Direnç [resistance], hastanın psikanalitik sürecin ilerlemesine ve derinleşmesine yönelik bilinçdışı karşı koyuşudur. Bu karşı koyuş; zihinsel süreçler, fantaziler, anılar, karakter savunmaları ve davranışlar aracılığıyla ifade edilebilir. Direnç, hastanın tanıdık uzlaşmalardan vazgeçme ve duygusal olarak acı verici bir kendilik farkındalığıyla yüzleşme konusundaki bilinçdışı anksiyetesini yansıtır. Başlangıçta genellikle bilinçdışı olan bu direnç, bilinçli olarak fark edildikten sonra bile uzun süre devam edebilir. Direnç, savunma kavramından farklı olarak, tedavi durumuna özgü bir kavramdır.
Sterba (1953), psikanalitik terapinin, dirençlerin dikkate alınmasıyla doğduğunu ileri sürerek direncin merkeziliğini ortaya koymuştur. Freud ise, direnç ve aktarımın analizinin psikanalitik tedavinin temel özelliği olduğunu, yalnızca bu unsurların yorumlanması yoluyla analitik bir sürecin kurulabileceğini yazmıştır. Bu teknik, psikanalizi değişimi kolaylaştırmak için telkin ya da ikna temelli diğer tedavilerden ayırır. Direnç terimi, genellikle çatışma ve uzlaşmayı içeren bir zihinsel örgütlenme modeliyle ilişkilendirilir ve bu modeli benimsemeyen analistler tarafından açık biçimde kullanılmaz. Bununla birlikte, tüm psikanalitik bakış açıları, tedavi süreci içinde analistin hastanın kendi zihnini anlama sürecini kolaylaştırmaya yönelik çabası ile hastanın bu sürece bilinçdışı olarak karşı koyma ve içsel durumu olduğu gibi koruma arzusu arasında var olan dinamik gerilimi bir biçimde kabul eder.
Freud’un dirence yönelik en erken atıfları, “Histeri Üzerine Çalışmalar”da [Studies on Hysteria] (Breuer ve Freud, 1893/1895) yer alır; burada hipnotik telkin sürecine karşı gösterilen direnci gözlemlemiştir. Travmatik olayın başlangıçta unutulmasına yol açan güçler, şimdi hekim tarafından hipnoz yoluyla bu ayrışmayı [dissosiasyonu] çözme girişimine karşı koymaktaydı. Direncin aşılması gereken bir engel değil, anlaşılması gereken bir olgu olduğunun Freud tarafından fark edilmesi, psikanalizin temel taşlarından birini oluşturmuş ve serbest çağrışım yöntemine yönelik tekniksel bir dönüşümün yolunu açmıştır. Bu noktadan itibaren direnç, hastanın serbest çağrışımlarının akışını kesintiye uğratan her türlü eylemi olarak tanımlanmıştır. Tedaviye yönelik direncin, Freud’un motivasyon temelli savunma ya da bastırma anlayışıyla ilişkilendirilmesi ise kuramın gelişiminde kavramsal bir sıçramayı temsil etmiştir.
Freud’un direnç anlayışı, onun bu olgunun yaygın varlığını ve çoklu belirleyicilerini fark etmesiyle birlikte giderek daha karmaşık bir hâl almıştır. “Teknik Üzerine Makaleler”de [Papers on Technique] Freud (1914b), direnci genel olarak tedavinin ve dolayısıyla iyileşmenin sürmesini engelleyen her şey olarak tanımlamış, ancak esas olarak aktarım ile direnç arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmayı amaçlamıştır. Freud’un, aktarımın hem bir direnç biçimi olduğunu hem de tedavinin en güçlü aracı olduğunu keşfetmesi son derece büyük bir öneme sahiptir. Bu makalelerde Freud, direncin bilinçdışı doğasını (ki bu, yapısal kuramını geliştirmesine yol açan kritik bir farkındalıktır), direncin derinlemesine çalışma sürecinin gerekliliğiyle olan ilişkisini ve analistin bilinçdışı direncinin tedavi sürecine olan katkısını ortaya koymuştur.
