Ön görüşme ve randevu için:

Varoluşçu Psikoterapi Nedir?

Yazar:

Kategori:

Psikofarmakolojik yaklaşım insanın mevcut problemlerine biyolojik ve genetik etmenleri göz önünde bulundurarak yaklaşır; Freudyen yaklaşım bastırılmış arzuların, bilinçdışı çatışmaların etkisine odaklanır; nesne ilişkileri kuramı içselleştirilen sevgisiz, ilgisiz yetişkinleri merkeze koyar; bilişsel davranışçı görüş bozulmuş düşünce biçimleri ve uyumsuz davranışları inceler; bunların dışındaki yaklaşımlar travmatik anılar, kişi için önemli olan iş, yakın ilişki ve mevcut hayat krizlerine odaklanır.

Diğer yaklaşımların öne sürdüklerini yadsımamakla birlikte varoluşçu (existantialist) yaklaşım var olduğunun bilincinde olan insanın sırf bu varolmanın getirdiği sancılarını da araştırma konusu yapar.

Varoluşçu yaklaşım, varoluşumuzla yüzleşmemizden kaynaklanan problemlere yönünü çevirmiştir;  bu açıdan, varoluşçu psikoterapi bir yöntem değil, tutum olarak nitelendirilmektedir. Nitekim bir psikoterapi yönteminin varoluşçu olarak adlandırılması için psikolojik kurmalardan ziyade felsefeden besleniyor olması gerekmektedir. Karl Jasppers, Kiergegard, Heiddegger gibi felsefecilerden temelini alan; Rollo May, Victor Franklin ve Irvin Yalom gibi daha güncel temsilcilerin psikoterapi ve danışma ortamına taşıdığı bu yaklaşım insanı anlama noktasında önemli bir yerde durmaktadır.

Varoluşçu Yaklaşım Nasıldır?

Abraham Maslow’un psikanalitik ve davranışçı ekollerden sonra psikolojide üçüncü güç olarak adlandırdığı varoluşçu terapi yaklaşımı, insancıl bakış açısıyla birlikte 1950’lerde gelişmeye başlamıştır. 20. yüzyılın ilk yarısının savaş, bunalım, ekonomik ve politik gelişmelerin toplum ve birey üzerindeki yıkıcı sonuçlarıyla geçmiş olması, bireyden çok toplumun çıkarının önemsenmesi insana olan bakış açısını değiştirmiştir. Yaşanan endüstriyel ve teknolojik gelişmelerin de beraberinde yalnızca üretmek ve düzenin devamlılığını sağlamak adına üzerine düşeni yerine getiren insanın tek başına bireysel olarak değeri hiçe indirgenmiştir. Hem toplumsal hem de bireysel anlamda etkisini gösteren bu gelişmeler, başka tür kaygıları da ortaya çıkarmıştır. Dünyanın birçok farklı yerinde yalnızca histerik ya da nevrotik belirtilerle değil, yabancılaşma, anlamsızlık, diğerlerinden soyutlanma gibi problemlerle de psikoterapiye başvuran kişiler artmaya başlamıştır. Yaşamlarını boş ve anlamsız bulan bu insanlar tüm bu karmaşanın ortasında kimliklerini ve evrendeki yerlerini kaybetmiş göründüklerinden yardım için klasik yöntemlerin uygulanması bu tür şikâyetleri anlamakta pek de yardımcı olmamış; insanı yalnızca bir nesne olarak görmeyen yeni bir bakış açısıyla hareket etme zorunluluğu varoluşçu psikoterapinin ortaya çıkışını hızlandırmıştır.

Varoluşçu yaklaşım insan dışındaki tüm varlıkların ne iseler öyle kalmak zorunda olduklarını söyler. Bir masa, en nihayetinde bir masadır ve öyle kalacaktır, kendisinin buna bir katkısı yoktur. İnsan ise yaratıldığı şekilde kalmak zorunda değildir, değişme ve gelişme imkânı vardır. Her insan kendine has özellikleri olan, bu evrendeki yeri biricik olan ve özgürce seçebilen bir varlıktır. Kendi varlığını kendisi yaratan, onu kendisi biçimlendiren tek varlık insandır. Her şey olabilme imkânı vardır. Ancak bu noktada varoluşçuluk biraz kasvetli bir hale bürünür; özgür irade ve seçme meselesi bunun sorumluluğunu alma zorunluluğu da ortaya çıkarır. Üstelik seçim yapmak her daim kendi içinde bir kaygı doğurur. Bir şeyi seçmek diğer bütün seçenekleri öldürmek anlamına geleceğinden kişi için oldukça sancılı olan ikilemler ve kararsızlıklar ortaya çıkar. Varolmak tüm bu kaygılarla yüzleşmeyi de gerektirir.

Varoluşçu felsefenin temelinde “Dasein” kavramı yer alır, “Da” olmak, “sein” var olan ya da orada olan anlamlarına gelir. Orada olmak doğrudan bir varoluştur. Varoluşçu yaklaşım o an orada ne olduğuyla ilgilenir. “Dasein” bizi “otantiklik” kavramına götürür. Yaşanılan an şu andır. Öyleyse şu anda yaşadıklarımız bizi farkındalığa, üretkenliğe götürür. Kişi şu anını anlamlandırabilirse otantik bir yaşam sürmüş olur. Bu noktada kişinin potansiyeline güvenen varoluşçu yaklaşım, onun kendi olma sürecini her şeyden önemli addeder.

