Karşıaktarım [countertransference], ortak odak noktası analistin analitik durum içinde hastaya yönelik hisleri ve tutumları olan, birden çok anlam taşıyan bir terimdir. Tüm psikanalitik kuram okulları bu terimi kullanmakla birlikte, karşıaktarım tanımları arasında dikkate değer farklılıklar bulunmaktadır. Terimin çağdaş kullanımı şunları kapsar:
- analistin, hastanın aktarımına [transference] yönelik bilinçli ve bilinçdışı tepkileri;
- analistin bilinçdışı çatışmalarının, hastayı anlaması ve analist rolündeki işlevselliği üzerindeki etkisi;
- analistin, hastaya yönelik tüm duygusal tepkileri; bu, hastanın kendini sunuşuna ya da gerçeklik durumuna verilen ve genellikle beklenebilir olan tepkileri de kapsar; bu tepkiler analistin bilinçdışı zihinsel yaşantısından çok az etkilenmiş olabilir;
- analistin hastaya yönelik duygusal tepkileri; bu tepkiler, kısmen, hastanın bilinçdışı zihinsel yaşantısıyla bilinçdışı bir özdeşim kurmayı yansıtır ve analitik anlamanın başlıca biçimini oluşturur;
- hastanın, analistin kendisine, kendi aktarım fantezileriyle uyumlu bir şekilde tepki vermesini arzulayan bilinçdışı arzusunun sonucu; bu durum aynı zamanda rol duyarlılığı [role responsiveness] olarak da adlandırılır;
- hastanın yansıtmalı özdeşim [projective identification] sürecinin bir sonucu; bu süreçte hasta, kendi benliğinin ya da nesne temsillerinin bastırılmış yönlerini bilinçdışı olarak analiste yansıtır ve ardından analistle, analistin bu temsilleri öznel olarak deneyimlemesini teşvik eden biçimlerde etkileşime girer;
- analistin, hastaya yönelik sürekli ve kaçınılmaz bilinçdışı öznel tepkileri; bu tepkiler çoğunlukla ancak sonradan anlaşılır;
- hasta ve analist tarafından ortaklaşa inşa edilen, sürekli değişen bir aktarım/karşıaktarım matrisi.
Böylece, karşıaktarımın psikopatolojik mi yoksa normal bir fenomen mi olduğuna ve karşıaktarım duygularının analistin zihninin, hastanın zihninin ya da ikisinin birleşiminin bir ifadesi mi olduğuna dair görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Aslında, çağdaş psikanalistler analistin öznel yaşantısının çoklu kaynaklara sahip olduğunu ve analitik tedaviye çok yönlü biçimlerde katıldığını kabul ettikleri için, karşıaktarım terimi artık kesinliğini yitirmiştir.
Karşıaktarım kavramı, analistlerin kendi öznel yaşantılarının psikanalitik tedavideki yerini dikkate almalarını sağladığı için tüm psikanaliz ekolleri açısından önemlidir. Bu kavram, analistin psikanalitik ikili [psychoanalytic dyad] içindeki duygusal katılımına ilişkin farklı kavramsallaştırmaların, psikanalitik durumun temel doğasına ve psikanalizin terapötik etkisine dair sorular ortaya çıkarması nedeniyle uzun süredir süregelen bir tartışma kaynağı olmuştur:
- Analist ve hasta, epistemolojik ve duygusal olarak benzer mi yoksa farklı konumlarda mı yer alırlar?
- Bir analist tarafsızlık ve anonimliği sürdürebilir mi, sürdürmeli midir?
- Analist hastayı hangi süreçler aracılığıyla anlar?
- Hasta ve analist birbirlerini bilinçdışı düzeyde nasıl etkilerler?
- Hastalar psikanalizden nasıl fayda sağlarlar?