Freud, “Engellenmeler, Belirtiler ve Anksiyete [Inhibitions, Symptoms and Anxiety]” adlı eserinde (1926a), direncin ego, id ve süperego kaynaklarını tanımlamıştır. Aktarım direnci [transference resistance], egoya ait üç direnç türünden yalnızca biridir ve analiste yöneltilmiş duygulanımları, düşünceleri ve tutumları içerir; bu unsurlar genişletilmiş bir bilgiye ulaşmanın önünde engel oluşturur. Analizin erken safhalarında, aktarım arzularına, fantezilere ve düşüncelere yönelik farkındalığa karşı bir direnç görülebilirken, daha sonraki aşamalarda, gelişmekte olan aktarım tutumlarının ortaya çıkışına karşı bir direnç söz konusu olabilir. Hastanın yaşantısının doğrudanlığı ve duygusal yoğunluğu nedeniyle, aktarım direncinin yorumlanması değişim için en güçlü etki alanını sağlar. Freud’un tanımladığı ikinci ego direnci ise bastırmadır; bu, çatışmalı düşüncelerin bilinçten etkin bir biçimde dışlanmasıdır. Üçüncü ego direnci, hastalığın sürmesine katkıda bulunan ikincil kazançtır [secondary gain]. Freud, yineleme zorlantısında [compulsion to repeat] bir id direnci tanımlamış ve bu durumu derinlemesine çalışma sürecinin gerekliliğini açıklayan bir unsur olarak görmüştür. Freud bu direnci, bilinçdışının uyguladığı çekim gücü ya da “libidonun yapışkanlığı [adhesiveness of the libido]” olarak tanımlamıştır. Freud, süperego direncini [superego resistance], bilinçdışı suçluluk duygusuna dayanan cezalandırılma ihtiyacı olarak tanımlamıştır. Bu direnç, bilinçdışı düzeyde acıdan vazgeçmeme ya da analizden fayda sağlamayı reddetme biçiminde ifade bulur. Süperego direncinin en yoğun biçimi, yapıcı ve etkili terapötik çalışmayı paradoksal biçimde hastanın durumunun kötüleşmesinin izlediği olumsuz terapötik tepki [negative therapeutic reaction] içinde kendini gösterir. Bu direnç, ahlaki mazoşizmin [moral masochism] bir ifadesidir. Süperego direnci kavramı, analizde ortaya çıkan çıkmazları anlamada büyük klinik öneme sahip olmuştur. “Sonlanabilir ve Sonlanamaz Analiz”de [Analysis Terminable and Interminable] Freud (1937a), erken dönem travmanın etkisi ve içgüdülerin yapısal gücü gibi, yorumlayıcı müdahale alanının dışında yer alabilecek direnç etkenlerinin etkisini ele almıştır.
Ego psikolojisinin yükselişiyle birlikte, W. Reich (1933/1945) ve A. Freud (1936) direnç analizine ilişkin birbirine rakip iki görüş ortaya koymuşlardır. Reich, hastanın “karakter zırhı”na [character armor] karşı mücadeleci bir yaklaşım benimserken, A. Freud ise terapötik tarafsızlığa dayanan daha dengeli bir tutum sergileyerek analisti çatışmalı bir konumdan uzaklaştırmıştır. Reich’çı uç yaklaşımları dengelemeye yönelik çabalar, sonraki direnç analizine dair kuramsallaştırmaların büyük kısmına damgasını vurmuştur. Reich’in yaklaşımı, aynı zamanda direnç kavramına yönelik, hasta ile analist arasında çatışmalı bir ilişkiyi çağrıştıran olumsuz algıların kalıcılığını da açıklayabilir.
