İlk tepkim şuydu: “Bu kişiyi tedavi etmek istemiyorum. O, Debra’ya fazla benziyor ve aynı deneyimi tekrar yaşamaya hiç niyetim yok.” Oturup neden beni görmek istediği hakkında konuşmaya başladığımızda, Debra ile daha da fazla ortak noktası olduğunu fark ettim. İkisi de birçok farklı terapist ile çalışmıştı ve ikisi de ağır depresyon ve intihar düşünceleri nedeniyle hastaneye yatırılmıştı. Buna ek olarak, Rebecca’nın kendine zarar verme (kesme) geçmişi vardı. Ona, mesai saatleri dışında telefon görüşmeleri ve olası hastaneye yatış gerektiren hastaları kabul etmediğimi söyledim. Bu tür vakaları daha genç meslektaşlarıma bıraktığımı ve isterse onu bu konuda deneyimli bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı belirttim. Ancak Rebecca kararlıydı.

    “Ama sizden hoşlandım ve yazdıklarınızı okuduktan sonra benim için en iyi terapist olacağınızı düşünüyorum. Size fazla yük olmam. Durumumu yönetebilirim, sizi aramam ve kesinlikle tekrar hastaneye yatmak istemiyorum.”

    Ona, beklenmedik duygusal olaylarını gizlemek zorunda kalmasının onun yararına olmadığını ve gelecekte hastaneye yatıp yatmayacağını kontrol edebileceğini düşünmenin kendisine haksızlık olacağını açıkladım. Onun için en iyisinin başka bir terapiste gitmek olacağını söyledim. İlk başta, beni kabul etmem için mücadele etmesinin yalnızca reddedilmek istememesinden kaynaklandığını düşündüm. Ancak zamanla, onun Debra ile tamamen aynı olmadığını fark ettim. Paylaştıkları pek çok ortak nokta olmasına rağmen, aynı zamanda birbirlerinden önemli ölçüde farklıydılar.

    Rebecca’nın kararlılığından etkilendiğim için ona başka tanısal sorular sormaya başladım ve onun ilişkilerini sürdürebildiğini, hatta uzun süredir devam eden birkaç arkadaşı olduğunu keşfettim. Ayrıca ailesine, özellikle de koruyucu hisler beslediği küçük erkek kardeşine oldukça yakındı. Onu Debra’dan en çok farklı kılan şey, benimle etkileşime girmekten çekinmemesi ve tedavi edilebilir olduğunu bana kanıtlamak için çaba göstermesiydi. Bir şeye ihtiyacı olduğunda pasifliği kayboluyordu. Rebecca ayrıca esprili ve eğlenceli bir yan sergiliyordu ve hatta beni, onu tedavi etmekte bu kadar isteksiz olmam konusunda mizahi bir şekilde alaya alacak kadar ileri gitti. Bu hoşuma gitti. Birkaç dakika sonra, ondan hoşlandığımı ve pasif, zayıf görünümünün altında mücadeleci bir ruh taşıdığını fark ettim. Onu tedavi etmeyi kabul ettim ve Debra ile yaşadığım deneyimin aksine, bu terapi süreci kariyerimdeki en başarılı tedavilerden biri oldu.

    Geçmiş deneyimler ve kişisel önyargılar, danışanlara yönelik ilk tepkileri belirgin şekilde etkileyebilir. Ancak, terapistlerin, hakkında iyi hissetmedikleri danışanları kabul etmeye, onları erkenden başka bir terapiste yönlendirmekten daha yatkın olduklarına inanıyorum. Muhtemelen bir danışanı başka bir terapiste yönlendirmenin önündeki en büyük engel, bunu danışana nasıl dile getireceğini bilememektir. Bunu, onun duygularını incitmeden ya da terapiye devam etme isteğini kırmadan ifade etmek zor olabilir. Ancak unutmayın ki, eğer bu kişinin sizinle iyi bir uyum sağlayamayacağını biliyorsanız, danışan da bunu bir düzeyde fark ediyordur.

    Terapist, uyumu değerlendirme konusunda birincil sorumluluğa sahiptir. Eğer terapist emin değilse, doğal olarak bir sonraki seans için randevu verir ve potansiyel uyumu değerlendirmek için biraz zaman tanır. Ancak, eğer daha ilk görüşmede uyum olmadığını fark ediyorsanız -ki çoğu terapistin bunu hemen anladığını düşünüyorum- danışana onun bir meslektaşınızla daha iyi çalışabileceğini basitçe söyleyebilirsiniz. Eğer başka terapistlerle birlikte (group practice) çalışıyorsanız, muhtemelen danışanla daha iyi çalışabilecek bir çalışma arkadaşınız vardır. Eğer özel muayenehanede çalışıyorsanız, yönlendirebileceğiniz birçok farklı seçenek bulunur. Bu süreci kolaylaştırmanın bir yolu, ilk görüşmenin amaçlarından birinin terapist ile danışanın uyumunu değerlendirmek olduğunu en baştan açıklamaktır. Eğer danışan için yanlış kişi olduğumu düşünüyorsam, ona şöyle bir şey söyleyebilirim: “Semptomlarınızı ve yaşadığınız sorunları dinledikten sonra, meslektaşım Dr. A.’nın bu alanda daha deneyimli olduğunu ve sizin için daha uygun bir terapist olabileceğini düşünüyorum.”

    Böyle bir şey söylemeden önce, zihnimde durumu değerlendirir ve bu danışanla iyi çalışabilecek birini bulmaya çalışırım. Uygun olabilecek bir terapistin adını belirledikten sonra, mümkünse birkaç isim öneririm ve danışana, eğer bu kişilerle uyum sağlayamazsa beni arayabileceğini ve başka isimler bulabileceğimi söylerim. Bazen bu süreç, danışanın ilk kez telefonla ulaştığında gerçekleşir; ya kişiyle ilgili hemen olumsuz bir hisse kapıldığım için ya da onun benim sahip olmadığım özel bir uzmanlık veya deneyim gerektiren bir sorunu olduğu için. Birini terapiye kabul etmemek doğası gereği kaygı yaratabilen bir durumdur, ancak başarılı olma ihtimali düşük bir sürece girmektense, onu uygun bir terapiste yönlendirmek daha iyidir. Başarılı bir terapi süreci yürütmek, terapist ve danışan iyi anlaştığında ve ilişki hakkında iyimser hissettiklerinde bile zorlu bir iştir. Hem terapist hem de danışan, başarısızlığa değil, başarıya ulaşmak için makul bir fırsatı hak eder.

    BAĞ KURAMAMA [Terapötik Sürece Dahil Olamama]

    Barrett, Wee-Jhong, Crits-Cristoph ve Gibbons (2008), bir danışanın terapisti kaç kez gördüğüne dair istatistiklerde gerçek bir değişiklik olmadığını rapor etmektedir. Yapılan bir inceleme sonucunda, danışanların %50’sinin üçüncü seanstan önce terapiyi bıraktığı, %35’inin ise sadece tek bir seanstan sonra süreci sonlandırdığı bulunmuştur. Çoğu danışan altı ila sekiz seanstan fazla devam etmemektedir; bu da temel bir davranışsal müdahale için önerilen 11–13 seanslık sürenin altında kalmaktadır. Bu oranlar, hem kurumsal hem de özel terapi ortamları için geçerlidir ve ücretin bir faktör olmadığı görülmüştür; çünkü tedavinin ücretsiz olduğu durumlarda bile istatistikler değişmemektedir. Görünüşe göre birçok danışan, tek bir seansın ardından ya da ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmek istemediğine karar vermektedir. Yardıma ihtiyacı olduğunu kabul etmenin, bir terapisti aramanın ve ilk seansa endişeyle gelmenin ne kadar zor olabileceği göz önüne alındığında, neden bu kadar az insan terapiye devam etmektedir?

    Danışanlar, bir terapistle uyumsuz olduklarını kendi başlarına belirleyip, ardından başka bir yerde tedavi aramaya mı karar verirler? Bazıları bunu yapabilir, ancak çoğunun yapmadığını düşünüyorum. Bu istatistikler bana, terapistlerin özellikle ilk bir veya iki seansta danışanlarını duygusal olarak sürece daha iyi dahil etme konusunda daha başarılı olmaları gerektiğini göstermektedir.

    Terapistlerin hoşlanmadıkları ve bağ kuramadıkları hastaları tedavi etmemeleri gerektiğini vurgulasam da, bu tür hastaların çoğunluğu oluşturmadığı da bir gerçektir. Peki, yeterince sempatik olan ve terapiye ilgi duyan hastalar ne olacak? Neden tedavide daha uzun süre kalmıyorlar? İlk görüşmede ne oluyor ya da ne eksik kalıyor ki onları terapiye devam etmekten caydırıyor?