Terimi ilk kullanan Freud (1910c), karşıaktırımı, hastanın aktarımına yanıt olarak analistin ortaya çıkan “kendi kompleksleri ve içsel dirençleri” olarak tanımlamıştır (1915a). Freud, karşıaktırımı, analistin hastayı tam olarak anlamasına engel olan bir sorun olarak görmüş ve bunun hem öz-analiz [self analysis] yoluyla hem de duygusal öz-disiplin [emotional self restraint] (tarafsızlık [neutrality]) ile aşılması gerektiğini savunmuştur. Freud (1912b), karşıaktırımı, analistin kendi bilinçdışını, hastanın bilinçdışını anlamak için alıcı bir “araç [instrument]” olarak kullanma kapasitesinden ayırt etmiştir. Isakower (B. Lewin ve Ross, 1960), “analiz eden araç [analyzing instrument]” kavramını detaylandırarak, bunu hasta ve analistin iletişim kurma, dinleme ve düşünme biçimlerinde eşzamanlı bir gerilemenin [regression] oluşumu olarak tanımlamıştır.
Freud’un yaşamı boyunca ve onu izleyen iki on yıl boyunca, psikanalistler karşıaktarıma ağırlıklı olarak olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmışlardır (Jacobs, 1999). Bunun sonucu olarak, birçok analist, Freud’un kendi tekniğinden farklı olarak (Lipton, 1977), aşırı ve kendiliğinden dayatılmış bir duygusal öz-disiplinle çalışmıştır. Bununla birlikte, bazı yazarlar analistin öznel yaşantısının önemine değinmişlerdir. Örneğin, Fliess (1942), karşıaktarımı, analistin geçici duygusal katılımını içeren empatiyle (“deneme özdeşimi [trial identification]”) ayırt etmiştir. Winnicott (1949), analistin hastadan nesnel nedenlerle nefret edebileceğini ve böyle güçlü duyguların farkında olması gerektiğini, böylece bu duygularla harekete geçmemesi gerektiğini eklemiştir. Gitelson (1952) ise, analistin insan oluşuna vurgu yaparak, kişisel, aktarım temelli ve savunma içeren duygusal tepkiler vermesinin beklenebilir olduğunu belirtmiş; bu yolla hem tarafsızlık kavramını hem de karşıaktarıma yönelik psikopatolojik yorumları eleştirmiştir. Bununla birlikte A. Reich’in etkili makalesi “Karşı-aktarım Üzerine [On Counter-Transference]” (1951), psikanalizin ana akım görüşünü özetlemiştir: Analistler, hastalarını geçici bilinçdışı bir özdeşim yoluyla anlarlar ve gerçekten de hastalarına karşı duygular beslerler; ancak yoğun duygular, analistin çözülmemiş bilinçdışı çatışmalarını temsil eder ve bu çatışmalar, hastaya yönelik aktarım biçiminde, hastanın aktarımına tahammülsüzlük şeklinde ya da analist rolünün temelinde yatan süblime edilmemiş bilinçdışı güdüler olarak dışa vurulur.
1950’lerden itibaren, Klein’dan etkilenen analistler karşıaktarıma dair daha geniş ve daha olumlayıcı bir kavramsallaştırma ortaya koymuşlardır: Analistin duygusal yaşantısı, büyük ölçüde hastanın bilinçdışı zihinsel yaşantısı tarafından belirlenir. Heimann (1950), hastaların kendilerinin ya da nesnelerinin bazı yönlerini analiste yansıttıklarını ve bu nedenle karşıaktarımın, analistin hem kendi hem de hastanın henüz bilinçli olarak farkında olmadığı bir anda, hastanın bilinçdışı zihinsel yaşantısını sezmesini yansıttığını yazmıştır. Racker’a (1957) göre karşıaktarım, analistin ya hastayla ya da hastanın erken nesneleriyle kurduğu özdeşimleri [identification] ifade eder. Racker, “tamamlayıcı özdeşim”i [complementary identification] (H. Deutsch, 1926) -yani analistin hastanın içsel nesnesiyle kurduğu özdeşimle- “bağdaşan özdeşim”den [concordant identification], yani analistin hastanın kendiliğinin bir yönüyle kurduğu özdeşimden ayırt etmiştir. Racker, bağdaşan özdeşimi, analistin empatisinin bir bileşeni olarak görmüştür. Ayrıca analistin, hasta ile kurduğu bağdaşan ve tamamlayıcı özdeşimler arasında kaçınılmaz bir dalgalanma yaşadığını da tanımlamıştır. Hastanın psikolojik yaşantısının kabul edilemez yönleri, analistin kendi psikolojik yaşantısının kabul edilemez yönleriyle örtüştüğünde, analist bu bağdaşan özdeşime karşı tahammülsüzlük gösterir ve tamamlayıcı özdeşime geçme olasılığı artar. Eğer tamamlayıcı özdeşim bilinçdışı kalırsa, analist hastaya, hastanın özgün nesnelerinin “reddedici [rejecting]” modunda yanıt verebilir ve bu durumda hasta, daha hoşgörülü bir nesneyi içselleştirme fırsatını kaybedebilir. Hem Heimann hem de Racker, analistin kendi bilinçdışı çatışmalarının, hastanın zihinsel yaşantısının harekete geçirdiği duyguları sürdürme ve/veya anlama kapasitesine engel olabileceğini belirtmişler; ancak analistin duygusal yanıt verebilirliğinin merkezi rolünü vurgulamışlardır.