Varoluşçu Psikoterapi Nedir?

Varoluşçu yaklaşım hem bireyin problemlerini aktarma ve anlamlandırması sürecinde hem de terapistin bunlar üzerinde çalışması temelinde öznellik içerse de psikoloji bilimi çerçevesinin dışına çıkmaz. Varoluşçu psikoterapi doğaüstü inançlardan uzak durur, akılcılığı benimser, kişinin kendisine odaklanır, sınırlı bir süresi olan hayatımızı nasıl en anlamlı ve mutlu şekilde yaşayabileceğimize karar vermemiz gerektiği üzerinde durur. Bununla beraber varoluşçu terapi üzerinde bilimsel araştırma yapılabilecek somut işevuruk tanımlardan yoksundur. Varoluşçu yaklaşımı benimseyen terapistler, danışanlarına sadece varoluşsal problemler üzerinden terapi vermezler, bireyin diğer sorunları üzerinde de diğer yaklaşımların dinamiklerini kullanarak çalışırlar. Yalnızca bireyin varoluşsal sıkıntılarını fark etmek ve bunları ele almak konusunda diğer yaklaşımları benimseyen terapistlerden daha duyarlıdırlar. Bu duyarlılığın esas temelini de bu yönelimle çalışan terapistlerin kendi varoluşsal meselelerini önemsemeleri ve bunlar üzerinde kendilerini devamlı sorgulamaları oluşturur.

Varoluşçu terapi, varoluşçu yaklaşımın temellerini oluşturan dört temel kaygıya odaklanır: ölüm, tecrit, hayatın anlamı ve özgürlük. Bunlar birbirinden ayrı düşünülemez çünkü insanın varoluşu üzerinde düşündüğünde hepsi iç içe geçmiş bir bütünlük sergilerler.

  • Nihai son olarak ölüm: Ölüm korkusu yaşamımızda artıp azalan bir dalgalanma halinde neredeyse her zaman kendini gösterir. Çok küçük çocuklar çevrelerinde yaprakların kuruduğuna, sokakta hayvanların ölülerine, yas tutan insanlara şahit olarak bir şeylerin kayboluşunu izler ve ölüm olgusuyla tanışırlar. Freud’un gizil dönem olarak adlandırdığı 6-11 yaş arasında ölüm korkusu kısmen kaybolurken ergenlikle birlikte artarak geri döner. Genç yetişkinliğin kariyer sahibi olma, evlenme, çocuk sahibi olma görevleri arasında ölüm korkusu geçici olarak bir kenara itilirken orta yaş krizinden itibaren ölüm korkusu daima bir yerlerde hazır bekler vaziyette hep vardır.

Birçok kişi ölüm anksiyetesini yok olma, terk edilme ya da kötülük korkusuyla birleştirir. Ölüm korkusu terapistlerce bazen başka bir problemin maskesi olarak ele alınsa da varoluşçu yaklaşım bunun temelinde ölümle ilgili bir endişe arar. Kişinin ölüm endişesini nasıl yaşadığı ve bununla yüzleşmekten kaçınmak için nelere başvurduğu araştırılır.

Ölüm korkusu çok nadir olarak açıkça yaşanır. Çoğunlukla örtüktür ve tecavüz, doğal afet, yaralanma, hastalık, bir yakının kaybı gibi yaşam olayları sonrasında açığa çıkar. Bu tür olaylar sonrasında kendi ölümümüzle ilgili endişelerimiz artar ve ölüm hakkında sıklıkla düşünmeye başlarız. Bazen de ölümle ilgili yaşanan bir durum kişinin bir çeşit uyanma deneyimi yaşamasına ve varoluşunun farkına varmasına neden olabilir. Transformasyon olarak adlandırılan bu durum kişinin kendini ve potansiyelini fark etme sürecidir. Varoluşçu psikoterapi bu içsel potansiyele ulaşmada rehberlik eder. Ölüm anksiyetesiyle ilgili önemli bir diğer nokta kişinin kendini fikirleriyle, çocuklarıyla, ya da kendisine ait herhangi bir şeyle geleceğe aktarmasıdır. Bu aslında faniliğin yarattığı anksiyeteyi yumuşatır.

  • Yalnızlık: İki tür tecrit (yalnızlık) durumundan söz edilebilir. Her birimizin deneyimlediği türden sıradan yalnızlık diğerleriyle ilişkimizle alakalıdır. Reddedilme, istenmeme hisleri eşlik eder. Bununla beraber varoluşsal yalnızlık kendi varoluşumuzu anlamlandırma noktasında her birimizin yalnız olmasıdır. Yalnızca bize ait olan, kendimizce zenginleştirdiğimiz, biriktirdiğimiz bir içsel dünyamız var ve hepimiz bu içsel dünyada yalnızız.
  • Özgür irade: Her şey olma özgürlüğümüz vardır. Seçmek, sorumluluğu da beraberinde getirir. Varoluşçu psikoterapi danışanın yaşadıkları ya da eylemlerinden yaptığı seçimler sonucunda kendisinin sorumlu olduğunu kabul etmesini bekler. “Başkaları yüzünden, onun için, o istedi diye” kalıpları sorumluluktan kaçmak için kullandığımız kaçış cümleleridir. Terapide kişinin neden sorumluluğu üstlenmediği, neden bu şekilde kaçmaya çalıştığı anlaşılmaya çalışılır.
  • Hayatın anlamı: Hayatın eninde sonunda sonlanacak olması birçok kişiyi “Öyleyse yaşamanın ne anlamı var “ sorusuna götürür. Yaşamanın anlamı herkes için farklıdır, dolayısıyla yaşama anlam katacak olan da kişinin kendisidir. Bir anlam bulma ve kendi olma süreci varoluşçu yaklaşımın özünü oluşturur.