    Terapistler, yeni biriyle tanıştıklarında herkes gibi anksiyete yaşarlar. Yeni terapistler, doğal olarak deneyimli terapistlere kıyasla daha fazla anksiyete hissederler. Asıl soru, terapistler yeni bir danışanla tanışma ve onunla çalışıp çalışmamaya karar verme sürecinde kendi anksiyetelerini nasıl yönetirler? Ve kullandıkları duygulanım düzenleme yöntemleri uyumlu mudur -yani gerçekten işe yarar mı? Danışanların terapiyi bırakma oranı göz önüne alındığında, bu yöntemlerin etkinliğini sorgulamak yerinde olacaktır.

    Barrett ve diğerleri (2008), erken sonlandırmanın genellikle ya terapötik sürece dahil olamama ya da terapötik ittifakta meydana gelen bir bozulma veya çatışmanın ele alınmaması nedeniyle gerçekleştiğini öne sürmektedir. Ancak, olumsuz hisleri ele almanın zorluklarını da kabul etmektedirler. Bu konuda şöyle derler:

    “Zayıf terapötik ittifakları fark etmek ve ele almak zor bir süreçtir. Örneğin, Regan ve Hill (1992), hem terapistlerin hem de danışanların özellikle olumsuz hisler olmak üzere, olumsuz şeyleri dile getirmekten kaçındıklarını bulmuştur. Olumsuz şeylerin söylenmeden bırakılması özellikle endişe vericidir, çünkü yapılan bir çalışmada terapistlerin, danışanların dile getirmediği düşüncelerin yalnızca %17’sinin farkında olduğu görülmüştür. Hatta uzun süreli deneyime sahip terapistler bile gizli olumsuz hisleri yalnızca %50’den daha az bir oranda tespit edebilmiştir.” (s. 256)

    Açıkça görülüyor ki, terapistlerin duygulanımı yönetme konusundaki zorlukları, olumsuz hislerle rahat olamamaları ve yeni danışanlarla yapılan nazik yüzleşmelerden kaçınmaları, terapötik ilişkiyi kurmayı daha da zorlaştırmaktadır.

    Terapötik ittifakın en baştan güçlü bir şekilde kurulmasını engelleyebilecek bir diğer olası faktör, aslında ilişki kurmayı zorlaştıran bazı geleneksel terapist davranışlarıdır. Öykü alma süreci bunlardan biri olabilir. Hirsch (2008), danışanın öyküsünün doğal olarak, terapistle kurulan diyalog içinde ortaya çıkmasına izin vermeyi tercih etmektedir. Ben de bu görüşe katılıyorum ve not almanın, belirlenmiş soru listelerine bağlı kalmanın, sigorta formları ve diğer evrak işleriyle uzun süre ilgilenmenin, danışanlarla duygusal bağ kurmaya engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Bir danışan terapiye geldiğinde, genellikle sıkıntı içinde ve gergin olur. Yeni danışanlarla tokalaşmak çoğunlukla terli ve sıcak avuç içlerini ortaya çıkarır. Danışanın kendisi hakkında rahatça konuşmasını sağlamak, ilk hedefimiz olmalıdır. Sunabileceğimiz en iyi şey, onlara mümkün olan en erken aşamada endişelerini dile getirme fırsatı sunmak ve dinleme yeteneğimizi ve empati kurma becerimizi göstermektir. Eğer belirli bir danışanla iyi çalışamayacağımıza karar vermediysek, ona savunmasız, zayıf, utanç verici ya da mahcup hissetme korkularını aşmasında yardımcı olmamız gerekir.

    İlk seanslar terapistler için de zordur, çünkü genellikle yoğun duygusal olaylar içerir ve tanımadığımız bir kişinin üzerimizde yaratacağı etkiye hazır olmayabiliriz. Tıpkı danışanlarımızın bizim onları reddetmemizden ya da anlamamamızdan korkması gibi, bizim de bilinçdışı düzeyde, onların anksiyetesi, acısı veya umutsuzluğu karşısında bunalmaktan korktuğumuzu düşünüyorum. Zamanla, danışanlarımızın duygu ifadelerine uyum sağlamayı öğreniriz. İçsel tepkilerimizi duyma ve düzenleme konusunda bir bağlam geliştiririz. Ancak ilk seanslar kaçınılmaz olarak bilinmezliğin getirdiği korkuyu barındırır. Bu korkunun farkında olmak, ilk görüşmeden önce terapistlerin, yoğun bedensel tepkiler verme olasılığıyla ve duygusal bir danışanın karşısında kendilerini içsel olarak biraz kontrolden çıkmış hissetme riskiyle başa çıkmalarına yardımcı olabilir. Karşı aktarımsal duyguları öngörmek ve bunları doğal bir süreç olarak kabul etmek, terapistlerin dikkatlerini danışanın sunduğu duygulanımla yüklü materyale odaklı tutmalarına yardımcı olabilir. Böylece, aile öyküsü almak gibi dikkat dağıtıcı unsurlara yönelmek yerine, danışanın getirdiği duygusal içeriğe doğrudan temas etmek mümkün hale gelir.

    Not almak, terapötik sürece önemli bir engel oluşturur çünkü yüz yüze teması ve sözsüz duygulanımsal iletişimi kesintiye uğratır; oysa bunlar, terapötik ilişkinin kurulmasında hayati öneme sahiptir. Seans sırasında sürekli not tutan terapistlerin, ne zaman yazmaya karar verdiklerine dikkat etmeleri faydalı olabilir. Bunu yaptıklarında, genellikle danışanın hayatına dair önemli gerçekleri ortaya koyduğu anlara değil, kendi içsel duygusal deneyimlerine yanıt verdiklerini ve bunları düzenlemeye çalıştıklarını fark edeceklerdir.

    DANIŞANIN KENDİSİ HAKKINDA SÖYLEDİKLERİNE DİKKAT ETMEK

    Danışanlar, tıpkı diğer ilişkilerde olduğu gibi, ilk seansta kendileri hakkında esasen önemli bir şey söylerler. Örneğin, biri şaka yollu “Kız arkadaşıma patolojik bir yalancı olduğumu söyledim, ha ha” derse, bu kişiyle çalışırken sıklıkla gerçeği çarpıttığını fark etmeniz muhtemeldir. Başka bir danışan “Ben ilişki kurmada hiç iyi değilim. Hiçbir ilişkim yolunda gitmez” diyebilir. Bu kişinin söylediklerini hemen kesin bir yargıya vararak değerlendirmem, ancak terapötik ilişkinin de sorunlu olacağını ima ettiğini kabul ederim. (Tedaviye yönelik prognozu belirlerken, danışanımın uzun vadede herhangi bir ilişkiyi sürdürebilip sürdüremediğini göz önünde bulundururum. Uzun süreli bir ilişkiyi sürdürememe, kötü bir prognozun göstergesidir.)

    Başka bir danışan, görece sağlıklı ve yüksek işlevselliğe sahip biri gibi görünebilir. İyi giyimli, çekici ve kendini iyi ifade eden biri olabilir. Ancak gayet sıradan bir şekilde, zihinsel olarak ciddi bir sorunu olabileceğini sıkça düşündüğünü dile getirebilir. Muhtemelen haklıdır. Terapistler, danışanlarının en iyi yönlerini görmek ve onlara yardımcı olabileceklerine inanmak isterler. Ancak yine de, danışanların kendileri hakkında söylediklerini ciddiye almalıyız. Onların ifadelerini sadece düşük benlik saygısı ya da depresyonun bir yansıması olarak görme dürtüsüne direnmeliyiz. Bu sözler, aslında danışanın terapist için bir uyarısıdır -terapötik süreçte bizzat deneyimleyeceğiniz şeylerin habercisi olabilir.

    Danışanların terapinin başındaki davranışları, söyledikleri kadar kendilerini açığa vurucu olabilir. Geç gelen, oturma seçeneği sunulduğunda terapiste mümkün olduğunca uzak bir yeri tercih eden, sadece utangaç değil, aynı zamanda kaçınmacı davranan danışanlar -tüm bu davranışlar, terapötik sürecin ilerleyen aşamalarında neler bekleyebileceğinize dair önemli ipuçları sunar.