O zamandan bu yana, karşıaktarım tartışmaları iki temel görüşü detaylandırarak sürmüştür. Birinci görüş, karşıaktarımı, hasta hakkında önemli bir bilgi kaynağı olarak ele alır. İkinci görüş, analistin kendi intrapsişik yaşantısına odaklanır. Birinci görüşü ifade eden çağdaş Klein’cılar Pick (1985) ve B. Joseph (1985), hastaların yansıtmalı özdeşim yoluyla, paranoid-şizoid konuma [paranoid- schizoid pozition] ait parça-kendilik [part-self] ve parça-nesneye [part-object] ilişkin duygulanımları ve tutumları analistin “içine [into]” yansıttıklarını [projection] ve analistin bunları bilinçdışı bir şekilde canlandırmaya ya da bunlara katlanmaya davet edildiğini ifade etmilerdir. Analistin karşılaştığı zorluk, bu yoğun duygulanım ve tutumların (ki bunların analistin kendi içinden kaynaklanan yönleri de vardır) farkındalığına tahammül etmek, onları kapsamak [contain] ve bunlara kaygı taşıyan bir konumdan yorumlar sunmaktır. J. Sandler’ın (1976a) analistin “rol duyarlılığı” [analyst’s “role responsiveness”] kavramı, aktarım/karşıaktarım etkileşimine ego-psikolojik/nesne ilişkileri kuramı perspektifinden bir yaklaşımı yansıtır. Sandler, hastanın aktarım ilişkisini gerçekleştirmek istediğini ve bu amaçla analisti, arzulanan ya da savunmaya yönelik tamamlayıcı bir rolü üstlenmeye bilinçdışı olarak “yönlendirdiğini [maneuvering]” belirtmiştir. Analist, bu şekilde ortaya çıkan tepkinin farkına varabilir; ancak bu farkındalık, bazen tepkiyi hayata geçirmeden önce, bazen de ancak onu hayata geçirdikten sonra oluşabilir. Analistin rol tepkisi [hastadan gelen uyarana analistin verdiği tepki], kendi eğilimleri ile hastanın “dürtüklemesi” arasında bir uzlaşımı temsil eder. Sandler, rol duyarlılığını, hastanın daha ilkel, parça-kendilik ve parça-nesne iç dünyasının analiste yansıtmalı özdeşim yoluyla aktarımının bir sonucu olarak gören Klein’cılardan farklı olarak, bunu, tüm insan ilişkilerinde var olan bilinçdışı bir kişilerarası baskının sonucu olarak görmüştür; bu baskı, gerçekleştirilen bir intrapsişik kendilik-nesne ilişkisine katılım yönündedir. Rol duyarlılığğı, daha sonra, aktarım fantezisinin hasta tarafından gerçekleştirilme çabası ile analistin bu duruma karşılık gelen karşıaktarım tepkisinin analitik sürecin sürekli, değişken ve içkin bir parçası olduğunu savunan saheneleme [canlandırma: enactment] kavramına dâhil edilmiştir (Chused, 1991). Karşıaktarıma ilişkin ikinci temel görüş, onun analistin intrapsişik yaşantısını ifade ettiğini ve analistin çalışmasına sürekli, dalgalı ve potansiyel olarak sorun yaratabilecek bir eşlikçi olarak eşlik ettiğini öne sürer. Bu nedenle, hasta ve analist karşılaştırılabilir, ancak simetrik olmayan konumlarda yer alırlar. Jacobs (1986), kendi karşıaktarım tepkilerinin, geçmişindeki kaynaklardan beslenerek, analitik tekniğini nasıl ince biçimlerde etkilediğini ve bu etkilerin, daha derin bir kendi üzerine düşünme [self-reflection] olmaksızın kolaylıkla akılcılaştırılabileceğini açıklamıştır. Jacobs, bu tepkilerini, karşıaktarıma daha sık atfedilen ve analitik teknikten açık biçimde sapmalar