Varoluşçu Psikoterapinin Amaçları ve Temel Dinamikleri Nelerdir?

  • Varoluşçu psikoterapinin amacı iyileştirmek ve tedavi etmek değildir. Asıl beklenen, kişinin kendi varoluşu ve hayatının anlamı üzerine düşünmesi ve bunları tanımlamasıdır. Bu noktada terapist de kişiyi irade, coşku, ilgi gibi insani özellikler açısından teşvik etme amacını edinmez. Terapistin rolü rehberliktir. Kişi, yaşamında karşılaştığı güçlükleri ve sorunları kendi tanımlar. Aslolan kişinin bunları neden yapamadığını keşfetmesine, önündeki engelleri kaldırmasına yardımcı olmak ve kendi olma süreci yolunda ilerlemesini sağlamaktır.
  • Varoluşçu psikoterapi danışanla terapist arasında kurulan ilişkinin gücüne önem verir. Varoluşsal meseleleri kendisi için de inceleme konusu yapmış, kendi kaygıları, endişeleriyle yüzleşmiş bir terapist danışanın bu noktalardaki hassasiyetinin fark etme ve bunlarla empati kurabilme konusunda daha duyarlı olacaktır.
  • Tıpkı insancıl yaklaşımlarda olduğu gibi varoluşsal terapide de koşulsuz kabul etme ve empati çok önemli bir yer tutar. Aynı zamanda danışana empatiyi öğretmek de bir başka önemli noktadır. Örneklerle belli durumlarda karşıdaki kişinin ne hissedeceği, nasıl düşünüleceği danışana sorulur, böylece gerçek hayatta empatik tutum sergilemesi için prova yapması sağlanır.
  • Varoluşçu psikoterapi biyolojik temeli de bulunan şizofreni gibi ciddi bozukluklar için tanı koymanın ne denli önemli olduğunu kabul etmekle birlikte danışana doğrudan tanıyla yaklaşma, onu bu tanı üzerinden tanımlama fikrine sıcak bakmaz. Bir tanı şekillendikten sonra kişiye öncelikli olarak bu tanı çerçevesinden yaklaşılacak, her türlü davranışı bu tanıyı doğrulayacak şekilde değerlendirilecek ve o kişiyi anlamak noktasında terapist kendisini sınırlamış olacaktır. Tanı gerekli durumlarda elbette terapistin aklının bir köşesinde bulunacaktır ancak varoluşçu psikoterapi için ilk adım o kişinin kendisini bir birey olarak anlayabilmektir.
  • Danışanların tümü veya bir danışan için tüm seanslarda varoluşçu içerik (varoluşsal meselelere yönelik kaygı, sorgulama vs.) ortaya çıkmayabilir. Terapist de böyle bir içerik ortaya çıksın diye fazladan çaba harcamaz. Bu bir süreç meselesidir, terapist sürecin ilerleyişine güvenir.
  • Terapide danışana geribildirim vermek hem ilişkinin güçlenmesi hem de danışanın kendini açmasının önünü açmak adına oldukça önemsenir.
  • Varoluşçu psikoterapinin temel dinamiklerinden biri de “burada ve şimdi”ye odaklanmaktır. Danışan dışarıdaki hayatında sergilediği davranışları veya tutumu en nihayetinde terapi odasına taşıyacak ve sonra da terapistine karşı da aynı şekilde bunları sergileyecektir. Burada ve şimdi ilkesi tüm bu olup bitenlerde danışanın rolünün ne olduğunu sorgular, şimdiki seçimleri ve bunların davranışsal sonuçları en önemli konu kabul edilir. Aynı zamanda terapist ve danışan arasındaki ilişkinin niteliği de burada ve şimdide incelenir. Bu tür bir inceleme ilişkinin güçlenmesini ve aradaki güveni pekiştirir. “Seansın sonuna yaklaşmışken bugün aramızdaki ilişkinin nasıl olduğuna odaklanmak istiyorum. Bugün aramızda ne kadar mesafe var?” gibi bir soru varoluşçu terapistin seans sonunda burada ve şimdiye dair sorgularına bir örnek olabilir.
  • Terapide rehberlik edilecek önemli meselelerden biri de bireyin otantik bir yaşam sürmesidir. Her birimiz kendi varoluşumuzu ve hayatımızı anlamlandırmak noktasında yalnız olsak da diğerleriyle kurduğumuz yakın, sıcak, sevgi dolu ilişkiler bizi hiçlik duygusundan uzak tutar ve kendimize yönelmemiz için gerekli gücü sağlar. Bu nedenle bireyin diğerleriyle kurduğu ilişkilerin niteliği önemlidir. Varoluşçu bakışla, insanlar kendi varoluşlarını her an yeniden yaratırlar. Bozukluk için de, büyüme için de potansiyel her zaman vardır. Bireyler kendi varoluşlarının sorumluluğunu kabullenme ve belirli sınırlar içinde her an kendilerini yeniden tanımlayabilecekleri ve kendi sosyal çevreleri içinde farklı davranabilecekleri, farklı hissedebilecekleri konusunda cesaretlendirilmelidir.
  • Varoluşçuluğa göre, biz yaptığımız seçimlerin toplamıyız. Seçmek bizi özgür kılar, seçme özgürlüğünün farkında olmamız değişim ve büyüme için gereklidir. Varoluşçu psikoterapi bireyin seçimlerinin farkında olması ve bunların sorumluluğunu üstlenmeye hazır olmasını bekler. Kişi kararsızlık ya da ikilemler yaşıyorsa, onu bu noktaya getirenin ne olduğunu bulmasında yardımcı olur. Bu yüzleşme sonrasında sorumluluğu üstlenerek yaşadığı şeylerde kendi rolünü gören kişi daha güçlü bir şekilde seçimlerine güvenmeye başlayacaktır.
  • Varoluşçu psikoterapinin en temel amacı bireyin kendi seçim ve büyüme potansiyelinin farkına varmasına yardımcı olmaktır. Bireyin her an değişme ve büyüme potansiyeli olduğu kabul edildiğinden bu konuda kişiler cesaretlendirilirler. Seçimlerden kaçınmak ve onları yapmak zorunda değilmişiz gibi davranmak her birimizi kaygıdan koruyabilir. Yaptıklarımıza devamlı kendimiz dışında sebepler bulmak bir savunma mekanizması gibi işleyerek bizi bu kaygıdan korur. Ancak bu kaçınma en sonunda bizi kendimiz olmaktan ve anlamlı bir hayat sürmekten uzaklaştırır, psikopatolojinin çekirdeğini de bu oluşturur. Seçim özgürlüğü ve devamında seçimlerin sorumluluğunu kabullenme elbette ki sancılı bir süreçtir. Terapist bu noktada hem cesaretlendirici hem de yüzleştirici bir tutum sergiler. Seçim özgürlüğünün farkına varan kişi daha fazla varoluşsal kaygı yaşayabilir. Bunun çözümlenmesi ve bu kaygıyla başa çıkma becerisinin güçlendirilmesi, aynı zamanda da kişinin büyümesi için terapist rehberlik eder. Ancak varoluşçu yaklaşımın danışanın kendi büyüme süreci ve hayatını anlamlandırması aşamasında terapistin izleyeceği kesin bir yol veya bütüncül bir yaklaşımdan söz edilemez. Her birey biricik kabul edildiğinden, kendi problemleriyle yüzleşme süreci de biricik olacaktır.
  • Irvin Yalom rüyaların terapide oldukça önemli bir yeri olduğunun altını çizer. Ona göre rüyalara ölüm anksiyetesi gibi pek çok varoluşsal sıkıntılar sızar. Tekrarlayan rüyalar, kâbuslar ve canlı bir şekilde hatırlanan rüyalar kişiyle ilgili pek çok mesaj taşır.