Günümüzün çoğu analisti, direnci aralıklı bir müdahale olarak değil, tüm psikanalitik tedavilerin her aşamasında bulunan yaygın ve bütünleyici bir unsur olarak görür. Hastanın direncinin doğası ve niteliği tedavinin evresine bağlı olarak değişebilir; ancak direnç genellikle o hastaya özgüdür, çünkü karakter yapısına ve temel nevrotik çatışmalar ile fantezilere kök salmıştır. Bu nedenle, direncin yorumlanması narsisistik bir tehdit olarak deneyimlenebilir ve narsisistik savunmaları harekete geçirebilir. Direnç yorumunun zamanlaması kritik önemdedir; erken ya da hatalı bir yorum, direncin şiddetlenmesine yol açabilir. Dirençler yorum yoluyla bilinçli hâle gelse de, esas olarak direncin titizlikle analiz edilmesi, derinlemesine çalışma sürecini oluşturur ve anlamlı bir değişime yol açar (Samberg, 2004).
Direnç analizine tekil bir odaklanma, Gray (1996) tarafından savunulmuştur; onun yakından süreç izlemeye dayanan yaklaşımı, analistin dikkatini serbest çağrışım sürecindeki kesintilere yönlendirerek bunları egonun savunma etkinliğinin kanıtı olarak görür. Bu bakış açısı, terimin daha erken dönemlere ait ve daha dar kapsamlı bir kavramsallaştırmasına bağlı kalır.
Bazı çağdaş analistler, direnç kavramını hâlâ çatışmalı bir anlam taşıdığı gerekçesiyle reddetmiştir. Diğer bazı analistler ise kavramı sürdürmekle birlikte, direncin analitik ikilinin ortak bir ürünü olduğunu vurgular. Bu yaklaşımlar, analistin belirli kişilik özelliklerinin, kaçınılmaz empatik başarısızlıklarının (Kohut, 1959) ve karşıaktarımın etkisine odaklanır. Direnç, hem ego psikolojisi (Boesky, 1990) hem de kişilerarasılık [intersubjectivity] kuramı (Ogden, 1996b) açısından, hasta ile analistin bilinçdışı işbirliğini ifade eden ortak bir eylem olarak da değerlendirilebilir.
Kohut (1977), dirençle ilişkileri bağlamında savunmacı yapılar [defensive
structures] ile telafi edici yapılar [compensatory structures] arasında bir ayrım yapmıştır. Telafi edici yapılar, kendiliğin bir alanındaki kusurları dengeleyerek diğer bir alanını (yansıtılan hırslar, ikizlik duyguları ya da yönlendirici idealler gibi) canlandırmaya hizmet eder; bu yapılar hastanın direncinin parçası değildir. Buna karşılık, savunmacı yapılar, kendilikteki kusurları gizlemeye yarar, sağlıklı gelişimi engeller ve dirence katkıda bulunur.
Modern Klein’cılar, direnci tüm aktarım durumu bağlamında değerlendirirler. Direncin intrapsişik doğasına vurgu yaparlar, ancak onun ifadesini yansıtmalı özdeşim süreci içinde tanımlayabilirler. Öte yandan, temel ilgi odağı, direncin intrapsişik boyutundan ziyade kişilerarası bir bakış açısıyla ele alınan ortak inşa edilmiş yönleri de olabilir (Stolorow, Brandchaft ve Atwood, 1987). Fonagy ve arkadaşları (2003), direncin bazı yönlerini, zihinselleştirme kapasitesindeki dinamik olmayan bir yetersizliğin ifadesi olarak görmüşlerdir; bu kapasite, kişinin kendi ve başkalarının duygulanımsal zihinsel durumları üzerine düşünebilme yetisidir. D. N. Stern (Stern ve diğ., 1998) ise, direncin yalnızca dinamik bilinçdışının işleyişine uygulanabilecek bir kavram olduğunu, oysa zihnin farklı biçimlerde örgütlenmiş alanlarının da bulunduğunu ileri sürmüştür. Örneğin Stern’e göre, “örtük ilişkisel bilme [implicit relational knowing]” ve “başkalarıyla nasıl birlikte olunacağı [how-to-be-with-others]” gibi kavramlar, analitik deneyimin erken, sözel öncesi yaşantılarla bağlantılı yönlerini tanımlar.
Kaynak:
American Psychoanalytic Association. (2012). Resistance. İçinde Psychoanalytic terms and consepts (4. baskı, s. 228).
Bir yanıt yazın