    Doğrusu, danışanların kendileri hakkında söyledikleri olumlu şeyler de büyük olasılıkla doğrudur. Genellikle insanlarla iyi anlaştığını ve sevilen biri olduğunu söyleyen bir kişi, muhtemelen sizin de seveceğiniz biri olacaktır. Kendisinde yetenek olduğunu ve başarılı olacağını, sadece birkaç şeyi yoluna koyması gerektiğini söyleyen biri de büyük olasılıkla haklıdır. Hepimiz, şu anki durumumuz ve olası geleceğimiz hakkında tahmin ettiğimizden çok daha fazla bilgiye sahibiz.

    TERAPİSTİN DANIŞANIN DENEYİMİNE TAM DAHİL OLUŞU (İMMERSİYONU)

    Mesleğimizin en büyük faydalarından biri, işimizin gereklilikleri nedeniyle kendi günlük sorunlarımızı ve küçük krizlerimizi bir kenara bırakmaya zorlanmamızdır. Ancak, yeni terapistler için bu süreç daha zorlu olabilir; çünkü fazla bilinçli olma ve başarısızlık korkusu, danışanı gerçekten dinleme yetilerini engelleyebilir. Hill, Stahl ve Roffman (2007), yeni terapistlerin genellikle çok fazla kapalı uçlu soru sorduklarını, danışanlarına tavsiye verdiklerini, kişisel bilgilerini paylaştıklarını ve arkadaşlarıyla gayriresmî yardım süreçlerinde olduğu gibi çok fazla konuştuklarını bildirmektedir (s. 365). Günlük tutarak endişelerini paylaşan yeni terapistlerle yapılan araştırmalar, iyi bir terapist olma konusunda yoğun anksiyete yaşadıklarını ortaya koymuştur. Yeni terapistler, danışanla fazla özdeşim kurma ya da tam tersine yeterince bağ kuramama; seansları yönlendirme konusunda aşırı baskıcı olma ya da fazla pasif kalarak danışanı kendi haline bırakma; etkili, kısa müdahaleler formüle etme konusunda güçlük çekme gibi sorunlar bildirmiştir. Yeni terapistlere yönelik bu kapsamlı araştırmalar, onların klinik materyali nasıl ele alacakları konusunda daha fazla yönlendirmeye ve aynı zamanda kendileriyle ilgili farkındalıklarını artırmaya ihtiyaç duyduklarını göstermektedir.

    Peki, ne zaman müdahale etmeli ve ne zaman sessiz kalmalısınız? Genellikle, ilk soruyu sorduktan sonra -“Bugün sizi buraya getiren nedir?” ya da “Size nasıl yardımcı olabilirim?”- mümkün olduğunca sakin ve sessiz kalmam gerektiğini varsayarım. Çoğu danışan, terapistin fazla müdahalesine gerek kalmadan tüm seans boyunca konuşacaktır. Bazen empatik bir yorum veya yönlendirici bir soru, anlatının akışını sürdürmek için gerekli olabilir, ancak genellikle fazlasına gerek yoktur.

    Çok utangaç veya korkmuş bir danışan, daha temkinli olabilir ve daha fazla güvenceye ve yönlendirmeye ihtiyaç duyabilir. Ancak bu tür danışanlar, bunu kısa sürede bize belli ederler. Geçmişte terapötik süreçte sessizliğin fazlasıyla vurgulandığını düşünüyorum, ancak günümüzde birçok eğitim programında yeterince üzerinde durulmadığını görüyorum.

    Eğer bir danışan, söylediklerini ya da hissettiklerini anlayıp anlamadığınızı sorarsa, dürüst olun. Anlamıyorsanız, bunu açıkça ifade edin. Örneğin, “Bunu söylediğinizde tam olarak neyi kastettiğinizden emin değilim…” ya da “Olanlar karşısında daha çok üzüntü mü yoksa daha çok öfke mi hissettiğinizi tam olarak anlayamıyorum” gibi ifadeler, danışanın kendisini daha iyi açıklamasına yardımcı olacaktır. Hiçbir danışan, terapistin mükemmel olmasını beklemez. Dürüst olmak, danışanın deneyimini saygıyla ele alma ve anlamaktan emin olmadığınızda bunu kabul etme isteğinizi gösterir. Eğer danışan, cümlelerini yarım bırakıyorsa ya da kendini o kadar belirsiz ifade ediyorsa ki ne demek istediğini anlayamıyorsanız, bunun farkında olması gerekir. Ona, bu geri bildirimi vermenizin sebebinin, onu anlamanın sizin için önemli olması olduğunu açıklayın.

    Yeni terapistlerin en sık yaptığı hatalardan biri, daha fazla konuşmaları gerektiğini varsaymalarıdır. Bir danışan bir yanıt beklediğinde duraklar, size bakar veya doğrudan bir soru sorar. Bilginizi göstermek için hemen konuşmaya başlamak ya da çok hızlı şekilde peş peşe sorular sormak, danışanın duygularını derinlemesine ifade etmesini teşvik etmek yerine, onu yüzeyde tutma eğilimi yaratacaktır.

    Yeni terapistler genellikle danışanın sorununu çözmeleri gerektiğine inanırlar ve buna göre hareket ederler. Ancak, danışana doğrudan “Sizce burada asıl sorun nedir?” diye sormak ve onun kendi deneyimi üzerine düşünmesini sağlamak, sorunu hızla çözmeye çalışmaktan çok daha terapötik olacaktır.

    Danışanların sadece konuşarak bile ne kadar büyük bir rahatlama yaşadıklarını görmek beni hâlâ şaşırtıyor. Terapistler, sessizce oturup doğal duygusal tepkilerinin yüzlerinde kelimesiz bir şekilde belirmesine izin verdiklerinde, hiçbir şey yapmadıklarını hissedebilirler. Ancak bunun gerçek hayatta ne kadar nadir yaşandığını düşündüğünüzde, sıkıntı içindeki biri için ne kadar değerli olabileceğini anlayabilirsiniz. Çoğu insan, sorunlarını bir arkadaşına veya aile üyesine anlattığında, hızla “Ah evet, bana da benzer bir şey olmuştu.” gibi bir yanıt alır ve dinleyici, o noktada anlatıyı keserek kendi hikâyesine geçer. Oysa sessiz, şefkatli ve gerçekten dahil olan bir dinleyici, terapi arayışındaki biri için oldukça nadir bulunan ve büyük takdir gören bir deneyimdir.

    KAVRAYIŞINIZI DEĞERLENDİRMEK [GAUGING YOUR UNDERSTANDİNG]

    Ne zaman konuşmanız gerektiğine nasıl karar verirsiniz ve nereden başlamak en iyisidir? Danışanlar, bir yanıt beklediklerini konuşmayı durdurarak belli ederler. Yüzlerinde sorgulayıcı bir ifadeyle doğrudan size bakabilirler ya da söylediklerini anladığınızı düşünüp düşünmediklerini doğrudan sorabilirler. Terapinin erken aşamalarında kısa ve empatik ifadeler, danışanın kendini daha derinlemesine keşfetmesini kolaylaştırmada genellikle etkili olur. Uzun zamandır başarılı bir dinleme ölçütü olarak kullandığım şeylerden biri, danışanımın söylediklerini ya da hislerini anladığımı ifade ettiğimde, onun “Kesinlikle” ya da “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı yanıtlar vermesidir.

    Lisansüstü eğitimimdeki ilk teknik dersimde, profesörümüz bizi bir ajansın gönüllü danışanlarıyla röportaj yapmaya ve bu görüşmeleri ses kaydına almaya yönlendirdi. Daha sonra, kayıttan 10 dakikalık bir bölümü seçmemizi ve bunu yazıya dökmemizi istedi. Ayrıca, transkripti iki sütuna ayırmamız gerekiyordu; sol tarafa danışanın ifadelerini, sağ tarafa ise bizim yanıtlarımızı yazacaktık. Bu egzersiz benim için son derece değerliydi, çünkü sadece seansta bulunarak fark edemediğim şeyleri “okuyabilme” fırsatı yakaladım. İçgüdüsel olarak seansın iyi geçtiğini ve danışanımın endişelerini anladığımı düşünmüştüm. Ancak, transkripti okumak benim için adeta bir aydınlanma anıydı. Birdenbire, hangi noktalarda terapötik bir yanıt verdiğimi ve hangi noktalarda hatalı yaklaştığımı açıkça görebiliyordum. Tam olarak yerinde bir yanıt verdiğimde, danışan hemen “Kesinlikle”, “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı ifadeler kullanıyordu. Eğer “Sanırım” ya da “Galiba” gibi belirsiz yanıtlar veriyorsa, biraz hedefin dışında olduğumu anlıyordum. Eğer gözlerini kaçırıyor, sessiz kalıyor ya da konuyu değiştiriyorsa, verdiğim yanıtın hedefi tamamen ıskaladığını biliyordum.