Modern dünya içinde hızlı yaşmak, tüketmek, sorgulamamak alışkanlığı bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Tüm bu keşmekeşin içinde durup kendimize “Ben gerçekte kimim? Ne yapıyorum?” diye sormuyoruz. En çok kendimizden kaçıyoruz. Sıkıntılarımıza, zorlanmalarımıza veya diğerleriyle yaşadığımız problemlere acil ve hızlı bir şekilde etki eden çözümler arıyoruz. Etrafımızda olup bitenler için hep dışarıdan bir neden bulup kendimizi bunların içinde göremiyoruz. Oysaki birçoğumuz zaman zaman anlaşılmaz sıkıntılar yaşadığımızı, içsel dünyamızda birtakım çalkantılar hissettiğimizi, üstelik bunları bir türlü adlandıramadığımızı kolaylıkla itiraf edebiliriz. Varoluşçu yaklaşım tam bu noktada ortaya çıkıp bunları adlandırabileceğimizi, üstelik anlamlandırabileceğimizi söylüyor. Yalnızca bu hayatı tüketip bitirmek zorunda olmadığımızı, onu anlamlı ve mutlu bir şekilde yaşayabileceğimizi göstermek istiyor. Özellikle günümüz dünyasında varoluşsal meselelere daha çok odaklanmak ve bunlar üzerinde sorgulamaya başlamak bizlere değerli kazanımlar sağlayacaktır.

Varoluşçu Yaklaşım ve Varoluşçu Psikoterapi

Psikofarmakolojik yaklaşım insanın mevcut problemlerine biyolojik ve genetik etmenleri göz önünde bulundurarak yaklaşır; Freudyen yaklaşım bastırılmış arzuların, bilinçdışı çatışmaların etkisine odaklanır; nesne ilişkileri kuramı içselleştirilen sevgisiz, ilgisiz yetişkinleri merkeze koyar; bilişsel davranışçı görüş bozulmuş düşünce biçimleri ve uyumsuz davranışları inceler; bunların dışındaki yaklaşımlar travmatik anılar, kişi için önemli olan iş, yakın ilişki ve mevcut hayat krizlerine odaklanır.