olarak tanımlanan tepkilerle karşılaştırmıştır. McLaughlin (1981), karşıaktarım teriminin, analistin iş egosuna [analyst’s work ego: analistin mesleki bağlamdaki ego işlevleri] yönelik çoklu müdahaleleri tanımlamak için yetersiz olduğunu belirtmiştir; bu müdahaleler arasında analistin kendi aktarım süreçleri, mevcut yaşam zorlukları ve belirli hastalar tarafından harekete geçirilen çözülmemiş çatışmalar yer alır. Bu nedenle McLaughlin ve diğerleri, analistin işlev gördüğü düzeyde beklenebilir bir dalgalanma olduğunu varsaymışlardır. Renik (1993), bu görüşü genişleterek karşıaktarım kavramının yanıltıcı olduğunu, analistin bilinçdışı tarafından belirlenen öznelliğinin teknikte her zaman var olan ve gerekli bir unsur olduğunu, ayrıca analistin kişisel güdülerini teknik ilkelerden ayırma çabasının yanılsamadan ibaret olduğunu ifade etmiştir.
Başka bir bakış açısından Ogden (1994) ve bazı diğer yazarlar, analitik ikiliyi, hastanın aktarımı ile analistin karşıaktarımı biçimindeki ayrı öznelliklerin, Ogden’in “analitik üçüncü [analytic third]” adını verdiği, karşılıklı olarak yaratılmış yeni bir öznelerarası deneyim [intersubjective experience] ile diyalektik bir gerilim içinde var olduğu öznelerarası bir perspektiften ele almışlardır. Analistin bu ortak yaratım üzerine düşünmesi, hastanın öznel yaşantısını anlamasında merkezi bir rol oynar. Ogden’in “analitik üçüncü” kavramını da kullanan ilişkisel kuramcılar [relationalists], karşıaktarımı, hasta ve analistin birlikte inşa ettiği aktarım/karşıaktarım matrisinden bağımsız bir olgu olarak görmezler. Onların görüşüne göre, bu matris, hastanın nesne ilişkileri, savunmaları, kendilik durumları ve duygulanımları hakkında sürekli bir temel veri kaynağıdır. Onlar karşıaktarımı oldukça geniş bir şekilde ele alırlar; yalnızca analistin hastanın çatışmalarına verdiği tepkiyi değil, aynı zamanda hastanın bilinçli ya da bilinçdışı olarak tanıdığı ve sözleri ile etkileşimleri aracılığıyla ima ettiği, analistin kişiliğine ait tüm unsurları da kapsar. Başka bir deyişle, hasta, analiste kendisi hakkında veri sağlayan bir kaynaktır ve analist bu verileri, aralarındaki öznelerarası deneyimi anlamak için kullanır.
Son olarak, bazı yazarlar, “dar anlamda” karşıaktarımı, analistin hasta ile kurduğu ve bağlanma, kayıp, direnç karşısında yaşanan kendinden şüphe duyma ve insan olma durumunun korkutucu yönleriyle yüzleşme gerekliliğini doğuran insani etkileşiminden ayırırlar (Poland, 2006); bu yaşantı analistin kendi psikolojisi tarafından renklendirilse de, aynı zamanda analitik durumun temel kişilerarası gerçekliklerinden de kaynaklanır.
Karşıaktarıma ilişkin iki temel görüşün görünürdeki karşıtlığına rağmen, çoğu analist her iki görüşü de belli ölçüde benimseyerek çalışır; öznel yaşantılarını hem kendi psikolojileri hem de yukarıda belirtilen hastaların onlarla kurduğu çeşitli etkileşim biçimleri tarafından şekillenen bir olgu olarak değerlendirirler.
Kaynak:
American Psychoanalytic Association. (2012). Countertransference. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 47).
Bir yanıt yazın