    Özellikle dikkat çekici olan şey, kendi ilgisizliğim veya savunmacı tepkim nedeniyle konuyu değiştirdiğim anlardı. Danışanımın bu duruma verdiği tepki beni şaşırttı: Vazgeçmedi. Birkaç dakika içinde aynı konuya geri döndü ve bana tekrar yanıt verme fırsatı sundu. O dönemde profesörümün söylediği ve sonraki klinik deneyimlerimle de doğrulanan şey şuydu: Bu neredeyse her zaman böyle olur. Danışanlarımız, kendileri için önemli olan bir şeyi aktarma çabalarından genellikle vazgeçmezler. İhtiyaç duydukları tepkiyi almak için denemeye devam ederler. Bu erken dönem eğitim deneyiminden, en ağır psikolojik sıkıntıları yaşayan danışanların bile dirençli olduklarına dair büyük bir saygı kazandım. Danışanlarımın bana her zaman ikinci bir şansı vereceğini anlamak benim için büyük bir rahatlık sağladı. Anksiyetem azaldı, önemli bir şeyi kaçırıp terapinin gidişatını bozma konusundaki kaygım azaldı. Tabii ki, ne kadar az kaygılı ve endişeli olursam, duygusal olarak o kadar daha fazla anda kalabiliyor ve danışanlarıma daha dikkatli şekilde odaklanabiliyordum.

    Yeni terapistlere, seanslarını kaydetmelerini tavsiye ediyorum, çünkü bu süreç son derece öğretici sonuçlar doğurur. Yalnızca yanıtlarımızın hangi noktalarda hedefi ıskaladığını belirlemekle kalmaz, aynı zamanda danışan ve terapist arasındaki etkileşimde bizi konudan uzaklaştıran şeyin ne olduğunu da analiz edebiliriz. Kendime şu soruları sorabilirim: “Neden konuyu değiştirdim? Danışan ne hakkında konuşuyordu ya da ben onunla ilgili ne hissediyordum ki bu beni rahatsız etti ya da ilgimi çekmedi?” Kendi zayıflıklarını görmek konusunda cesur olan bir terapist, bu tür titiz bir öz değerlendirme süreciyle büyük ölçüde gelişim gösterebilir. Kendi acınızla ve zayıflıklarınızla yüzleşmenin sizi yalnızca daha iyi bir terapist yapacağını bilmek, bu sürece motive edici bir anlam kazandırır. Danışanı gerçekten anladığınız ve ona derin bir rahatlama ya da içgörü sunduğunuz anları görmek, öz değerlendirme sürecini hem tatmin edici hem de düşündürücü kılar. Danışanı değil, etkileşimi incelemeye yönelik bir alışkanlık geliştirmek, keşfetmek için yeni bir dünyanın kapısını açar.

    TEMEL EMPATİ

    Psikoterapi öğrencilerinin çoğu, eğitimlerinin erken aşamalarında empati (emphaty) kavramıyla tanışır. Başkalarının ifadelerini yeniden formüle etmeyi ve özellikle doğrudan ya da örtük olarak ifade edilen duygulara odaklanmayı pratik ederler. Ancak daha yüksek düzeyde empati, yeni terapistlerin genellikle papağan gibi tekrar ettiği yüzeysel yanıtları aşmayı, danışanın beden dilini, duygularını yüz ifadesiyle nasıl ortaya koyduğunu ve dile getirdiği düşüncelerin altında yatan anlamları bütüncül bir şekilde gözlemlemeyi gerektirir. Danışanın inkâr içinde olduğu ya da hissettiği duygular nedeniyle suçluluk duyduğu durumlarda, terapistin onun gerçekte ne hissettiğini yansıtabilmesi son derece özgürleştirici olabilir.

    Bazen bazı danışanlar, terapistin empatik ifadelerini reddederler (McWilliams, 2004). Empatinin bazı insanlar tarafından geri çevrilmesi mantıksız gibi görünse de, bu durum terapist için süreci önemli ölçüde zorlaştırabilir. Empati karşısında diken diken olan ve sinirlenen danışanlar, zayıflık veya acıyı kabul edemedikleri için böyle tepki verebilirler; çünkü bu durum onları aşağılanmış hissettirebilir. Bu kişiler için empati, acınmak ile eşdeğer olabilir ve kimse acınmak istemez. Bu nedenle, empatinin dozuna dikakt edilmeli, empati az ve kademeli miktarlarda verilmelidir.

    Rebecca, bu bölümün başlarında tanıttığım danışan, birkaç terapistle görüştükten sonra beni seçtiğini ve bunun nedeninin “terapist sesi”ne sahip olmamam olduğunu söyledi. Ona tam olarak neyi kastettiğini sorduğumda, aşırı müşfik ve yapay bir şekilde yatıştırıcı bir ses tonu kullanan birini taklit etti; bu, açıkça samimiyetsiz bir tavrı yansıtıyordu. Birçok terapistin danışanlarına karşı küçümseyici bir yaklaşım sergilediğini, böylece danışanlarıyla aralarında otomatik olarak bir üstünlük ilişkisi kurduklarını düşündüğünü söyledi. Ona, duygusal tonu “zavallı bebeğim” anlamına gelen bir terapist gerekmiyordu. Daha saygılı ve eşitlikçi bir ilişki arıyordu. Ayrıca, duygularını açıkça ifade etmeyen biri olduğu için, aşırı duygusal tonda olmayan empatik ifadeleri tercih ettiğini belirtti.

    Hangi danışanların terapistin empati ve anlayış gösterme çabalarını reddedeceğini tahmin etmek zor olabilir. Narsisistik ya da borderline özellikler gösteren bazı danışanlar yalnızca empati beklemekle kalmaz, aynı zamanda yeterince empati görmediklerinde bunu sert bir şekilde eleştirebilirler. Tanı, bir danışanın terapistin empatik yanıtlarını kabul edip etmeyeceğini her zaman kesin olarak tahmin etmez. Çoğu danışan, terapistin empati olarak sunduğu ile kendisinin empati olarak deneyimlediği şey arasındaki farkı hızla belli eder.

    Örneğin, Rebecca annesinin kendisini zaman zaman aşağılayıp sözlü olarak istismar ettiğini anlattığında, ona “Bu, hislerini incitmiş olmalı.” dedim. O ise “Evet, sanırım öyle.” diye isteksiz bir yanıt verdi. Ardından “Ve seni öfkelendirmiş olmalı.” dedim. Bu sefer hemen öfkelendiğinin farkında olmadığını söyledi ve vücudunu benden uzaklaştırdı. Ardından, annesinin kendisine sadece onu hayal kırıklığına uğrattığı zamanlarda kötü davrandığını belirtti. Annesinin kendi hislerine hakkı olduğunu söyledi ve ona karşı kesinlikle öfkeli olmadığını ifade etti.

    Konuşmamız ilerledikçe, annesinden gördüğü kötü muamelenin sorumluluğunu tamamen kendisine yüklediği netleşti. Annesini suçlamak, onun annesiyle sevgi dolu bir ilişki kurma konusundaki bitmek bilmeyen özlemiyle çelişirdi. Bu nedenle, annesine yönelik olumsuz hislerini yansıtan herhangi bir empatiyi anında reddediyordu. Yeni bir terapist için, danışanın hislerini doğru bir şekilde anlamanın ve yansıtmanın olumsuz bir tepkiyle karşılanması kafa karıştırıcı olabilir.

    Bir danışan, empatimizi reddedebilir çünkü ya empati yanlış bir noktaya yöneltilmiştir (yanıltıcıdır) ya da doğru bir noktaya temas eder ancak bu durum danışanı rahatsız eder. Daha önce, terapistin yanıtlarının doğru ve yardımcı olup olmadığını anlamak için danışandan onay beklemesi gerektiğini belirtmiştim. Peki, empatiyi reddeden bir danışan bu genel kuralla çelişmez mi? Hem evet hem hayır. Terapist gerçekten hedefi ıskaladığında, danışanın tepkisi genellikle soğuk ya da hafif olumsuz olur. Daha önce belirttiğim gibi, beklediği yanıtı alamayan bazı danışanlar konuyu değiştirebilir ya da sessizce gözlerini kaçırabilirler. Ancak, empati karşısında anksiyete, suçluluk veya aşağılanma hisseden bir danışan güçlü bir savunmaya geçer; bu da terapiste hassas bir noktaya dokunduğunu gösterir -ve bu dokunuş danışan tarafından hoş karşılanmaz.