Diğer yaklaşımların öne sürdüklerini yadsımamakla birlikte varoluşçu (existantialist) yaklaşım var olduğunun bilincinde olan insanın sırf bu varolmanın getirdiği sancılarını da araştırma konusu yapar.

Varoluşçu yaklaşım, varoluşumuzla yüzleşmemizden kaynaklanan problemlere yönünü çevirmiştir;  bu açıdan, varoluşçu psikoterapi bir yöntem değil, tutum olarak nitelendirilmektedir. Nitekim bir psikoterapi yönteminin varoluşçu olarak adlandırılması için psikolojik kurmalardan ziyade felsefeden besleniyor olması gerekmektedir. Karl Jasppers, Kiergegard, Heiddegger gibi felsefecilerden temelini alan; Rollo May, Victor Franklin ve Irvin Yalom gibi daha güncel temsilcilerin psikoterapi ve danışma ortamına taşıdığı bu yaklaşım insanı anlama noktasında önemli bir yerde durmaktadır.

Varoluşçu Yaklaşım Nasıldır?

Abraham Maslow’un psikanalitik ve davranışçı ekollerden sonra psikolojide üçüncü güç olarak adlandırdığı varoluşçu terapi yaklaşımı, insancıl bakış açısıyla birlikte 1950’lerde gelişmeye başlamıştır. 20. yüzyılın ilk yarısının savaş, bunalım, ekonomik ve politik gelişmelerin toplum ve birey üzerindeki yıkıcı sonuçlarıyla geçmiş olması, bireyden çok toplumun çıkarının önemsenmesi insana olan bakış açısını değiştirmiştir. Yaşanan endüstriyel ve teknolojik gelişmelerin de beraberinde yalnızca üretmek ve düzenin devamlılığını sağlamak adına üzerine düşeni yerine getiren insanın tek başına bireysel olarak değeri hiçe indirgenmiştir. Hem toplumsal hem de bireysel anlamda etkisini gösteren bu gelişmeler, başka tür kaygıları da ortaya çıkarmıştır. Dünyanın birçok farklı yerinde yalnızca histerik ya da nevrotik belirtilerle değil, yabancılaşma, anlamsızlık, diğerlerinden soyutlanma gibi problemlerle de psikoterapiye başvuran kişiler artmaya başlamıştır. Yaşamlarını boş ve anlamsız bulan bu insanlar tüm bu karmaşanın ortasında kimliklerini ve evrendeki yerlerini kaybetmiş göründüklerinden yardım için klasik yöntemlerin uygulanması bu tür şikâyetleri anlamakta pek de yardımcı olmamış; insanı yalnızca bir nesne olarak görmeyen yeni bir bakış açısıyla hareket etme zorunluluğu varoluşçu psikoterapinin ortaya çıkışını hızlandırmıştır.

Varoluşçu yaklaşım insan dışındaki tüm varlıkların ne iseler öyle kalmak zorunda olduklarını söyler. Bir masa, en nihayetinde bir masadır ve öyle kalacaktır, kendisinin buna bir katkısı yoktur. İnsan ise yaratıldığı şekilde kalmak zorunda değildir, değişme ve gelişme imkânı vardır. Her insan kendine has özellikleri olan, bu evrendeki yeri biricik olan ve özgürce seçebilen bir varlıktır. Kendi varlığını kendisi yaratan, onu kendisi biçimlendiren tek varlık insandır. Her şey olabilme imkânı vardır. Ancak bu noktada varoluşçuluk biraz kasvetli bir hale bürünür; özgür irade ve seçme meselesi bunun sorumluluğunu alma zorunluluğu da ortaya çıkarır. Üstelik seçim yapmak her daim kendi içinde bir kaygı doğurur. Bir şeyi seçmek diğer bütün seçenekleri öldürmek anlamına geleceğinden kişi için oldukça sancılı olan ikilemler ve kararsızlıklar ortaya çıkar. Varolmak tüm bu kaygılarla yüzleşmeyi de gerektirir.

Varoluşçu felsefenin temelinde “Dasein” kavramı yer alır, “Da” olmak, “sein” var olan ya da orada olan anlamlarına gelir. Orada olmak doğrudan bir varoluştur. Varoluşçu yaklaşım o an orada ne olduğuyla ilgilenir. “Dasein” bizi “otantiklik” kavramına götürür. Yaşanılan an şu andır. Öyleyse şu anda yaşadıklarımız bizi farkındalığa, üretkenliğe götürür. Kişi şu anını anlamlandırabilirse otantik bir yaşam sürmüş olur. Bu noktada kişinin potansiyeline güvenen varoluşçu yaklaşım, onun kendi olma sürecini her şeyden önemli addeder.

Varoluşçu Psikoterapi Nedir?

Varoluşçu yaklaşım hem bireyin problemlerini aktarma ve anlamlandırması sürecinde hem de terapistin bunlar üzerinde çalışması temelinde öznellik içerse de psikoloji bilimi çerçevesinin dışına çıkmaz. Varoluşçu psikoterapi doğaüstü inançlardan uzak durur, akılcılığı benimser, kişinin kendisine odaklanır, sınırlı bir süresi olan hayatımızı nasıl en anlamlı ve mutlu şekilde yaşayabileceğimize karar vermemiz gerektiği üzerinde durur. Bununla beraber varoluşçu terapi üzerinde bilimsel araştırma yapılabilecek somut işevuruk tanımlardan yoksundur. Varoluşçu yaklaşımı benimseyen terapistler, danışanlarına sadece varoluşsal problemler üzerinden terapi vermezler, bireyin diğer sorunları üzerinde de diğer yaklaşımların dinamiklerini kullanarak çalışırlar. Yalnızca bireyin varoluşsal sıkıntılarını fark etmek ve bunları ele almak konusunda diğer yaklaşımları benimseyen terapistlerden daha duyarlıdırlar. Bu duyarlılığın esas temelini de bu yönelimle çalışan terapistlerin kendi varoluşsal meselelerini önemsemeleri ve bunlar üzerinde kendilerini devamlı sorgulamaları oluşturur.

Varoluşçu terapi, varoluşçu yaklaşımın temellerini oluşturan dört temel kaygıya odaklanır: ölüm, tecrit, hayatın anlamı ve özgürlük. Bunlar birbirinden ayrı düşünülemez çünkü insanın varoluşu üzerinde düşündüğünde hepsi iç içe geçmiş bir bütünlük sergilerler.

  • Nihai son olarak ölüm: Ölüm korkusu yaşamımızda artıp azalan bir dalgalanma halinde neredeyse her zaman kendini gösterir. Çok küçük çocuklar çevrelerinde yaprakların kuruduğuna, sokakta hayvanların ölülerine, yas tutan insanlara şahit olarak bir şeylerin kayboluşunu izler ve ölüm olgusuyla tanışırlar. Freud’un gizil dönem olarak adlandırdığı 6-11 yaş arasında ölüm korkusu kısmen kaybolurken ergenlikle birlikte artarak geri döner. Genç yetişkinliğin kariyer sahibi olma, evlenme, çocuk sahibi olma görevleri arasında ölüm korkusu geçici olarak bir kenara itilirken orta yaş krizinden itibaren ölüm korkusu daima bir yerlerde hazır bekler vaziyette hep vardır.

Birçok kişi ölüm anksiyetesini yok olma, terk edilme ya da kötülük korkusuyla birleştirir. Ölüm korkusu terapistlerce bazen başka bir problemin maskesi olarak ele alınsa da varoluşçu yaklaşım bunun temelinde ölümle ilgili bir endişe arar. Kişinin ölüm endişesini nasıl yaşadığı ve bununla yüzleşmekten kaçınmak için nelere başvurduğu araştırılır.

Ölüm korkusu çok nadir olarak açıkça yaşanır. Çoğunlukla örtüktür ve tecavüz, doğal afet, yaralanma, hastalık, bir yakının kaybı gibi yaşam olayları sonrasında açığa çıkar. Bu tür olaylar sonrasında kendi ölümümüzle ilgili endişelerimiz artar ve ölüm hakkında sıklıkla düşünmeye başlarız. Bazen de ölümle ilgili yaşanan bir durum kişinin bir çeşit uyanma deneyimi yaşamasına ve varoluşunun farkına varmasına neden olabilir. Transformasyon olarak adlandırılan bu durum kişinin kendini ve potansiyelini fark etme sürecidir. Varoluşçu psikoterapi bu içsel potansiyele ulaşmada rehberlik eder. Ölüm anksiyetesiyle ilgili önemli bir diğer nokta kişinin kendini fikirleriyle, çocuklarıyla, ya da kendisine ait herhangi bir şeyle geleceğe aktarmasıdır. Bu aslında faniliğin yarattığı anksiyeteyi yumuşatır.

  • Yalnızlık: İki tür tecrit (yalnızlık) durumundan söz edilebilir. Her birimizin deneyimlediği türden sıradan yalnızlık diğerleriyle ilişkimizle alakalıdır. Reddedilme, istenmeme hisleri eşlik eder. Bununla beraber varoluşsal yalnızlık kendi varoluşumuzu anlamlandırma noktasında her birimizin yalnız olmasıdır. Yalnızca bize ait olan, kendimizce zenginleştirdiğimiz, biriktirdiğimiz bir içsel dünyamız var ve hepimiz bu içsel dünyada yalnızız.
  • Özgür irade: Her şey olma özgürlüğümüz vardır. Seçmek, sorumluluğu da beraberinde getirir. Varoluşçu psikoterapi danışanın yaşadıkları ya da eylemlerinden yaptığı seçimler sonucunda kendisinin sorumlu olduğunu kabul etmesini bekler. “Başkaları yüzünden, onun için, o istedi diye” kalıpları sorumluluktan kaçmak için kullandığımız kaçış cümleleridir. Terapide kişinin neden sorumluluğu üstlenmediği, neden bu şekilde kaçmaya çalıştığı anlaşılmaya çalışılır.
  • Hayatın anlamı: Hayatın eninde sonunda sonlanacak olması birçok kişiyi “Öyleyse yaşamanın ne anlamı var “ sorusuna götürür. Yaşamanın anlamı herkes için farklıdır, dolayısıyla yaşama anlam katacak olan da kişinin kendisidir. Bir anlam bulma ve kendi olma süreci varoluşçu yaklaşımın özünü oluşturur.

Varoluşçu Psikoterapinin Amaçları ve Temel Dinamikleri Nelerdir?