    Peki, empatiyi bir rahatlatıcı unsurdan çok bir diken gibi hisseden bir danışana terapist ne söylemelidir? Deneyimlerime göre, ne kadar az kelime kullanılırsa o kadar iyi olur ve ifadeler ne kadar az dramatik olursa o kadar etkilidir. “Bu senin için zor olmalı” gibi bir cümle genellikle yeterlidir, hatta danışan ciddi travmalar yaşamış olsa bile. Danışan, sizin onu dinlediğinizi, sorular sorduğunuzu, konuşmasını teşvik ettiğinizi ve empatik yüz ifadeleriyle onun duygularını kayda aldığınızı fark edecektir. Bu tür danışanlar için az söz daha fazla etki yaratır.

    Nadiren de olsa, en minimal empatiyi bile sürekli reddeden bir danışanın prognozu genellikle kötüdür. Tedavi ettiğim bir kadın, öfke dışında herhangi bir gerçek duygu ifade edemiyordu (aleksitimi). “Üzgün görünüyorsun” ya da “Öfkeli görünüyorsun” gibi ifadelerime genellikle alaycı bir şekilde yanıt veriyor, çoğu zaman söylediklerimi bana geri yansıtıp, asıl üzgün ya da öfkeli olanın benim olup olmadığını soruyordu. Bu yaklaşım oldukça tatsızdı ve onun hissettiğini düşündüğüm şeyleri söze dökmeye çalışmaktan giderek yorulmaya başladım. Neredeyse her etkileşimi bir güç mücadelesi olarak algılayan danışanlar, temel güven duygusunda ciddi sorunlar yaşarlar ve kendilerini değişim için yeterince savunmasız hale getirmezler.1

    [1Bu vakayı Seduction, Surrender, and Transformation: Emotional Engagement in the Analytic Process adlı kitabımda (Maroda, 1999) paylaştım. Tedavi kısmen başarılı oldu, ancak sonunda fiziksel temas isteği konusunda yaşanan bir çıkmaz nedeniyle sona erdi.]

    AŞIRI EMPATİ TALEPLERİ

    Birkaç yıldır görüştüğüm bir danışan olan Nancy, sürekli olarak abartılı sempati, hatta acıma ifadeleri talep ediyordu. Bu beklentisi karşılanmadığında ise öfkeleniyor, bana duygularını esirgediğimi ve soğuk davrandığımı söylüyordu. Nancy, çocukken hem duygusal hem de fiziksel olarak travmatize olmuştu ve başkalarıyla sağlıklı bir şekilde nasıl ilişki kuracağını öğrenememişti. Annesi baskıcı ve kontrolcü biriydi. Uzun bir süre boyunca Nancy, kendinde de aynı özelliklerin bulunduğunun farkında değildi. Empati talebi, teselli ve sempati arayışı şeklinde olduğu için, bu beklentisinin tamamen makul olduğuna inanıyordu. İstediği tepkiyi alamadığında ise içerliyor ve kendinden emin bir şekilde öfkeleniyor, durumdan büyük bir haklılık payı çıkarıyordu.

    Nancy, örneğin, sürekli olarak kocasından şikâyet ediyor ve hislerinden onu sorumlu tutuyordu. İş yerinde zor bir gün geçirdiğinde, eve girdiği anda kocasının bunu fark etmesi gerektiğini düşünüyordu. Daha tek kelime etmeden, onun ruh halini hemen sezmesini ve empatik bir şekilde anlamasını bekliyordu. Eğer kocası onun sıkıntısını fark etmez ya da bunu hafifletmeye hemen odaklanmazsa, onu duyarsız ve sevgisiz olmakla suçluyordu.

    Nancy, kocasıyla ilgili şikâyetlerini bitirdiğinde, ona karşı herhangi bir sempati hissetmiyordum. Aslında, genellikle kocası için üzülüyor ve onun Nancy’nin duygularından sorumlu tutulduğu uzun evlilik süresince bunu nasıl tolere edebildiğini merak ediyordum. Nancy, empati eksikliğimi fark ediyordu. Çoğu zaman doğrudan gözlerimin içine bakarak bir şey söylememi bekliyordu. Genellikle, “Gerçekten çok üzgün olduğunu ve kocanın bu acını hafifletmesini dilediğini görüyorum.” gibi bir şey söylüyordum. O ise hemen, “Sadece bunu mu söyleyeceksin? Sana ne kadar korkunç hissettiğimi anlatıyorum ve sen sakince oturup sadece üzgün olduğumu görebildiğini mi söylüyorsun?” diyerek tepki veriyordu. Bunun üzerine ona, “Ne söylememi isterdin?” diye sordum.

    Nancy, tıpkı kocasına yaptığı gibi, benden tam olarak ne beklediğini açıkça gösterdi. Yüzüne abartılı bir sempati ifadesi takındı -tıpkı konuşamayan küçük bir çocuğun yaralandığında annesinin sergileyebileceği bir tavır gibi- ve, “Aaaaa, çok üzgün hissetmene gerçekten çok üzüldüm. Bu korkunç bir şey.” dedi. Bunu söylerken, birini teselli edercesine sırtını sıvazlıyormuş gibi havada bir hareket yaptı. Ona, “Gerçekten duymak ve benim yapmamı istediğin şey bu mu?” diye sordum. O da, “Evet.” diye yanıt verdi.

    Ona, bunu yapamayacağımı söyledim, çünkü bu tutumun küçümseyici olacağını -empati yerine acıma anlamına geleceğini- ve benim açımdan duygusal olarak samimiyetsiz olacağını belirttim. Ancak o, bunun umurunda olmadığını söyledi. Yine de böyle bir tepki istiyordu, çünkü ona göre sevgi ve ilgi böyle gösteriliyordu ve kendisi de kocası ve çocukları üzgün olduğunda bu şekilde tepki veriyordu. Gerçekten de çok şey mi istiyordu?

    Bu danışan, onun hakkında yazmama izin verdi ve bu vakayı kitap boyunca ele almayı planlıyorum, ancak bu örnek, terapi sürecindeki karmaşıklığı ve terapistlerin bazen danışanın istediği şeyi dürüstçe veremediklerinde nasıl bir çıkmazda kalabileceklerini göstermesi açısından önemli. Nancy’nin acısı gerçekti ve benim onu anlamamı istiyordu, ancak ben onun talep ettiği tepkiyi veremezdim. Bunun yerine, ona kendisine acımak gibi bir niyetim olmadığını, ancak sık sık büyük bir acı yaşadığını ve çoğu zaman teselli edilemez bir halde olduğunu anladığımı açıkladım. Zamanla, tolere edebildiği ölçüde, onun birilerinin kendisini kurtarabileceğine ve acısını ortadan kaldırabileceğine inandığını konuştuk. Bu inanç nedeniyle, duygularının sorumluluğunu başkalarına -öncelikle kocasına ve bana- yüklediğini anlamasına yardımcı olmaya çalıştım.

    SORULAR SORMAK2

    (2Casement (1985), Langs (1978), Hedges (1983) ve diğerleri, etkin dinleme konusunu kapsamlı ve oldukça başarılı bir şekilde ele almıştır, bu nedenle burada bu konuya ayrıntılı olarak değinmeyeceğim. Langs’ın açık ve örtük içerik üzerine yaptığı çalışmalar özellikle değerlidir, çünkü terapistlere, danışanın hem kendisine hem de terapistine yönelik bilinçdışı göndermelerini nasıl tespit edebileceklerini öğretir. Stern (1997), McWilliams (2004) ve diğerleri merakın terapötik süreçteki önemi hakkında yazmışlardır ve bu görüşe tamamen katılıyorum.)

    Gerçek anlamda etkileşimli bir terapi süreci, terapistin kendisinden bile sakladığı şeyleri ortaya çıkarmadaki becerisine dayanır. İyi bir terapist, tıpkı bir dedektif gibi, her yerde ipuçları arar ve konu danışan ya da kendisi için utanç verici ya da rahatsız edici olsa bile, daha fazla araştırmaktan çekinmez. Yeni terapistler bu kadar doğrudan olmaktan kaçınabilirler. Kararsız bir terapist, danışanın isteksizliğine kendi isteksizliğiyle yanıt vererek üretken olmayan bir yansıtma süreci yaratabilir. Eğer terapistin soruları görmezden gelinir ya da reddedilirse, terapist basitçe başka bir konuya geçebilir. Ancak, danışanın açığa çıkarmaktan korktuğu bir noktayı yakalayamamak, terapinin tıkanmasına veya eksik kalmasına neden olabilir.

    Farber, Berano ve Capobianco’nun (2004) danışanların, terapi sürecinde açık olmanın kendi rollerinin bir parçası olduğuna dair yeterince farkındalık sahibi olmadıklarını ortaya koyan raporu beni oldukça etkiledi. Kendi deneyimlerime göre, serbest çağrışımın teşvik edildiği psikanaliz sürecinde bile, danışanlar sırlarını ancak buna hazır olduklarında paylaşırlar. Daha şeffaf olmanın önündeki engeller arasında, duyguları ve davranışlarıyla ilgili suçluluk ve utanç duyguları yer alır. Danışanlar, zaman zaman gizledikleri şeylere dair küçük ipuçları verip, terapistin bunu fark etmesini ve gündeme getirmesini bekleyebilirler. Farber ve arkadaşlarının çalışmasında, “katılımcıların yarısından fazlası, terapistlerinin sırlarını daha aktif bir şekilde araştırmalarını istediklerini” bildirmiştir (s. 343).

    Aşağıdaki vaka örneği, danışanın terapiye bir sırla geldiği ve bunun bilincinde olma derecesinin değişkenlik gösterdiği durumları açıklamaktadır. Jennifer, üniversite öğrencisiydi ve lise aşkıyla evlenemeyeceğini fark ettiği için terapiye gelmişti. İlişkiyi bitirme düşüncesi onu suçluluk duygusuna boğmuş ve intihara meyilli hale getirmişti. Birinin, terk edilmekten çok bir ilişkiyi bitirme nedeniyle intihara eğilimli olması, neredeyse her zaman o kişinin ilişki sürdürebilme kapasitesiyle ilgili başka bir sorunun da var olduğuna işaret eder. Daha fazla sorgulama yapıldığında, Jennifer kendini korkunç bir insan gibi hissettiğini söyledi; çünkü yıllarca erkek arkadaşının sevgisi ve kabulüyle mutlu olmuş, ancak şimdi onu “bir çöp gibi atıyordu”. Bunu yaparak gerçekten kötü bir insan değil miydi? Bir daha asla aşkı bulamayacak mıydı? Bay Doğru’yu bulup sonsuza kadar mutlu yaşama hayalleri ne olacaktı?

    Terapinin ilk birkaç ayı, Jennifer’ı dinlemeye ve onun suçluluk ile anksiyetesini yönetmesine yardımcı olmaya odaklandı. Ailesiyle bağımlı bir şekilde iç içe geçmişti ve bu durum, erkek arkadaşından ayrılma sürecinde yaşadığı ayrılık anksiyetesi ve suçluluk duygusunun temel kaynağıydı. Aslında hiçbir zaman ebeveynlerinden tam anlamıyla ayrılmamıştı ve suçluluk duyguları, ayrılmanın terk edilme ve sevgisizlik anlamına geldiğine dair inancından kaynaklanıyordu. Haftada iki kez seansa gelmeye başladı, kendini daha iyi hissetti ve zorlayıcı ve acı verici olmasına rağmen ayrılığı gerçekleştirmeyi başardı. Bu süreci tamamladıktan ve biraz sakinleştikten sonra, içsel duygusal meseleleri üzerine çalışmaya başlayabildik.

    Jennifer’ın yüzleşmediği bazı meseleler olduğu hissine kapılmıştım, ancak ilişkiyi bitirme konusundaki duygusal krizi, başka bir konuya alan bırakmıyordu. Erkek arkadaşıyla arasının nasıl bozulduğunu anlatırken, bir süredir ona olan ilgisinin azaldığını üzülerek belirtti. Bu, danışanın durumunu basitçe yeniden ifade eden ve yüzeysel anlamıyla kabul edilebilecek bir ifadedir. “Ona olan ilgim bir süredir azalıyordu.” Bu ifadenin anlamı bariz görünüyor ve bir anlamda öyle de. Ancak bir terapist, yalnızca yüzeydeki anlamı değil, daha derindeki anlamları da arar. Bizim görevimiz, yalnızca danışanın söylediklerini anlamak değil, aynı zamanda onun için tehdit edici olabilecek, hatta bizim için bile rahatsız edici olabilecek ve yüzeyin hemen altında açığa çıkmayı bekleyen meseleleri keşfetmesine yardımcı olmaktır. Bu tür meseleleri açığa çıkarmanın en etkili yollarından biri, basit ifadelere basit sorularla yanıt vermektir.

    Bu durumda, basit bir ifadeye basit bir soruyla yanıt verdim ve “İlgini kaybettiğini nasıl anladın?” diye sordum. Jennifer, bu soruya karşı canlandı ve konuyu daha ayrıntılı keşfetmeye istekli görünüyordu. (Eğer soruyu geçiştirip konuyu değiştirseydi, devam etmezdim.) Erkek arkadaşına karşı cinsel ilgisinin belirgin şekilde azaldığını ve çoğu zaman onunla aynı saatte yatmak istemediğini söyledi. Bunun yerine, geç saatlere kadar uyanık kalıp internette gezindiğini belirtti. Hangi sitelere girdiğini sordum. Yüzü kızardı ve genellikle soft porno sitelerine girdiğini söyledi. Ona, cinselliğe ilgi duyduğunu ancak erkek arkadaşıyla cinselliğe ilgi duymadığını fark ettiğimi söyledim. Bu yoruma katıldı ve benim çıplak bedenleri izleme ilgisine karşı herhangi bir şaşkınlık ya da yargılayıcı bir tepki göstermemiş olmamdan dolayı rahatlamış göründü. Ardından, ne tür bir çıplaklıkla ilgilendiğini sordum. Çıplak insanların ve bazı cinsel sahnelerin olduğu resimlere baktığını, ancak bunların rahatsız edici ya da sıra dışı içerikler olmadığını söyledi.

    Burada belirtmek isterim ki, Jennifer sorularıma yanıt vermekte isteksiz değildi, ancak kendiliğinden fazla bilgi de paylaşmıyordu. Bu nedenle, bir danışan cinsel içerikli görsellere veya filmlere baktığını ya da cinsel fantezilerden bahsettiğinde neredeyse her zaman sorduğum çok önemli bir soruyu sordum: “Tercih ettiğin senaryo nedir? Bu ‘görüntüde’ kim var ve orada ne oluyor?” Burada odak noktam, grafik cinsel içerik değil, sahnedeki karakterler ve yaşanan duygusal senaryoydu. Jennifer, “Gerçekten güzel vücutlara sahip insanların öpüştüğünü izlemeyi seviyorum.” diye yanıt verdi.

    Jennifer’ın birkaç kez “insanlar” kelimesini kullandığını fark ettim; doğrudan erkekler ya da kadınlar hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Bu yüzden, izlediği sahnelerde kimlerin öpüştüğünü sordum. Yüzü tekrar kızardı ve “Ah, bilirsin, farklı insanlar. Erkekler, kadınlar, bazen gruplar.” dedi, ardından gözlerini kaçırdı. “Bilmem gereken başka bir şey var mı?” diye sordum. “Aslında kadınlara çok bakıyorum.” diye yanıt verdi. Bu, Jennifer’ın kadınlara ilgi duyduğuna dair herhangi bir şey söylediği ilk andı. Kadınlarla ilgili daha fazla soru sorduğumda, isteksizce, kadınlara giderek daha fazla ilgi duyduğunu ve erkek arkadaşı uyuduktan sonra saatlerce çevrimiçi olarak kadınlarla ilgili sahneleri izlediğini itiraf etti. Kadınların öpüştüğü sahneleri izlemekten büyük bir cinsel uyarılma hissettiğini söyledi.

    Yarım saat veya daha fazla süren bu sorgulama sırasında dikkatliydim çünkü onun için hassas bir konu olan bu konuyu derinlemesine araştırarak onu tehdit etmek istemiyordum. Jennifer’ın bu konuda konuşurken kendini güvende hissetmesini ve kadınlara olan ilgisine erkeklere olan ilgisine davrandığım kadar sakin ve gerçekçi davranacağımı bilmesini istiyordum. Ona daha gençken kadınlarla veya kızlarla cinsel deneyim yaşayıp yaşamadığını sordum. Birkaç yıl boyunca başka bir kızla ara sıra birbirlerinin üstüne yattıklarını ve vücutlarını birbirine sürttüklerini söyledi. Bu olaylar dokuz yaşındayken başladı ve diğer kızın annesinin yaklaşık 2 yıl sonra bir gün onları yakalamasıyla sona erdi.

    Birkaç yıl sonra başka bir kız arkadaşıyla da cinsel keşiflerde bulunduğunu anlattı. O dönemde bunun cinsel bir deneyim olduğunu fark edip etmediğini sordum. Bunun farkında olduğunu, ancak bunu sadece erken ergenlik dönemi merakı olarak değerlendirdiğini söyledi. Şu an kadınlara olan ilgisi hakkında ne düşündüğünü sordum. Kesinlikle lezbiyen olmadığını ve bu durumu nasıl yorumlaması gerektiğini bilmediğini ifade etti.

    Jennifer, bana gelmeden önce birkaç yıl terapi almıştı. Daha önceki terapistiyle bu konuyu keşfedip keşfetmediğini sordum. Bunu hiç konuşmadıklarını söyledi. Nedenini sorduğumda, konunun hiç açılmadığını belirtti ve ona inandım. Terapinin başlarında, benimle önceki terapistinden çok daha güvende hissettiğini dile getirdi. Önceki terapistinin, Jennifer üzgün olduğunda seansları uzattığını ve bir cuma gecesi onunla telefonda üç saat boyunca konuştuğunu anlattı. Aslında, önceki terapistin sınırları net bir şekilde koruyamaması Jennifer’ı rahatsız etmişti ve bu durum, terapötik sınırların korunmasının tedavi sürecinin her yönünü nasıl etkilediğinin önemli bir örneğiydi.

    Bence, cinsel yönelim gibi hassas konuların sıklıkla gizlendiğini ve terapist doğru soruları sormazsa tüm terapi süreci boyunca bilinçdışında gömülü kalabileceğini unutmamak önemlidir. Eğer yaptığımız işin bir “sihri” varsa, bu, danışanın anksiyete, utanç, suçluluk ve kafa karışıklığına neden olan önemli meseleleri ve hisleri yüzeye çıkarmamızı sağlayan yeteneğimizdir. Böylesine derin konuları bilinçdışında tutmaya çalışmak yorucu ve ağır bir yüktür. Çoğu insan, bu tür meseleleri kendi başına fark edip derinlemesine inceleyemez. Belki de bu yüzden Freud, psikanalitik keşfi bir arkeolojik kazıya benzetmiştir. (Birgün Jennifer beni şaşırtarak bir kadınla tanıştığını ve onu öptüğünü söyledi. Bu noktadan itibaren, kendi homoseksüelliğini kabul etme sürecindeki zorluklarını ele almaya başladık. Sonunda, başka bir genç kadınla tanışıp âşık oldu ve birlikte yaşamaya başladılar.)

    Terapistin, danışanın kolayca dile getirmediği konuların peşine düşebilmesi için bir anlamda korkusuz olması gerekir. Danışanın rahatsızlığı, özellikle yeni terapistlerin anksiyetesini artırabilir ve her iki tarafın da kendini daha rahat hissetmesi adına konu erken kapatılabilir. Ancak, yeni terapistleri cesur olmaya ve danışanın konuşmaktan çekindiği ancak önemli olduğuna inandıkları konular üzerinde ısrarla durmaya teşvik ediyorum. Eğer danışan tamamen reddeder ya da savunmacı bir şekilde öfkelenirse, bu durumu bir işaret olarak almak ve onun hazır olmasını beklemek en sağlıklı yaklaşımdır.

    AMAÇLARI BELİRLEME

    Davranışçı terapistler, tedavinin amacını belirlemek, terapist ve danışan arasında işbirlikçi ve odaklanmış bir ilişki kurmak ve sürecin sonuçlarını değerlendirmek için amaç belirlemeyi temel bir unsur olarak görürler. Psikodinamik terapistler ise bu konuda daha yavaş hareket etmiş, içgörü ve anlayışın ya tek başına yeterli olacağına ya da doğal olarak gerekli değişimi beraberinde getireceğine inanmayı tercih etmişlerdir. Ancak bu yaklaşım değişmeye başlamıştır ve Renik (2002) gibi analistler, psikanalitik terapistlerin hem amaç belirlemeyi hem de tekniklerin açıklığını benimseemeleri gerektiğini savunmaktadır.

    Amaç belirleme, amaçları yeniden gözden geçirme ve terapist ile danışan arasında paylaşılan amaçların terapötik işlevi konusunda mevcut kanıtlar göz önüne alındığında, amaç belirlememek için mantıklı bir neden yoktur. Danışanlarıyla daha büyük bir içgörü ve anlayış kazanma gibi genel bir amacı paylaşan analistler bile, bu amacı tedavinin başlangıcında açıkça ifade etmekten fayda sağlayacaktır.

    Hedefler, elbette terapinin ilerlemesiyle birlikte değişebilir ve sürenin uzunluğuna bağlıdır. On seanslık bir depresyon tedavisinin hedefleri, birkaç yıl süren psikodinamik bir terapinin hedeflerinden farklı olacaktır. Bazen bir danışan, başlangıçta yalnızca semptomlarının hafiflemesi amacıyla terapiye gelmeyi planlar, ancak sürecin ilerleyişiyle birlikte terapiden daha fazlasını elde edebileceğini fark edip fikrini değiştirebilir. Semptomların hafiflemesi, terapiye başlamak için iyi bir noktadır ve bir terapist, “Şu anda terapiden beklediğiniz şey depresyonunuzu hafifletmek gibi görünüyor.” şeklinde bir ifade kullandığında, çoğu danışan bundan rahatsızlık duymaz. Danışan bu hedefi kabul ederse, terapi genellikle ilaç kullanımının uygunluğu üzerine yapılan bir tartışmanın ardından devam eder.

    Terapinin ilerlemesiyle birlikte yeni hedeflerin ortaya çıkması doğaldır. Yine, tedavinin süresi bu süreci şekillendiren önemli bir faktördür. Danışanın depresyonu hafifledikten sonra, potansiyelini gerçekleştirmek, sosyal becerilerini geliştirmek veya daha sağlıklı ve formda olmak gibi konular üzerinde konuşmaya ilgi duyması mümkündür. (Özellikle depresyon yaşayan danışanlarımı egzersiz yapmaya her zaman teşvik ederim.) Hedef belirlemek, terapötik ittifakı güçlendirir ve hem terapist hem de danışana, belirlenmiş bir proje üzerinde birlikte çalıştıklarını hatırlatır; her biri sürece kendi sorumluluklarıyla katkıda bulunur. Gerçekçi hedeflerin belirlenmesi, terapi sürecini gerçek dünyaya sağlam bir şekilde bağlamaya yardımcı olur.

    Terapinin devam etmesiyle birlikte, genellikle belirlenen hedefleri yeniden gözden geçiririz, özellikle de danışanım kendini daha iyi hissettiğini veya belirlenen bir hedef doğrultusunda önemli bir ilerleme kaydettiğini bildirdiğinde -örneğin, daha girişken hale gelmek, duygularını daha özgürce ifade etmek ya da kendini daha iyi tanımak gibi. Değerlendirmeler resmi ya da gayri resmi olabilir. Benim için, hedeflerin konusu tıpkı diğer önemli konular gibi doğal bir şekilde gündeme gelir. Danışanım, “Bir yere varamıyormuşum gibi hissediyorum, sen ne düşünüyorsun?” diyebilir ya da “İçimde farklı hissediyorum, artık terapiye başladığım zamanki kişi olmadığımı biliyorum.” şeklinde bir içgörü paylaşabilir. Bu noktalar, onun ilerlemesini doğrulayan gözlemlerimi aktarmam için bir fırsat yaratır ve böylece terapinin değerlendirilmesi doğal bir akış içinde gerçekleşir. Ancak, belirli aralıklarla düzenli değerlendirmeler yapmak da aynı derecede faydalıdır ve kesinlikle zararlı değildir. Eğer danışan belirlenen aralıkların çok kısa veya çok uzun olduğunu düşünüyorsa, bunu terapistine bildirerek gerekli değişikliklerin yapılmasını sağlayabilir.

    Daha önce belirttiğim gibi, burada anlattığım genel kuralların her zaman istisnaları vardır. Danışanımın terapiden ne beklediğini netleştirmek ve gerçekçi hedefler belirlemek, şimdiye kadar çalıştığım herkesle iyi sonuç vermiş olsa da, bu hedefleri değerlendirmek farklı bir durum olabilir. Daha önce bahsettiğim, annesine karşı öfkesini kabul etmemi istemeyen danışanım Rebecca, aynı zamanda herhangi bir ilerleme kaydettiğine dair en ufak bir yorumu bile duymaktan hoşlanmıyordu -hatta sadece semptomlarının hafiflemesine yönelik bir değerlendirme bile onu rahatsız ediyordu. Bu yüzden, onunla çalışırken ilerleme hakkında doğrudan herhangi bir şey söylemekten vazgeçip, gözlemlerimi sadece içimde not etmeyi öğrendim.

    Bir gün ona, “Son zamanlarda kendini çok daha iyi hissediyor gibisin. Bu doğru mu?” diye sordum. Bana bakıp, “Kendini övme. Evet, biraz daha iyi hissediyorum ama bunun sebebi sen değilsin, erkek arkadaşım.” dedi. Kontrol, Rebecca için büyük bir meseleydi ve birinin üzerinde herhangi bir güce sahip olma ihtimalinden hem nefret ediyor hem de korkuyordu. Bana karşı herhangi bir bağ hissettiğini ya da benimle çalışmanın ona fayda sağladığını kabul etmeye isteksizdi. Terapide belirlediğimiz hedefler vardı. O da bunları biliyordu, ben de. Bu yüzden düzenli değerlendirmeleri tamamen unuttum, çünkü diğer danışanların aksine, onun için bu süreç faydalı değildi. Oldukça girişken biriydi ve bir seanstan ya da söylediklerimden memnun olmadığı zaman bunu bana açıkça bildirirdi; böylece terapinin gidişatını bu şekilde koruyabiliyorduk. Burada önemli olan, danışanın neye ihtiyacı olduğunu dinlemek ve buna uygun şekilde yanıt vermek, aynı zamanda her bireyin ve her terapötik ilişkinin karmaşıklıklarına uyum sağlayabilecek kadar esnek kalabilmektir.

    SESSİZLİKLE BAŞA ÇIKMAK

    Yeni bir danışan, terapiye yoğun duygular içinde başlamış olabilir ve ilk birkaç seansta bolca gözyaşı dökmüş olabilir. Terapisti, empatik bir yaklaşım sergileyerek onun hikayesini anlatmasını sağlamış ve bu süreç danışana rahatlama hissi kazandırmıştır. Bu rahatlama genellikle kısa bir süre içinde, iki ila on seans arasında gerçekleşir. Birgün seansa, “Kendimi çok daha iyi hissediyorum ve bugün ne hakkında konuşacağımı bilmiyorum. Gerçekten yeni bir şey olmadı. Bana biraz yönlendirme yapabilir misiniz?” diyerek başlayabilir. Bunu her danışan yapmaz, ancak birçok danışan bu noktaya gelir. Duygusal bir kriz baskısı ortadan kalktığında, aniden kendilerini daha bilinçli bir şekilde değerlendirir ve sürecin nasıl ilerlemesi gerektiği konusunda kaygılanabilirler. Aynı konular hakkında konuşmaya devam etmeleri mi gerekir, yoksa bu sıkıcı ve verimsiz mi olur? Birkaç farklı konu hakkında konuşabileceklerini söyleyebilirler, ancak hangisini seçmeleri gerektiğinden emin olmayabilirler. En önemli konunun hangisi olduğunu nasıl bilebilirler?

    Bu durumu ele almak için kesin kurallar yoktur, ancak bir meslektaşımın (Brian Smothers, kişisel iletişim) “durgunluk dönemi” olarak adlandırdığı bu aşamada, danışanlar genellikle terapötik süreç hakkında biraz rehberlik arayışında olurlar ve neye odaklanmaları gerektiğini, sürecin nasıl ilerleyeceğini merak ederler. Bazı danışanlar gerçekten ele almak istedikleri başka bir konu olmadığını fark edip bu noktada terapiden ayrılabilirler. Diğerleri ise kalmak ve daha derine inmek isteyebilirler, ancak nasıl ilerleyeceklerinden emin değildirler.

    Genellikle danışanlarıma, kendilerini tekrar etmekten endişe duymamaları gerektiğini söylerim. Hepimizin sürekli olarak geri döndüğü belirli bir problem seti vardır ve terapötik süreç genişlikten çok derinlikle ilgilidir. Bir konuyu çalışmak, içgörü kazanmak, hisleri yönetmeyi öğrenmek ve yeni davranış stratejileri geliştirmek -bunların hepsi aynı temel meseleleri tekrar tekrar ele almayı gerektirir.

    Eğer danışanım birden fazla konu arasında hangisini ele alması gerektiğini bilemiyorsa, her zaman en fazla his uyandıracak olanı seçmesini tavsiye ederim. Bu konuda ona düzenli olarak rehberlik eder ve sürecin bir parçası haline gelmesini sağlarken, terapinin nasıl işlediği ve neler bekleyebileceği hakkında daha fazla bilgi isterse, hem potansiyel kazanımları hem de olası zorlukları açıkça paylaşırım. Semptomları hafifletmeye yönelik kısa süreli tedaviler bile, kalıcı bir etki bırakabilmek için duyguların deneyimlenmesini gerektirir. Daha uzun vadeli tedaviler ise -başarıya ulaşmadaki engelleri kaldırmak, duygulanım yönetimini önemli ölçüde geliştirmek ve ilişki kalıplarını değiştirmek gibi daha karmaşık hedefler içerdiğinde- zaman zaman derin acı hissedilen dönemleri kaçınılmaz kılar.

    Değişimin, savunmaların gevşetilmesi veya duygusal “teslimiyet” (Maroda, 1999) ile başladığını açıklarım ve ardından, danışanın geçmişine dayanarak terapötik süreçte hangi tür duygusal deneyimleri yeniden yaşayabileceğini tartışırım. Bu konuyu Altıncı Bölümde daha ayrıntılı ele alıyorum, ancak danışanlarıma, hissetmekten kaçındıkları şeyin aslında iyileşmeleri için hissetmeleri gereken şey olduğunu anlatırım. Burada akademik literatürü alıntılamaktan ziyade, terapistlerin deneyimlerinden öğrendikleri bir gerçeği ifade ediyorum. Winnicott’u (1974) serbestçe yorumlayarak, en çok korktuğumuz şeyin aslında daha önce başımıza gelmiş şeyler olduğunu söylerim. Farkında olsak da olmasak da en büyük korkularımız, hayatımızın en acı verici anlarını tekrar yaşama ihtimali etrafında şekillenir.

    “Durgunluk dönemleri” herhangi bir zamanda ortaya çıkabilir ve bazı danışanlarda sıkça görülebilir. Terapistler için önemli olan nokta, sürecin tekrar ilerlemesini sağlamak için aktif olarak çaba göstermektir. Danışanın yön eksikliğine veya destek taleplerine seansı tamamen üstlenerek yanıt vermek cazip gelebilir, ancak bu noktada sorumluluğu danışana bırakmak daha etkili olacaktır. “Hangi konu hakkında konuşursan içinde bir his uyanır?” veya “Son seanstan bu yana seni duygulandıran herhangi bir düşünce, olay ya da rüya oldu mu?” gibi sorular sormak, seansta işlenecek konuların belirlenmesi sorumluluğunu danışana vererek sürecin daha verimli ilerlemesini sağlar.

    ÖZET

    Terapiye başlamak, hem terapist hem de danışan için zorlayıcı bir deneyim olabilir; çünkü her iki taraf da duygusal olarak mevcut ve tepkisel olma çabası içindedir. Terapinin bir ilişki olarak görülmesi, terapistlerin kendi duygusal geçmişlerini ve bağlanma kalıplarını incelemelerini gerektirir. Karşılıklı etkileşimi ve duygulanım iletişiminin önemini anlamak, terapistin kendini daha iyi tanımasına yardımcı olur ve ona anlık olarak doğru klinik kararlar alabilme yetisi kazandırır. İlk değerlendirme, terapist ve danışanın iyi bir eşleşme olup olmadığını belirlemekle başlar. Terapi süreci başladığında, terapist danışanın düşünce ve his akışını dikkatle takip eder. Her müdahalenin etkisini değerlendirmek, terapötik ilişkinin içinde neler olup bittiğine odaklanmayı gerektirir. Danışanı bir danışman gibi kullanmak, terapistin ilişkiyi bağımsız ve otoriter kararlarla yönlendirmeye çalışmasının getirdiği ağır yükten kurtulmasını sağlar. Bunun yerine, terapist terapötik sınırları koruma sorumluluğunu üstlenirken, danışanla birlikte belirlenen bir süreci izleyerek terapötik çalışmayı ortak bir çerçevede ilerletir.