  • Varoluşçu psikoterapinin amacı iyileştirmek ve tedavi etmek değildir. Asıl beklenen, kişinin kendi varoluşu ve hayatının anlamı üzerine düşünmesi ve bunları tanımlamasıdır. Bu noktada terapist de kişiyi irade, coşku, ilgi gibi insani özellikler açısından teşvik etme amacını edinmez. Terapistin rolü rehberliktir. Kişi, yaşamında karşılaştığı güçlükleri ve sorunları kendi tanımlar. Aslolan kişinin bunları neden yapamadığını keşfetmesine, önündeki engelleri kaldırmasına yardımcı olmak ve kendi olma süreci yolunda ilerlemesini sağlamaktır.
  • Varoluşçu psikoterapi danışanla terapist arasında kurulan ilişkinin gücüne önem verir. Varoluşsal meseleleri kendisi için de inceleme konusu yapmış, kendi kaygıları, endişeleriyle yüzleşmiş bir terapist danışanın bu noktalardaki hassasiyetinin fark etme ve bunlarla empati kurabilme konusunda daha duyarlı olacaktır.
  • Tıpkı insancıl yaklaşımlarda olduğu gibi varoluşsal terapide de koşulsuz kabul etme ve empati çok önemli bir yer tutar. Aynı zamanda danışana empatiyi öğretmek de bir başka önemli noktadır. Örneklerle belli durumlarda karşıdaki kişinin ne hissedeceği, nasıl düşünüleceği danışana sorulur, böylece gerçek hayatta empatik tutum sergilemesi için prova yapması sağlanır.
  • Varoluşçu psikoterapi biyolojik temeli de bulunan şizofreni gibi ciddi bozukluklar için tanı koymanın ne denli önemli olduğunu kabul etmekle birlikte danışana doğrudan tanıyla yaklaşma, onu bu tanı üzerinden tanımlama fikrine sıcak bakmaz. Bir tanı şekillendikten sonra kişiye öncelikli olarak bu tanı çerçevesinden yaklaşılacak, her türlü davranışı bu tanıyı doğrulayacak şekilde değerlendirilecek ve o kişiyi anlamak noktasında terapist kendisini sınırlamış olacaktır. Tanı gerekli durumlarda elbette terapistin aklının bir köşesinde bulunacaktır ancak varoluşçu psikoterapi için ilk adım o kişinin kendisini bir birey olarak anlayabilmektir.
  • Danışanların tümü veya bir danışan için tüm seanslarda varoluşçu içerik (varoluşsal meselelere yönelik kaygı, sorgulama vs.) ortaya çıkmayabilir. Terapist de böyle bir içerik ortaya çıksın diye fazladan çaba harcamaz. Bu bir süreç meselesidir, terapist sürecin ilerleyişine güvenir.
  • Terapide danışana geribildirim vermek hem ilişkinin güçlenmesi hem de danışanın kendini açmasının önünü açmak adına oldukça önemsenir.
  • Varoluşçu psikoterapinin temel dinamiklerinden biri de “burada ve şimdi”ye odaklanmaktır. Danışan dışarıdaki hayatında sergilediği davranışları veya tutumu en nihayetinde terapi odasına taşıyacak ve sonra da terapistine karşı da aynı şekilde bunları sergileyecektir. Burada ve şimdi ilkesi tüm bu olup bitenlerde danışanın rolünün ne olduğunu sorgular, şimdiki seçimleri ve bunların davranışsal sonuçları en önemli konu kabul edilir. Aynı zamanda terapist ve danışan arasındaki ilişkinin niteliği de burada ve şimdide incelenir. Bu tür bir inceleme ilişkinin güçlenmesini ve aradaki güveni pekiştirir. “Seansın sonuna yaklaşmışken bugün aramızdaki ilişkinin nasıl olduğuna odaklanmak istiyorum. Bugün aramızda ne kadar mesafe var?” gibi bir soru varoluşçu terapistin seans sonunda burada ve şimdiye dair sorgularına bir örnek olabilir.
  • Terapide rehberlik edilecek önemli meselelerden biri de bireyin otantik bir yaşam sürmesidir. Her birimiz kendi varoluşumuzu ve hayatımızı anlamlandırmak noktasında yalnız olsak da diğerleriyle kurduğumuz yakın, sıcak, sevgi dolu ilişkiler bizi hiçlik duygusundan uzak tutar ve kendimize yönelmemiz için gerekli gücü sağlar. Bu nedenle bireyin diğerleriyle kurduğu ilişkilerin niteliği önemlidir. Varoluşçu bakışla, insanlar kendi varoluşlarını her an yeniden yaratırlar. Bozukluk için de, büyüme için de potansiyel her zaman vardır. Bireyler kendi varoluşlarının sorumluluğunu kabullenme ve belirli sınırlar içinde her an kendilerini yeniden tanımlayabilecekleri ve kendi sosyal çevreleri içinde farklı davranabilecekleri, farklı hissedebilecekleri konusunda cesaretlendirilmelidir.
  • Varoluşçuluğa göre, biz yaptığımız seçimlerin toplamıyız. Seçmek bizi özgür kılar, seçme özgürlüğünün farkında olmamız değişim ve büyüme için gereklidir. Varoluşçu psikoterapi bireyin seçimlerinin farkında olması ve bunların sorumluluğunu üstlenmeye hazır olmasını bekler. Kişi kararsızlık ya da ikilemler yaşıyorsa, onu bu noktaya getirenin ne olduğunu bulmasında yardımcı olur. Bu yüzleşme sonrasında sorumluluğu üstlenerek yaşadığı şeylerde kendi rolünü gören kişi daha güçlü bir şekilde seçimlerine güvenmeye başlayacaktır.
  • Varoluşçu psikoterapinin en temel amacı bireyin kendi seçim ve büyüme potansiyelinin farkına varmasına yardımcı olmaktır. Bireyin her an değişme ve büyüme potansiyeli olduğu kabul edildiğinden bu konuda kişiler cesaretlendirilirler. Seçimlerden kaçınmak ve onları yapmak zorunda değilmişiz gibi davranmak her birimizi kaygıdan koruyabilir. Yaptıklarımıza devamlı kendimiz dışında sebepler bulmak bir savunma mekanizması gibi işleyerek bizi bu kaygıdan korur. Ancak bu kaçınma en sonunda bizi kendimiz olmaktan ve anlamlı bir hayat sürmekten uzaklaştırır, psikopatolojinin çekirdeğini de bu oluşturur. Seçim özgürlüğü ve devamında seçimlerin sorumluluğunu kabullenme elbette ki sancılı bir süreçtir. Terapist bu noktada hem cesaretlendirici hem de yüzleştirici bir tutum sergiler. Seçim özgürlüğünün farkına varan kişi daha fazla varoluşsal kaygı yaşayabilir. Bunun çözümlenmesi ve bu kaygıyla başa çıkma becerisinin güçlendirilmesi, aynı zamanda da kişinin büyümesi için terapist rehberlik eder. Ancak varoluşçu yaklaşımın danışanın kendi büyüme süreci ve hayatını anlamlandırması aşamasında terapistin izleyeceği kesin bir yol veya bütüncül bir yaklaşımdan söz edilemez. Her birey biricik kabul edildiğinden, kendi problemleriyle yüzleşme süreci de biricik olacaktır.
  • Irvin Yalom rüyaların terapide oldukça önemli bir yeri olduğunun altını çizer. Ona göre rüyalara ölüm anksiyetesi gibi pek çok varoluşsal sıkıntılar sızar. Tekrarlayan rüyalar, kâbuslar ve canlı bir şekilde hatırlanan rüyalar kişiyle ilgili pek çok mesaj taşır.

Modern dünya içinde hızlı yaşmak, tüketmek, sorgulamamak alışkanlığı bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Tüm bu keşmekeşin içinde durup kendimize “Ben gerçekte kimim? Ne yapıyorum?” diye sormuyoruz. En çok kendimizden kaçıyoruz. Sıkıntılarımıza, zorlanmalarımıza veya diğerleriyle yaşadığımız problemlere acil ve hızlı bir şekilde etki eden çözümler arıyoruz. Etrafımızda olup bitenler için hep dışarıdan bir neden bulup kendimizi bunların içinde göremiyoruz. Oysaki birçoğumuz zaman zaman anlaşılmaz sıkıntılar yaşadığımızı, içsel dünyamızda birtakım çalkantılar hissettiğimizi, üstelik bunları bir türlü adlandıramadığımızı kolaylıkla itiraf edebiliriz. Varoluşçu yaklaşım tam bu noktada ortaya çıkıp bunları adlandırabileceğimizi, üstelik anlamlandırabileceğimizi söylüyor. Yalnızca bu hayatı tüketip bitirmek zorunda olmadığımızı, onu anlamlı ve mutlu bir şekilde yaşayabileceğimizi göstermek istiyor. Özellikle günümüz dünyasında varoluşsal meselelere daha çok odaklanmak ve bunlar üzerinde sorgulamaya başlamak bizlere değerli kazanımlar sağlayacaktır.

Yazar: Klinik Psikolog Merve Kayacı

Referanslar
  • Davison, J. Ve Neale, J. M. (2011). İçgüdü terapileri. Anormal Psikolojisi içinde (s.513-540). (Dağ, İ. Çev. Ed.). Ankara: Türk Psikologlar Derneği Yayınları.
  • existanbul.org/varoluscu-psikoterapi-nedir/
  • Koçak, R. Ve Gökler, R. (2008). Varoluşsal yaklaşımda psikolojik danışma ve gruba uygulanışı. Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 2, 91-107.
  • Topses, G. (2012). Davranışçı ve varoluşçu–hümanistik  psikolojik danışma kuramlarının ayırtedici ve örtüşen nitelikleri. International Journal of New Trends in Arts, Sports & Science Education, 1(3), 67-75.
  • Yalom, I. (2017). Bağışlanan Terapi (1. Basım). (z. Babayiğit, Çev.). İstanbul :Pegasus Yayınları.
  • Yalom, I. (2017). Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek (1. Basım). (z. Babayiğit, Çev.). İstanbul: Pegasus Yayınları.
  • Yalom, I. (2018). Aşkın Celladı (31. Basım). (H. Saraç, Çev.). İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.

Uyarı: Bu sitedeki içerikler tanı ve tedavi amacıyla kullanılamaz, sadece bilgi edinme amacıyla kullanılabilir.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir